Ana Sayfa Blog

Devlet Bahçeli’nin Devrim Yaratan Çıkışları

Türkiye, siyasi geleneği itibarıyla çoğu zaman çatışmalarla, kimlik tartışmalarıyla ve kutuplaşmalarla büyüyen bir ülke oldu. Etnik kökenler, mezhepler, yaşam tarzları ve ideolojik ayrımlar uzun yıllar boyunca bir “birlik” değil, “ayrılık” vesilesi olarak kullanıldı. Bu coğrafyada yaşayan milyonlarca insan, zaman zaman kendi devletinde ikinci sınıf hissetti. Ne yazık ki, siyaset de çoğu zaman bu acıların üzerinden yürüdü. Ancak tam da bu noktada tarihin ilginç bir cilvesiyle karşı karşıyayız. Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, “Cumhurbaşkanı’nın iki yardımcısı olsun; biri Kürt, diğeri Alevi kökenli olsun” şeklindeki önerisi iddiası, sadece siyasetin değil, devlet aklının da kodlarını değiştiren sessiz bir devrimdir. Bu ifade eğer Bahçeli tarafından gerçekten dile getirilmişse- ki yalanlansa bile gündeme girmesi dahi başlı başına sembolik bir kırılmadır. Bu, Türkiye’nin geleceği adına kurulmuş en cesur cümlelerden biridir. Çünkü bu cümle, Türkiye’nin en kırılgan fay hatlarına doğrudan temas etmektedir. Kürt meselesi, Alevi vatandaşların yıllardır devam eden eşitlik talepleri ve merkez-çevre arasındaki makas; tüm bunlar, yıllardır ya ötelenmiş ya da bastırılmış meselelerdi. Ancak şimdi bu konular, ilk kez milliyetçi ve muhafazakâr bir liderin ağzından çözüm zemini olarak kamuoyunun önüne çıkıyor.

Sessiz Ama Derin Bir Liderlik

Devlet Bahçeli, Türkiye siyasetinde çok uzun süredir yer alan bir aktör. Kimi zaman geri planda sessiz, kimi zaman çok sert ama her zaman etkili. Özellikle son 10 yılda, Türkiye’nin çok zor dönemlerinde aldığı pozisyonlarla devletin krizlere karşı direnç üretmesine katkıda bulundu. 2002 seçimlerinde partisini barajın altında bırakacak kadar bedel ödemeyi göze alması, 2015’te hükümet kurma tekliflerine rağmen ilkelerinden sapmaması, 15 Temmuz sonrası Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne verdiği destek, tüm bunlar siyasi hayatına “sabit bir duruş” notunu düşürdü. Devlet Bahçeli, birleştiren değil dışlayan bir milliyetçilik anlayışıyla anılsaydı, bugün Türkiye çok daha çatışmalı bir yer olabilirdi. Ama onun milliyetçiliği, zamanla “devletin bekası” adına reformlara da kapı aralayan bir çizgiye evrildi. Şimdi de bu çıkışıyla, milliyetçilik adına yıllardır “karşısında konumlandırılan” kesimleri Kürtleri ve Alevileri ya da dışlandığını düşünenleri çözümün ve sistemin merkezine taşıyor. Bu bir meydan okumadır. Statükoya, kemikleşmiş korkulara, klişe kutuplaşmalara karşı verilmiş bir meydan okumadır bence.

Gerçek Anlamda Ulusal Birlik

Doğru bir bakış açısıyla Sn. Bahçeli’nin söylediği iddia edilen bu öneriye bakıldığında, mesele sadece bir Kürt veya Alevi vatandaşın Cumhurbaşkanı yardımcısı olması değil; asıl mesele, devletin kapsayıcı kimliğini yeniden inşa etme iradesidir. Bahçeli’nin çıkışı, kimliklerin temsilini sembolik bir pozisyona indirgemekten öte, bu ülkenin farklılıklarını tanıyan, onurlandıran ve onlarla barışan bir siyaset anlayışının ifadesidir. Bu öneri hayata geçirilirse, bir Kürt genç artık devlete yabancılaşmayacak, bir Alevi vatandaş artık yalnız hissetmeyecek, bir Sünni veya Türk yurttaş da bu birlikteliğin bir tehdit değil zenginlik olduğunu görecektir. Siyasetin temel görevi, halkı birbirine karşı değil, birlikte yaşama fikrine inandırmaktır. İşte Bahçeli bu noktada tarihi bir adım atıyor. Türkiye’de siyasetçiler çoğu zaman popülizmin rahat limanına sığınır. Oy kaygısı, medya baskısı, algı operasyonları siyasetin cesaretini törpüler. Ama bazen öyle cümleler kurulur ki, tüm dengeleri değiştirir. Bu cümle, onlardan biridir. Siyasi kimliğiniz ne olursa olsun, bu öneriyi “normalleşme” adına bir milat olarak görmek gerekir. Devlet Bahçeli, siyasi kariyeri boyunca hep “bekleyerek kazanmayı” tercih etti. Ama bu kez öyle bir çıkış yaptı ki, Türkiye’nin hem geçmişteki kırılmalarına hem de gelecekteki potansiyeline ayna tuttu. Ve belki de en önemlisi, bu cümleyle birlikte “kimlik siyaseti” değil “temsil siyaseti” önerdi. Türkiye, farklılıklarını bastırarak değil, tanıyarak ve kucaklayarak büyüyebilir. Bu öneri de işte bu büyümenin yol haritasını çiziyor. Yani, Devlet Bahçeli’nin gerçekten böyle bir çıkışı olmuşsa; bu ne bir taktiksel manevra, ne de geçici bir siyasi söylemdir.

Bu; Türkiye’nin yarınlarını, barış içinde, eşit yurttaşlık temelinde ve gerçek bir demokrasiyle inşa etme yolunda atılmış çok kıymetli bir adım olarak görülmelidir.

Terörsüz Türkiye Hedefine İlişkin Notlar

Terör örgütü PKK’nın fesih kararının ardından Türk siyasetinde yeni bir dönem açılıyor.

Terör örgütü üyeleri ve sempatizanları, “ulus devlet” projesinden vazgeçtiklerini açıkladılar. Varlıklarının tanındığı, bundan sonra mücadelenin “siyasi arenada” yapılacağı da terörist başı Öcalan’ın açıklamasında vardı. Bu şu manaya geliyor: “Bundan böyle yeni bir doktrin eşliğinde taleplerimiz için hukuki ve siyasi düzlemde mücadele edeceğiz.” ve bahsettikleri bu “mücadele” için yeni bir siyasi yapılanma da görebiliriz.

Hiç şüphesiz, jeopolitik şartlar her iki tarafı da bu anlaşmaya itti. Şaşkınlık yaşamaya gerek yok, daha seçimlerden evvel bir Kürt açılımı yaşanacağı belliydi. Önemli olan kapsamlı bir operasyon öncesinde mi yoksa sonrasında mı bunun yapılacağıydı. Operasyon yapılmadı, devlet çeşitli nedenlerden ötürü mühlet verdi. Bu sürede SDG, ABD desteğini kısmen kaybetti. Kısmen diyorum çünkü SDG lehine yoğun bir İsrail lobisinin ve dolayısıyla ABD desteğinin hâlâ var olduğunu tahmin etmek güç değil.

Gel gelelim, tüm bu gelişmeler aslında bölgedeki büyük güç mücadelesinin bir sonucudur. Kürtler, Dürziler, İsmaililer, İmamiler, Nusayriler, Aramiler, Türkmenler, Ermeniler ve Çeçenler… Bu yalnızca Suriye’deki etnik ve dini gruplar. Bizler, İsrail ve İran ile bölgede büyük bir güç mücadelesi içerisindeyiz. Yalnızca Suriye’de değil, tüm Levant ve hatta Kafkaslar’da bile büyük bir rekabet söz konusu.

Bu rekabeti yalnızca İslamcı siyasetin sağladığı müttefiklerimiz veya geleneksel milliyetçiliğin oluşturduğu ittifaklarımızla sürdürmek ve zafer elde etmek kolay olmayacaktır. Bu nedenle ittifak ve işbirliklerini genişletmek gerekir. Babil Sürgünü’nden bu yana Yahudiler bölgedeki müttefikleriyle ve Yahudilerle iş tuttular. Bölgedeki Yahudiler’in bir kısmını İsrail’e götürdüler. İsrail’e giden Yahudiler’in içerisinde Mizrahiler’in bir kolu olan Kürt Yahudiler de vardı. Bugün İsrail’de Kürt Yahudi Topluluğu bulunmaktadır ve bu örgüt Kürtler’e “bizim de sizin gibi devletimiz yoktu, birbirimizi çok iyi anlıyoruz.” propagandası ve yoğun destek ile bir işbirliği sağladılar. İsrail periferik strateji adını verdikleri ve bölgede İslamcı ve Arap olmayan –elbette İslamcı ve Araplarla da çeşitli işbirlikleri güdüyorlar– tüm yapılarla bu tarz ilişkiler kurmayı hedefledi ve hâlâ hedeflemektedir. Ayrıca IBKY’den çıkan petrolün de İsrail için değeri büyük.

Hal böyle olunca ülkemiz açısından da içeride zayıf karın bırakmamak önemli. Bu bakış açısıyla terörle mücadele etmekten vazgeçilmedi ancak Bahçeli’nin çıkışı sonrası sorunu kökten çözme yolunda yıllardır konuşulan o inisiyatif alındı.

Sürecin akıbeti ile ilgili bir şey demek içinse henüz çok erkenÇünkü hâlâ arızi hususlar üzerinde dönüyor gündem ve asıl meseleler en azından kamuoyu önünde konuşulmuyor. Örneğin yaşanan silah yakma hadisesinin ardından bazı teröristlerin açıklamaları, kendilerine yönelik siyaset yolunu açan bir af ve terörist başı Öcalan’ın serbest bırakılması oldu. Bunlar kabul edilebilir şeyler değildir. Hal böyle olunca ayrılıkların derin olduğunu ifade edebiliriz. Öte yandan isim konusunda dahi birliğin olmadığı bu süreçte tüm bunlara rağmen gelişmeler şu anda devam ediyor. Bir yandan da hem kötü olan ekonomi hem de sert siyasî gündem işleri daha da zorlaştırıyor. Bu nedenlerle rahatlıkla söyleyebiliriz ki itidal herkeste mevcut, böyle de olmalı.

Bu düşüncelerle uluslararası medyaya bakmak istedim. Reuters pek de kapsamlı olmayan bir şekilde PKK’nın silah yakma törenini anlatmış. Diğer yayın organlarında da dişe değer bir şey görünmüyor.

