Sinop’taki tarihî cezaevinde çekilen bir dizi vardı: Parmaklıklar Ardında. Arada ben de bakardım. 2013 yılında yolum Sinop’a düşünce, müze olarak kullanılmak üzere Kültür Bakanlığı’na devredilen bu hapishaneyi ziyaret etmiştim. Dizi çekimlerinin yapıldığı alanlar dışında harap haldeydi.
Eski hapishane, yeni müze girişindeki tanıtım levhasına göre, denizin dövdüğü bir yar üstüne 13. yüzyılda inşa edilen Sinop Kalesi’nin bir bölümü 19. yüzyılın sonuna doğru hapishane olarak kullanılmaya başlanmış. Yapılan eklemelerle genişletilen bu hapishanenin sakinleri arasında Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna ve İçimizdeki Şeytan romanlarının yazarı Sabahattin Ali de varmış. Rahmetli Edip Akbayram’ın seslendirdiği ‘Aldırma Gönül’ şarkısının sözlerini de bu hapishanede yazmış: Dışarda deli dalgalar / Gelip duvarları yalar / Seni bu sesler oyalar / Aldırma gönül aldırma.
Sabahattin Ali gazeteci, mütercim ve şair yanı da olan çok yönlü bir insan, tek parti rejimine muhalefeti nedeniyle çeşitli defalar hapse girmiş bir solcu. Konya, Sultanahmet ve Paşakapısı cezaevlerinde de kaydı var. Aldığı cezalar yüzünden atıldığı memuriyete dönebilmek için Atatürk’ü öven bir şiir (Benim Aşkım) yazmak zorunda kalmış veya bırakılmış.
Marksist-sol çizgideki Tan gazetesine ve matbaasına 1945 Aralığında yapılan baskından sonra, tek parti yönetimine daha sert ve açıktan muhalefet etmeye başlayan Sabahattin Ali’deki bu tavır değişikliğinin sebebi, matbaanın sahibi Serteller (Zekeriya ve Sabiha Sertel) ile aynı ideolojik çizgiyi paylaşması olabileceği gibi, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’la birlikte çıkarmaya başladıkları Marko Paşa isimli haftalık siyasî mizah gazetesinin Tan Matbaası’nda basılması da olabilir. O dönemde hükümeti ti’ye alıp eleştiren bir gazete, dergi yahut kitap basmayı göze almak herkesin harcı değildi. Serteller ve Tan, Marko Paşa‘nın basımını üstlenmekle büyük bir risk almışlardı.
Sürekli toplatıldığı ve kapatıldığı için Hür Marko Paşa, Malum Paşa, Merhum Paşa… gibi isimler altında yeniden çıkartılan bu gazete yüzünden Sabahattin Ali yine hapse düşer. İstanbul’da dağıtıldığı ve çıkar çıkmaz toplatıldığı halde, bugün bile çok büyük bir rakam olan yüz bin tirajına ulaşan Marko Paşa’nın sloganı “Ne gün fırsat bulursa o gün çıkar. Çıktıktan bir saat sonra toplatılır. Memleketimizdeki demokrasi ve basın hürriyetinin miyarıdır (göstergesidir)” idi. Tek başına bu cümle bile, o dönemin özgürlük seviyesi hakkında fikir veriyor.
Tek parti yönetimine eleştirileri ve komünizme meyli yüzünden sık sık hapse giren Sabahattin Ali, bir rivayete göre yurt dışına kaçmayı planladığı bir sırada Kırklareli’nde öldürüldü (1948). Cinayetin faili, müebbetle yargılandığı dâvada dört yıla mahkûm edildikten sadece birkaç hafta sonra çıkarılan bir afla salıverildi. Sabahattin Ali’ye cevrücefa çektiren tek parti yönetimi, onun katilini de affetmişti.
Tek partinin baskı ve zulmüne maruz kalan tek kesim solcular, tek solcu da Sabahattin Ali değildi. Mehmet Akif, Halide Edip, Refik Halit, Nihal Atsız, Necip Fazıl ve Tarık Buğra gibi sağcıların tek parti zulmünden çektiklerini başka bir yazıya bırakıp, Sabahattin Ali’nin yakın arkadaşı Aziz Nesin ile devam edelim. Esaslı bir solcu olan Nesin’e göre ‘en sadık okuru, İstanbul Basın Savcısı’ydı. Zira her yazısını büyük bir dikkatle okuduktan sonra kendisini ifadeye çağırıyor, sık sık misafir ediyordu. Yazılarının çoğunu da, nezarette veya misafir edildiği koğuşta yazıyordu. Bazen ranzada, bazen kuru yerde. Fakat nadiren evde ve yazı masasında.
