Ana Sayfa Blog Sayfa 652

Askeri vesayet zayıflıyor

Parlamentonun 26 Haziran’da kabul ettiği kanun başlıca iki değişiklik getiriyor. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 3. maddesine yapılan ekle, sivillerin askeri mahkemelerde yargılanması yolu kapatılmaktadır. Bu ‘adil yargılama’ ve dolayısıyla hukuk devleti açısından önemli olduğu kadar, rejimin askeri görüntüsünü kısmen de olsa azaltması bakımından da iyi yönde atılmış bir adımdır.

Her iki nokta da Türkiye’nin ‘Avrupalılaşma’ çabasını destekleyici niteliktedir. Esasen, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de Türkiye’ye karşı yapılan bir başvuru hakkında 2006 yılında verdiği bir kararda ‘mahkemelerin tarafsızlık ve bağımsızlığı’na aykırı olduğu gerekçesiyle askeri yargının sivilleri yargılamasını Sözleşme’nin ihláli olarak değerlendirmişti.

Ayrıca, yine Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 250. maddesinde yapılan değişiklik de askerlerin bazı durumlarda sivil mahkemelerde yargılanmasının yolunu açıyor. Daha doğrusu, zaten geçerli olan durumu tasrihen teyit ediyor. Buna göre, aynı maddede belirtilen başka bazı suçları yanında, devlete ve anayasal düzene karşı suçlarından dolayı da askerlerin barış zamanında askeri mahkemelerde değil (sivil) ağır ceza mahkemelerinde yargılanacakları konusunda artık bir tereddüt kalmamıştır.

Onun için, bu değişikliğin halihazırda yürütülmekte olan ve şüpheli veya sanıkları arasında subayların da bulunduğu Ergenekon kovuşturmasına herhangi bir gölge düşürülmesini önlemek saikiyle yapıldığını düşünmek yanlış olmaz. Askerlerin işlediği ve mağduru siviller veya sivil düzen olan suçları yargılarken askeri mahkemelerin askerleri kayırdığını düşündüren yaşanmış örneklerin yarattığı hayal kırıklığı da var tabii. En son Albay Dursun Çiçek olayı da bu kuşkuları maalesef pekiştirmiş görünüyor. Nitekim, askeri savcılıkça hakkında takipsizlik kararı verilen adı geçen albayı Ergenekon savcıları saatlerce sorgulama ihtiyacı duymuş ve adli mahkeme de tutuklamıştır.

Öte yandan, her ne kadar kimi medya kuruluşları Milli Güvenlik Kurulu’nun 30 Haziran’da yaptığı toplantı hakkında 28 Şubat’takine benzer bir hava yaratmak için çabaladılar ve askerlerin sivillere ‘haddini bildirmesi’ni bekledilerse de, çıkan sonuç bu militarist beklentiyi boşa çıkarmıştır. Nitekim, sonuç bildirisi toplantıya sivil iradenin hakim olmuş olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Demek ki, MGK demokratik sistem üzerindeki askeri vesayeti temsil eden bir kurum olmaktan çıkmakta, sivil yönetime milli güvenlik konularında danışma hizmeti veren olağan bir bürokratik kurum haline dönüşmektedir.

Bütün bu olup bitenlerle ilgili olarak CHP liderliğinin sergilediği tutum ise maalesef umut kırıcı olmuştur. Askeri yargının alanını daraltan söz konusu değişiklikten rahatsızlık duymasını, ‘demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları’ndan biri olmasıyla bu partinin nasıl bağdaştırdığını anlamak gerçekten de kolay değil. Hele MGK toplantısı arefesinde sayın Baykal’ın ‘Birkaç saat içinde Cumhurbaşkanı da bu yasanın hiç uygun olmadığını anlama noktasına gelebilir’ derken ima ettiği şey son derece yakışıksızdır.

Son olarak, bu değişikliklerin dava yoluyla önüne gelmesi halinde, Anayasa Mahkemesi de bunu son yıllarda kendi saygınlığına kendi eliyle vurduğu darbeyi teláfi etmek için bir fırsat olarak kullanmalıdır. Onun için, böyle bir durumda Mahkemenin ‘hukuk devleti’, ‘adil yargılama’ ve ‘tabii hakim’ gibi anayasal ilkeleri esas alan sistematik bir yorum yapması beklenir.

Star, 02.07.2009

‘Kağıt parçası’

İki gün arayla, önce Genelkurmay Askeri Savcılığı’nın ‘takipsizlik’ kararı açıklandı, sonra da aynı konuda Genelkurmay Başkanı basın toplantısı yaptı. Her ikisi de aynı şeyi söylüyor: ‘İrticaya Karşı Eylem Planı’ olarak bilinen belge gerçek değildir, dolayısıyla belgede imzası olan albay hakkında kovuşturma yapılmasına gerek görülmemiştir.

Esasen, Genelkurmay Başkanı’nın konuyla ilgili daha önceki açıklaması sonucun böyle olacağının işaretini vermişti. Her ne kadar Genelkurmay Başkanı Başbuğ kendi söylediklerine inanmış görünüyorsa da, halá zihinleri kurcalayan birçok soru var.

Her şeyden önce, Genelkurmayın baştan itibaren bu meseleye, gerçekliği ciddiyetle tahkik edilmesi gereken, demokratik düzene yönelik vahim bir komplodan ziyade, siláhlı kuvvetlere karşı yürütülmekte olan bir karalama kampanyası olarak baktığı anlaşılıyor. Nitekim Org. Başbuğ bunu medya aracılığıyla yürütülen ‘asimetrik psikolojik harekát’ olarak niteleyerek şiddetle kınadı. Oysa, bu, sahiden gerçeğin ortaya çıkarılması kaygısıyla hareket eden bir makama hakim olması gereken bir tutum değildir. Kaldı ki, bu türden psikolojik harekátlar konusunda kimlerin uzman olduğunu bugüne kadar yaşadığımız birçok örnekle biliyoruz.

Siláhlı kuvvetlere hakim olan söz konusu önyargı Genelkurmay Askeri Savcılığını da yanlış bir sonuca sürüklemiştir. Askeri savcılık söz konusu kararında belgenin ‘Genelkurmay başkanlığında hazırlanmadığı(nı), böyle bir belgenin mevcut olmadığı’nı belirterek ‘şüpheli’ albayı aklarken, hemen ardından adli yargıya ‘bu belgenin hangi amaçla kim veya kimler tarafından üretildiği, üretenlerin amaçları, özellikle Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir şekilde hedef alınıp alınmadığı’nın araştırılması görevini veriyor. Aslına bakılırsa, bu kovuşturmanın baştan beri bu sonucu elde etmeye yönelik olduğu yürütüldüğü takipsizlik kararının tümü dikkatle okunduğunda rahatlıkla anlaşılabilecek durumdadır.

Neden derseniz: Bir kere, askeri savcılığın kararında atıfta bulunduğu bütün kriminal raporlar söz konusu belgenin altındaki imzanın çok büyük bir ihtimalle şüpheli albaya ait olduğunu söylüyor. Dahası, TÜBİTAK’ın ilgili biriminin raporunda ‘belgenin orijinalinde bulunmayan unsurların belgeye sonradan eklendiğine ilişkin olağan dışı bir görüntüye rastlanmadığı’na da işaret edilmiştir. İkinci nokta, askeri savcılık, her nasılsa, ‘şüphelinin askeri savcılık huzurunda verdiği imzaların daha önceki muhtelif belgelerdeki imzalarıyla örtüşmemesi’nin üzerinde durma gereği duymuyor ve bunun ‘soruşturmanın sonucunu etkilemeyeceği’ne kanaat getiriyor.

Şimdi, bu kadar önemli hususları bilerek gözardı eden, bunlardan hiç kuşku duymayan bir soruşturmanın güvenilir olduğu söylenebilir mi?… Doğrusu, insanın bu kuşkulu konuların üstüne gitmemesi için şüphelinin aslında hiç de şüpheli olmadığına peşinen kanaat getirmiş olması gerekir. Kaldı ki, bu meselelerde eğer kendisi kesin bir sonuca ulaşamayacağını düşünüyor idiyse, o zaman savcılık ‘kovuşturmaya yer olmadığı’na karar vermekte böylesine acele etmek yerine, bu kadar ciddi şüphelerin onu kamu davası açmaya ve maddi hakikatin ortaya çıkarılması işini mahkemeye bırakmasına yol açması gerekmez miydi? Böylesine önemli bir meselede bu kadar da kuşkusuzluk savcılık makamı için fazla değil mi?

