Türkiye siyasî literatürde bir askerî müdahaleler ve darbeler ülkesi olarak biliniyor. Bu bakımdan Pakistan ve Tayland gibi uzak doğu ülkeleri, Arjantin ve Brezilya gibi Latin Amerika ülkeleri ve son iki-üç yılda sekiz darbenin yapıldığı, Burkina Faso ve Nijer gibi ülkelerin bulunduğu, Batı Afrika’nın darbe kuşağı olarak adlandırılan bölgesindeki ülkeler ile karşılaştırılabilir ve kıyaslanabilir.
Çok sayıda askerî müdahalelere ve darbelere, darbe girişimlerine maruz kalmasına rağmen, Türkiye’de, ilginç bir şekilde, en azından yakın zamanlara kadar, darbelerin sebepleri ve sonuçları üzerinde, demokrasiyi merkeze alan, ciddiye alınmayı hak edecek çalışmalar pek ortaya çıkmadı. Darbelere daha ziyade darbeciler perspektifinden bakan ve darbelerden bir şekilde siyasileri sorumlu tutan çalışmalar daha yaygın ve baskındı. Üstelik özellikle resmi makamlar ve resmi eğitim sistemi nazarında dikkate alınan ve takdir edilenler de bu tür çalışmalardı. Bugün durum yavaş yavaş da olsa değişiyor.
Bu yazıda önce genel olarak darbelerin muhtemel sebepleri üzerinde durulacak. Daha sonra darbelerin önlenmesinde siyasi kültürün rolünden ve etkisinden bahsedilecek. Ardından 15 Temmuz darbe girişiminin püskürtülmesinin Türkiye’deki ana seçmen gruplarının siyasi kültüründe meydana getirmesi muhtemel değişiklikler ele alınacak. Yazı küçük bir sonuç bölümüyle sona erecek.
Darbeler ve Sebepleri
Darbelerin çeşitli sebepleri olduğu söylenebilir. Araştırmacılar ideolojik pozisyonlarına bağlı olarak darbeleri açıklamaya çalışabilir. İlginç bir şekilde bu açıklamalar birbirinden taban tabana farklı olabilir. Darbelerden darbecileri değil darbeden zarar görenleri sorumlu tutanlar bile olabilir. Bu çerçevedeki yaklaşımlar darbeleri siyasetçilerin ve siyasî iktidarların yetersizlikleriyle ilişkilendirebilir, siyasetçileri darbeleri önleyecek tedbirleri almamakla itham edebilir. Bu tür yaklaşımlar bir anlamda hırsızı değil ev sahibini hırsızlıktan sorumlu tutan bakışa benzer. Kimi yaklaşımlar ise darbelerin sebeplerini iktidarın da içinde bulunduğu ve bir parçası olduğu sosyolojik eğilimlere ve toplumsal ortama bağlayabilir. Bu ikinci yaklaşım, elbette abartıya kaçarak ve meseleleri belirsizliğe gömerek sosyolojinin derin ve içinden çıkılmaz labirentlerine atmamak şartıyla, ilkinden daha doğru bir yaklaşımdır. Netice itibariyle her toplumsal olayın mutlaka toplumsal hayatta temelleri ve yansımaları vardır. Ancak, bu yaklaşımın darbeleri izah etmekten ziyade karanlığa gömmesi ihtimali de yabana atılamaz.
Bu ikinci yaklaşım grubu içinde yer alan bir bakışla darbelerin ana sebeplerinin siyasî kültürde yattığı söylenebilir. Bir ülkede egemen olan siyasî kültür darbeleri gerekli ve yararlı gören kuvvetli ve baskın bir damara sahipse o ülkede darbe olma ihtimali hayli kuvvetlidir. Yahut, tersinden bakıldığında, bir ülkenin siyasî kültürü darbeleri kınamayı ve darbecileri dışlamayı öne çıkarıyorsa o ülkede darbe olma ihtimali çok daha zayıftır. Bu denilen şeye kanıt olarak ABD, İngiltere gibi ülkelerde darbe tehlikesinin çok az olmasına karşılık Tayland, Pakistan ve Nijer gibi ülkelerde darbe yapma isteğinin açık ve baskın olmasını gösterebiliriz. Nitekim, mesela son elli yıla baktığımızda ilk gruba giren ülkelerde askeri darbeler ve müdahalelerin nereyse hiç olmadığı buna karşılık ikinci grup ülkelerde ortalama her on yılda bir darbe yapıldığı ortaya çıkıyor.