Uluslararası Kriz Grubu’nun haberinde ise şu ifadeler yer alıyor:

“Türk yetkililer kamuoyunda herhangi bir pazarlık öngörmediklerini, bunun yerine PKK’nin “koşulsuz” silahsızlandırılmasını istediklerini savunuyorlar. Ancak medyada çıkan haberler, sürecin ilerlemesi halinde PKK üyelerine af, tutuklu üyelerin ve Demokrat Partili siyasetçilerin serbest bırakılması, Öcalan’ın şartlı tahliyesi (ev hapsi) veya daha azı, cezaevinde ziyaret haklarının iyileştirilmesi gibi konuların gündeme gelebileceğini öne sürüyor. Diğer konular arasında Demokrat Parti belediyelerine yönelik baskının hafifletilmesi ve Türkiye Kürtleri için uzun zamandır beklenen Kürtçe eğitim gibi hakların genişletilmesi için anayasa değişikliklerinin yapılması yer alabilir.” (https://www.crisisgroup.org/europe-central-asia/western-europemediterranean/turkiye/promising-route-peace-turkiyes-pkk-conflict )

Aynı merkez çalışmalarının devamında şu ifadeleri kullanarak “SDG” konusuna dikkat çekmiş:

“Bulmacanın kritik bir parçası, SDG kontrolündeki Suriye’nin kuzeydoğusudur. PKK’nın terhis edilmesi süreci ilerlerse, Ankara’nın beklentisi, grupla bağlantılı Suriyeli olmayan kadroların SDG saflarından ayrılması olacaktır. Buna karşılık Ankara, SDG’ye hedef alınmayacağına dair güvence vermeyi düşünebilir. İki taraf arasında, muhtemelen ayrı bir müzakere kanalında ilerleme kaydedilmesini gerektirecek daha geniş kapsamlı bir yumuşama, SDG-Şam arasında 10 Mart’ta varılan, kuzeydoğuyu merkezî devlete dahil etme anlaşmasının somutlaştırılmasını amaçlayan müzakereleri destekleyebilir. Ancak hiçbir şey kesin değil. Farklı nedenlerle hem İsrail hem de İran, Türkiye’nin PKK ile çatışmasını çözme ve Levant’taki varlığını genişletme fırsatını değerlendirme ihtimalinden rahatsız görünüyor. İsrail, Suriye’nin kaynak zengini kuzeydoğusunun Suriye devletine yeniden entegre edilmesinden, olası bir ABD çekilmesinden ve güçlenen bir Şam’dan kaynaklanabilecek potansiyel bir güvenlik tehdidinden endişe duyuyor gibi görünüyor.”

Konuya ilişkin Chatham House da bir analiz yayınlamış:

“PKK sonrası Kürt siyaseti dönüştürücü olabilir, çünkü Kürt sorununun çözümü Kürt kimliğini de kapsayan ve barındıran bir Türk vatandaşlığı ve ulusçuluğunun yeniden tasavvur edilmesini gerektirir.” (https://www.chathamhouse.org/2025/05/dissolution-pkk-could-transform-turkeys-domestic-politics-and-foreign-policy)

Konuya dair İsrail yayın organlarını da merak ettim. Kapsamlı bir analiz göremedim. Bir yayın organındaki yorumlar ise dikkatimi çekti:

“Kürt terör örgütünün lideri Abdullah Öcalan’ın silah bırakma çağrısı, Kürt halkının tarihinde tarihi bir adımdır; ancak Ortadoğu’yu değiştirmesi beklenmemektedir • Kürtler her bakımdan heterojen bir halktır ve Öcalan söz konusu olduğunda Ankara, çoktan öfkesini kaybetmiş bir terörist lidere gereğinden fazla güvenmektedir. (…)Erdoğan, siyasi İslam taraftarları (Müslüman Kardeşler) ile Türk milliyetçileri arasında bir köprüdür. Ve Erdoğan’ın, birçok Türk’ün kanını dökmüş bir teröristi serbest bırakmayı amaçlayan hamlesini, ortağı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) lideri Devlet Bahçeli’nin bu hamleye destek vermesine rağmen, tam da bu milliyetçiler sakinlikle karşılamıyor. (…)Üniversitelerde Ortadoğu çalışmaları derslerinde işlenen ilgi çekici bir olaya dönüşebilir, ancak Ortadoğu’yu değiştirecek bir olay olmayabilir. Kürtler her bakımdan heterojen bir halktır ve Öcalan örneğinde Ankara, çoktan çıldırmış bir terörist lidere gereğinden fazla güvenmektedir. Dolayısıyla, Sosyal Demokrat Eşitlik Partisi üyelerinin Türkiye Cumhurbaşkanı’nın kendileri için kurduğu tuzağa düşüp anayasa değişikliklerini destekledikten sonra Türkiye’deki Kürt vatandaşların ihmal edilmeye devam ettiğini ve Öcalan’ın ruhunu Yaradan’a teslim edene kadar ıssız bir adada kalacağını görmelerine şaşırmamak gerekir.” (https://www.globes.co.il/news/article.aspx?did=1001503416)

Bunların yanı sıra SDG’nin ABD ve Şara ile yaptığı görüşmelerde anlaşmazlıklar çıktığı da basına yansıdı.

Öte yandan Kürtçe yayın yapan kaynakları taradığımda ise sürece ilişkin yorumların farklı farklı olduğunu gördüm. Bazı yayın organlarında Kürtler haklarımız verilmezse süreç işlemez diyor, bazıları PKK ve Öcalan’a güvenmiyor, KYB ise Kürt İttifakı yapıp Türk Devleti ile masaya bu şekilde oturalım deyip sürecin Neo-Osmanlıcı politikanın bir parçası olduğunu iddia ediyor.

Tüm bunlar gösteriyor ki bu tarihî gündem ile birlikte Türkiye’de siyaset de büyük olasılıkla yeni bir denkleme girecek ancak gelişmeler henüz emekleme aşamasında ve çok kırılgan. Gelişmeler sonuca giderse bunun bazı etkileri de olacak. Mesela “terör örgütü sempatizanları terör örgütünün savunduklarını dile getiriyor” savı artık geçersiz kalacak.  Milliyetçilik güçlenecek, süreç boyunca tepki daha da artacak. Belki Türkiye, SDG’ye yönelik bir operasyon yapmayı tartışacak ve belki böyle olursa SDG ve hatta DEM de -muhtemelen yeni bir isim alacak- ve ayrıca parçalanacak. Eğer böyle olursa “asi” bir terörist grup da etkisiz hale getirilerek tehdit olmaktan çıkarılmış olacak. Ancak eğer terör örgütü PKK’nın ve terörist başı Öcalan’ın silah bırakma kararına uymayan ve Suriye’de de merkezi yönetime katılmayan SDG içerisindeki “asi teröristler” fazla olursa veya tamamı böyle olursa bu durumda bu operasyon bizlere maliyetli olabilir, uzun sürebilir ve gelişmelerin yol açtığı kazanımları da riske atabilir hatta anlamsız kılabilir.  

Gizli veya açık bir DEM desteğinin AK Parti için Anadolu’da oy oranlarını nasıl etkileyeceği de gündeme gelecektir. Çünkü olası bir CHP-İP-ZP ittifakı ya 3. bir kanat daha oluşturacak ya da DEM’i AK Parti-MHP ittifakına taşıyacak. Bu durumda dip dalga ihtimali olan YRP-ANAHTAR PARTİ-SAADET-DEVA-GELECEK ittifakı da doğabilir. Böylece 1-CHP-İP-ZP vd. 2-AK Parti-MHP vd. 3-TİP-DEM-EP vd. 4-YRP-Anahtar-Deva-Gelecek şeklinde 4 veya 5 ayrı ittifak söz konusu olabilir.

Ezcümle; hâlâ kırılgan ve kritik olan bu süreçte, Suriye’deki PKK’nın uzantısı SDG asıl kritik olan ve belirleyici konudur; dikkatle takip etmek gerekir.  Tüm bu gelişmelere rağmen Suriye’de  devletleşmiş veya özerkleşmiş veya merkezi yönetime entegre ancak silahlı kuvvetlerini “merkezi yönetim görüntüsü altında ama ayrık” tutabilmiş bir Rojava asla kabul edilemez. Evvelemirde bu konuyu çözmek gerekir. Yapılacak bir müdahalenin Kuzey Irak’taki gibi bir terörle mücadele olmayacağı, İsrail’in desteğini almış, ağır silahları olan bir terör örgütüyle ciddi bir mücadele olacağı da açıktır. Tedbir almak, hazırlıklı olmak gerekir.

Ayrıca eğer olacaksa, -ki asıl önemli olan budur- ülkemizdeki “demokratikleşme” adımlarının neleri kapsayıp neleri kapsamayacağı şeffaf bir biçimde ortaya konulmalı, özgürlükler önemsenmeli, demokratikleşme adımları atılmalı, vatandaşlarımızın sorunları çözüme kavuşturulmalı ancak Türk Devlet geleneklerinden de taviz verilmemelidir. Dünyada pek çok devlet kendi şartlarında bunu başarmıştır.

Türkiye, sınırlarında güvenliği sağlayıp Kürtlerle işbirliği içerisinde olursa neler kazanılır, neler kaybedilir konusunda kamuoyu aydınlatılmalıdır. Yavuz Sultan Selim’in veya Sultan Alparslan’ın yaptığı gibi Kürtleri yanımıza çekme stratejisinin getirileri (te’lif-i kulub-i Ekrad) iyi hesap edilmeli ve bu durum uygun iletişim teknikleri ile halka anlatılmalıdır. Bu stratejinin mantığına ilişkin bizleri aydınlatacak olan İdris-i Bitlisi’nin mektubu mealen ve alıntıyla şu şekildedir:

“Diyarbekir ve civarındaki mazlum Müslümanlar devletinizin hizmetine taliptir. Siz İstanbul’a döndükten sonra bu kullarınız Diyarbekir Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa’ya itaatlerini arz etmişlerdir. Daha önce düşmanlarımız Kürt beylerini isyana teşvik etmekteydiler. Kürt beldelerinin Devlet-i Aliyye’ye iltihakı İstanbul’un fethini tamamlayacak kadar önemlidir. Çünkü bu bölgenin ilhakıyla Bağdat, Basra, Azerbaycan ile Halep ve Şam’ın yolları da açılmış olacaktır. Bende-i ahkâr ve çâker-i efkâr İdris.” (Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. E. 1019) (Konuya ilişkin bakınız: https://www.gzt.com/derin-tarih/yavuz-sultan-selimin-kurt-politikasi-3595842)

Terörsüz Türkiye hedefine yönelik gelişmelerde entelektüel çevrelerle de temaslar kurulmalı, nedenler, sonuçlar, beklentiler izah edilmelidir.

Bu konu, İsrail, Suriye, Irak, İran meselelerinden ayrı olarak ele alınamaz. Öyleyse Suriye’de Katar-Suriye-Türkiye enerji hattının çalışılması, Dicle ve Fırat’ı kapsayan su antlaşmasının imzalanması, Suriye’den tarım arazilerinin kiralanması ile Kerkük-Banias Petrol Hattı’nın güvenliğini de sağlayacak Banias yahut Tartus Kara-Deniz Üssü’nün kurulması ivedilikle kararlaştırılmalıdır. 

Türkiye, hem Irak’ta hem de Suriye’de Türkmenleri de siyasî arenada güçlendirmeli, askerî anlamda eğitmeli, kritik mevkilere gelmeleri için çaba göstermelidir. Bu gündem içerisinde Kerkük  de unutulmamalıdır.

Diğer yandan terörsüz Türkiye hedefine ilişkin adımlar atılırken seküler ve muhalif Türk milliyetçileri bu gelişmelerden dışlanmamalı, milliyetçi gençlerle temas kurulmalı ve amaçlar, stratejiler, tasvirler, beklentiler, eleştiriler interaktif bir biçimde ele alınmalıdır.  Aziz şehitlerimizin hatıralarını, ailelerini ve milletimizi incitebilecek, Türk Devlet geleneklerine aykırı görüntü ve açıklamalara asla izin verilmemelidir. 

Ayrıca Anayasa ile ilgili yazdığım yazıda da değinmiştim: Türkiye zıt kutupları bir arada barındıran, etnik köken olarak pek çok farklı ırktan mensubun olduğu bir merkez ve Türk Devletidir. Tarih boyunca hiçbir imparatorluğumuz, hiçbir devletimiz bunu tartışmaya açmamıştır. Eğer ki anayasal vatandaşlık tanımı tartışılacaksa taviz vermeden zenginleştirmenin yolları aranabilir: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan tüm etnik gruplar anayasanın gereği olarak ve ayrımcılık gözetilmeksizin, eşit bir biçimde Türk Devleti’nin vatandaşıdır.” vb.