Nihayet, askeri savcılığın şüpheli albayın ikametgáhında yaptığı aramada ‘belgenin içeriğiyle örtüşen herhangi bir bilgi ve belgeye rastlanılmadığı’ belirtiliyor. Güzel, ama ne zaman yapılıyor bu? 17 Haziran’da. Yani, soruşturmaya başlanmasından 5 gün sonra. Peki, böylesine vahim bir iddianın söz konusu olduğu bir durumda bu kadar lakaydi fazla değil mi?… Akıl var izan var, bu kadar zaman sonra albayın ikametgáhında ne bulunacağı umuluyordu?…

Bu durum karşısında, Genelkurmay Başkanı’nın söz konusu belgeyi ‘bir káğıt parçası’ olarak nitelemesinin ciddi bir dayanağı yoktur. Bunu diyebilmek için, ortada kesinleşmiş bir mahkeme kararının var olması gerekir. Dahası, Org. Başbuğ’un adli yargının bundan sonra yapacağı soruşturmada ‘bu belgenin gerçek olmadığından hareketle’ soruşturmayı yürütmesini istemesini bu nitelemeyle birlikte düşündüğümüzde, bunun fevkaláde uygunsuz bir açıklama, Türk Ceza Kanunu’nun ifadesiyle ‘adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs’ sayılabilecek bir açıklama olduğu açıktır.

Orgeneral Başbuğ gerçi ‘bugün gelinen noktada’ durumun bu olduğunu, yeni bilgi, belge ve delillerin ortaya çıkması halinde yeniden soruşturma açılabileceğini belirtmiştir. Ama doğrusu, Genelkurmay Başkanının söz konusu belgeyi gayet amirane bir üslupla -ve ikide bir kendisinin silahlı kuvvetlerin komutanı olduğunu da vurgulayarak- ‘bir káğıt parçası’ olarak nitelemesinden sonra, hangi askeri yargı mercii bu meseleyi bağımsız ve tarafsız bir şekilde yeniden ele alabilir ki?…

Başka bir tuhaflık da şu: Genelkurmay Başkanı kendisinin siláhlı kuvvetlerin komutanı olduğunu Anayasa’nın 117. maddesine atıfla dile getiriyor ama, açıklamalarında bazen yine aynı maddeye göre kendisinin Başbakana karşı ‘sorumlu’ olduğunu unutuyor görünüyor. Nitekim, Başbakanın Genelkurmayın da bu meseleyi araştırmak üzere gerekenleri yapacağına inandığına ilişkin açıklamasıyla ilgili olarak kendisine yöneltilen bir soruya aynen şöyle cevap veriyor: ‘Türk Siláhlı Kuvvetleri, Genelkurmay Başkanlığı bu konuda gerekeni anında yerine getirir. Bu konu için başka yerlerden, herhangi bir yerlerden işaret almasına gerek yoktur.’

Şu garabete bakınız: Hem ikide bir demokrasiye ve hukuk devletine bağlı olduğunuzu söyleyecek, kendi hukuki konumunuzla ilgili olarak Anayasa maddesine atıfta bulunacaksınız, ama Başbakanı herhangi bir harici makam olarak niteleyeceksiniz! Bir demokraside böyle bir şey olabilir mi?…

Star, 27.06.2009
 

‘Bağnaz Türkler’ değişebilir mi?

0

Birkaç yıl önce Bennington College tarafından düzenlenen demokrasiyle ilgili bir toplantıya gitmek üzere İstanbul’da havaalanında dolaşırken, “memlekette ne olup ne bitiyor, haberdar olayım” diye bir tomar gazete aldım. Bir köşe yazısı dikkatimi çekti.

Adıyla en uyumsuz fikir ve tutum çizgisinde bodoslama seyreden bir gazetenin bir yazarı her zamanki nakaratlarını belki bininci kez tekrarlamaktaydı. Yazı “modernleşme ve çatalı tutan el ilişkisi” üzerineydi. Yazarımız, Başbakan Erdoğan’ı “şiddetle” eleştirmekteydi, çünkü Başbakan yemek yerken çatalı sağ eliyle tutmaktaydı. Köşe yazarı, bu davranışı çok yakışıksız ve de modern Türkiye’ye yakışmaz buluyordu. Uygarlık, çatalın sol, bıçağın sağ elle tutulmasını gerektirirdi. “Bunu bile bilmeyen” bir Başbakan’dan memlekete ne hayır gelirdi! Hele –maazallah- yabancılar Başbakan’ın çatalı sağ eliyle tuttuğunu görseler ne düşünürlerdi! Ülkemizin itibarı yerle bir olmaz mıydı!

Yazıyı okuyunca gülsem mi, ağlasam mı bilemedim. Gülsem de olurdu, ağlasam da. Neyse ki, çatalı hep sağ elle tutmama rağmen durumum iyiydi. Ne de olsa ABD’ye; modernlik, uygarlık, demokrasi vs. denince ilk akla gelen ülkeye gitmekteydim! Kendi kendime dedim ki: “Bu konuyu bir de AB’de soruşturayım. Bakalım oradan bu tez nasıl görünüyor?”

Toplantıda başka ülkelerden gelen ve ABD’li hocalarla öğrenciler, demokrasinin çeşitli yönleri üzerinde tartışmaktaydık. Söz sırası bana gelince çantamda özenle sakladığım yazıyı çıkardım, masanın üstüne koydum. Sonra salondakilere sordum: “Yemek yerken çatalı sol elinizle mi tutarsınız, sağ elinizle mi?” “Millet” ilk anda soruyu anlayamadı. Tekrar sordum ve “Çatalı sağ eliyle tutanlar elini kaldırsın.” dedim. O da ne! Aman Allah’ım! Salondaki nüfusun yarısından fazlası elini kaldırdı. Böylece anladım ki; bu ABD denilen ülke de modernlikten, uygarlıktan pek nasiplenmemiştir. İnanın sözümü hiç esirgemedim ve gerçeği Amerikalıların yüzüne tokat gibi çarptım. Hani bizde medyanın ne hikmetse hep subaylara yaptırdığı “son noktayı koyma” işini bizzat ve alenen yaptım. Sonra niye böyle yaptığımı açıkladım. Bu uygarlık ölçütünü koyan “filozof”un yazısından bahsettim. İnsanlar ne olduğunu pek anlayamadılar. Zira salondakiler (çatalı sol eliyle tutanlar dahil) bir ömür düşünse uygarlık, sol el ve çatal arasında ilişki kuracak vasıfta değillerdi…

BEYAZ TÜRKLER’E DÜŞEN GÖREV

Bu anekdotu arada sırada yeni dünyaya gittiğimi okuyucuya duyurmak için veya hoşluk olsun diye anlatmadım. Varmak istediğim nokta kendini “beyaz Türk” diye avutan ama aslında bağnazlıkta sınır tanımayan bazı kimselerin fikir ve kavram dünyasının içler acısı hali. Geçen haftaki yazımda da işaret ettiğim üzere Türkiye’de hayli küçük bir azınlık teşkil eden bir kesim, modernlik, uygarlık gibi kavram ve değerlerden en uzak kesim olmasına rağmen, kendini bunların sahibi gibi görüyor ve yurtiçinde ve dışında öyle takdim ediyor. Bu kesimden bazıları iyi eğitimli (yani adı tanınan okullardan mezun) ve kimileri teknik-meslekî alanlarında epeyce bir bilgi birikimine sahip. Gelir ve dolayısıyla hayat seviyeleri ortalamanın üzerinde. Bu insanlar yurtdışına çıkabiliyor, tatile gidebiliyor, ev, araba, tekne alabiliyor. Bir kısmı yabancı dil konuşuyor. Tabii alkol alıyorlar, mayo giyiyorlar, arada sırada tiyatroya gidiyorlar, hislerini okşayan ve bağnazlıklarını pekiştiren kitaplar okuyorlar. Buna dayanarak bu kesim mensupları kendi hayat tarzlarını başkalarının hayat tarzlarından daha üstün ve değerli görüyor. Buraya, yani kişilerin kendi gelirlerini adil piyasa koşullarında kazandığı ve hayat tarzlarını bilerek ve isteyerek tercih ettiği noktaya kadar her şey normal sayılabilir. Herkesin, diliyorsa, kendi hayat tarzını başkalarınınkinden üstün görme hakkı var. Mesela bir dindar da herhalde kendi hayat tarzının daha doğru ve kıymetli olduğuna inanır. Belli bir hayat tarzına mecburiyet içinde bulunmayanların bu tür algılamalarını normal görmek gerekir.