Kuşku yok ki, askerî darbe siyasete askerî müdahalelerin en son ve en uç noktasıdır. Darbe dışı yollarla askerlerin siyasilere müdahaleleri de söz konusudur. Böyle bakıldığında bazı ülkelerde neredeyse askerlerin tüm üst seviye olanlarının en kötü tiplemeyle bürokratik politikacı diyebileceğimiz bir çizgide yer aldığı ve siyasileri devamlı baskı altında tuttuğu görülmektedir. Bu kimseler boğazlarına kadar siyasete batmalarına ve siyasi hayatta ve kararlarda etkili olmalarına rağmen siyasetçiler gibi göz önünde değillerdir, hiçbir sorumluluk üstlenmezler ve siyasetçiler gibi başarısızlıklardan ve sorunlardan dolayı hesaba çekilmezler.
Türkiye bunun tipik bir örneği olarak görülebilir. Türkiye’de darbelerden bahsediyoruz ama bu askerlerin sadece darbe zamanlarında ve darbe aracılığıyla siyasete karıştığı anlamına gelmiyor. Askerler bir şekilde siyasetin içinde devamlı ve daimî olarak yer alır ama öte taraftan siyasetçilerin karşılaştığı ve yüzleştiği sorumluluklardan uzak kalır. Hatta askerî müdahalelerden ve darbelerden de sorumlu tutulmaz. Her halükârda fatura politikacılara ve politik aktörlere kesilir.
Askeri müdahalelerin ve darbelerin çeşitli nedenlerle vuku bulduğu öne sürülebilir. Ancak, özünde, her şeyden evvel geleni ve en önemlisi, askerî müdahalelerin ve darbelerin bir siyasî kültür meselesi olarak tezahür etmesidir. Siyasi kültürde baskın ve yaygın olan unsurlar ve görüşler arasında askerî müdahaleleri ve darbeleri kınayan ve manen mahkûm eden unsurlar yoksa, tam tersine darbeleri ve darbecileri yücelten unsurlar varsa, darbeler kaçınılmaz olur. Darbe yapmak kolaylaşır. Darbelere müdahil ve darbelerin bir parçası olmak daha çekici hale gelir.
Kuşkusuz bu bizi askerî müdahale ve darbelerle askerî kuvvetler arasında bir organik ilişki olduğu noktasına taşır. Çünkü darbelerin ana faili askerlerdir. Başka bir deyişle ordusu olan her ülkede teorik olarak bir darbe olması ihtimali vardır. Bir ülkede demokrasi ne kadar gelişmiş ve kurumsallaşmış olursa olsun darbe tehlikesi teorik olarak mevcuttur. İstikrarlı ve kuvvetli demokrasiler olarak görülen İngiltere ve ABD gibi ülkelerde de durum budur. Daha yakın örneklere bakmak gerekirse Fransa ve Almanya gibi ülkelerde de. Bunun çeşitli sebeplerinden bahsedilebilir.
Bir sebep askeriyenin silah tekeli ve en üst seviyede silahlanmış olmasıdır. ABD örneğinde olduğu gibi silahlanma serbestisi olsa bile, sivil halkın veya silahlanmış sivil grupların askerler ölçüsünde silahlanması imkânsızdır. Tabanca, tüfek temin edebilirsiniz ama top, tank, füze, helikopter ve uçak edinemezsiniz. Buna hem maddi gücünüz yetmez hem de muhtemelen izin verilmez. Keza, ordular çapında silah kullanma konusunda uzmanlaşmış insanlar da istihdam edemezsiniz.
İlk sebeple bağlantılı bir diğer sebep ordunun silahlanmasının halk nazarında meşru ve gerekli görülmesidir. Yine ABD örneğinde olduğu gibi sivil vatandaşların silah edinmesinin serbest olmasına yapılan itirazlar vardır. Ancak bu itirazları yapanların çok büyük bir bölümü Amerikan ordusunun boğazına kadar silahlanmasını sorgulamaz ve bunu itiraz konusu yapmaz. Bu silahları gerekli ve lüzumu halinde kullanılmalarını meşru görür.