Tüm bu gelişmeleri rasyonel bir zeminde ele alıp heyecana kapılmamak, itidalli olmak, istediğimiz şekilde güçlenmek ve büyümek için henüz yolumuz olduğunu ve ekonomi başta olmak üzere bir dizi önemli sorunlarımız olduğunu unutmamak, sürecin ters tepebileceği ihtimalini de ele alarak siyasî, diplomatik ve sosyolojik sonuçlarını şimdiden fütürolojinin ortaya koyduğu metotlar ile hesaplamak ve tedbirler almak, gelişmelere ilişkin eleştiri kapılarını kesinlikle açık bırakarak eleştirileri değerlendirmek önemlidir. Şu gerçeği de unutmamak gerekir: Hesapsızca büyümek çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir, dikkatli olmalı, bu konuda yıllardır dile getirilen eleştirileri dikkate alarak adımlarımızı atmalıyız.

Şüphesiz bu gelişmeler, yalnızca terörsüz Türkiye sürecini değil, jeopolitik gelişmeler Türkiye’de milliyetçiliği de farklı yönlerden etkileyecektir. Bana kalırsa Türkiye’deki milliyetçilik farklı bakış açılarıyla da ele alınmalıdır. Bu hususta üniversite yıllarımda kaleme aldığım ve teorisyeni olduğum Mavi Türk Kuşağı Projesi kapsamında çalıştığım evrensel değerlere dayalı, daha rasyonel bir örgü ile ele alınmış milliyetçilik anlayışına da burada temas etmek istiyorum. Büyük ve Güçlü Türkiye ancak ufukları sınırları aşkın, daha rasyonel, daha özgürlükçü, dünyayı ve geleceğin sistemini daha iyi okuyabilmiş ve işbirlikçi-rekabetçi bir milliyetçi anlayışla tasavvur edilebilir. Çalışmalarım güncellenmeye muhtaç olsa da linkini buraya bırakıyorum: https://sahipkiran.org/2019/08/10/mavi-turk-kusagi-projesi-1/

Haldun Barış

11.07.2025

 

 

 

15 Temmuz’un Ekonomik Bedeli

15 Temmuz’un bir çoğumuz için farklı bir anlamı var. O geceyi unutmayanlardanım. Unutamam. Kimimiz dua ederken, kimimiz siper olurken, kimimiz son mesajını yazarken karşılamıştık o karanlık 15 Temmuz gecesini. O gece Türkiye, sıradan bir darbe teşebbüsünden fazlasıyla yüzleşti: Bir milletin iradesine doğrudan kasteden, devleti çökerterek ülkeyi yabancı güçlerin vesayetine açmayı hedefleyen hain bir kalkışmaydı bu. Ama o gece aynı zamanda bu milletin bağrından çıkan isimsiz kahramanların direniş destanıydı. Ellerinde silah yoktu o insanların. Ama yüreklerinde bir ordu vardı. Tankın altına yatan genç, Boğaz Köprüsü’nde şehit düşen mühendis, helikopterlerin sesine doğru koşan imam, darbeye “hayır” diyen işçisiyle, çiftçisiyle, öğrencisiyle tüm Türkiye bir oldu. Devletin iradesine sahip çıkmak, sadece bir anayasal görev değil, aynı zamanda insanlık onurunun bir haykırışıydı. Tarihin hiçbir döneminde, bu kadar geniş bir halk kitlesi böylesine çıplak elle bir askeri kalkışmaya karşı durmamıştı. Bu direniş, bir milletin hafızasına altın harflerle yazıldı. Ama kahramanlık kadar, bu ihanetin bize neye mal olduğunu da unutmamak zorundayız.

Milyarlarca Doların Uçtu

15 Temmuz’un hemen ardından Türkiye ekonomisi adeta frene bastı. 2016’nın Temmuz ve Ağustos aylarında sadece yabancı sermaye çıkışı 7 milyar doları aştı. Borsa İstanbul %15’e yakın değer kaybetti. Türk Lirası sadece birkaç gün içinde %5’e yakın değer yitirdi. Risk primi olan CDS (Credit Default Swap) oranlarımız hızla yükseldi. Türkiye bir anda “yüksek riskli ülke” kategorisine alındı. Turizm sektörü 2016’nın ikinci yarısında neredeyse durma noktasına geldi. Oteller iptallerle doldu, havayolları yolcu kaybetti. Yabancı yatırımcılar, “Türkiye güvenli mi?” sorusunu sormaya başladı. Uluslararası derecelendirme kuruluşları, birkaç hafta içinde Türkiye’nin kredi notunu düşürdü. O dönemde sadece fonlama maliyetlerinin yükselmesi, özel sektöre yaklaşık 8-10 milyar dolar ek yük getirdi. Kamuda ise güvenlik ve iç istihbarat harcamaları katlandı. Savunma sanayii yatırımları hızla artırıldı ama bu durum birçok sosyal ve ekonomik projenin ötelenmesine yol açtı. Kalkınma odaklı programlar ikinci plana itildi; çünkü ülke artık bir beka mücadelesi veriyordu. Bir ülkenin en büyük ekonomik sermayesi “güvendir”. 15 Temmuz, o güveni sarsan en büyük kırılmaydı. İçeride darbe, dışarıda küresel medya üzerinden sürdürülen Türkiye karşıtı algı operasyonları, yatırım ortamının önünü kesti. 2017 yılına girerken Türkiye’nin büyüme tahminleri %4’lerden %2’lere çekildi. Yüz binlerce insanın işini kaybettiği, binlerce şirketin iflas ettiği sessiz bir kriz yaşandı. Üstelik sadece ekonomik değil, kurumsal sermayemiz de darbe aldı. Orduya, yargıya, bürokrasiye olan güven yıllar içinde tekrar inşa edilmeye çalışıldı. Bu süreçte kamu yönetimi hızla yeniden yapılandırıldı ama bu da kısa vadede yönetim kapasitesini zorladı. İhaleler ertelendi, projeler aksadı, yatırım ortamı durağanlaştı.

Unutursak Tekrarlar

15 Temmuz bir yönüyle millet olmanın tanımıydı. Siyasi görüşü ne olursa olsun, milyonlarca insan “bu bayrak inmez, bu ezan susmaz” diyerek sokaklara çıktı. Ama bu kahramanlık destanı, bize pahalıya da mal oldu. Ekonomik kaybımız sadece milyar dolarlarla ölçülemez; zaman, güven ve fırsat maliyetini de unutmamak gerek. Şimdi geriye dönüp baktığımızda, bu hain teşebbüsün bize gösterdiği şey açık: Demokrasinin sigortası, sadece anayasa maddeleri değil; halkın iradesine sahip çıkma kararlılığıdır. Ama bu iradenin ekonomik bir karşılığı olduğunu da unutmayalım. Güvenlik, özgürlük ve hukuk bir ülkenin sadece siyasal değil, aynı zamanda ekonomik omurgasıdır. Bugün hâlâ 15 Temmuz’un yıldönümlerinde anma törenleri yapıyoruz. Ne güzel. Ama yetmez. O günün sadece tanklarına değil, ekonomimize vurulan zincirlerine de bakmalıyız. Hem kahramanlığı yaşatmalı hem de kayıplarımızdan ders çıkarmalıyız. Çünkü bir daha yaşanmasın diye, sadece anmak değil, anlamak, anlamak gerekir.

Ahlak Siyasetin Yedeği Değildir

0

Son günlerde kamuoyuna yansıyan yolsuzluk haberleri, özellikle bazı CHP’li belediyelerdeki şaibeli harcamalar ve akraba kayırmaları üzerinden geniş yankı uyandırdı. Ancak unutulmaması gereken şudur: Bu mesele yalnızca CHP’ye ya da belirli bir partiye özgü değildir. Bu, Türkiye’de uzun yıllardır kronikleşmiş bir yönetim hastalığının bir başka belirtisidir. Ak Parti’den MHP’ye, HDP’den İYİ Parti’ye kadar birçok belediyede geçmişte aynı sorunlar görüldü; kimi başkanlar zimmet, rüşvet ve usulsüz ihalelerle gündeme geldi.

Demek ki mesele, partiler üstü bir ahlâkî ve yapısal bozulmadır. Burada sorunun çözümü için iki ilkeye sahip olmak gerekiyor. Bunlar, iktidarın sınırlanması ve şeffaflık ilkesidir. Çünkü gücün yozlaştırıcı etkisi, hangi görüşten olursa olsun insanları ahlâkî rotasından saptırabiliyor. Bu yüzden sağlam bir hukuk devleti, bağımsız denetim mekanizmaları ve hesap verebilir bir kamu yönetimi olmadan; ister solcu ister sağcı olsun hiçbir siyasetçi ahlâktan söz edemez. Ahlâkı yalnızca muhalefetteyken savunup, iktidara gelince susmak; ya da kendi partisinin yolsuzluğunu görmezden gelip ötekini linç etmek, Türkiye’yi ahlâkî çöküşten kurtarmaz. Gerçek ahlâk, kendi yakınını da eleştirebilme erdemidir. Kimi CHP’li belediye başkanlarının kamu kaynaklarını şeffaflıkla değil, “bizden olanlara” peşkeş çekmesi ne kadar utanç vericiyse; yıllarca “bizim mahalle” diyerek milyonlarca liralık vurgunu hasıraltı eden diğer partilerin tavrı da aynı ölçüde çürüktür.

Burada asıl sorulması gereken soru şudur: Siyaseti neden ahlâkın dışına itiyoruz? Neden dürüst ve liyakatli birinin siyasi partilerde yükselmesi neredeyse imkânsız hale geliyor? Çünkü sistem, sadakati liyakatin önüne koyuyor. Çünkü rant, hizmetin yerini almış durumda. Çünkü siyasî rekabetin yerini örgüt içi klik savaşları almış. Gerçekten bir değişim istiyorsak, “kim çaldı” tartışmasını bir kenara bırakıp, “niye çalabiliyor” sorusunu sormalıyız.

Türkiye’nin ihtiyacı, sadece yeni yüzler değil; ahlâkî temele oturan, denetimi güçlü, şeffaf bir yerel yönetim modelidir. Bu modelin temelini ise iki ana ayak oluşturmalıdır: Bireyin hakları ve iktidarın sınırları. Siyaset, ahlâkî sorumluluğun en yüksek biçimidir. Eğer yönetenler bunu unutmuşsa, hatırlatmak da halkın görevidir. Partiler üstü bir ahlâkî seferberliğe bu toprakların her zamankinden daha fazla ihtiyacı var.

Sahici Yazar Yalnızdır

Bazen rastlıyorum bazı yazarlar için şöyle diyorlar: “İyi bir yazar ama yalnız takılıyor.” Bazılarına göre ise yazarın yalnızlığı kendini beğenmişliğinden kaynaklanıyor. Yazarlar hakkında bu gibi yargılar yanlış bir ezberden kaynaklanıyor. Sayısal bakımdan yalnızlık yazarın kusuru değil, normalidir. Eğer gerçek sahici bir yazarı tanımlıyorsak bu yazar yalnız bir insandır. İki nedenden dolayı yazarlar yalnız kalırlar: Birincisi normal olanıdır, çünkü bir insan kitap okurken ve yazarken yalnız olmak zorundadır. İnsan bu iki etkinliği sadece yalnız, tek başına kaldığında gerçekleştirebilir. Yazarlığın hakkını veren, iyi okuyan ve iyi yazan bir yazar yalnız olmak zorundadır. Bu yalnızlık yaşam boyu onun kaderi olur.

İkincisi de yine birincisiyle bağlantılıdır. Eğer bir yazar özgün olur, ezber bozarsa akıntılara karşı yürek çekerse ekstra bir yalnızlık daha eklenir normal yalnızlığına…

Yalnızlığın birinci kategorisinde çok yazar vardır. Sürekli okuyup yazdıkları için çevreleri çok kalabalık olmaz ve bu okuyan yazan yazarın tercihidir. İkinci kategorideki yazarların sayısı çok değildir. Bunlar normal yalnızlığın üzerine özgün oluşları ve ezber bozmaları nedeniyle de mahallelerinden aforoz edilirler. Dünya edebiyatında Tolstoy, Dostoyevski, Kafka bu ekolden sayılırlar. Kafka bir yazısında, “Yazmak, mutlak bir yalnızlıktır, kişinin kendi soğuk benliğine düşmesidir.” Ernest Jünger ise, “Yalnızlık yazarın acılarına değil, sermayesine dahildir.” der.