Ama bu noktadan sonra işler değişiyor. Bu kesim, diğer kesimleri sadece kendisi gibi olmamaları anlamında “öteki” saymıyor, aynı zamanda onları “dönüştürülmeleri”, bu olamıyorsa bastırılmaları gereken kesimler olarak görüyor. Tabii bunu yaparken “benim çıkarım budur” demiyor; bağımsızlık, uygarlık, laiklik, cumhuriyet gibi kavramlara atıfta bulunuyor. Bastırma ve dönüştürmeyi kendisi doğrudan yapamayacağı için “ötekiler”in de ortağı olduğu kamu otoritesini kendi tekeline alıp kamusal yetki ve imkânları kendi hayat tarzını ve üstünlüğünü diğerlerine empoze etmek için kullanmak istiyor.

Bu kesimdekiler içeride ve dışarıda farklı politikalar izliyorlar. İçeride her türlü medenî değere ve çoğu sivil özgürlüklere karşı çıkıp devlet iktidarının kendi adlarına tahakküm kurmasını talep ederken yurtdışında da bütün “Batılı” değerleri Türkiye’de kendilerinin temsil ettiğini ve bu çerçevede Batı dünyasının onlara destek vermesi gerektiğini söylüyorlar. Geçen hafta da işaret ettiğim üzere bu taktik yakın zamanlara kadar çok başarılı oldu. Zira Batılılarla muhatap olanlar genelde bu çevreye mensup sivil ve politik-bürokratik zevattı. Son on yılda bu değişmeye başladı. Batılı uzmanlar ve politikacılar, artık CHP’li olmayan, rejim üzerindeki askerî vesayeti onaylamayan, insan haklarını kendileri için değil herkes için isteyen liberal, demokrat, muhafazakâr aydınlarla da karşılaşmaya başladı. Siyasî alanda da bu bağnaz kesimin hoşlanmadığı muhafazakâr partiler son on yılda çok daha reformist ve “Batıcı” politikalar izlediler. Bütün bunlar “bağnaz Türkler”in Batılıları kandırma imkânlarını azalttı.

İçerde mutlak iktidarlarına meydan okunması, dışarıda gerçek yüzlerinin görülmeye başlanması “bağnaz Türkler”in siyasî, entelektüel ve bürokratik tekelinin kırılmakta olduğunu gösteriyor. Ve bu onları çok öfkelendiriyor. Artık sadece ötekileştirdiklerine değil AB ve ABD’ye de “gıcık” oluyorlar. AB ve ABD’nin Türkiye üzerinde “kötü emelleri” olduğuna inanıyorlar. Ellerinde tuttukları sivil ve bürokratik mevzileri kurallardan ve adalet duygusundan azade kullanarak aleyhlerine olduğunu düşündükleri -aslında uzun vadede onların da lehine olacak- gelişmeleri durdurmaya ve geri çevirmeye çalışıyorlar. AKP’yi etkisiz hale getirebilirlerse bunu başaracaklarına inanıyorlar. Oysa bilmiyorlar ki bu olgunun altında derin sosyolojik dönüşümler yatmaktadır. Bu tür dönüşümler çok kısa sürede ve kolayca ortaya çıkmaz. Birçok faktöre bağlı olarak doğar. Doğduktan sonra da hükümlerini icra etmeleri engellenemez. Bu çerçevede, nefret ettikleri AKP, bir aktör olduğu kadar bir sonuçtur. AKP yok olup gitse bu sosyolojik altüst oluş başka bir siyasî aktör ortaya çıkaracaktır. Hatta bu dönüşüme en çok karşı çıkan CHP ve MHP gibi partileri bile önünde sürükleyerek aktörü ve aracı haline getirecek ve yoluna devam edecektir.

Bu tespitler doğruysa “bağnaz Türkler”e düşen hem kendilerinin hem de bütün Türkiye’nin iyiliği için demokrasi ve uygarlık istikametinde değişmektir. Artık hep başkalarını “değiştin, yok değişmedin” diye sorgulamak yerine gözlerini kendilerine çevirmelerinin zamanıdır. Bütün ezberlerini bir yana atıp, meselelere başka perspektiflerden bakanlarla konuşmaya, onları anlamaya ve herkesin hayat tarzının eşit garanti altında olacağı bir sistemin ortak kurucusu olmaya çabalamalıdırlar. “‘Bağnaz Türkler’ değişebilir mi?” sorusuna onların başkalarına karşı peşin hükümlü tavrını taklit ederek “Hayır değişemez!” cevabını vermek yanlış olur. Elbette değişebilirler. Ve bu, belki de sandıklarından çok daha kolaydır.

Zaman, 26.06.2009

 
 

İran’da yeşil başkaldırı

İran’da 12 Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ahmedinecad’ın yeniden kazandığının açıklanmasına Musavi taraftarlarının başlattığı itiraz ve protestolar, yönetimin bunlara karşı baskıcı önlemlere başvurmasının da etkisiyle, gitgide bir başkaldırıya dönüştü.

Seçim sonucunda görevdeki cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın %64’lük oyuna karşılık esas rakibi olan Musavi’nin %32’de kaldığının resmen açıklanması Musavi taraftarları kadar Batılı gözlemcilere de inandırıcı gelmedi. Batılı tepkinin, bir ölçüde, ‘reformcu’ Musavi’nin elde edeceği seçmen desteğine ilişkin abartılı beklentiden kaynaklanan bir hayal kırıklığını yansıttığı söylenebilir. Ama bu, seçim sonuçlarının manipüle edilmesi yoluyla, Ahmedinecad taraftarı statüko güçlerinin fiili bir darbe yapmış olması ihtimalini ortadan kaldırmıyor.

Nitekim, İran’ın iç işlerine karışılmasına ve ABD’nin bölgede izlediği yayılmacı politikalara karşı çıkan kimi Batılı gözlemciler bile açıklanan sonuçların gerçeği yansıtmadığından eminler. Bunlara göre, Ahmedinecad’ın elde ettiği açıklanan genel oy oranının ülkenin bütün bölgelerinde aşağı yukarı aynı olması (%66 ila %69 arasında), bu oranın bölgesel, etnik ve demografik faktörlerden hiç etkilenmemesi, hatta zayıf olduğu yerlerde bile Ahmedinecad’ın ezici bir zafer kazanmış görünmesi inandırıcı değildir. Bu sonuç masa başında ayarlanmış olmalıdır.

Bu nedenle, İran’ı istikrarsızlaşmaya doğru sürükleyen protesto hareketlerinin başta ABD ve İngiltere olmak üzere Batı dünyasınca tezgáhlanan bir oyun olduğu yönündeki değerlendirmelere itibar edilemez. Elbette ABD İran’da rejim karşıtı hareketlerin güçlenmesine yakın zamanlara kadar epeyce yatırım yapmıştır. Bugün de protestoların dünya kamuoyunun bilgisine ulaşmasında Batılı medya -ve muhtemelen istihbarat teşkilátları- önemli bir rol oynamaktadırlar. Ama bu, protestocuların samimi oldukları ve haklı bir mücadele verdikleri gerçeğini değiştirmez.

İran’daki ‘Yeşil Devrim’ hareketini daha önceki ‘renkli devrimler’le ilişkilendirerek bunları ABD ve Soros komplosu olarak göstermek, inandırıcı olmadığı gibi, İran halkının baskıya karşı verdiği mücadeleyi küçümsemek anlamına da gelir. Justin Raimondo’nun dikkat çektiği gibi, İran’ın ‘Yeşil Dalga’sının ilham kaynağı renkli devrimler değil, İslámın yeşilidir. Öyle görünüyor ki, söz konusu olan, ‘rejim karşıtı’ bir muhalefetten ziyade, Devrimin değerleri çerçevesinde sistemi yenilemek ve daha özgür bir atmosfer yaratmak amacı güden bir harekettir.

Ancak şu doğrudur: İran’da muhalefetin sesini yükseltmesine imkán verecek şekilde statükonun zayıflamasında, Başkan Obama’nın İran’ın iç işlerine karışmama ve anlaşmazlıkların çözümü için diyalog yolunu tercih etme tutumu etkili olmuştur (‘Obama etkisi’). Yoksa, İran’ı ‘şer ekseni’nin odağına yerleştiren gerek ABD’nin gerekse İsrail’in şahinleri için ılımlıların değil Ahmedinecad’ın kazanması tercihe şayandır. Çünkü, İran’da ‘ılımlılar’ın iktidara gelmesi bu mahfillerin İran karşıtı propagandalarını, İran’ı şeytanileştirme stratejilerini zora sokardı.

Star, 25.06.2009
 

Siyasi partiler ne zaman sivilleşecek?