Silahlandırılmış memurlar olan askerler, silahlanma imtiyazını bir süre sonra bir hak olarak görmeye ve silahların gücüyle kendi gücünü birbirine karıştırmaya başlar. Bu hususu bir benzetmeyle daha iyi açıklayabiliriz. Yüksek motor gücüne sahip otomobil kullanan genç sürücüler bir süre sonra arabanın gücünü kendi gücü zannetmeye başlar. Otomobil kullanırken davranışları buna paralel olarak değişiklikler gösterir. Saldırganlaşır. Zıtlaşır. Başkalarıyla sürat yarışına girmeye can atar. Silahlandırılmış memurlar da bir süre sonra silahların gücünü kendi gücü olarak görmeye ve yorumlamaya başlar. Bu bir bakıma mesleğin getirdiği bir özelliktir ve dünyanın hemen her yerindeki askerler için geçerlidir. Bu bakımdan ülkeler ve askerler arasında fazla fark yoktur. Poliste de benzer duygu ve düşüncelerin ortaya çıkması mümkün hatta muhtemeldir. Ama polisin daha az silahlanmış olması, silahlarının ateş gücünün azlığı, silah kullanımın devamlı gözetim altında ve kurallara bağlanmış olması ve polislerin devamlı silahsız sivillerle sivil hayat içinde muhatap olması askerlerinki kadar yoğun duygular ve düşünceler geliştirmesini engeller.
Silahlandırılmış üst seviye bürokratlarda ülkenin sadede dış düşmanlara değil “iç düşmanlara” karşı da korunmasının şart olduğu inancı kolaylıkla gelişir. Askerlerde kendilerinin ülkenin dış düşmana karşı olduğu gibi iç düşmana karşı da koruyucusu olduğu veya olması gerektiği fikri doğar. Bu kimseler kendilerini ülkenin gerçek sahibi, ülkeleri için en büyük fedakarlıkları yapmakta olan, ülkenin hemen hemen tüm problemleri hakkında işe yarayan, işe yaramak bir yana, mutlaka takip edilmesi gereken çözüm önerileri olan kişiler olarak görmeye başlar. Sivilleri, özellikle politikacıları, işe yaramaz, gaflet ve hatta hıyanet içinde insanlar takımı olarak görmeye başlar. Siyasetçileri ayıplar, kınar, alaya alır, şiddetle eleştirir. Demokratik süreçleri de çoğu vakit zaman kaybı olarak görür.
Bu duygu, Türkiye gibi yarı-otoriter, yarı totaliter bir resmî ideolojinin bulunduğu ülkelerde daha da pekişir. Silahlandırılmış devlet memurları kendilerine bu resmî ideolojinin koruyucusu ve kollayıcısı görevini de verir. Liberal demokrasinin standartlarını değil bu anti-demokratik ideolojinin veya “ideolojimsinin” söylediklerini veya onun adına yaygın biçimde söylenenleri esas alır. Sivillerin bu konuda yeterince hassas ve dikkatli olmadığı fikri neredeyse tüm askerler arasında standart görüş haline gelir. Askerler her yerde ve her seviyede fiili veya potansiyel tehlikeler görmeye, teşhis etmeye başlar.
İşte bu sebeplerden dolayı ordusu olan her ülkede darbe tehlikesi, az veya çok, ama mutlaka vardır.
Darbe tehlikesini önlemenin ilk ve en pratik yolu, alternatif bir silahlı güç ortaya çıkarmaktır. Bu elbette çeşitli zorlukların da ortaya çıkmasına sebep olur. Kanlı iç çatışmaların doğması ve sivil hayatın neredeyse tamamen tasfiye olması tehlikesini yaratır. Bu yüzden bu yol demokrasilerde uygulamada nadiren karşımıza çıkar. Bir diğer yol, elbette ayrı bir askeri güç oluşturmak yerine başka bir resmî silahlı güç olan polisi askerlere karşı kullanmak olabilir. Bu biraz daha makul ve medeni bir yoldur. Ancak, silah dengesizliği yüzünden bu da darbeleri önlemede her zaman istenen başarıyı getirmeyebilir. Polislerin askerler karşısında psikolojik ezikliği ve orduyu yücelten kültür de polisin darbeleri önlemesini zorlaştırabilir. Bu yüzden, demokrasilerde daha çok kullanılan bir yol, orduların merkezileşmesine izin vermemek ve en üst kademe olarak kesinlikle sivillere bağlanmalarını temin etmektir. Tüm istikrarlı demokrasilerde bu böyledir. Ancak, bütün bu yollar ve tedbirler darbe yapmayı kesin veya kesine yakın biçimde önlemeye yetmeyebilir.