Tek partinin hapse attığı solculardan biri de Nazım Hikmet’ti. Yakın arkadaşı Kemal Tahir’in aktardığına göre, mahpusluktan önce de sürekli takip altında imiş. Evi defaatle basılıp kitaplarına ve müsveddelerine el konulmuş.
Benzer bir şahitliğe, Cemal Granda’nın hatıralarında da rastlıyoruz. Mustafa Kemal’in hususî garsonu Granda’nın anlattığına göre Nazım’ın yazdığı bir oyunun afişini gören Atatürk “bu adamın faaliyetlerine hâlâ mı göz yumuluyor?” dedikten sonra piyesleri sahneden kaldırılmış. 1937’de de, Demokrat Parti ve Menderes iktidara gelene kadar, yani tam on üç yıl sürecek mahpusluk hayatı başlar. O günleri “Sevdalınız komünisttir / On yıldan beri hapistir / Yatar Bursa kalesinde” mısralarıyla anlatır. Bedri Rahmi’nin “Yiğidim, aslanım burda yatıyor” dediği günlerdir.
Atatürk dünyayı Nazım’a dar ederken, Atatürkçülerin Nazım’ı çok sevmesi (veya Nazım’ı sevenlerin çoğunun aynı zamanda Atatürkçü olması) size de tuhaf gelmiyor mu? Belki de asıl tuhaflık, aynı zamanda kadirşinassızlık, Nazım’ın yaptığı: Devr-i iktidarında hapse düştüğü Atatürk’ten af dileyip övgü dolu mısralar dizerken, çıkardığı afla hürriyetine kavuştuğu Menderes’ten “Milletimin en talihsiz gecesi, ana rahmine düştüğünüz gecedir” diyecek kadar nefret ediyordu.
Nazım, Yaşamak Güzel Şey be Kardeşim romanında komünistlerin tek parti döneminde çektiği sıkıntıları, sorguda gördükleri eziyet ve işkenceyi anlatır. Siyasî tutukluların Sansaryan Hanı’nda (dönemin siyasî polis şubesinde yani) gördüğü kötü muamele, Attila İlhan’ın (bir başka sosyalist) şiirlerine de konu olan vak’a-yı adiyedendir aslında. Sansaryan Hanı’nın ‘tabutluk’ tabir olunan hücrelerinden sağcılar da geçmiştir amma onların hikâyesini yazan da, anlatan da, okuyan da çok azdır.
Tek parti döneminde hapse atılan solcular arasında Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir de vardı, Kemal Tahir ve Orhan Kemal de. Hatta son ikisi, Nazım’la aynı hapishanede yattıkları döneme ait hatıra ve mektupları yayınlamışlardır. Kim bilir, belki de bu tür yayınların etkisiyle tek parti idaresi solcu yazar ve şairlerin birbiriyle rahatça hasbihal ettikleri bir dönem olarak görülüyor. Sanırsınız o yıllarda Türkiye çok özgürdü, solcular el üstünde tutuluyordu, cezaevleri de birer kültür ocağıydı. Hakikat, Sabahattin Ali’nin bir başka hapishane şiirinde bahsettiği gibiydi halbuki: Avluda volta vururum / Kâh düşünür otururum / Türlü hayaller görürüm / Geçmiyor günler geçmiyor.
Bu yazıda birkaçından bahsettiğim solcu şair ve yazarlar, romantik veya münzevi bir hayat tecrübe ederek üretkenliklerini artırmak için kendi istekleriyle cezaevine girmemiş, Kemalist tek parti idaresi tarafından oraya ‘tıkılmışlar’dı. Hal böyleyken, kendine solcu diyenler aynı zamanda nasıl Kemalist olabiliyor, tek parti dönemini asr-ı saadet özlemiyle nasıl anıyor anlamak mümkün değil. Neyse ki Mete Tunçay, Şerif Mardin, Mehmet Ali Aybar, Kemal Tahir, Yaşar Kemal, İdris Küçükömer ve Halil Berktay gibi neyin ne olduğunu bilen, aklı başında solcular da var. Solun da sağın da akıllısı makbul.