Ana Sayfa Blog Sayfa 655

Doğan Gürpınar – İki Tarz-ı Liberteryenizm

0

Liberteryenizm, ahlaki olarak bireylerin otonomilerine dışarıdan hiç bir müdahalenin meşru olmadığını, bu sebeple sadece bireylere yönelmiş değil kamusal alana dahil hiç bir konuda hiç bir kısıtlamanın kabul edilemeyeceğini savlar. Yani, ahlaki olan her türlü kısıtlamanın, sınırlamanın, müdahalenin olmamasıdır, yokluğudur. Kuşkusuz, siyaset kamuyla ve kamunun ortak alanlarıyla ilgilendiği için liberteryenizm öncelikle ve kaçınılmaz olarak yasal sınırlamalara ve devletin müdehalelerine karşıdır. Vergi “ahlaki değildir” çünkü devlet vergi yoluyla bizim üretttiğimiz ve dolayısıyla bize ait olanı gaspederek almaktadır, güvenlik gerekçeli sınırlandırmalar gayrıahlakidir çünkü bu tür mülahazalarla hareket ve keyfi dolaşım hakkımıza ve her türlü bedensel otonomimize sınırlandırmalar getirimektedir vesaire vesaire. Ancak tabii liberteryenizm sadece “siyasal bir ideoloji” değildir, ondan çok daha kapsayıcı bir dünyagörüşüdür ve sadece siyasal alanlarda değil her tülü bireysel otonomiye engel olan yasal olmayan (sosyal, kültürel, dini, ahlaki) engellemelere de karşıdır. Tabii ki liberteryenizm ahlaki kısıtlamalara karşıdır derken, liberteryenizm “ahlaksızlıktır” denmemektedir. “Ahlaki” algılanan ama sosyal olarak kurgulanmış ahlaki koda karşı kendi “daraltılmış Kantçılığı” bireysel-merkezli bir ahlaki kod önermektedir. Öncelikle bir liberteryen için başka insanların ne yaptığı bizi ilgilendirmemelidir, daha doğrusu bizim bu konuyla ilgilenmemiz meşru değildir. Liberteryen ahlak, ne yapmalı, nasıl yapmalı gibi soruları reddederek neler kesinlikle yapılmamalı (başkalarının bireysel otonomilerine halel getirici davranışlar) sorusuna odaklanarak, bu sınırlı “yapılmaması gerekenler” listesi dışında her türlü davranışı meşru görmektedir. Şahsi kanaatler çerçevesinde bireyler gönüllü olarak tamamen bireysel ahlaki normlarını oluşturabilirler, ancak bu tür bireysel ahlaki davranış kodları sosyal olarak anlam ve değer teşkil etmezler.

Yukarıda çok kısa bir “liberteryenizm özeti” sunulmuştur. Buradan hareketle iki farklı ve birbirinden çok ayrı liberteryenizm algısı oluşturulabilir. Madem liberteryenizm öncelikle her türlü sosyal-siyasal değeri reddetmektedir, buradan hareketle sosyal ve siyasal gündemde tavır alınabilecekler basitçe –reddedilenler ve –reddedilmeyen’lere indirgenebilir. –Reddedilenlere karşı ahlaki tavır alınır ve alınmak zorundadır (vergi arttırımları, ağırlaştırılmış polis selahiyetleri kanunu, zorunlu askerlik, zinayı suç olarak değerlendiren yasa düzenlemesi vesaire…) Liberteryenizmin bir siyasal-sosyal toplum projesi, ütopyası yoktur. Sadece bir disütopyası vardır, George Orwell’in 1984’üne benzer bir devlet ve toplum modeli. Bu sebeple liberteryenler için sadece ve sadece karşı çıkılacaklar vardır. Ve eğer bir şey doğrudan karşı çıkılması gerekenler kategorisine girmiyorsa, o zaman bu bir liberteryenin işi ve ilgi alanı değildir. Bir liberteryen iki meşru görmediği tercih arasında kayıtsız kalacaktır (mesela meşru görmediği bir darbe tehlikesine karşı sosyal ve siyasal politikaları açısından meşru ve kendi özgürlük anlayışına yakın görmediği AKP iktidarı arasında) Bu tür bir liberteryenizm, kaçınılmaz olarak ahlaki kayıtsızlığa varacaktır ve varmıştır. Bu durum kısmen liberteryen ahlakın doğasından türemiştir, zira liberteryenizm kendi “daraltılmış ahlakı”nın dışında kalan konular onun için herhangi bir şekilde “değer yüklü” değildir. Tek değer “bireysel otonmomidir”, diğer muhtemel değerler ikincil düzeyde değildir, basitçe değersizdir, liberteryen doğa açısından “anlamsızdır”. Bundan da öte madem ki güncel siyasi tartışmalar, liberteryenerin tavizsiz savundukları felsefi referans çerçevesi dışında cereyan etmektedir, o halde bu tür tartışmaları bir liberteryen aksinin ilkesiz bir pragmatizmden ibaret olacağı düşüncesiyle reddeder, muhatap almaz. Bu dünyada olan, biten bir liberteryen için bayağı ve içi boş fiili durumlardan ibarettir. Dolayısıyla bir liberteryen için kendi ahlak anlayışı dışındaki tüm değerler bayağıdır ve bir liberteryen mesela son derece bayağı bir popülizm olan demokrasi gibi bir değere saygı duymaz, demokrasi karşıtı otoriter değerlere karşı olsa bile. İşte bu mülahazalarla, kendisinde gördüğü üstinsan hakkı ve pervasızlığıyla dünyevi vicdani ve ahlaki kaygıları reddeder ve küçümser. Liberteryenizm bu şekilde siyasi ahlak açısından sinisizme dönüşür.