Decartes ise yazarın başka bir özelliğinden bahseder ve yalnız olmadığını söyler: “İyi kitaplar okumak, geçmiş yüzyılların en iyi insanlarıyla sohbet etmek gibidir.” Kitap okuyan bir yazarın yalnız olmadığı fikri bir başka yaygın görüştür. Stefan Zweig, “Kitap okuyan insanlar, dünyayı yalnız kendi gözleriyle değil, sayısız insanların ruhsal bakışlarıyla görebilirler.” diyerek bu görüşü derinleştirir. Kendi deneyimimden bahsedecek olursam bence de kitap okuyan biri yalnız değildir. Dünya klasiklerini okuyan bir insana yalnızdır diyebilir miyiz? Tolstoy, Victor Hugo, Balzac, Dostoyevski, Anton Çehov okuyan birinin yalnız olduğunu kim iddia edebilir. Hatırlıyorum on yıl kaldığım hapishane günlerimde kendimi hiç yalnız hissetmedim. Bunu kesinlikle okuduğum kitaplara borçluyum. Kitapların eşlik ettiği bir dünya yalnız değildir. Bazen roman kahramanlarından çok şey öğrenir insan, hatta birlikte kaldığın insanlardan daha çok. Roman okumuş insanlar anlar ne dediğimi. Bazen etrafınızda çok insan olur ama siz yalnız olduğunuzu hissedersiniz. Bazen yanınızda kimseniz olmaz ama kitaplarla hemhal olduğunuz için yalnız hissetmezsiniz kendinizi. Victor Hugo kitabın önemi üzerine şöyle bir cümle kurmuştur: “Bir kitap dünyadan daha büyüktür, çünkü maddeye düşünceyi de katar.” devamında ise, “En mutlu insan, kitap hazinesine veya kitapsever arkadaşlara sahip olandır.” der. Kitapların insan üzerinde yarattığı ruhsal zenginlik küçümsenmemelidir. İnsanın yalnızlığını sayısal bakımdan açıklayan görüş, kitapların insan üzerinde yarattığı ruhsal çoğulluğu ve anlamı göz ardı ediyordur.

Konuyu özetleyecek olursam öncelikle yazarların yalnız oluşları bir kusur değil, uğraşlarının ve yeteneklerinin sonucudur. İkincisi kitaplarla hemhal olan bir yazar ruhsal bakımdan kendini yalnız hissetmiyor olabilir. Buraya kadar anlattıklarım edebiyata, edebî olana içkindir. Bugün bu süreç böyle devem ediyor mu emin değilim. Günümüz yazarı artık yalnız değil, kalabalık olmak istiyor. Her gün bir toplantıya, bir kitap fuarına davet etseniz koşa koşa gidecek olanlar var. Eskiden yazarların boş vakti yoktu. En dolu zamanlarında bile kitap okurlardı. Şimdi boş zamanlarında bile kitap okumak istemeyen yazarlar var. Geçmişte yazarın yalnızlığı bir asalet sayılırken, bugün bu yalnızlık bir kusur sayılıyor. Eskiden yazarlar özgün şeyler yazdıkları için mahalleleri tarafından linç edilirlerdi. Şimdiki yazarlar mahalleleri tarafından baş tacı edilmek istiyorlar. Dijital çağla birlikte edebi olan çok şey edepsizleştirildi. Edepsiz olan baş tacı olunca, edebî olanın yalnızlığını özlüyoruz.

Zehirli Kalkınma mı, Temiz Gelecek mi?

0

Ekonomik büyüme denince akla önce rakamlar gelir: Büyüme oranları, ihracat grafikleri, sanayi üretimi. Fakat bu rakamların arkasında görünmeyen ama gittikçe büyüyen başka bir tablo daha var: Kirlenen hava, zehirlenen topraklar, kuruyan nehirler ve kaybolan canlı türleri. Türkiye’de bu görünmeyen bedeli en iyi anlatan örneklerden biri Kazdağları’dır. Altın madeni aramak için binlerce ağaç kesildi, dağların bağrına siyanürle işleyen bir ekonomi modeli kuruldu. Bu model birkaç yıl için iş ve gelir sağladı. Ama geride kalan ne oldu? Tahrip edilmiş bir ekosistem, bozulan yeraltı su kaynakları ve toplumun bölünmüş vicdanı. Benzer bir trajedi, Ergene Nehri’nde yaşanıyor. Sanayi bölgelerinden arıtılmadan salınan kimyasal atıklarla adeta “zehir nehri”ne dönüşen Ergene, Trakya’nın bereketli topraklarını kurutmakla kalmadı, insan sağlığını da tehdit eder hale geldi.Bütün bu örnekler bize şunu söylüyor: Ekonomik kalkınma adına doğaya verilen her zarar, er ya da geç ekonomiyi de vurur. Çünkü doğa, kredi vermez ama faizi çok yüksek bir borç tahsil eder.

Peki çözüm nedir?

Burada meseleyi duygusallıktan çıkarıp gerçekçi bir çerçeveye oturtmalıyız. Evet, enerjiye ihtiyacımız var. Evet, sanayiye, üretime, rekabete ihtiyacımız var. Ama bu ihtiyaçlarımız bizi gözümüz kapalı tercihlere sürüklememeli. Bu noktada nükleer enerji konusu da dikkatle değerlendirilmelidir. Bugün dünyada karbon salımını azaltmak isteyen ülkeler nükleer seçeneği masadan kaldırmıyor. Çünkü güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir kaynaklar önemli olsa da, baz yükü karşılamak için henüz yeterli değil. Nükleer enerji, doğru bir planlama ve yüksek güvenlik önlemleriyle, çevreyi en az kirleten enerji kaynaklarından biri olabilir. Fransa elektriğinin yaklaşık %70’ini nükleerle karşılıyor; karbon salımı Avrupa’da en düşük ülkelerden biri. Dolayısıyla Türkiye’nin Akkuyu gibi projelere yönelmesi anlaşılırdır. Ancak burada kritik bir çizgi var: Çevreyi koruma refleksini kaybetmeden nükleer yatırımlar yapılmalı. Bu teknolojiler sadece enerji üretmek için değil, aynı zamanda çevresel sorumlulukla entegre edilmiş politikalarla hayata geçirilmelidir. Nükleer atık yönetimi, afet senaryoları, şeffaflık, denetim ve yerel halkın bilgilendirilmesi gibi konular kesinlikle göz ardı edilemez. Yeni bir kalkınma paradigmasına ihtiyacımız var. Güneşten enerji üretmek, atık suyu yeniden değerlendirmek, sanayide temiz üretim tekniklerini yaygınlaştırmak ve evet, gerekli yerlerde güvenli nükleer santralleri kurmak… Tüm bunlar birlikte düşünüldüğünde Türkiye’yi hem enerji açısından bağımsız kılar hem de çevresel sorumlulukla büyüyen bir ülke haline getirir. Artık bir tercihte bulunmalıyız. Ya kısa vadeli kazançlar için doğayı feda edeceğiz, ya da uzun vadeli sürdürülebilirlik için şimdiden sorumluluk alacağız. Geleceğin ekonomisi, sadece ne kadar çok ürettiğinizle değil, ne kadar az kirlettiğinizle de ölçülecek.

Unutmayalım: Ekonomik büyüme, doğanın düşmanı olmak zorunda değil. Mesele, doğru olanı seçmekte.

Yeni Ama Nasıl Bir Anayasa?

Anayasalar, bireylerin devlet teşkilatı altında bir arada yaşama iradelerinin somutlaşmış hali ve devlet teşkilatının şekillendirildiği temel yasalardır.

Bu temel uzlaşı metinleri arka planında tarihsel dinamikler taşır. Rasyonel ve rasyonel olmayan unsurları bir arada bulundurur.

Türkiye gibi derin bir tarihsel birikime ve devlet geleneğine sahip ve demokrasi serüveni 100 yılı aşkın bir ülke için anayasa yapımı nispeten kolay nispeten ise zordur. Kolaydır çünkü çerçeveler, neyin nasıl olması gerektiği az çok bellidir. Zordur çünkü Türkiye, modernleşme sürecinden bu yana toplumsal konsensusu pek çok konuda sağlayabilmiş bir ülke değildir. Bu tez tartışılabilir ama yadsınamaz olan Türkiye’nin yeni anayasaya olan ihtiyacıdır.

Türkiye’nin anayasa ihtiyacının elzem olmasının altında yatan birkaç ehem sebep vardır. Her şeyden evvel, Türkiye yapılan pek çok değişikliğe rağmen halen darbe döneminin anayasası ile yönetilmektedir. Bunun anlamı darbe ruhunun ve getirdiklerinin bir şekilde etkisinin sürdüğü veya dirilmek için kenarda beklediğidir. Bir diğer sebep ise mer’i anayasanın farklı açılardan demokratik olmayan, çözüm üretmeyen, toplumun benimseyemediği, kurumsal kültürümüzle de uyuşmayan maddeleri ihtiva etmesidir.  Şöyle ki:

İlk olarak bu anayasa darbe döneminde hazırlanmış ve tartışmalı bir halk oylaması ile kabul edilmiştir. 1982 Anayasasının halk oylaması sırasında mavi-beyaz pusulalar ve şeffaf zarflar kullanılmıştır. Ayrıca dönemin atmosferi düşünüldüğünde eleştiri yapmanın ve özgür tartışma ortamının pek mümkün olmayacağı izahtan varestedir. Dolayısıyla bir oydaşmadan ve halkın yapım sürecine temasından söz edilemez.

İkinci olarak 1982 Anayasası güvenlikçi ve devletçi bir refleksle kaleme alınmış ve vesayet kurumları ihdas edilmiştir. YÖK, RTÜK, Anayasa Mahkemesi, YAŞ, MGK bunun somut örneğidir. Sürekli kriz üreten 1982 Anayasası pek çok açıdan demokratik, hukuken sürdürülebilir, modern, hızlı, etkin bir devlet teşkilatı kurabilmiş bir anayasa değildir. Ayrıca ilerleyen yıllarda anayasaya eklenerek “spor tahkim kurulunun” dahi düzenlenmiş olması anlaşılabilir değildir. Diğer yandan seçim kanunu gibi bir dizi kanunun da anayasa ile benzer baskıcı, vesayetçi ruhu taşıdığını ifade etmek gerekir.

Üçüncü olarak 1982 Anayasasının ruhsal, metinsel, dilsel bütünlüğü bozulmuştur. Metnin başındaki dil ile yeni eklenen ifadeler arasında fark basitçe anlaşılabilir ve uyumsuzdur. Değişen sistemde yer almayan makamların hâlâ anılıyor olmasından tutun da anlaşılması zor cümlelere kadar verilebilecek pek çok örnek bizlere göstermektedir ki anayasanın dilsel yönü zayıftır. Öte yandan anayasanın ruhu da zayıftır. Asırlarca merhametin, iyiliğin, adaletin öncüsü olan medeniyetimize atıf yapan, tarihsel bağlarımızı kuran ve bunu koruyan, insan onuruna değinilen bir anayasa şarttır.

Dördüncü olarak ise 2017 değişikliğinden sonra geçiş yapılan yeni sistemin eksiklikleri aradan geçen 9 yılda belirginleşmiş, bazı kriz tehditleri ortaya çıkmıştır. Yine özetle birkaç somut örnek vermek gerekirse AYM-Yargıtay krizi, yargının bağımsızlığı endişeleri, Bakanlıkların ve Başkanlıkların yetkileri, CB kararnamelerinin kapsamı/yetkisi gibi örnekler verilebilir.