Bundan dolayı, darbe tehlikesinin mutlak ve kesin bir çözümü yoktur. Başka bir deyişle, darbe ihtimali çok azaltılabilir ancak asla sıfırlanamaz. İstikrarsız, gelişememiş, kurumsallaşamamış demokrasilerde daha çok, istikrarlı, gelişmiş ve kurumsallaşmış demokrasilerde daha az olmak üzere tüm demokrasilerde darbe tehlikesi daima vardır. Her zaman da böyle olacaktır.
Darbeler ve Siyasî Kültür
Durum buysa, istikrarlı demokrasilerde darbe olmamasını nasıl açıklayabiliriz? Gerçekten, Giriş kısmında belirtilen darbekolik ülkeler yanında on yıllardır darbelerden uzak kalmış ülkeler de var. Buralarda darbe yapmak çok zor. Dolayısıyla, darbelerin olduğu ülkeler ile olmadığı ülkeler arasında gözlemlenebilir, tespit edilebilir farklar olmalı. Sanırım bu soruya verilecek cevabın en önemli parçası siyasal kültürle alakalıdır. Bazı ülkelerin siyasal kültürü darbeyi zorlaştırırken diğer bazı ülkelerdin siyasal kültürü darbeyi teşvik edebilir ve darbeleri kolaylaştırabilir.
O zaman siyasal kültür meselesiyle daha yakından ilgilenmemiz gerekir. Bu çerçevede ilk dile getirilecek soru siyasal kültürün ne olduğudur. Siyasal kültür toplumda insanların siyasi değerlerle, sembollerle, aktörlerle ve vakalarla ilgili görüş ve inançlarını ve siyasal meselelere genel yaklaşımlarını kapsar. Siyasal kültür elbette genel kültürün bir parçasıdır. Genel kültürden etkilenir ve genel kültürü etkiler. Genel kültürün bir alt parçası olarak siyasal kültür de aynı genel kültür gibi devamlı bir hareket, daimî bir oluşum ve dönüşüm içindedir. Özellikle büyük ve yankı yapan olaylar bu kültürün oluşumunda ve değişiminde etkili olur. Ancak, genel kültürdeki gibi siyasal kültürdeki bu değişimin yeknesak olmadığını ve yavaş yavaş gerçekleştiğini hatırdan çıkarmamak lazım.
Demokratik bir ülkede demokrasiyi önemseyen ve siyasi hayatın akışında demokratik kuralları ve tarzları takip eden bir kültürün gelişmesi veya gelişiyor olması beklenir. Buna göre, meşru iktidarlar demokratik, yarışmacı, eşit ve adil seçimlerle işbaşına gelir ve görevden uzaklaştırılır. Demokratik seçimler, yani insanların periyodik olarak sanığa gitmesi ve tercih ettiği ekibin iktidara gelmesi için oy kullanması iktidar kavgasının ana ve olağan alanıdır. Demokrasilerde iktidarların gelip gitmesinin standart yolu budur. Tartışılmakta olan bir ifade ile söylersek, yukarda belirtilen niteliklere sahip sandık bir ülkede demokrasi olduğunun en büyük göstergesidir. Sandık aynı zamanda demokrasinin garantisidir. Sandık olduğu sürece iktidarlardan kurtulma imkânı vardır. Kuşkusuz sandık eşittir demokrasi formülü eksiktir. Demokrasinin başka kurumları ve kuralları da vardır. Sandığın varlığı demokrasinin olduğuna dair ilk bakışta müspet kanaat edinmemizi sağlar. Başka bir deyişle, sandık tek başına demokrasinin kesin olarak var ve işliyor olduğunun göstergesi değildir ama sandığın olmaması demokrasinin olmadığının kesin göstergesi ve tartışılmaz kanıtıdır.