0

Liberal demokrasilerde partilere verilen bu önemden dolayı devlet, bir anlamda siyasi partilerin devletidir. Ancak vesayet rejiminde ise, durum bunun tam tersidir. Ülkemizde siyasi partilerin devleti yoktur, ancak devletin siyasi partileri vardır.

Ülkemizin en önemli sorununun demokratikleşmeme olduğunu söyleyebiliriz. Özgürlük, hukuk, çoğulculuk, sivilleşme ve refah için gerekli olan özgürlükçü demokrasinin kurumsallaşmasına imkân tanımayan vesayet rejimi, anti-demokrasinin kurumsallaşması için her türlü araca başvurmakta ve yolu denemektedir. Anti-demokrasinin kurumsallaşmasına rağmen demokrasinin sadece formel olarak uygulanması, demokratikleşmeme dediğimiz sorunun doğmasına neden olmaktadır.
19-20 Haziran tarihleri arasında yapılan on dokuzuncu Abant Platform’unda demokratikleşme ve siyasi partiler konusu masaya yatırıldı ve demokrasinin ülkemizde niçin kurumsallaşmadığı sorusuna siyasi partiler düzleminde cevap aranmaya çalışıldı.

1982 Anayasası’nın yapımında hiçbir siyasi partinin katkısı yoktur. Başka bir ifadeyle 82 Anayasası partisiz bir anayasadır. 82 ve 61 Anayasaları arasındaki önemli farklardan biri budur. 82 Anayasası ve siyasi partiler yasası, toplumsal ve siyasal hayatı formel olarak partili, muhtevada ise partisiz olarak öngören bir illiberal felsefeyle hazırlanmışlardır.

82 ANAYASASI: PARTİSİZ DEMOKRASİ

Partisizliği hedef alan 82 Anayasası, siyasi partilerin demokratik hayatın asli unsurları olduğunu ifade etmesine rağmen, bu anlayışın gerektirdiği ifade ve örgütlenme özgürlüğü perspektifini hiçbir şekilde ortaya koymamaktadır. Mevcut anayasaya göre, siyasi partilerin bir çeşit anayasal kurum olma statüsüne sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ancak siyasi partilerin anayasal kurum statüsüne sahipmiş gibi görünmeleri, hiçbir şekilde siyasi partilerin YÖK, MGK, Anayasa Mahkemesi gibi anayasal kurumların sahip olduğu özel ve ayrıcalıklı statüye sahip oldukları anlamına gelmemektedir. 82 Anayasası ve siyasi partiler yasası, partilere anayasal kurumlar denilen devlet iktidarının bir uzantısı olma yükümlülüğü getirmektedir. Partilerin toplumsal çoğulculuğu temsil etmesini ve siyasi alana taşımasını, 82 Anayasası hiçbir şekilde istememektedir. Mevcut anayasa ve siyasi partiler yasası, partilere devlet iktidarını topluma taşıma, ona toplumsal ve siyasal düzeyde derinlik kazandırma görevi vermektedir. Başka bir ifade ile anayasal ve yasal çerçeve, siyasi partileri sözde demokratik hayatın asli unsurları olarak tanımlamasına rağmen, özde onları devlet iktidarının tali kurumları düzeyine indirgemiştir.

Siyasi partilerin devlet iktidarı denilen sistemin uzantıları olarak tasarlanması, devlet ve siyasi partiler arasında ters bir ilişkinin doğmasına neden olmuştur. Liberal demokraside partiler, farklı toplumsal talepleri, çıkarları ve fikirleri iktidara taşımak için birbirleriyle rekabet eden asli toplumsal örgütlenmelerdir. Liberal demokrasilerde partilere verilen bu önemden dolayı devlet, bir anlamda siyasi partilerin devletidir. Ancak vesayet rejiminde ise, durum bunun tam tersidir. Ülkemizde siyasi partilerin devleti yoktur, ancak devletin siyasi partileri vardır. Anayasa ve siyasi partiler yasası, fiilen bütün partileri devletleştirdiği gibi, tek bir partiyi de en güçlü parti konumuna getirmektedir. Türkiye’de tek parti vardır, o da devlet partisidir. Devlet partisinin gücü toplumdan gelmemektedir. Onun gücü, devlete hâkim olmasından kaynaklanmaktadır.

PARTİ PROGRAMLARI: DEVLETÇİ ANALOJİ

Ülkemizde hiçbir partinin kendisine özgü orijinal bir parti programı ve söylemi yoktur. Parti programlarına baktığımızda neredeyse bütün parti programlarının genel nitelikte konular üzerinde durduğu ve ortalama söylemler kullandığı görülmektedir. Değişik partilere ait olan programlar üzerinde biraz oynamak suretiyle, bütün partiler için geçerli olabilecek tek bir programı ortaya çıkarmak bile mümkündür. Çünkü ortada, tek devlet partisinin programı vardır, siyasal partiler sadece devlet partisinin programını kendilerine uyarlamaktadırlar. Siyasal partiler, devlet partisinin programının dışında kendilerine özgü bir siyasi parti programı ve söylemiyle ortaya çıktıklarında ya kapatılmakta ya da ağır müeyyidelerle yüz yüze bırakılmaktadırlar. Devlet partisi programının dışında bir programla ortaya çıkmaya çalışan birçok siyasal partinin Türkiye’de kapatıldığı unutulmamalıdır.

RESMİ İDEOLOJİ PARTİLERİ

Avrupa Birliği’ne üye ya da aday olan ülkeler arasında tek bir partinin ideolojisini resmi devlet ideolojisi olarak benimsemiş ve devleti bir ideolojik kuruma indirgemiş tek ülke Türkiye’dir. Devlet kuran parti mitini kendisi için sürekli bir övünç kaynağı olarak gören bir ana muhalefet partisine sahip olmak da gene Türkiye’ye özgü bir durumdur. Ana muhalefet partisinin ismi bile, devlet-parti-ideoloji bütünleşmesinin tuhaf bir harmanlamasından oluşmaktadır. Devlet, bütün partilerden CHP’nin sol ya da sağ versiyonu olmalarını istemektedir. Bundan dolayı, CHP’nin tek parti döneminden kalma ideolojisini bütün partiler benimsemek zorunda bırakılmaktadırlar. Siyasi partiler, CHP’nin bir versiyonu olmayı başardıkları ölçüde devlet nezdinde makbul ya da makbul olmayan şeklinde değerlendirilmektedirler. Devlet iktidarı, siyasi partileri değerlendirirken tek ölçü olarak CHP’yi almaktadır. Başka bir ifade ile resmi bakış açısı için, siyasi hayatta CHP, her şeyin ölçüsüdür. Ülkemizde demokrasiye, hukuk ve özgürlüğe direnç sadece militarizmden, bürokratik kurumlardan, üniversitelerden ve medyadan gelmemektedir. CHP ve tek parti ideolojisi, demokrasinin kurumsallaşmasının önündeki en büyük engellerden biridir.

Sonuç olarak mevcut anayasa ve siyasi partiler yasası, politik partileri vesayetçi yönetimin güdükleştirilmiş kurumları haline getirmektedir. Siyasi partilerin devletleştirilmesi, ülkemizde sahici anlamda çoğulcu liberal demokrasinin kurumsallaşmasının ve derinleşmesinin önündeki en büyük engeldir. Seçimler sonucu ortaya çıkan siyasi tablolarla toplum, anayasal ve siyasi partiler sisteminin eleştirisini yapmakta, partilerin devletleştirilmesini değil, özelleştirilmesi ve sivilleştirilmesi talebini dile getirmektedir. Başka bir ifade ile toplum, siyasi partilerin devlete değil, kendisine ait olduğunu sürekli olarak deklare etmektedir.

Yenişafak, 23.06.2009 

 

Bu kabus bitsin artık!

Düşmanlarımızı izlememiz gerektiğini biliyorduk. Ama onları izleyenleri de izlememiz gerektiğini anladık’.

‘Devlet Düşmanı’ (Enemy of The State) filmi bu ifadeyle sona eriyordu.

2009’a geldik ama bizi zorla kurtarmaya çalışanlardan hala kurtulmuş değiliz.

Hala andıçlar yazılıyor, tezgahlar kuruluyor, darbe planları yapılıyor…

‘28 Şubat’ devam ediyor.

Ama bu sürecin bin yıl süreceğini zannedenler elbette yanılıyor.

Bu kadar gerilime hiçbir ülke, hiçbir toplum, hiçbir devlet uzun süre dayanamaz.