Aynı şekilde liberteryenizm, tam aksine total bir ahlakçılığa da varabilir. Yani bir liberteryen ilke olarak her türlü bireysel hak ve özgürlüğe saldırıyı ilkesel olarak reddettiği için onun için onun “mutlak değer”inden bir nebze dahi eksik kalan bir pozisyona karşı uzlaşmaz bir tavır alacaktır. Bu durumda liberteryenizm mutlak bir ahlakçılık haline gelecektir. Liberteryenizmin ütopyası” olan total özgürlükten bir radde azı bile liberteryenizm için tavizsiz bir mücadele sebebi olacaktır.

Liberteryenizmin her iki muhtemel versiyonu dünyada da, Türkiye’de de mevcuttur. Dünyadan başlarsak, daha doğrusu ABD’den başlarsak liberteryenizm için temel “sorun” onun kaçınılmaz bir şekilde “sağcılıkla” bir noktada buluşması, onunla bütünleşmesi hatta en sonunda tam bir sağcılık haline gelmesidir. ABD’de bol miktarda bulunan free-market think tank’leri liberteryen ahlaksallığı siyasallaştırmakta ve onu devlet tarafından her türlü ekonomik müdahaleye karşı ideolojik savunu olarak kullanmaktadır. Bu ideolojik kurgu bütünüyle çelişik değildir, ancak “eksik”tir. Liberteryenizm ekonomik adem-i müdahaleyi savunmakla beraber buna indirgenemeyecek bir ahlakçılıktır. Ancak liberteryenizm nasıl sağcılığa nasıl payanda olabilmektedir ?

Zira liberteryen skeptisizm her türlü değeri reddettikten sonra, ortada savunulacak, sahip çıkılabilecek “bireysel otonomi”, ve “doğuştan gelen ve elinden alınamaz bireysel özgürlükler” dışında hiç bir değer bırakmamaktadır. Ortada sadece bireyler ve meşru sınırlarının içinde devlet kalmaktadır. Bireyler, vatandaş değilleridir ve olmamalıdırlar da. Çünkü “vatandaş” olmak, sadece bazı sorumlulukları beraberinde getirmekle kalmaz, aynı zamanda bir cemaat içinde başka insanlarla beraber yaşanıldığı ve doğal durumun da bu olduğu aksiyomunu da beraberinde getirir. Oysa liberteryen açıdan bireyler sadece kaçınılmaz sebeplerle (dünyanın çok da büyük olmaması, insanların belli yererde yoğunlaşma eğiliminde olması) diğer insanlarla mekansal yakınlık içinde yaşamakta ve yine özçıkarcı (self-interest) veya alturist sebeplerle az veya çok diğer insanlarla iletişim içine girmektedir ancak bunlar sadece ve sadece realiteler ve bireysel tercihlerdir, bundan öte zorunlu olarak mekansal yakınlık içinde olduğu diğer insanlarla bir paylaşım içinde değildir ve olmaya zorlanmamalıdır. Çünkü bireyler sadece bireylerdir.