Şimdi demokratik bir ülkede söz ve hak sahibi otorite olmak ile silah sahibi olmak arasındaki ilişkiye bakabiliriz. Demokratik bir ülkede otorite sahibi olmak silah sahibi olmakla bağlantılı değildir. Askerî meseleler dâhil, her alanda en üst otorite sivildir. Askerler dış ve gerekirse iç güvenlik meselelerinde görüş belirtebilir, ama karar alma yetkisi sivil siyasetçilerdedir. Sivil amirleriyle uzlaşamayan asker ya sivil otoritenin dediğine uymak ya da istifa etmek, emekliliğini istemek, görevden ayrılmak zorundadır.
Bu çerçevede askerler günlük hayatın işleyişine ilişkin tartışmalara pek katılmazlar. Katılmamaları gerekir. Keza askerlerin ifade özgürlüğü de diğer işleri yapan insanlara göre daha kısıtlıdır. Mesleğe giren kişi bunu peşinen kabul etmiş sayılır. Bunun nedeni askerin elinde silah tutuyor olmasıdır. Silah sahibi olmaları askerler ile siviller arasındaki dengeyi bozar. Eşitliği ortadan kaldırır. Bu yüzden, askerlerin konuşmaktan ziyade susması esastır. Aynı şekilde, askerlerin özen göstermesi ve koruması gereken değereler resmî ideolojinin değerleri değil liberal demokrasinin değer ve kurumlarıdır. Askerler de bu çerçevede düşünmek ve özellikle bu sınırlar içinde kalmak zorundadır.
Kendilerine emanet edilmiş silahlarla iktidara gelmeye çalışan askerler sağlam demokrasilerde ayıplanır, kınanır ve dışlanır. Hatta alay konusu yapılır. Gerekiyorsa istifa etmeleri sağlanır. Ceza teşkil eden fiilleri varsa cezalandırılır. Bu yüzden, silahlandırılmış memurlar iktidar sahibi olma hayalleri kursalar bile bunu kendilerine nasıl ve hangi amaçlar için kullanılabileceği belli olarak teslim edilmiş, kelimenin tam anlamıyla emanet verilmiş silahları tehdit unsuru olarak veya filen kullanarak yapmaya çalışamazlar.
Askerlere emanet edilmiş silahları askerlerin kendi paralarıyla temin etmedikleri, silahların toplum tarafından onlara verilmiş olduğu hatırdan çıkartılmamalı. Başka bir deyişle, askerler, mesela mafyadan farklı olarak, silahlanmış değil silahlandırılmış insan gruplarıdır. Mafya kendi kendisine silahlanır ve bu silahları kriminal faaliyetler için kullanır. Askerlerin ellerindeki silahlar ise onlar tarafından alınmamış, toplum tarafından temin edilerek onlara emanet edilmiştir. Bu silahların vatan savunmasında ve ihtiyaç halinde sivil otoritenin emriyle ve onların gözetim ve denetiminde kriminal faaliyetlere ve kriminallere karşı kullanılması mümkündür. Silahların bu amaçlar dışında kullanılması, hele hele politikacılara çevrilmesi, açık bir suçtur.
İşte bu hususların zihinlerde kök saldığı, olağanlaştığı, sıradanlaştığı bir siyasal kültürün olduğu yerde darbe tehlikesi önemli ölçüde azalır, minimuma iner. Bu tür bir siyasal kültür ABD, İngiltere gibi ülkelerde darbelerin ve darbecilerin önündeki ana engelleyici faktördür. Yoksa, buralarda da orduyu darbe yapmaya teşvik eden bir kültür olsa, darbeler ortaya çıkabilir.