İktidara el koyabilecek bir iç çatışma çıkarmak için Mersin’de Kürt çocuklarına bayrak yaktırabilen veya Fethullahçıların evinde Alevi düşmanlığını ifade eden ‘belgeler’ bulunmasını sağlayarak mezhep çatışmasını dahi göze alabilen gözü dönmüş ittihatçılar başardılar diyelim.

Onca kaynak ayırıp körüklemek için kitaplar yazdırdıkları Yahudi ve Ermeni düşmanlığı tuttu diyelim.

Bütün işi, akşama kadar bilgisayarların başında ‘yıpratılması’ kararlaştırılan kişilerin soyu sopu hakkında ‘okuyucu görüşü’ yazmak olan dezenformasyon görevlileri başardılar diyelim.

Nihayet o kargaşada hükümeti yıktırdılar ve iktidarı ele geçirdiler diyelim.

Ne olacak?

Sonuçta bölünmüş, iç savaşın eşiğine gelmiş ve birlikte yaşamayı imkansız kılacak ölçüde birbirinden nefret eden bir toplumla baş başa kalacaklar. Ve toplumda açtıkları telafisi mümkün olmayan yaralar, artık bu ülkede barışı hiçbir zaman mümkün kılmayacak.

Bütün bunları görüp de hala cuntacıların bu ülkenin iyiliği için ‘akepe iktidarı’nı yıkmaya çalıştığını düşünen varsa, artık onlara bir sözüm yok. Onların durumu ancak eski bir Yunan atasözüyle açıklanabilir: ‘Tanrılar aptallara karşı sürekli başarısız bir savaş vermiştir’ (İsterseniz ‘tanrılar’ın yerine ‘mantık’ı koyarak bir kez daha okuyun).

Asker veya sivil, bu işlere girmiş ittihatçı unsurlara da sözüm yok. Çünkü onlar, sihirli bir kürede ülkenin beşe bölüneceğini veya körükledikleri çatışmalarda yetim kalacak onbinlerce çocuğu görseler bile iktidar ihtiraslarından vazgeçmezler. ‘Vatan’, ‘millet’ kavramları, onların iktidar tutkularını gizleyen bir ‘ekran koruyucu’dur. ‘Başkentte iktidarı elde tutmak için Edirne’yi Bulgarlara bırakacak kadar gözünü iktidar hırsı bürümüş’ (kaynak: Mümtaz’er Türköne) ittihatçı atalarının siyasi varisleridir onlar.

‘Dost Medya’ya da değil sözüm. Ortaya çıkarılan her andıcın, her tezgahın önce üstünü örtmeye çalışan, bu mümkün olmazsa ‘ay inanamadım’, ‘eğer doğruysa çok bi vahim’ tarzında yazılar yazan, ama ortaya çıkmadığı sürece o tezgaha inanmış gibi yapıp, ‘alçakları tanıyalım’ diye tezgaha çanak tutan ‘gazeteci’lere de değil.

Benim sözüm, ister demokratik kaygılarla olsun, isterse de ‘nefsi müdafaa’ nedeniyle, bu kavganın bir tarafında yer alan hükümete.

Çıkış yolu, bir yandan cerahate cesaretle neşter vurup temizlerken, aynı anda reformlara devam etmek.

Sağlam durun ki bu kabus bitsin artık.

Sağlam durun ki, kendi halkını ve onun hükümetini düşman gören muhteris ‘kurtarıcılardan’ hem kendinizi hem de ülkeyi kurtarabilesiniz.

Star, 23.06.2009 

 

Toplumun ordu algısı

Bilmiyorum daha ne kadar kendimizi “çürük elmalar” diye avutmaya çalışacağız.

Bilmiyorum daha ne kadar iyi niyetli çağrılar yapacağız Genelkurmay’a “içinizdeki çürükleri temizleyin” diye… Daha ne kadar “İşte bak, derhal soruşturma açtılar, demek ki üstüne gidiyorlar” diye umutlanacağız ve sonra yeni bir andıçla birlikte yeni bir hayal kırıklığı yaşayacağız…

Taraf’taki haberi dün okumuşsunuzdur umarım. Çünkü artık haberi tekrarlama imkanımız yok; yasak geldi. O yüzden sadece yorum yapabiliyoruz.

Aslında konunun yorum yapmaya ihtiyacı da yok ya; her şey o kadar apaçık ortada ve durum o kadar vahim ki…

Ergenekon soruşturmasının başından bu yana ortaya çıkan her belgeden sonra “Artık ordu yönetimi akıllanmıştır; kendi içindeki darbeci-komplocu mihrakları temizleyecektir” diye umuyorduk. Bu soruşturmanın ilerlemesinde asker-siyasetçi mutabakatının sağlandığını sanıyorduk. Evet, anlaşılıyordu ki, ordu yönetimi soruşturmanın muvazzaf subaylara doğru derinleşmesini istemiyor; emekli subaylarla sınırlı kalmasını arzu ediyordu. Ama bunu sağlamaya çalışırken de zımni bir söz veriyordu hepimize… “Söz, suça karışan muvazzafları ben kendim temizleyeceğim, bundan sonra da böyle şeyler olmasına izin vermeyeceğim.”

Bu konuda söze dökülmeyen bir mutabakat vardı; ya da biz öyle sanıyorduk…

Ama önceki sabah kalktık ve bir de baktık ki, Ergenekon soruşturmasının başından bu yana ordu içinden çıkan gizli belgelerin en korkunçlarından biriyle karşı karşıyayız.

Eğer belge sahteyse, sorumlular elbette bedelini öderler.

Ama gerçekse korkunç bir gerçekle karşı karşıyayız:

Genelkurmay’ın beyni sayılabilecek bir birim olan Harekat Başkanlığı’nda, hem de bundan sadece iki ay önce hazırlanan bir eylem planında Türkiye ordusunun kendi halkına karşı savaşan bir ordu haline getirilmesinin planı yapılmış. Meşru hükümeti yıkmak için harekete geçilmesi, halka karşı komplolar kurulması, etnik sorunların tahrik edilmesi, bazı komşu ülkelerle aramızın açılması, suçsuz insanlara karşı provokasyonlar düzenlenmesi, iftiralar atılması düşünülmüş ve bütün bu korkunç suçlar, altında bir kıdemli albayın imzasıyla resmi bir rapor haline getirilmiş.

Böyle bir eylem planı ordu içine sızmış birkaç kişinin işi olabilir mi?

Böyle bir plan emir-komuta zinciri dışında, birkaç subayın kafasına esip de hazırladığı bir plan olabilir mi?

Gelinen bu noktada, ordu yönetiminin yukarıda sorulan soruların bütün toplumun kafasında olan sorular olduğunu anlamasında fayda var. Ortaya çıkan bu suç planının “münferit bir olay”, faillerinin de ordu içine sızmış birkaç suçlu olduğuna inanmanın çok zor olduğu bir noktadayız.

Bütün bu planlar, ordu içinde köklü biçimde yerleşmiş ve kurumsallaşmış olan bir zihniyetin ürünüdür. Bu zihniyet, kendisini Türkiye’nin asıl iktidar sahibi olarak görmeye devam etmekte ve iktidarının sarsıldığını hissettiği anda son derece gözü kara bir biçimde böyle planlar yapmakta tereddüt etmemektedir.

Yaşadığımız bu acı tecrübe siyasi iktidarlara da askeri vesayet rejimiyle uzlaşmanın mümkün olmadığını göstermiştir umarız. Siz uzlaştığınızı sanırsınız, sonra bir bakarsınız ki arkanızdan kuyunuz kazılmış. Bu korkunç andıç geleneğinin son bulması için askeri vesayet rejiminin yıkılmasından, vesayet rejiminin bütün kalıntılarının hem zihinlerden hem de kurumlardan temizlenmesinden başka çare yoktur.

Açık konuşalım; son birkaç yılda yaşanan acı tecrübeler, halkımızda “gözbebeğim” dediği ordusu hakkında derin bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Halkın ordu algısı değişmektedir. Ve belki de en kötüsü, bu algı değişimi, ordunun asli görevini iyi yapmasını da engelleyecek boyutlara gelebilir.

Hiçbir anne baba oğullarını, baş meselesi halka karşı komplolar kurmak haline gelmiş bir orduda savaşmaya göndermek istemez.

Acaba Genelkurmay bu kritik eşiğin ayırdında mı?

Bugün, 14.06.2009

Minarenin boyu

Nilüfer Göle’nin son kitabını (İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa) henüz okumadım.