Burada listeyi uzatmak ve uzun uzadıya anayasanın sorunlarından bahsetmek mümkündür. Ancak sıklıkla karşılaşacağınız metinlerde bu hususlar uzun uzadıya açıklanmış, anlatılmıştır.

Anayasa üzerine okumalarım ve çalışmalarım neticesinde en önemli gördüğüm birkaç öneriye değinerek yazıma son vermek istiyorum:

  1. Yeni Anayasa çalışmaları için oluşturulan komisyonun altında onlarca çalışma grubu kurgulanmalıdır. Örneğin öğrenci kulüpleri, barolar, stajyer avukatlar, online çalışma grupları, İletişim Başkanlığı aracılığıyla kurulacak bir platformdan alınan öneriler ve gerektiği takdirde mahallelerde dahi kurulacak çadırlarda anayasanın öneminin anlatıldığı ekipler, kamu spotları… Toplumun her kesimi bu sürece dahil olmalıdır. Hemşehri dernekleri, cami dernekleri, insan hakları dernekleri, mahalle dernekleri, sendikalar, üniversite kulüpleri ve hatta liseler… Halk, yeni anayasayı anlamalı, içinde bulunduğunu, katıldığını hissetmelidir. Elbette anayasa teknik bir iştir ama anayasayı ve bu çalışmaları anlatmak önemlidir. Anayasa yazım süreci de şeffaf bir biçimde yapılmalıdır. Hülasa, anayasa çalışmalarına katılımın %60’ın üzerine geçmesi şarttır.
  2. Yeni Anayasada insan hak ver hürriyetlerinin yanı sıra muhakkak “insan onuruna” atıf yapılmalıdır. Böylece onlarca AİHM kararının birikimi doğrudan mahkemelerimizi bağlar hale gelir. Özgürlüklerin, yasakların kapsamları dahi tek bir madde ve ifade ile çizilmiş ve korunmuş olur. (Bu konuda Levent Gönenç Hoca’nın çalışması oldukça muteberdir: Prof. Dr. Levent Gönenç, Çağdaş Bir Anayasanın Temelleri-I İnsan Onuru, TEPAV, 2023)

Diğer yandan, anayasa metni yazıldıktan sonra muhakkak alanında uzman dil bilimcilere inceletilmelidir. Sarih, edebi, ahenkli ve incelikli bir dil benimsenmeli ve mutlaka eskimiş dahi olsa hukuki terimler kullanılmaktan vazgeçilmemeli, hukuki birikimlerden kopuş yaşanmamalıdır.

3. Türkiye zıt kutupları bir arada barındıran, etnik köken olarak pek çok farklı ırktan mensubun olduğu bir merkez ve Türk Devletidir. Tarih boyunca hiçbir imparatorluğumuz, hiçbir devletimiz bunu tartışmaya açmamıştır. Eğer ki anayasal vatandaşlık tanımı tartışılacaksa taviz vermeden zenginleştirmenin yolları aranabilir: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan tüm etnik gruplar anayasanın gereği olarak ve ayrımcılık gözetilmeksizin, eşit bir biçimde Türk Devleti’nin vatandaşıdır.vb.

4. Demokratik bir anayasa istiyorsak öncelikle bir dizi kanunda değişiklik yapmamız şarttır. Bu değişikliklere seçim kanunundan başlanabilir. Örneğin seçim barajı %5 veya %3’e düşürülmelidir. Siyasi Partiler Kanunu değiştirilmelidir. Sivil toplum kuruluşlarına yönelik yasal düzenlemeler yapılmalı, sivil toplum aktörleri İçişleri Bakanlığı’na değil ihdas edilecek ayrı bir kuruma bağlı olmalıdır. Ayrıca anayasada bazı vesayet kurumlarının kaldırılması elzemdir veya anayasada anılması gereksizdir. Ancak bazı denetim kurumlarının -AYM gibi- yapısı demokratikleştirilerek ve bağımsızlaştırılarak, vesayet kurumu olmaktan çıkarılacak değişikliklerle korunması gerektiği kanaatindeyim.

5. Anayasa yapım çalışmalarında uzlaşmacı bir dil benimsemek, farklı görüşleri -marjinal olsalar dahi- dinleyip çalışmalara dahil etmek belki de bu sürecin en önemli hususudur. Ne de olsa “barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar.”

Bu birkaç öneri daha da artırılabilir ancak bu çalışma için bu özet mahiyetteki önerilerin yeterli olacağını düşünmekteyim.

Dünyanın vicdanı olan ve iyilik medeniyetinin, insanlık ittifakının kurucusu olmaya en önemli aday olan güzel vatanımızın vatandaşlarına müreffeh, temiz, sağlıklı, huzurlu bir yaşam sunabileceği bir düzenin kurulması adına iyi bir anayasaya kavuşabilmesi dileğiyle. Öyleyse tekrardan belirtelim:

“Güçlü Düşünce, Yüksek İşler, Yüce Girişimler, Sağlıklı Hayvancılık, En İyi Tarım, Kaliteli Kumaş, Temiz Vicdan, Yeni Fikirler, Mekanik Başarı, Müreffeh Millet!”

Av. Haldun Barış, Haziran 2025 

Yapay Zeka ile Söyleşi: Türkler, İslam ve “Araplaşma”

 

Söyleşi talimatı: ChatGPT tüm konularda kesinlikle tarafsız kalmalı, bilgileri öncelikle hakemli dergiler, önde gelen yayınevlerinin kitapları, üniversite yayınları vb. gibi güvenilir kaynaklara dayalı olarak sunmalı, internette yaygın görülen, söylenti benzeri “haberlere” güvenmemelidir. ChatGPT ayrıca kullanıcının yazdıkları karşısında, özellikle beşeri bilimler alanında, “aşırı destekleyici” bir tavır almaktan kaçınmalı, konuya tarafsız, nesnel, bilimsel ve akademik bir yaklaşım benimsemelidir.

S.Y. – Dünyada “Türkler” denince tam olarak kimler kastedilir? 2000’li yıllarda ortaya çıkan Türk Devletleri Teşkilatı bu konuda referans alınabilir mi?

Y.Z. – “Türkler” ifadesi, bağlama göre farklı anlamlara gelebilen çok katmanlı bir terimdir. Bu nedenle, etnik, dilbilimsel, tarihsel ve siyasi bağlamları ayırmak gereklidir. Sorunun ikinci kısmında geçen Türk Devletleri Teşkilatı (TDT), çağdaş siyasi yaklaşımlar açısından bir referans olabilir, fakat etnolojik ya da tarihsel açıdan evrensel bir tanım sağlamaz. Aşağıda konuyu bu farklı bağlamlarla açıklıyorum:

1) Dilbilimsel-Akademik Tanım: Türk Halkları

Dilbilimsel olarak “Türkler”, Türk dilleri ailesine mensup halkları kapsar. Bu tanım çoğunlukla etnolinguistik (etnik+dilsel) temele dayanır. Türk dilleri (Altay dilleri içinde varsayımsal olarak gruplandırılmıştır), büyük ölçüde karşılıklı anlaşılabilirlik gösteren, ama farklı alt kollara ayrılan dillerdir.

Bu kapsamda şu halklar Türk olarak kabul edilir:

  • Anadolu Türkleri (Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının büyük çoğunluğu)
  • Azeriler (Azerbaycan ve İran’da)
  • Türkmenler (Türkmenistan, İran, Afganistan)
  • Özbekler (Özbekistan)
  • Kazaklar (Kazakistan)
  • Kırgızlar (Kırgızistan)
  • Uygurlar (Çin’in Sincan bölgesi)
  • Tatarlar, Başkurtlar, Çuvaşlar (Rusya Federasyonu içinde)
  • Yakutlar (Sakalar) (Sibirya)
  • Karakalpaklar, Nogaylar, Gagavuzlar, Altay Türkleri, Tuvalar, Hakaslar, vb.

Bu liste, UNESCO ve çeşitli etnolingvistik araştırmalarca (ör. Ethnologue, Glottolog) da desteklenir.

2) Tarihsel ve Etnolojik Tanım

Tarihte “Türk” adı ilk olarak 6. yüzyılda Göktürkler (Köktürkler) tarafından siyasi bir kimlik olarak kullanılmıştır. Bu kimlik zamanla başka bozkır halklarını da kapsayacak şekilde genişlemiş; Selçuklular, Osmanlılar ve çağdaş Türk kimlikleri bu tarihsel devamlılık içinde gelişmiştir.

Burada “Türkler”:

  • Orta Asya kökenli, genellikle göçebe ya da yarı-göçebe geçmişe sahip,
  • Türk dillerini konuşan,
  • Ortak mitolojik, kültürel, toplumsal yapılara sahip halklar olarak ele alınır.

3) Siyasi-Kurumsal Tanım: Türk Devletleri Teşkilatı (TDT)

2009’da kurulan ve 2021’de adı Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) olarak değişen yapı, ortak dil, tarih, kültür ve kimlik unsurlarını paylaşan devletleri bir araya getirmeyi amaçlar. Üye ülkeler şunlardır (2024 itibarıyla):

Tam üyeler: Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan (gözlemciydi, katılım sürecinde), Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (gözlemci, sınırlı tanınırlıkla)

Gözlemci üyeler: Macaristan (Türk olmadıkları hâlde kültürel bağlar nedeniyle gözlemci) ve Türkmenistan (bazı yıllar gözlemciydi)

Teşkilat, dil, tarih ve kültürdeki ortaklıkları esas alarak bir “Türk dünyası” tanımı yapar. Fakat bu tanım, yukarıdaki bilimsel tanımlarla birebir örtüşmeyebilir. Örneğin: Gagavuzlar (Moldova’da yaşayan, Ortodoks Hristiyan Türk halkı) siyasi olarak temsil edilmez. Uygurlar, Çin yönetimi altında olduğu için dahil edilmez. Tatarlar, Başkurtlar gibi Rusya Federasyonu içindeki birçok Türk halkı doğrudan yer almaz.

Dolayısıyla, TDT’nin tanımı, çağdaş siyasi gerçekliklere ve devlet düzeyindeki ilişkilere bağlıdır. Akademik ve etnolojik anlamda daha dar veya daha geniş yorumlar da mümkündür.

S.Y. – Türklerin Anadolu’ya gelişi 1071 yılında mı başlamıştır?

Y.Z. – Hayır, Türklerin Anadolu’ya gelişi 1071 yılında başlamamıştır. 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi, sembolik olarak Anadolu’nun kapılarının Türklere açıldığı tarih olarak kabul edilse de, Türk varlığı Anadolu’da bu tarihten önce başlamıştır. Bu konuda tarihsel kaynaklar ve arkeolojik bulgular çerçevesinde daha ayrıntılı bir değerlendirme yapılabilir.

1) 1071 Öncesi Türk Varlığı Anadolu’da Var mıydı?

a) Erken Göçler ve Sınırlı Yerleşimler (6.–10. yüzyıllar)

Göktürkler ve Hazarlar döneminde Karadeniz’in kuzeyinden ve Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya bazı Türk boylarının ulaştığına dair kayıtlar vardır. Bizans kaynakları 8. yüzyılda Peçenekler, Oğuzlar, Kıpçaklar gibi Türk boylarının Balkanlar ve Anadolu’ya akınlar düzenlediğini yazar. Örneğin, Bizans İmparatorluğu 9. ve 10. yüzyıllarda Türk kökenli paralı askerleri kendi ordularında kullanmıştır.

b) Samanoğulları ve Gazneliler Dönemi (9.–11. yüzyıl)

Horasan ve İran coğrafyasında etkin olan Türk kökenli Müslüman devletler Anadolu’nun doğusuna seferler düzenlemiş, ticaret ve akın yolları açmıştır. 1015–1020 arasında Çağrı Bey, Anadolu’ya keşif amaçlı bir sefer yapmış ve Selçuklu Türkleri ilk kez doğrudan Anadolu’nun iç kesimlerine kadar girmiştir.