Liberteryenizmin sorunu tam da burada başlamaktadır. Çünkü bireyler sadece ve sadece birey olarak tanımlandıkları ve onları bireysel varoluşlarının dışında herhangi bir sıfatla tanımlamayı reddettiklerinde onları aslında paradoksal bir şekilde savunmasız bırakmaktadır. Bir liberteryenin birey-devlet ilişkisi meselesinde, liberteryenlerin inanmadığı ve kaale almadığı değerler ve dinamikler üzerinden kurulduğu için diyecek bir şeyi yoktur. Aynı şekilde, “birey” dışındaki değerler de, “bireysel otonomi” doğrudan, “açık ve yakın” olarak saldırı altında olmadığı sürece onları kendi ahlaksal tutarlılıkları gereği ilgilendirmemektedir. Buradan hareketle, liberteryenizm amiyane tabirle “gamsızlığa” varmaktadır. Değerlerin herhangi bir anlamı yoktur ve savunulması gerekmemektedir. Liberteryen skeptisizm, bir konuda “değer” teşkil etmediğine kanaat getirdiği noktada beraberinde şiddetli bir “değersizleşme” getirmektedir. “Birey” ise “bireysel otonomi”yi korumak dışında da kendi başına kendiliğinden bir “değer” teşkil etmese bile savunulacak tek odak haline gldiğinde, sorun sadece demokrasinin küçümsenmesi (ve hatta reddedilmesi) ile sınırla kalmamakta, mesela devletlerin bir kere meşru daraltılmış sınırları içinde kaldığı sürecince mesela saldırganlığı, şiddetperestliği meşrulaşmaktadır. Eğer ortada savunulacak bir değer yoksa ve devletler bunların korunması ve geliştirilmesiyle yükümlü değilse o halde bu noktadan çok kolay “reelpolitik”e ulaşılmaktadır. Bireysel hak ve özgürlükleri tanımak kolaydır ancak kritik, zor ve daha karmaşık soru şudur ki devletler arasında benzer bir ilişki nasıl kurulacaktır, nasıl gerektiği zaman bir yaptırım uygulanması söz konusu olacaktır. Devletlerarası ilişkilere birebir bireylerarası hukuk uygulanamayacağından (çünkü “uluslararası toplum” başlı başına devletlerin “bireysel” özgürlüklerine müdahale oluşturmaktadır) burada liberteryenizm ya ahlaki bütüncüllüğü adına tamamen anti-devlet,anti-militarist ve şiddet karşıtı bir pozisyon alacaktır, ya da burada devletlerin güç kullanma hakkına boyun eğecektir ve bu çelişkiyi aşamayacaktır. Mesela bu tür bir liberteryenizm yorumu, devlet bireysel otonomilere dokunmadığı sürece reelpolitik bir meşruiyet zemininde hareket edebilmekte, yani bu tür bir liberteryenizm yine bir ulus-devletçi ideolojiyi aynen devam ettirebilmektedir. Devlet ancak minimal bir devlet olduğu ve birysel hak ve özgürlükleri ihlal etmediği sürece meşrudur ama bir kez devlet bu daraltılmış zemini kabul ettiğinde, meşru güç kullanma imkanı ve hatta tekeli liberteryenizm tarafından tanınmak durumunda kalacaktır. Tabi ki denildiği gibi bu liberteryenizmin muhtemel yorumlarından sadece biridir. Yukarıda belirtirdiği gibi bu durum liberteryenizmin “sağcılaşmış” veya “sağcı” versiyonudur. Liberteryenizmi daha bütüncül bir “inatçı ahlakçılık” olarak alırsak, uygulanabilirliği meselesini bir kenara bırakırsak, varacağımız yer ise çok farklı olmaktadır. Bu tür bir liberteryenizm bir kere ayrımcı “değerleri” kategorik olarak reddettiği için solun başaramadığı “mükemmel evrenselcilik” durumunu yakalayabilmektedir.

Türkiye’de kökü Liberal Düşünce Topluluğu’na bağlanabilecek Türk versiyonu liberteryenizm her iki versiyonu da ihtiva etmektedir. Ancak Türk liberteryenizminin neşet ettiği kökenler ve miras sebebiyle ikincisinden çok ilkine yakındır.