15 Temmuz’un Türkiye’de Siyasî Kültüre etkileri
Türkiye’de 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen askerî darbe teşebbüsünün püskürtülmesi hiç kuşku yok ki siyasal kültürümüzün demokratikleşme istikametinde gelişmesine büyük katkıda bulundu. O günden bu yana yapılanlar ve yaşananlar Türkiye’de demokratik siyasi kültürü geliştirdi. Askerî eğitimde, askerî atamalarda, kuvvet komutanlarının ve Genel Kurmay Başkanı’nın (GKB) belirlenmesinde inisiyatif sivillere geçti. Askerî yargı kaldırıldı. Böylece askerlerin bir anlamda ayrı bir hukuk düzenine tabi olmasının önüne geçildi. Cumhurbaşkanının ordunun başkomutanı olduğu fikrinin iyice yoğunlaşması da bu gelişmeler arasında sayılabilir. Eskiden sadece GKB’nın değil, kuvvet komutanlarının hatta ordu komutanlarının, bazen garnizon komutanlarının kim olduğunun hemen herkes tarafından bilinmesi gerekirdi ve beklenirdi. Ama, şimdi, insanların çoğu bu isimleri bilmez. Mesela ben GKB’nın ve kuvvet komutanlarının kimler olduğunu bilmiyorum ve eskiden olduğu gibi bunu merak da etmiyorum. Çünkü bu insanların teknik işlerden sorumlu görevliler olduğunu ve hayatıma tesir edecek kararlar almalarının veya bu tür kararlarda pay sahibi olmalarının ya hiç söz konusu olmadığını veya çok zayıf bir ihtimal olduğunu biliyorum.
15 Temmuz’da darbe teşebbüsünün püskürtülmesinin siyasî kültürümüze nasıl etkide bulunduğunu başka türlü de açıklamaya çalışabiliriz. Daha önceki bir yazımda bunu o zaman TBMM’de bulunan partiler olarak AK Parti, CHP, MHP ve HDP üzerinden yapmıştım. Burada bu analizi ana siyasî toplum kesimleri üzerinden yapmakta fayda görüyorum. Bunun ana sebebi Türkiye’de CHP dışında partilerin pek kurumsallaşamamasıdır. Partiler hızla yenilenmekte ama seçmen kitlelerindeki değişme çok daha yavaş olmaktadır.
Türkiye’de ana siyasî blokların dört başlık altında toplanmasının gerçeğe olukça yakın olduğunu sanıyorum.
- Dindar muhafazakârlar
- Kemalistler
- Türk milliyetçileri
- Kürt milliyetçileri.
Bu elbette sadece bir bakış. Ülke seçmenlerinin bu gruplara ayırılması bu grupların kesin ve mutlak sınırlarla birbirinden ayrıldığını ve gruplamanın tüketici olduğunu göstermez. Grupların zaman zaman örtüşmesi ve geçişken olması mümkündür. Gruplandırmanın ana amacı daha ziyade analiz kolaylığı sağlamaktır. Başka bir deyişle bu gruplar üzerinden yapılacak analizlerin gerçeğe daha fazla yaklaşmamızı sağlayacağı umulmaktadır.
Dindar muhafazakârlar genellikle merkez sağda yer alır ve merkez sağ partilere destek verir. Bu çizginin şimdiye kadarki demokratik aktörleri olarak Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi ve AK Parti sayılabilir. Dindar muhafazakârlar şimdiye kadarki darbelerin ana mağduru olmuş kitlelerdir; çünkü darbeler daha çok DP, AP gibi bu kitlelerin desteklediği siyasî aktörlere karşı yapıldı. Menderes’in düzmece mahkemelerde uydurma suçlarla yargılanması, idama mahkûm edilmesi ve nihayet infaz edilmesi bu kitlelerde bir tür travmaya yol açtı. Demirel yönetimleri mütemadiyen askeri müdahalelere ve nihayet 1980’de açık bir askerî darbeye maruz kaldı. 15 Temmuz’da da bir merkez sağ parti olarak AK Parti iktidarı hedefteydi. Darbe teşebbüsü çeşitli faktörlerin de tesiriyle bu kitlelerde birikmiş olan darbelere ve darbecilere karşı öfkenin alenî tepkiye dönüşmesine ve darbeye karşı yaygın bir direnişin ortaya çıkmasına yol açtı. Darbe teşebbüsüne asıl karşı koyan toplum kesimleri bunlardı.
Bu direniş ve direniş sonucunda darbe teşebbüsünün püskürtülmesi be kesimde yaygın ve baskın olan darbelere karşı öğrenilmiş çaresizliğin ortadan kalkması sonucunu verdi. Öğrenilmiş çaresizlik darbelere karşı bir şey yapılamayacağının veya ne yapılırsa yapılsın sonucun değişmeyeceğinin insanların zihnine kazınmasıdır. Darbelere karşı öğrenilmiş çaresizlik, siz ne yaparsanız yapın, darbelerin olacağı ve darbelerin önlenemeyeceği kanaatidir. Bu kanaat insanları çaresiz bir şekilde darbelere razı olmaya iter. 15 Temmuz darbe teşebbüsü bu öğrenilmiş, aslında biraz da öğretilmiş çaresizliğin bozulması anlamına geldi.