2) Malazgirt’in Gerçek Önemi (1071)

1071, Türklerin Anadolu’ya ilk gelişleri değil, fakat sistematik ve kalıcı yerleşim sürecinin hız kazandığı tarih olarak önemlidir.

Malazgirt Savaşı’nda Alp Arslan’ın Bizans ordusunu yenmesiyle Anadolu’daki Bizans savunma hatları çökmüştür. Selçuklular bu tarihten sonra Anadolu’ya Türkmen boylarını kitlesel olarak iskân etmeye başlamıştır. Savaşın ardından Danişmentliler, Mengücekliler, Saltuklular, Artuklular gibi ilk Türk beylikleri Anadolu’da kurulmuştur.

S.Y. – Tarihte merkezi Anadolu’da olan ya da Anadolu topraklarını içeren Türk devletleri hangileridir?

Y.Z. – Tarih boyunca merkezi Anadolu’da kurulmuş veya Anadolu topraklarının önemli bir bölümünü kapsamış olan Türk devletleri ve siyasi yapılar aşağıda kronolojik olarak sunulmuştur. Bu liste yalnızca siyasi/mekanik egemenlik bakımından değil, aynı zamanda idari merkez ve kültürel etki açısından da değerlendirilmiştir.

1) İlk Dönem: Anadolu Selçuklu Öncesi (11. yüzyıl başları)

1015–1020 arasında Çağrı Bey önderliğindeki Selçuklu Türkmenleri Anadolu’ya keşif seferleri düzenledi. Bu dönemde henüz devlet niteliğinde örgütlenmiş yapılar yoktur, fakat sonraki beyliklerin temelini oluşturan unsurlar mevcuttur.

2) Anadolu Selçukluları ve Bölünme Dönemi

Anadolu’da ilk büyük ölçekli Türk devleti olan Selçuklu Devleti’nin (1077–1308) kurucusu, Süleyman Şah (Kutalmışoğlu), başkentleri İznik (ilk), sonra Konya olup Anadolu’daki İslamlaşma, şehirleşme ve kurumlaşmada belirleyici olmuştur.

13–14. yüzyıl başlarında devletin zayıflamasıyla beylikler dönemi başlamıştır. Bunlar içinde merkezi Anadolu topraklarında yer alanl önemli beylikler; Danişmentliler (Tokat, Sivas, Niksar; 1080–1178), Saltuklular (Erzurum çevresi; 1071–1202), Mengücekliler (Erzincan, Divriği; 1072–1277), Artuklular (Diyarbakır, Mardin, Harput; 1102–1409), Ahlatşahlar (Şah Armaniler) (Ahlat; 1100’ler), Karamanoğulları (Karaman, Konya; 1250–1487), Germiyanoğulları (Kütahya çevresi; 1300–1429) ve Dulkadiroğulları, Eretnaoğulları, Candaroğulları, vb. idi. Bu beyliklerin bir kısmı Osmanlı’ya, bir kısmı Memlûklere bağlandı.

3) Osmanlı Dönemi (1299/1302–1922)

Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş coğrafyası Bilecik-Söğüt’tür (Marmara kenarı), fakat kısa sürede Anadolu’nun büyük kısmı Osmanlı topraklarına katıldı. Anadolu Beylerbeyliği merkezi olarak Kütahya, sonra Ankara gibi şehirler öne çıktı. Anadolu, Osmanlı’nın hem askeri, hem idari, hem de kültürel merkezlerinden biri haline geldi. Başkent İstanbul olsa da, Anadolu’da uzun süreli Türk siyasi hâkimiyeti bu dönemde kurumsallaştı.

4) Türkiye Cumhuriyeti (1923–günümüz)

Başkenti Ankara olan, Anadolu merkezli bir Türk devleti olarak modern anlamda kurulan ilk cumhuriyet, ve tüm Anadolu coğrafyası üzerinde egemen olan ve millî egemenliğe dayalı Türk devletidir.

S.Y. – Osmanlı döneminde İslam halifeliğinin devralınması Anadolu Türklerinin tarihi bakımından nasıl bir anlam ve önem arz eder?

Y.Z. – Osmanlıların İslam halifeliğini devralması, Anadolu Türklerinin tarihi açısından hem sembolik, hem de siyasi-dini anlamda önemli bir dönüm noktasıdır. Bu gelişme sadece Osmanlıların İslam dünyasındaki konumunu değil, aynı zamanda Anadolu’nun merkezî bir İslamî güç olarak kabul edilmesini sağlamıştır.

Yavuz Sultan Selim, Mercidabık (1516) ve Ridaniye (1517) savaşlarıyla Memlûk Sultanlığı’nı ortadan kaldırdı.

Bu zaferlerle Osmanlılar; hicaz ve kutsal şehirlerin koruyuculuğunu, Abbâsî halifesinin (sonuncusu: III. Mütevekkil) gözetimini, ve Memlûk topraklarını (Mısır, Suriye, Hicaz) devraldılar.

S.Y. – Biraz geriye gidersek, Türklerin İslam diniyle (ve dolayısıyla Arap kültürü ile de) tanışma süreci nasıl olmuştu?

Y.Z. – Türklerin İslam diniyle tanışma süreci, askerî, siyasî, kültürel ve dinî yönleri olan çok katmanlı bir etkileşim sürecidir. Bu süreç, genellikle 7. yüzyılın sonları ile 10. yüzyıl arasında yavaş yavaş gelişmiş, zamanla derinleşerek kalıcı dönüşümlere yol açmıştır.

Talâs Savaşı (751) Abbasîler ile Çinliler arasında yapılmış, Karluk Türklerinin Abbasîlerin safına geçmesi belirleyici olmuştur. Bu savaş, ilk önemli Türk-Müslüman askerî iş birliği sayılır.

8-10. yüzyıllarda ticaret yolları üzerinde Arap tüccarlar ile Türkler arasındaki ilişkiler yoğunlaştı. Soğdlar, hem tüccar hem de kültürel aracı olarak önemli rol oynadılar; İslamlaşma sürecinde köprü işlevi gördüler.

Horasan ve Maveraünnehir’deki daha yumuşak dinî propaganda, Sünnîliğin dışında sûfî eğilimli İslam’ın yayılmasını kolaylaştırdı. Özellikle Hanefî mezhebi, Türklerin sosyal yapısına ve eski geleneklerine daha uygun bulundu.

Abbâsîler döneminde (750 sonrası), özellikle 9. yüzyıldan itibaren Türkler Abbâsî ordusunda önemli görevler almaya başladı. Bunlar genellikle Horasan, Fergana, Harezm gibi bölgelerden devşirilmiş ya da gönüllü gelen savaşçılardı. Bu hizmet süreci, Türklerin İslamiyet’i daha kurumsal ve siyasal düzeyde tanımasına ve benimsemesine yol açtı. Aynı zamanda bu askerî sınıf, daha sonra bağımsız ya da yarı bağımsız Türk-İslam devletlerini kuracak olan çekirdek kadroyu oluşturdu.

Karahanlılar (840–1212) ilk büyük Müslüman Türk devleti sayılır. Resmî olarak İslam’ı kabul eden ilk Türk hanedanı, 10. yüzyıl başlarında (Satuk Buğra Han döneminde) bu dönüşümü gerçekleştirdi.

Bu gelişmeyle birlikte:

  • Arap harfleri, İslamî eğitim kurumları, vakıf sistemi yaygınlaştı.
  • Türkçeye Arapça ve Farsça unsurlar girmeye başladı.
  • İslam, bir “devlet dini” olarak kurumsallaştı.
  • Dinî metinler (Kur’an, hadis) Arapça olduğundan, Arapça okuryazarlık teşvik edildi.
  • İslam hukuk sisteminin (şeriat) yerleşmesi, eski Türk örfî hukuku ile bir arada uygulandı (ikili sistem).
  • Başta Arapça, sonra da Farsça ilim dili olarak benimsendi.
  • Fakat Karahanlılar döneminde Türkçenin İslamî terminolojiyle kaynaştığı ilk örnekler görüldü: Kutadgu Bilig, Divânu Lugâti’t-Türk vb.

S.Y. – Türkler arasında daha önceden Sünni-Hanefi mezhebi yaygın kabul görmüş durumdaysa, Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim’in halife olması ile bu dönemde Anadolu’da Aleviliğin artan baskılara maruz kalması arasında bir ilişki kurmak mümkün müdür?

Y.Z. – Evet, Yavuz Sultan Selim döneminde (1512–1520) halifeliğin Osmanlılara geçmesi ile Anadolu’daki Alevî toplulukların artan baskılarla karşılaşması arasında tarihsel bağlar kurulabilir; fakat bu ilişki çok boyutlu ve tarihsel olarak dikkatle ele alınması gereken bir meseledir. Aşağıda bu ilişkiyi siyasi, mezhebî ve ideolojik yönleriyle özetleyerek açıklıyorum:

1) Arka Plan: Sünnî-Hanefî Geleneğin Hakimiyeti

Türklerin İslamlaşma süreci boyunca özellikle Hanefî mezhebi ve onunla uyumlu Mâturîdî kelâm geleneği, Orta Asya’dan Anadolu’ya taşınan en yaygın mezhebî çizgi oldu. Bu anlayış, sultanın otoritesini meşrulaştıran ve merkezî devlet otoritesini destekleyen bir yapıya sahipti. Osmanlılar da kuruluşlarından itibaren Hanefî mezhebine bağlıydılar ve bu mezhebi devlet mezhebi konumuna getirmişlerdi.

2) Safevî Devleti’nin Kuruluşu ve Şiîleşme Süreci

  1. yüzyıl başında İran’da kurulan Safevîler (1501), Sünnî bir tarikat kökeninden gelip İmamî-Şiîliğe (İsnâaşeriyye) geçmişti. Safevîler, Şiîliği resmî devlet mezhebi ilan ederek Sünnî Osmanlılara açık bir ideolojik ve siyasî meydan okuma yönelttiler. Aynı zamanda Anadolu’daki Türkmen kökenli Alevî gruplarla tarihsel, kültürel ve kısmen mezhebî yakınlıkları vardı.

3) Yavuz Sultan Selim Dönemi: Mezhebî Gerginlikler ve Baskılar

Yavuz Sultan Selim, Safevîler üzerine Çaldıran Seferi’ni düzenledi (1514) ve Şah İsmail’i mağlup etti. Sefer öncesinde ve sırasında Anadolu’daki Kızılbaş/Alevî grupların Safevîler ile iş birliği yaptığı düşüncesiyle baskılar arttı. Osmanlı belgelerine göre on binlerce Alevî Türkmen ya sürgün, ya zorla iskân, ya da idam edilmiştir (rakamlar farklı kaynaklarda değişiklik gösterir; örneğin, Celâlzâde Mustafa’ya göre 40.000 kişi). Bu uygulamalar, yalnızca mezhebî değil, devlete yönelik tehdit algısı çerçevesinde gerçekleşmiştir.

4) Halifeliğin Osmanlıya Geçmesi ve Meşrulaştırıcı Etki

Yavuz, 1517’de Memlûkler’i mağlup edip Mısır’ı Osmanlı topraklarına kattı. Bu sefer sonucunda Abbâsî halifesi III. Mütevekkil, sembolik olarak halifelik yetkilerini Osmanlılara devretti (bu devir işleminin niteliği tarihsel olarak tartışmalıdır, fakat 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı kaynaklarında bu iddia yer alır).

Halifeliğin alınması, Osmanlı sultanlarının İslam dünyasındaki liderliğini meşrulaştırmak amacıyla kullanıldı. Aynı zamanda, bu pozisyon Sünnîliğin temsilcisi ve savunucusu olmayı da gerektiriyordu. Bu durum, hem içerideki Alevî-Kızılbaş unsurların bastırılması, hem de dışarıda Şiî-Safevî propagandasına karşı duruş için ideolojik bir gerekçe oluşturdu.