Ama kitap üzerine yaptığı bir iki söyleşiyi okurken/dinlerken dikkatimi çeken bazı noktalar geçen yazımda (Avrupa kamuoyu bizi neden istemiyor) ele aldığım konuyla yakından ilgiliydi.

“Şu anda Avrupa, bizim 90’lı yılların başından beri yaşadığımız bu çatışmanın en sancılı noktalarından birini yaşıyor. Ama bu sancılı süreç yaşanmadan, farklı kimlikler inkâr edilemez biçimde karşı karşıya gelmeden de anlama ve kabul sürecine geçilmesi imkânsız görülüyor” diye yazmıştım o yazıda.

Göle’yi dinlerken yaşadığımız dönemin Avrupa için neden “en sancılı” dönem olduğu meselesi biraz daha netleşti kafamda.

Bakın ne diyor Göle:

“Göçmenler Batı’da farklılıklarını göstermekten de keyif alır duruma geldiler. Avrupalı Müslümanlar artık Müslümanlıklarını daha çok görünür kılmaya çalışıyor.”

Gerçekten de basına kadar yansıyan “çatışma noktaları”na baktığımızda Avrupalı Müslümanlar’ın son yıllarda içinde yaşadıkları toplum içinde erime, kendilerini belli etmeden, farklılıklarını törpülemeye çalışarak yaşamak yerine kendi kimliklerini daha görünür kılma çabasında olduklarını, bir başka deyişle “kimlik siyaseti” güttüklerini görüyoruz.

Dikkat edin, geçmişte kızının mayo giymesini istemeyen dindar aile, bu çelişkiyi çocuğa rapor alıp jimnastik dersine sokmayarak halletmeye çalışırdı. Şimdi, kızının dinine uygun kılıkla havuza girme hakkı için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidiyor.

Eskiden dinini, gelenek ve göreneklerini kendi kendine, pek de göstermeden yaşarken şimdi orucuna, namazına, bayramına saygı istiyor. İşyerinde ibadet yeri, helal etli yemek garantisi, ramazanda iftar molası talep ediyor.

Ve Göle’nin deyişiyle, bütün bu karşı karşıya gelişlerde birbirlerinin tolerans eşiğini deniyorlar. Zaman zaman çatışıyor; hatta şiddete varan çatışmalar yaşıyor, zaman zaman da pazarlık ediyorlar. Mesela, şehrinde art arda inşa edilen camilerden rahatsız olan Avrupalı, Müslüman göçmenle pazarlığa giriyor: “Cami yapıyorsun, bari minaresiz yap.” Ama Müslüman göçmen uzlaşmıyor. Diktiği minareleri, o toplumdaki varlığının meşruiyetinin simgesi olarak görüyor ve tam tersine minareleri daha da yükseltmeye çalışıyor. “Beni görmezden gelemezsin, beni yok sayamazsın; ben de dinim de burada, senin yanıbaşındayız” demeye getiriyor.

Bu, Avrupalı’nın 60’lı yıllardan bu yana sürdürdüğü göçmen politikasına; yani “burada yaşayacaksan bana benzemeye çalış” politikasına karşı bir başkaldırı elbette ve sanırım kaçınılmaz bir başkaldırı… Farklı kültürlerin bir arada yaşayabilmesi, bir tarafın kendini inkâr etmesi ya da gizlemesi temelinde yürüyebilecek bir şey olabilir mi? Böyle olursa sağlıklı bir toplumsal yapı doğabilir mi?

Öte yandan, “ev sahibi” Avrupalı’nın da bu başkaldırıdan huzursuzluk duymaması düşünülebilir mi?

İşte Avrupalı’yı panikleten ve “Müslüman Türkiye”nin AB dışında kalması talebini her geçen gün daha yüksek sesle ifade etmesine yol açan bu tablodur.

Aslında bu bizim 90’lı yıllarda yaşadığımız sürece çok benzer bir süreç. Bizde de “laikçi” elitlerin korkuları, “Eyvah, kuşatılıyoruz; yaşam tarzımız elden gidiyor” paranoyaları, kamu alanındaki görünürlükle birlikte başladı. Dindarlar daha çok kendi köşelerinde yaşarken, kamu alanına pek çıkmazken; çıktıkları zaman da “oldukları gibi” değil, modernitenin kabul sınırlarını gözeterek ve kendilerini bu sınırlara uydurmaya çalışarak çıkarken, 90’lı yıllardan itibaren farklı davranmaya başladılar. “Ben buyum, beni olduğum gibi kabul etmek ve kamu alanında bana da yer açmak zorundasın” dediler. Zaten kıyamet de o zaman koptu.

Biz şu anda 90’lı yıllarda yaşadığımız şoku atlatma bakımından Avrupa’dan epey ileride bir noktadayız ve bu anlamda Avrupa’nın bizim deneyimimizden öğreneceği çok şey var.

Ama hemen söylemek gerekir ki, bugünkü sancılı sürecin yaşanmadan atlatılması imkânsız. Avrupa bu süreci yaşamak zorunda; Müslümanlar belki bir süre daha kimlik siyasetini ön plana çıkarmak zorunda. Ama unutmayalım ki iki farklı kültür arasındaki bu karşılaşma ve çatışma hali iletişimsizlikten, çelişkilerin üstünü örterek geçiştirmekten, birbirini görmezden gelerek yaşamaktan daha iyidir. Çünkü yaşanan çatışma da olsa bir iletişimdir ve iletişim varsa birbirini etkileme, uzlaşma, anlaşma ihtimali de vardır.

Türkiye de, Avrupa da gelecekte mutlaka kimlik siyasetlerinin daha geri plana çekildiği, onun yerini karşılıklı etkileşimin, ortaklaşa yaşam mekanları ve ortak bir dil oluşturma çabalarının aldığı günlere varacaktır.

Sözümüzü yine Göle’nin bir cümlesiyle bitirelim:

“Birliktelik hukuk oluşturur, birliktelik sorumluluk oluşturur, birliktelik yeni sorunlar oluşturur ama hiçbiri öldürücü, çözümsüz değildir. Bu durum hem bizi hem de kabiliyetlerimizi geliştirir, en iyisi de sorun çözme kabiliyetimizi geliştirir.”

Bugün, 12.06.2009

Alevi sorunu çözülüyor mu?

Son zamanlarda yaşanan memnuniyet verici gelişmelerden biri “Alevi açılımı”. Bu çerçevede haziran ayı başlarında Ankara’da bir çalıştay düzenlendi. Akademisyen Necdet Subaşı’nın koordinatörlüğünde gerçekleştirilen bu toplantıda Alevi toplumunun hemen hemen her kesimini temsil eden 35 kuruluşun temsilcileri yer aldı.

İlgili bakan da katıldı ve makul ve dengeli bir konuşma yaptı. Alevi önderlerin hepsi çalıştayın ardından makul, dengeli, sağduyulu, yapıcı demeçler verdi ve memnuniyetini dile getirdi. Bildirildiğine göre açılım devam edecek. İleride daha başka çalıştaylar da yapılacak ve atılması gereken adımlar hakkında bir ortak anlayışa ulaşılacak. Böylece hükümete rehberlik edecek bir reform programı ortaya çıkacak. Bu umut verici havanın doğmasına katkısı olan herkese teşekkür etmek ve çabalarına destek vermek gerekir.

Hiçbir vicdanlı insan bu ülkede Alevilerin hiçbir sorunu olmadığını veya sorunlarının önemsiz olduğunu söyleyemez. Bir grup insan sürekli sorunlarından bahseder ve işitilmeyi talep ederken onlara “ne sorununuz var canım!” demek ne akılla ne de ahlakla bağdaşır. Hükümet başlattığı bu hayırlı süreci özenle devam ettirmeli ve Alevi vatandaşlarımızın rahatlaması ve rahatlatılması için elinden geleni yapmalıdır. Bu, sadece Alevilerin iyiliği için değil aynı zamanda ve daha fazla, ülkenin selameti için gereklidir.

ENDİŞELER TAMAMEN HAKSIZ DEĞİL

Alevilerin problemlerinin siyasal sistemle ve toplumsal kültürle ilgili iki ana boyutu vardır. Aslında bu iki boyut iç içe geçmiştir ve birbirinden beslenmektedir. Birindeki gelişme ve iyileşme mutlaka diğerine de tesir edecek ve bu alanların her birindeki her ileri adım bütün toplum için bir anlamda pozitif dışsallık yaratacaktır. Demokrasimizi kuvvetlendirecek, özgürlüklerimizi pekiştirecektir.