15 Temmuz direnişi tarihte emsal teşkil edecek bir direniştir. Silahsız halkın silahlı resmî çetelere üstün gelmesinin, meşruiyetin gayri meşruluğu yenmesinin hikayesidir. Bu yönüyle Türkiye’de darbe yapmayı önemli ölçüde güçleştirmiştir. Dindar muhafazakâr, merkez sağ kitleler muhtemelen bundan sonra ortaya çıkabilecek benzer darbe teşebbüslerine karşı direnmeye daha istekli ve kararlı olacaktır. Bu yönüyle bu gelişme siyasî kültürümüzün demokratikleşmesine büyük katkıda bulunmuştur.
Kemalist kesim darbe teşebbüsü karşısında tam anlamıyla bir çıkmazda kaldı. Darbelerin kendi inançlarındaki subaylar tarafından ve kendileri hesabına yapılmasına alışık olan Kemalistler darbe teşebbüsü karşısında nasıl bir tutum takınmaları gerektiği konusunda mütereddit davrandı. Çünkü darbe sevmedikleri, hatta ölesiye nefret ettikleri ve her ne pahasına olursa olsun kurtulmak istedikleri bir merkez sağ iktidara karşı yapılmaktaydı. Olağan şartlar altında darbecilere hararetle destek vermeleri beklenirdi. Nitekim darbeciler de bunu bildikleri ve bekledikleri için komuta kademelerine “Yurtta Sulh Konseyi” adını vermişti. Bunun Mustafa Kemal’le ilgili çağrışımlar yapmasın, daha önce M. Kemal adına yapılan ve meşrulaştırılan darbeleri hatırlatmasını ve darbeye otomatik bir meşruiyet ve bir toplumsal destek tabanı sağlamasını umut etmişlerdi. Uygulama aynı zamanda bir istihbarat örgütü olarak ve muhtemelen çeşitli istihbarat örgütleriyle yakın iş birliği içinde çalışan failin kendisini saklamasına da hizmet edebilecekti. Ancak, darbenin en azından merkezinin klasik anlamda Kemalist olmadığının kısa sürede anlaşılması onları suskunluğa itti, zira darbe yapmanın daha ziyade kendilerine, kendi çizgilerinden subaylara yani kendi adamlarına mahsus olduğunu sanıyorlardı.
Bu durum l Kemalist çizginin bir anlamda bir imtiyazını ortadan kaldırdı. Önceden darbelerin kendi adlarına ve hesaplarına yapıldığını düşünür ve her türlü askerî müdahaleye ve darbelere adeta gözü kapalı destek verirlerdi. Şimdi yeni bir problemle karşı karşıyalar. Bir darbe hakkında bir tutum takınmadan önce darbenin kimler tarafından yapıldığını öğrenmeleri gerekiyor. Bunun için darbecilerin ideolojik kimliğine bakmak icap eder. Artık eskiden olduğu gibi tüm askerlerin zaten Kemalist olduğunu gözü kapalı kabul edemezler. Bu da darbelere destek vermeye hazır kitlelerin tereddüde düşmesi anlamına gelir. Bu sayede darbeler her zaman kendilerine destek vermeye hazır bir tabandan önemli ölçüde mahrum kalır. Bu gelişme de elbette demokratik siyasi kültürün gelişmesine katkıda bulundu. Dolaysıyla darbecilerin ve darbelerin işini zorlaştırır. Bunun da demokratik siyasi kültürün oluşması yolunda bir adım olarak görebiliriz.
Türk milliyetçilerini iki ana gruba ayırabiliriz. Daha dindar olanlar ve daha seküler olanlar. Daha dindar olanlar merkez sağa, daha seküler olanlar ise Kemalist çizgiye yakın sayılabilir. Bu iki kesim darbe teşebbüsü karşısında birbirinden farklı tavırlar gösterdi.