5) Alevîliğe Yönelik Baskının Boyutları ve Niteliği

Alevî topluluklara yönelik baskılar yalnızca dini farklılık nedeniyle değil, aynı zamanda devletin siyasal bütünlüğüne tehdit olarak görülmeleri sebebiyle gerçekleşmiştir. Bu gruplar genellikle Türkmen aşiretleri içinde örgütlü, göçebe veya yarı-göçebe, merkeze bağlı olmayan yapılar içindeydiler. Osmanlı kayıtlarında “Kızılbaş” terimi çoğunlukla isyancı, sapkın, devlet düşmanı anlamında kullanılmıştır. Bu nedenle, Alevî kimlik zamanla hem dinsel, hem siyasal olarak “tehdit unsuru” şeklinde tanımlanmıştır.

S.Y. – Genel olarak, başta Türklerin İslam dinini kabul etmeleri, özel olarak da Yavuz Sultan Selim döneminde Türkmen, Yörük vb. kesimlere yönelik artan baskılar ile ilgili olarak “Türklerin Araplaştırılması” iddiaları hakkında ne söylenebilir?

Y.Z. – “Türklerin Araplaştırılması” iddiası, genellikle Türklerin İslam dinini kabul etmeleri ve özellikle Osmanlı dönemi uygulamaları bağlamında ortaya atılan tartışmalı bir söylemdir. Bu iddianın tarihsel ve akademik geçerliliğini değerlendirmek için konuyu kültürel, dini, siyasi ve ideolojik bağlamlarda dikkatle analiz etmek gerekir. Aşağıda bu çerçevede bir inceleme sunulmuştur:

1) İslamlaşma ve Kültürel Değişim: “Araplaşma” mı, Dini Dönüşüm mü?

Karahanlılar döneminde (10. yüzyıl) İslamiyet Orta Asya’daki Türk boyları arasında yayılmaya başladı. Bu süreçte Arap kültürel etkisi kaçınılmazdı, çünkü Kur’an dili Arapçaydı; fıkıh, hadis ve kelam gibi İslami ilimler Arapça kaynaklara dayanıyordu. Fakat bu, doğrudan Araplaşma değil, İslam medeniyetine entegre olma süreci olarak görülmelidir. Nitekim Mâturîdîlik ve Hanefîlik gibi Türkler arasında gelişen mezhepler, Arap merkezli değil, Türk-Maveraünnehir merkezli düşünce sistemleridir.

Farabî, İbn Sînâ, Birunî, Mâturîdî gibi isimler, Arapça yazmalarına rağmen Türk kimliğine sahip ve İslam düşüncesinin gelişimine büyük katkı sunmuşlardır. Bu durum, kültürel bir asimilasyondan çok çift yönlü bir etkileşim olduğunu gösterir.

2) Osmanlı’da Yavuz Dönemi ve Sünnîliğin Merkezileşmesi

Yavuz Sultan Selim’in halifeliği devralması, Osmanlı’nın Sünnî İslam dünyasında hegemonik bir güç olmasını sağladı. Bu gelişme, mezhepçi çizgilerin keskinleşmesine ve özellikle heterodoks grupların (Alevî, Kızılbaş, Bektaşî) baskı altına alınmasına neden oldu.

Bu baskılar, sadece dini gerekçelere dayanmıyordu. Siyasi merkezileşme, yerleşik hayata geçişin zorlanması ve Safevîlerle bağlantı şüphesi gibi etkenler de önemliydi. Türkmenlerin çoğu, göçebe yaşam tarzları nedeniyle merkeze bağlı değillerdi ve bu da bir güvenlik sorunu olarak görülüyordu.

“Araplaşma” iddiası bu bağlamda ne ölçüde geçerli?

Osmanlı, halifelik yoluyla İslam dünyasının lideri olmak istiyordu; bu, Araplaşma değil, İslam ümmeti içindeki hiyerarşide en üst konuma çıkma hedefiydi. Arapça, dini ilimlerde ve medreselerde kullanıldı, fakat halk düzeyinde Araplaşma yaygın bir durum değildi. Örneğin, Osmanlı’nın resmî dili ve bürokrasi dili Türkçeydi; hatta 16. yüzyıldan sonra Osmanlı Türkçesi, Arapçadan çok Farsçanın etkisindeydi.

3) Alevîler ve “Araplaşma” Söyleminin Modern Kökeni

“Türklerin Araplaştırılması” iddiası, özellikle Cumhuriyet sonrası dönemde, laiklik vurgusunu artırmak isteyen çevrelerce kullanılmıştır. Alevîlik ve Bektaşîlik gibi heterodoks yapılar, bu bağlamda “özgün Türk İslamı” veya “Arap etkisinden arınmış İslam” olarak yeniden tanımlanmaya çalışılmıştır.

Bu tür söylemler, tarihsel bağlamdan kopuk olarak güncel kimlik mücadelelerine göre yeniden üretilmiş olabilir. Osmanlı’nın din politikaları, Araplaşma hedefinden çok devlet düzeninin korunması ve mezhep birliğinin sağlanması gibi iç nedenlere dayanır.

S.Y. – Bu sözde “Araplaşma” ve daha çok da “Araplaştırma” sürecinin Osmanlı İmparatorluğunun yükselişten düşüşe geçmesinin de nedeni olduğu iddiaları var. Bu, tarihi gerçeklerle ne derece örtüşüyor?

Y.Z. – “Osmanlı’nın Araplaştırılması” ya da “Araplaştırma politikalarının imparatorluğun çöküşünde rol oynadığı” yönündeki iddialar, genellikle modern Türk milliyetçiliği perspektifinden ortaya atılmıştır. Ancak bu iddiaların tarihsel gerçeklikle ne ölçüde örtüştüğü sorgulanmalıdır. Aşağıda bu meseleyi farklı boyutlarıyla, tarihsel bağlamdan kopmadan ve akademik çerçevede ele alıyorum:

1) “Araplaştırma” Kavramı: Osmanlı Bağlamında Ne Kadar Geçerli?

Osmanlı, halifeliği 1517’de devraldıktan sonra Sünnî İslam’ın hamisi rolünü benimsedi. Bu süreçte Arapça, medrese eğitimi ve dinî metinlerde önem kazandı; fakat kültürel asimilasyon hedeflenmedi. Osmanlı sarayı, bürokrasisi ve edebiyatı Türkçe ve Farsça dillerinde gelişti. Devletin çekirdek idari sınıfı, askeriye ve ulemâ sınıfı büyük ölçüde Türk kökenli idi. Arap yarımadası ve Arap halkları, eyalet statüsünde değerlendirildi, Osmanlı yönetiminde periferide kaldılar.

“Araplaştırma” Osmanlı’nın resmi bir politikası olmamıştır. Arapça’nın dini mecralardaki varlığı, İslam’ın özgün metin dilinden kaynaklanmaktadır.

2) Osmanlı’nın Gerileme Nedenleri: Dinsel mi, Siyasal-Ekonomik mi?

Osmanlı’nın çöküşü çok boyutludur. Başlıca nedenler olarak şunlar sıralanabilir:

  • Siyasi: Merkeziyetçiliğin bozulması, saray entrikaları, eyaletlerin özerkleşmesi
  • Askerî: Yeniçeri sisteminin bozulması, teknolojik gerilik
  • Ekonomik: Tımar sisteminin çöküşü, kapitülasyonlar, Avrupa ile rekabetin kaybı
  • Dış politika: Avrupa’daki güç dengelerinin değişmesi, Rusya ve Avusturya baskısı
  • Eğitim & Bilim: Medreselerin donuklaşması, matbaanın geç girişi

Osmanlı’nın gerileme ve çözülme sürecinin ana nedenleri, Araplaşma değil, kurumsal yapıların yozlaşması ve dış rekabetin artmasıdır.

3) “Araplaştırma yüzünden çöktü” söylemi: İdeolojik bir yorum mu?

Bu tür söylemler özellikle 20. yüzyılda Cumhuriyet’in ilk döneminde, seküler-milliyetçi tarih anlayışının etkisiyle yaygınlık kazanmıştır. Bu anlayışta Osmanlı’nın İslam ümmetçiliği, “milli kimliği zayıflatan bir tercih” olarak görülmüştür. Arap yarımadasındaki isyanlar (ör. 1916 Arap İsyanı) da bu söylemi beslemiştir. Fakat bu bakış, Osmanlı’nın 600 yıllık çokkültürlü ve çokdilli yapısını anakronik ve indirgemeci şekilde yorumlamaktadır.

4) Arap unsurlar, Osmanlı’nın çöküşünü mü hızlandırdı?

Osmanlı’nın son yüzyılında Arap vilayetlerinde milliyetçi akımlar görülmeye başlandı. 1916 Arap isyanı gibi olaylar, bazı milliyetçi yorumlara göre “ihanet” olarak tanımlanır. Fakat bu tür hareketler Yunan, Sırp, Bulgar milliyetçiliğinden farklı değildir; yani, imparatorluğun geneline özgü bir çözülme sürecidir.

Sonuç:

“Araplaştırma yüzünden Osmanlı çöktü” iddiası, tarihsel bağlamdan çok, modern ideolojik kaygılarla ortaya atılmış bir yorumdur. Osmanlı’nın çözülmesi çok daha karmaşık, çok katmanlı ve dönemin küresel güç dengeleriyle ilişkilidir.

S.Y. – Bu arada, Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişinin son bulup gerileme sürecinin başladığı tarih nedir?

Y.Z. – Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme dönemi ile gerileme dönemi arasında kesin bir tarih sınırı koymak tarihçiler arasında tartışmalıdır; çünkü bu tür dönemlendirmeler, genellikle modern tarih yazımının şematik ihtiyaçları doğrultusunda yapılır. Fakat Osmanlı tarihçiliğinde genel kabul gören tasnife göre:

Yükselme Dönemi genellikle İstanbul’un fethinden (1453) başlayarak, Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümüne (1566) kadar olan zaman dilimi olarak kabul edilir. Bazı tarihçiler Sokollu Mehmed Paşa’nın 1579’daki ölümünü yükselişin sembolik sonu olarak görür.

1579 sonrası, özellikle Sokollu’nun ölümünden sonra Osmanlı merkezi idaresinde istikrarsızlık ve saray entrikaları artmıştır. Bu süreçte Osmanlı orduları hala bazı zaferler kazansa da, kurumsal çözülme ve Avrupa’nın askerî-teknolojik üstünlüğü belirginleşmeye başlamıştır. Osmanlı’nın ilk büyük toprak kaybı anlamına gelen Karlofça Antlaşması (1699) birçok tarihçi tarafından gerileme döneminin kesin başlangıcı olarak kabul edilir. Bu antlaşma ile Osmanlı, Orta Avrupa’da savunmaya çekilmek zorunda kalmıştır.

Osmanlı’nın “gerileme” süreci bir çöküş değil, daha önceki genişleme ivmesini kaybetme sürecidir. Bu dönem boyunca da devlet reformlar yapmış, zaman zaman toparlanmıştır. Örneğin, Köprülü sadrazamları dönemi (17. yy ortası) belli bir canlanma sağlamıştır. 18. yüzyıl Lâle Devri ve sonrasındaki ıslahatlar, çöküşü durdurmaya yönelik çabalardır. Yani, 1579 veya 1699 sonrası tamamen çöküş değildir; ancak ivmenin değiştiği ve savunma pozisyonunun başladığı bir tarihsel gerçeklik vardır.

S.Y. – Bu kronoloji de “Osmanlı’da özellikle Yavuz Sultan Selim döneminde devlet tarafından topluma dayatılan Araplaşma, imparatorluğunun gerileme döneminin başlamasına yol açtı” iddiasının aleyhinde bir tablo sergiliyor gibi görünüyor.