Alevi olmayanlara veya Alevilerin dertlerini dinlemeyenlere tuhaf gelebilir ama Alevi vatandaşlarımızın endişeleri hayatlarından korku duyma noktasına kadar ulaşabilmektedir. Birçok Alevi sık sık bir şekilde hayat haklarının Sünni çoğunluk tarafından ellerinden alınabileceği düşünce ve hissiyatına kapılmaktadır. Bu mesnetsiz ve temelsiz bir endişe değildir. Osmanlı dönemindeki katliamlar bir yana, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin sicili bu açıdan parlak olmaktan uzaktır. Maraş, Çorum, Sivas katliamları hatırlardadır. Bu katliamlarda akılalmaz vahşetler sergilenmiş ve beşikteki bebekten yaşlı dede ve ninelere pek çok Alevi acımasızca ve kalleşçe katledilmiştir. Maalesef bu katliamların sorumluları ve teşvikçileri tam olarak bulunup yargılanmış ve hak ettikleri cezalara çarptırılabilmiş değildir. Her Alevi’nin yüreğinde bu katliamların hatıraları bir yangın olarak yaşamaya devam etmektedir. Kimse Alevileri bundan ve tezahürlerinden dolayı kınayamaz ve ayıplayamaz. Alevilerin hayat endişeleri ne hafife alınmayı ne görmezden gelinmeyi hak etmektedir. Türkiye devleti bir daha benzer katliamların olmaması, korkunç acıların yaşanmaması için teyakkuz halinden hiç vazgeçmemeli ve ilk ve en temel görevinin bütün vatandaşlarının can güvenliğini korumak olduğunu asla unutmamalıdır.

Devletin Alevilere karşı inkârcı ve asimilasyoncu politikası toplumun bazı kesimlerinde yaygın olan Alevi nefretini ve düşmanlığını da körüklemektedir. Bu yüzden devlet dinlere karşı tavrında ve bu arada Aleviliğe bakışında süratle demokratik standartlara uydurulmalıdır. Bu çerçevede Alevilerin ilk problemi tanınmadır. Diyanet’te temsili ölçü alırsak devletin Aleviliği resmen de fiilen de tanımadığı anlaşılmaktadır. Bunun için öne sürülen ana gerekçe Aleviliğin zaten İslam’ın bir unsurunu teşkil ettiği veya ne olduğunun belirsiz olduğudur. Devletin Aleviliği tanımlamak ve ne olup olmadığına karar vermek gibi bir yetkisi yoktur. Alevilik, Aleviler ne diyorsa odur. Üstelik Alevilik tanımı ve tatbikatı kendi içinde bir çeşitlilik de barındırabilir. Devlet Aleviliği Alevi vatandaşların tanımladığı şekilde kabul etmek zorundadır. Bu, inkârın inkârı anlamına gelir. Hemen bunu izleyecek adım asimilasyon çabalarına, yani Alevileri Sünnileştirme çabalarına son verilmesidir. Bu, din dersleri sisteminde köklü değişikliği, Alevi köylerine bazen zorbalıkla bazen kurnazlıkla cami yapımının durdurulmasını ve ilk ve ortaöğretimdeki din dersleri kadar fazla dikkat çekmemekle beraber bu bakımdan daha vahim durumda olan dinî yükseköğretimin çoğulculaştırmasını ve objektifleştirilmesini gerektirmektedir.

İnkârın inkâr edilmesinden ve asimilasyon çabalarına son verilmesinden sonra gözler Alevilerin problemlerinin eşitlikle ilgili olanlarına dönmelidir. Bu çerçevede en başta ele alınması gereken sorun, cemevlerinin ibadethane statüsüne kavuşturulmasıdır. Bazı Sünni politikacılarla bürokrat ve akademisyenlerin cemevlerinin ibadethane olmasına böylesine ısrar ve inatla direnmelerinin sebebini anlamak imkânsızdır. Bu insanlar başkalarının ihtiyaç ve taleplerine karşı kayıtsız kalma veya engelleyici olma hakkını nereden almaktadır? Aynı muamele kendilerinin önemsedikleri yerler olarak camilere karşı yapılsa ne hissederlerdi acaba? Cemevlerine elbette ibadethane statüsü verilmelidir. Ancak bununla yetinilmemeli, cemevleri camilere tanınan bütün ayrıcalık ve avantajlara (bedava su, elektrik vs.) sahip kılınmalıdır. Mevcut dinî teşkilatlanma sistemi muhafaza edilecekse, yani din hizmetleri genel devlet teşkilatı içinde bir idari birim tarafından yürütülecekse, Aleviler Diyanet’te temsil edilmeli ve ihtiyaç olan yerlerde dileyen dedelere de din adamı kadrosu verilmeli, maaş ödenmelidir. Keza, aynen Sünni dinî günleri ve bayramları gibi Alevilerin kutsal günleri de dikkate alınmalı ve resmi tatil ilan edilmelidir.

İLK BAŞTA ÖNYARGILAR KIRILMALI

Alevilerin problemlerinin hatırı sayılır bir kısmı toplumun bazı kesimlerinde yaygın olan Alevi aleyhtarı önyargılar ve hurafelerle ilgilidir. Bunlar adeta bir iç dinamik kazanmıştır ve kendi kendini tekrar tekrar üretmektedir. Önyargı ve hurafeler bazen nefret konuşması boyutlarına varmaktadır. Toplumsal kültürde bir anda değişiklik yapmak elbette mümkün değildir ama bu alanda da devletin yapabilecekleri ve hassaten yapması gereken şeyler vardır. En başta her seviyedeki ders kitaplarının negatif ayrımcılıklardan, hurafelerden ve aşağılamalardan arındırılması gelmektedir. Bazı ilahiyat profesörlerinin okullarda da kullanılan kimi kitaplarında Alevilik ve Aleviler hakkında, Alevilerin hayat pratiği hakkında yazılan şeylerin bir kısmı utanç vericidir. Akla hayale gelmeyecek sığlık ve çirkinliktedir. Bunu tespit etmeye bu kitaplar üzerinde yapılacak bir günlük çalışma bile yetecektir. İlahiyat fakültelerinin müfredatları gözden geçirilmeli ve bu tür ders kitaplarının negatif ayrımcılığın, nefretin öğrencilere aktarılmasının aracı olarak kullanılması engellenmelidir. Kürtler için söyleneni Aleviler için de söyleyebiliriz. Aleviler hak ve özgürlüklerine kavuşmadan Türkiye bir hak ve özgürlükler ülkesi olamaz. Bu yüzden, Alevilerin sorunlarının çözümü için Alevilerden çok Alevi olmayanlar çaba sarf etmelidir.

Zaman

Değişen Merkez ve Demokrat Parti’nin Çilesi

Bazılarının çilesi ölünce biter; fakat bazı talihsizlerin çilesi ölünce de bitmez. Bazılarının “çekilecek çilesi vardır” ve bu kaderinden kaçamazlar. DP’nin ve Menderes’in başına gelenler de bu kabilden bir çile.

DP’nin çilesi kapatılmayla, Menderes’in çilesi de idamla sona ermedi… Günümüze kadar uzanan bir çileler zinciri DP’nin ve Menderes ailesinin peşini bırakmadı. Malum, Menderes’in iki oğlu şüpheli bir şekilde genç yaşlarında öldü (ya da öldürüldü); diğer oğlu ise yine şüpheli bir kaza ile sakat bırakıldı… Hasılı, Menderes ailesi de, DP de hiçbir zaman kendi hallerine bırakılmadı. DP, 27 Mayıs cuntası tarafından kapatıldıktan sonra defalarca açıldı ve kapatıldı ya da başka partilerle birleştirildi… Kaç defa açılıp kaç defa kapandığını bir siyaset bilimci olarak hesap edemiyorum…

DP’yi yeniden diriltme konusundaki ilk ciddi teşebbüs Celal Bayar ve Ferruh Bozbeyli önderliğinde olmuştu; Demokratik Parti kurulmuştu… Fakat bu en ciddi teşebbüs bile DP’yi ihya edemedi; Demokratik Parti 70’li yıllarda sönüp gitti… Bu ciddi teşebbüsten sonra da birçok kişi ve kesim -kimi iyi niyetle kimi kötü niyetle- DP’yi diriltmek üzere teşebbüste bulundu; fakat hiçbirisi başarılı olamadı. Bir ara Korkut Özal’ı hatırlıyorum DP lideri olarak… Bir vakit DP’nin başında Aydın Menderes’i gördük… Hatırladığım kadarıyla en son Melih Gökçek’e yakın isimler ele geçirmişti DP’yi… Erdoğan’ın yasaklı olduğu bir dönemde Gökçek’in bazı hesapları vardı… En son da Mehmet Ağar, 367 müdahalesi sürecinde DYP’yi DP’ye dönüştürdü; cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde DP’nin anti-demokrat cephe içinde yer almasını sağladı… DP, bir defa daha vuruldu bu mahut süreçte…