Dindar Türk milliyetçileri aşağı yukarı dindar muhafazakârlarınkine benzer bir tavır alarak darbeye fiilen, alanda karşı çıktılar. Bu kesim de darbelerden eskiden beridir rahatsızdı ve siyasetin olağan kanallarının ve kurallarının işlemesini darbelere tercih etmekteydi. Bu anlayış darbeye karşı gösterdikleri tavra yansıdı. Darbecilere karşı sokaklara çıkan ve darbecilere silahsız olarak direnen insanlar arasında yer aldılar. Direnişin başarılı olması bu insanların demokrasiye olan inançlarının ve kendilerine duydukları güvenin kuvvetlenmesine yol açtı.
Seküler Türk milliyetçileri hemen hemen Kemalistlerinkine benzer tepkiler gösterdi ve tavırlar aldı. Darbecilere ve darbeye en azından sessiz ve bir ölçüde dolaylı bir destek verdi. Bunda da ana etken sanırım Erdoğan nefretiydi. Bu kesimler de Kemalistler gibi Erdoğan’dan nefret ediyor ve her ne pahasına olursa olsun iktidardan uzaklaştırılmasını istiyordu. Siyasî ajandalarının ilk maddesi Erdoğan’dan kurtulmaktı. Diğer maddelerinin gündeme gelmesi de bu ilk şarta bağlıydı. Darbe teşebbüsünün başarısız olmasını üzüntüye karşıladılar. Dolayısıyla, bu kesimin siyasal kültüründe ciddiye almaya değer bir demokratikleşme olduğunu söylemek zor görünüyor.
Kürt milliyetçilerini de aynen Türk milliyetçileri gibi iki gruba ayırmak mümkün: Dindarlar ve sekülerler. Dindarlar büyük ölçüde dindar muhafazakârlarla aynı duygu ve düşünceleri paylaştılar ve onlarla birlikte hareket etiler. Onlar da meydanlara koştular, askerî kışlaların önünde toplanarak askerlerin hareket etmesini engellediler. Seküler olanlar ise, özellikle liderlik kademelerinde olanlar başta olmak üzere, darbe teşebbüsüne karşı büyük ölçüde sessiz kaldı. Ancak, tabanları büyük ölçüde dindar Kürtlere yakın durdu. Bunun da ana sebebi Kürt meselinde Erdoğan’ın performansına bakıştı. Seküler Kürtler Erdoğan’dan kurtulmayı Kürt hareketinin önemli bir ihtiyacı olarak görürken dindar Kürtler Erdoğan’ın Kürt meselinde attığı adımları takdir etmekte ve beğenmekteydi. Bu yüzden, en azından darbelere kaşı tavır bakımından bu kesimin siyasal kültüründe bir demokratikleşme olduğu söylenebilir.
Sonuç
15 Temmuz darbe teşebbüsünün püskürtülmesi hem halk hem de darbeciler tarafından beklenmeyen bir durumdu. Bunda elbette çeşitli faktörler etkili oldu. Seçtikleri insanların darbeye direndiğini gören milyonlarca insan sokaklara, meydanlara, kışlalara aktı ve darbeye karşı hem de silahsız olarak direndi. Halk tarafından darbecilere bir anlamda darbe yapıldı. Bu elbette aynı zamanda darbeciliğe karşı bir darbe yapılması anlamına da gelmekteydi.
Bu gelişme Türkiye’de egemen siyasî kültürün demokratikleşme yönünde hareket etmesine sebep oldu. Bugün siyasî kültürümüzdeki darbe karşıtı unsurlar 15 Temmuz öncesindekine göre daha güçlü. Buna dayanarak, 15 Temmuz Şanlı Direnişi’nin Türkiye’de darbe tehlikesini önemli ölçüde azaltmış olduğu söylenebilir. Bu, kuşkusuz, yazıda da izah edildiği üzere, darbe tehlikesinin tamamen ve ebediyen ortada kalktığı anlamına gelmiyor. Zira, silahlandırılmış memurların olduğu her yerde ve her zaman darbe tehlikesi vardır. Ancak, Türkiye’de darbe yapmak 15 Temmuz öncesindekine göre çok zorlaştı. Darbeyi önleme başarısını göstermiş siyasi kadroların ve halkın bulunması darbecilerin işini iyice zorlaştırdı. Bundan sonra darbe yapmaya teşebbüs edecekler bir değil iki defa düşünmek zorunda kalacaktır.