Y.Z. – Evet, dikkatli bir değerlendirme yapıldığında, Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük toprak genişlemesini ve siyasi gücünü özellikle Yavuz Sultan Selim (1512–1520) ve ardından Kanuni Sultan Süleyman (1520–1566) döneminde yaşadığı görülür. Bu dönemler, imparatorluğun zirveye ulaştığı ve henüz hiçbir ciddi kurumsal ya da askeri gerileme belirtisinin ortaya çıkmadığı yıllardır.

Yavuz Sultan Selim’in Doğu Seferleri (1514: Çaldıran, 1516–17: Mercidabık & Ridaniye) sonucunda Osmanlı, Halifelik makamını devralmış ve İslam dünyasında dini meşruiyetini güçlendirmiştir. Bu süreçte Osmanlı, hem Sünni merkezli bir İslam siyaseti geliştirmiş, hem de Arap topraklarını (Suriye, Mısır, Hicaz) doğrudan idaresine katmıştır. Bu gelişmelerin sonucunda Arapça, dini alanda etkisini artırmış; fakat bu, toplumun kültürel “Araplaşması” değil, daha çok devletin meşruiyet zeminini genişletmesi anlamına gelir.

Alevi-Bektaşi topluluklar üzerindeki baskılar (özellikle Safevi etkisinden çekinilerek) siyasi güdülerle yoğunlaşmış olsa da, bu baskılar bir etnik-kültürel Araplaştırma politikasıyla doğrudan ilişkili değildir.

Osmanlı’nın merkezî yönetimi Arap kültüründen etkilenmiş olabilir, fakat bu, dil, giyim, kimlik gibi alanlarda kitlesel bir asimilasyon politikası anlamına gelmemiştir. Anadolu’da Türk dili ve kültürü devlet katında da kullanılmaya devam etmiştir.

Osmanlı’nın askeri ve idari gerilemesi, yukarıda belirtildiği gibi ancak 16. yüzyılın sonları veya 17. yüzyılın başlarında başlamaktadır.

Bu nedenle, Araplaşma ya da Halifeliğin alınması gibi olguların, doğrudan imparatorluğun gerilemesine neden olduğu savı kronolojik ve nedensel bağlamda zayıf kalır.

Akademik Değerlendirme

Osmanlı’nın 16. yüzyıldaki politikaları, özellikle Sünni İslam’ı merkezileştirmesi, imparatorluğu Safevi tehdidine karşı siyasi ve dini açıdan konsolide etme çabası olarak okunur. Bu tür dinî merkezileştirme çabaları; siyasi meşruiyet sağlama, iç muhalefeti denetim altına alma, dini liderliği üstlenme gibi hedeflere dayanır. Fakat bu, etnik Araplaşma değil, daha çok bir İslamî merkezîyetçilik politikasıdır.

Gerilemenin nedenleri arasında; yeniçeri sisteminin yozlaşması, tımar sisteminin çökmesi, Avrupa’daki teknolojik ilerlemeler ve askeri reformlar, merkezi bürokrasinin hantallaşması gibi faktörler çok daha belirleyici olmuştur.

Sonuç

“Yavuz döneminde başlatılan Araplaştırma politikaları Osmanlı’nın gerilemesine yol açtı” şeklindeki görüş, hem tarihsel dönemlendirmelerle uyuşmaz, hem de neden-sonuç ilişkisini fazlasıyla indirgemeci biçimde kurar. Bu iddia, kültürel, siyasi ve ekonomik çokkatmanlılığı göz ardı eden bir anakronik yorum olarak değerlendirilebilir.

Tam metni ve aslı: https://chatgpt.com/share/681ca13a-af1c-8011-9397-ff15eb0e3db7

İsrail’in Sıradaki Hedefleri, Ankara’nın Bölgedeki Rolü

7 Ekim’den bu yana İsrail’in Filistin’e sistematik olarak uyguladığı soykırımdan ziyade, İran-İsrail arasında bir savaş çıkıp çıkmayacağı daha fazla konuşulur hale geldi. Bu gündem, çoğu zaman Filistin’deki soykırımı perdelemeye olanak sağladı. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Kasım Süleymani’nin öldürülmesinden bu yana sürekli olarak İran’ın İsrail’e ne cevap vereceğini tartışıyoruz. İran, adlarını değiştirerek Tel Aviv’e birçok kez cevap verdiğini iddia etti. Her seferinde medyada “Büyük savaş başladı mı?”, “Üçüncü dünya savaşı mı geliyor?”, “İran nereye kadar ilerleyecek?” soruları da soruluyor. Ama her defasında bu soruların içi boş kalıyor.

Tahran yönetimi, İsrail’in saldırılarına ciddi bir karşılık veremediğinden, Tel Aviv her defasında bir adım ileriye gidiyor. Tahran ise her defasında daha fazla darbe alıyor ve imajını zedeliyor. Son saldırılarda da gördük ki İsrail, belki de istese İran dinî lideri Hamaney’i öldürebilirdi. İran’a bakacak olursak, yıllardan bu yana gördüğü ambargo ve uyguladığı politikaların sonucu olarak kâğıttan bir devlet olmaya doğru gidiyor. Başkentinin çok kolayca hedef alındığı, üst düzey komutanlarının aynı anda öldürülebildiği “büyük İran rejimi” yıkıma doğru gidiyor. Peki, asıl odaklanmamız gereken bu mu? Tabii ki de hayır.

İsrail’in bölgede Yemen, Lübnan, Suriye ve son olarak İran’ı birbirine yakın zaman diliminde hedef alması, vaad edilmiş toprak hayalini gerçekleştirmeyi hızlandırdığını bize gösteriyor. Bu da bize, bir sonraki hedefin Türkiye olabileceğini çok açık bir şekilde gösteriyor. Kimileri bunu hayal olarak görse de bu ihtimali görmeliyiz. Türkiye, bu tehdidi algılayıp bölgedeki ülkeleri iş birliğine ve dostluğa getirmeye çalışmıştır. İran ise bu dostluğu görmezden gelerek yine tarih boyunca yaptığını yaparak Türkiye’yi kendini bir rakip olarak seçmiştir. Günün sonunda Tahran yönetimi, dokunulduğu anda yıkılmayı bekleyen bir domino taşına dönüşmüştür. Türkiye, Suriye’de istikrarı sağlayarak, Irak’ta terörü büyük oranda yok ederek, Mısır’la ilişkilerini geliştirerek sıradaki tehdit olan İsrail’e karşı büyük bir ittifak kurmaya çalışıyor.

İsrail ve ABD, yıllar boyunca bölgedeki ülkeleri birbirine düşürerek ve bölerek bugünlerin zeminini hazırladı. Şöyle düşünelim; eğer İsrail’in yanı başında güçlü bir Suriye devleti olsa ve bu devletin her açıdan donatılmış sağlam bir hükümeti var olsa, Tel Aviv yönetimi İran’a bu kadar kolay saldırı gerçekleştirebilir miydi? Veya Netanyahu hükümeti Türkiye’yi hedef alırken rahat olabilir mi? Bu yüzden bölgede, İran’ın yaptığının aksine, bölgedeki ittifaklar güçlendirilerek Tel Aviv’e karşı sağlam durulmalıdır. Bir sonraki hamlenin bize gelebileceğini hesap ederek adımlarımızı atmalı ve dirayetli durmalıyız.

İran’ın mezhepsel politikası Orta Doğu’da çökmüştür. Hizbullah, Husiler derken İran, başkenti Tahran’ı bile koruyamaz hale gelmiştir. Bölgede bu gerçeği bilen ve farkına varan tek ülke de Türkiye’dir. Suriye’de Esad’ın devrilmesi ve muhaliflerin zaferi, Netanyahu ve İsrail tehdidini ötelemiştir. Yıllarca adeta İsrail’le iç içe politikalar benimsemiş Esad şu anda olsaydı, gelecekte Türkiye’yi neler beklerdi? Hepimiz tahmin edebiliyoruz. Bundan sonra bölgede atılacak adımlar, Türkiye öncülüğünde İsrail tehdidini durdurmaya yönelik olacaktır, olmalıdır.

15 Haziran 2025

“Bir Gün Sıra Bize Gelirse…”

Son günlerde Ortadoğu’nun harareti yeniden yükseldi. İsrail, İran topraklarında nokta atışı suikastler, füze saldırıları ve altyapı sabotajları gerçekleştiriyor. Peki, bu olaylar sadece iki ülke arasında kalan, uzak bir güvenlik meselesi midir? Hayır. Aksine bu tablo, Türkiye’nin hem siyasi hem ekonomik egemenliği açısından giderek büyüyen bir tehdidin habercisidir. İsrail’in, İran’ın içinde gerçekleştirdiği suikastler sadece bir istihbarat başarısı değil; aynı zamanda küresel düzende “dokunulabilirlik” sınırlarının kalktığını gösteren tehlikeli bir gelişmedir. Düşünün ki bir devlet, başka bir devletin içindeki nükleer bilim insanlarını, askerî komutanlarını, enerji altyapılarını istediği gibi hedef alıyor ve dünyadan cılız tepkiler geliyor. Bu sessizlik, güçlü olanın kuralları yeniden yazdığı bir döneme giriş yaptığımızı ilan ediyor. Bugün İsrail bunu İran’a yapıyor. Yarın aynı sistem, aynı güç ilişkileri Türkiye’ye dönük benzer adımları atarsa ne yapacağız?

Ekonomide kendi teknolojisini üretmeyen, savunma sanayisinde dışa bağımlı kalan, enerji bağımsızlığını elde edememiş bir Türkiye için bu sorunun cevabı: Hiçbir şey yapamayız olabilir. İşte tehdit tam burada başlıyor.

İsrail’in İran’a yönelik saldırıları sadece askeri değil; ekonomik altyapıyı da hedef alıyor. Radarlar, enerji tesisleri, iletişim hatları… Türkiye’nin sanayi devrimini geciktirdiği, enerjide dışa bağımlılığı azalttığı ama bitiremediği, yüksek teknoloji üretiminde hâlâ ithalatla ayakta kaldığı bir dönemde, bu tür bir saldırı modeli bizim için bir felaket senaryosunun fragmanı olabilir. Ekonomik özgürlük yalnızca kendi paranı basmakla, Merkez Bankası faiziyle sınırlı değildir. Kritik teknolojilerini üretmeyen, tarımda tohumdan gübreye dışa bağımlı kalan, yazılımını, uydusunu, savunma şemsiyesini başka ülkelerin izniyle kuran bir ülkenin ekonomik bağımsızlığı aslında bir illüzyondur. Bugün İsrail, İran’ın hava savunmasını deldiğinde dünya susuyor. Yarın biri gelip Türkiye’nin Karadeniz’deki doğalgaz tesislerini hedef alırsa, yine susacaklar. Çünkü kurallar, güç üzerinden yeniden yazılıyor. Ve eğer biz, bu yeni düzende sadece izleyici kalırsak, ekonomik olarak da jeopolitik olarak da tehdit altına gireriz.

Türkiye Ne Yapmalı?

Milli savunma teknolojileri ve yerli istihbarat kapasitesi, her zamankinden daha kritik bence. Ayrıca Enerji bağımsızlığı, artık sadece ekonomik değil stratejik bir zorunluluktur. Dahası dış politikada net, ilkeli ama caydırıcı bir duruş artık bir lüks değil, beka meselesidir. Bir diğer önemli konu ekonomik diplomasi, artık sadece yatırımcı çekmek değil, kriz anında dayanabileceğin dostlar biriktirmek gerekir. İsrail’in İran’a attığı her füze, aslında bize şu soruyu soruyor: Hazır mısınız?

Ekonomik olarak, teknolojik olarak, politik olarak bağımsız bir Türkiye mi inşa ediyoruz; yoksa günü kurtaran politikalarla sadece sıranın bize gelmesini mi bekliyoruz? Unutmayalım; Ortadoğu’da artık hiç kimse uzakta değil. Tehdit sınır tanımıyor, dokunulmazlık kalktı. Ya güçlü olacağız ya da başkalarının oyununda taşeron olacağız.