Ağar’dan sonra Süleyman Soylu, DP’yi yeniden eski söylem ve eylem gücüne kavuşturmak için son bir hamle yaptı. Fakat olmadı, olmuyor, olmayacak; çünkü zamanın ruhu değişti; tarih yürüdü ve yeni dengeler oluştu; yeni merkez, yeni partiler vücuda getirdi… Zamanın ruhu nasıl başka bedenlere geçtiyse “46 ruhu” da başka bedenlere geçti: 46 ruhu 27 Mayıs darbesinden sonra Adalet Partisi’ne geçmiştir (Demirel’e değil); 80’li yıllarda Özal’a geçmiştir (ANAP’a değil); en son olarak da Tayyip Erdoğan’a geçmiştir…

Soylu’dan sonra da DP’nin çilesi bitmedi. DP’nin başına gelebilecek en kötü şey geldi: Demokrat Parti, demokrasiye dış müdahaleleri olağan gören hatta onları teşvik eden bir ekibin eline geçti. Evet, bu da oldu… DP’nin başına çok şeyler geldi ama bu kadarı hiç gelmemişti. Hakikat halde, genel başkanlık koltuğu münhal bulunan İşçi Partisi’ne ya da CHP’ye talip olması gereken çevreler, DP’ye musallat oldular. Kongrede ezici bir çoğunluk sağlayamadılar ama yine de -kıl payı bir farkla da olsa- DP’yi ele geçirdiler.

DP üzerinde operasyon yapan güçlerin amacı AK Parti’yi geriletip “merkez sağ”ı yeniden ele geçirmek; bu olmuyorsa yeni bir merkez sağ inşa etmek… Bu amaçla eski tüfekler partiye çağrılacak; ANAP, DP’ye dâhil edilecek, belki İlhan Kesici, Lütfullah Kayalar gibi CHP’ye laik sağdan destek olarak gönderilenler geri çağrılacak, Şener’le seçim ittifakı yapılacak vs…

Fakat bütün bunlar, onların istediği yönde sonuçlar doğurmayacak gelişmeler AK Parti’nin değil CHP’nin, bir miktar da MHP’nin aleyhine işleyecek gibi görünüyor. Çünkü son seçimlerde CHP’ye ve MHP’ye laik sağdan “gönderilen” ödünç oylar DP’ye geri çağrılacak. CHP’nin laik oylar üzerindeki tekel durumu kalkacak… DP, AK Parti’den daha çok CHP’den oy çalacaktır. Süleyman Soylu’nun demokrat ve muhafazakâr söylemi nedeniyle bu partiye oy veren bir kesim de DP’yi bırakıp AK Parti’ye yönelecek.

Bütün değişkenler hesaba katıldığında DP’ye birkaç puanlık yeni oy gelecek fakat birkaç puanlık oy da DP’yi terk edecek. Sonuçta DP yine % 5’ler civarında seyredecek. Bir zamanlar % 50’yi aşmış eski siyasetçi de siyaset sahnesini % 5’lik bir oy oranıyla terk edecek. Hazin bir son; tıpkı başka bir eski siyasetçinin % 1’e vuran oy oranıyla siyaseti terk edişi gibi…

Önümüzdeki genel seçimler her halükârda çok ibretli sonuçlara gebe olacak gibi. DP operasyonunun arkasındaki iki isim gerek 28 Şubat sürecinde gerekse 27 Nisan sürecinde büyük günahlar işlemişlerdi. Önümüzdeki seçimler bu günahların hesabının da sorulmasına fırsat tanıyacak. Soylu’nun liderliğindeki DP yoluna devam edebilseydi belki de AK Parti için gerçek bir alternatif olabilirdi…

ZAMANIN RUHUNU OKUYAMIYORLAR

DP’yi ele geçiren yeni ekip, zamanın ruhunu okuyamıyor. 70’li yılların ideolojik ve politik yöntemlerini yeniden hayata geçirmeye çalışıyorlar. 21. yüzyılın küresel ve postmodern zemininde artık bunun mümkün olamayacağını göremiyorlar… “Muhafazakâr” AK Parti’yi “tutucu” bir ideolojiyle alt etmeye çalışıyorlar. Bu noktada, olup biteni doğru anlayabilmek için, muhafazakârlığın değişime açık, tutuculuğun ise değişime kapalı olduğunu hatırlamak gerekiyor. “Usta siyasetçi” olarak geçinen bu ekip Türk siyasetinin yeni yapısını da doğru okuyamıyor. Türk siyasetindeki değişimi doğru okumanın yolu bazen medyadaki değişimi doğru okumaktan geçiyor. Bu bağlamda, DP’ye gönül vermiş kitlenin gazete tercihi ile parti tercihi arasındaki ilişkiye dikkatleri çekmek istiyorum. DP’ye gönül vermiş büyük kitle -genel olarak merkez sağ- bir vakitler gazete olarak Tercüman’ı, parti olarak da AP’yi tercih etmişti. Daha sonraları gazete olarak Türkiye’yi, parti olarak da Özal’ın ANAP’ını tercih etti. En son dönemde ise gazete olarak Zaman’ı, parti olarak da Erdoğan’ın AK Parti’sini tercih etti.

DP’nin kaderi biraz Tercüman’ın kaderine benziyor. Tarih içinde çeşitli defalar DP’yi yeniden açmak isteyenler olduğu gibi Tercüman’ı da yeniden canlandırmak isteyenler oldu. Fakat sonuç hep hüsran oldu. Hülasa: Günümüzde yeniden yayınlanan Tercüman ne kadar eski Tercüman ise DP de o kadar eski DP’dir. Yeniden yayınlanan Tercüman ne kadar başarılı ise yeni DP de o kadar başarılı olacaktır… Özetle, yeniden yayınlanan Tercüman, günümüzde eski Tercüman’ın tam zıddı bir noktada yayın yapıyor; yeniden kurulan DP de eski DP’nin tam zıddı bir ideolojik zemine çekildi… DP’yi ele geçiren ekip, zamanın ruhunu doğru okuyamıyor; belki biraz da yaşlarının bir sonucu olarak konuya duygusal yaklaşıyor. Merkezin değiştiğini, makul çoğunluğun yeni bir makûliyet inşa ettiğini anlayamıyor. “Başörtülüler Arabistan’a gitsin!” diyen bir zihnin, sadece tarihi değil günümüzü de doğru okuyamadığı çok açık.

Merkez hep aynı yerde kalmaz; merkez zamana ve zemine göre değişir; her devrin makul çoğunluğu zamanın ruhunu yeniden okur ve merkezi o ruha göre yeniden inşa eder… Çok büyük saptırmalar/yanıltmalar olmadıkça, çoğunluk yanlışta birleşmez, çoğunluğun belirlediği merkez, makulün de merkezidir aynı zamanda… DP ile ANAP’ın birleşme görüşmeleri bağlamında ANAP’ın genel başkanı şöyle demiş: “Bu sıradan bir birleşme değil, merkezin inşasıdır.” Bunu bir temenni olarak söylediği kesin. Ama şunu göremiyor: Merkezi yukarısı değil aşağısı inşa eder; merkezi siyaset değil sosyoloji belirler. Sosyolojinin belirlediği şey, siyaset olur, siyasete dönüşür…

DP ile ANAP birleşmesine dair tek cümlelik bir yorum yeter: İki mevtanın birleşmesinden bir diri ortaya çıkmaz. Hakikat şudur ki; DP, 1961 yılında cunta tarafından kapatılmıştır/öldürülmüştür; ANAP ise 1989 yılında Özal’ın Çankaya’ya çıkmasıyla ruhunu kaybetmiş; 28 Şubat sürecinde de ölmüştür. Türlü niyetler ve türlü amaçlarla siyasî hırs peşinde koşanlar artık DP’yi rahat bıraksınlar. DP ölmüştür ve tarihe intikal etmiştir; “DP’yi yeniden dirilteceğiz” türünden eylem ve söylemler mezar soygunculuğundan öteye gitmemiştir, gitmeyecektir. Bırakın, DP mezarında rahat uyusun. DP’nin aziz hatırası için yapılacak en anlamlı eylem şu olmalıdır: 14 Mayıs, “demokrasi bayramı” olarak kabul edilmeli ve DP’nin mirasına sahip çıkan tüm partiler bu bayramı coşkuyla kutlamalıdır.

Zaman

08.06.2009