Liberal Düşünce Topluluğu temelli hareket büyük ölçüde “sağ” kökenlidir. 1970lerde sağcı-solcu kamplaşmasında kendini “sağ” cenahta görmekler beraber, zaman içinde bu kökeni terketmiş ama bu geleneğin milliyetçi-muhafazakar tradisyonunun kalıntısı hatta ta kendisi “sol düşmanlığı” şeklinde, mutasyona uğramış halde sürmeye devam etti. Buradaki sol fobisinin temel sebebi aslında solun algıda CHP üzerinden Kemalizmle özdeşleşmesi olmuştur. Bu algıda solculuk denilince anlaşılan aslında doğrudan Kemalizm’dir ve sınıfsal olarak da alt sınıfların milliyetçi-muhafazakar orientasyona karşın orta sınıfların solculuğu ve Kemalistliği bir “sınıfsal pozisyon” olarak algılanmaktadır. Buradan hareketle, milliyetçilik ve muhafazakarlık terkedilip (hatta “kollektivizm” üzerinden milliyetçilik ile sol eşitlenmektedir) yerine solun antitezi solun (aslında sol ile kastedilen her zaman Kemalizmdir) “müdahaleciliği” karşın “mutlak bir adem-i müdahaleci” pozisyon önerilmektedir. Yani “sol” ve “sosyalizm” kötüdür, o halde ona ne kadar karşı ve tezat bir şey benimsenirse, o kadar “doğru” ve “değerli” olacaktır. Devletçilik madem kötüdür, o halde devletin kendisi de her hal ve şartta “kötü” olmalıdır, ne kadar küçültülürse o kadar iyidir, hatta mümkünse tamamen yok edilmelidir. Yani liberalizmden kastedilen aslında liberalizmin genel çerçevesi olmaktan zira hep onun “kendiliğindenciliğidir” ve liberalizm ismi altında “müdaheleciliğin” ayna imgesi anlaşılmkta ve çok farklı kökenlerden türemiş ve çok farklı ideolojiler olan liberalizm ve liberterynizm birbirine karıştırılmakta, liberteryenizm liberalizmin “saf hali” sanılmaktadır..

Ne kadar az müdahale olursa o kadar makbul bir “liberalizm” (liberteryenizm) olacağı varsayımıyla kendi kendini aşırılaştıran bir psikolojiyle her türlü farklılık “(sol)sapma” olarak damgalanırken liberalizmi (liberteryenizmi) belirleyen en kritik değer “piyasa” olarak deklare edilince diğer tüm “değerler” ikincilleşmekle kalmıyor, “değer” teşkil etmez hale geliyor, “değersizleşyor”. Bir kez bir konu hakkında –olmaz fetvası verilmemişse o konuda söylenebilecek, normatif-Kantçı bir yargı anlamsız kalmaktadır. İşte o zaman ahlaki değil pragmatik tercihler mümkün ve hatta tercihe şayan oluvermektedir.

Bu sebeple Türk versiyonu liberteryenizm piyasa fetişizmi olarak başlayan süreçte, etik anlayışını liberteryen amentüde haram olmayanlara karşı kayıtsızlaşırken (ve kayıtsızlaşmanın kendisini bir erdeme dönüştürerek) “sağcılaşmaktadır”.

Bu “sağcı liberteryenizm”, özellikle ilk akademik ve düşünsel formasyonunu “liberteryenizm” olarak almış genç kuşak üzerinde beklenmedik bir sertlik ve şiddette etkili oldu. Öncesinde genel bir felsefe ve siyaset felsefesi temeli ve altyapısına sahip olunmadığından, liberteryenizm hem bir hap, hem de girilince çıkılamayacak bir kilise olarak addedildiğinden yalın bir şekilde “piyasacalığa” dönüşmüştür. Nihilist bir değersizleşme sonucu bireyin mutlak özgürlüğü dışında tüm değerler anlamını yitirmiş ve hatta liberteryenin üstünlüğünün, (Rantçı manada) metafizik değerlerin bir hakikate tekabül etmediğinin ayırdında olan “ayrıcalıklı azınlık” olmasından hareketle bu değerleri önemseyenleri hakir görme noktasındadır.

Bu tür bir sağcı liberteryenizm, bir bakıma, sola ve Kemalizme keskin bir karşıtlık ve bir nevi 1970lerin (sınıf) mücadelesini daha sofistike ve daha farklı bir kavramsallaştırma üzerinden sürdürme kaygısının istenmeyen gayrimeşru çocuğudur. “Genç liberteryenizm”, pozitif bir geribesleme sürecinde, kendi babasına başkaldıran, onu yeterince sert bulmayan oğul sendromudur. Yani “tutarlı olmak” ve hep daha da, daha da, en fazla “liberteryen olmak” kaygılarıyla sonunda bir ilkesel duruş olmaktan pür bir reddiyeciliğe ulaşmakta ve reddedilenler arasına bir sür sonra siyasi ahlak ve ahlak da yerleşmektedir.

Bu satırların yazarı liberteryen olmamakla ve liberteryenizme oldukça mesafeli durmakla beraber, bir ahlaki duruş olarak liberterynizmi etkileyici ve ulaşılamayacak ve ulaşılamayacağı için de görkemli bir ütopya olarak görmektedir. Felsefi bir pozisyon olarak, liberteryenizm her türlü metafiziksel kavram ve değeri alaşağı ederek yerine mutlak istenci ve her daim dolaysız özgürlüğü savunmaktadır. Ancak, liberteryenizm iki zıt noktaya varabilmektedir, bir tarafta bir kez tüm kavram ve değerler metafiziksellikleri içinde inkar edildikten sonra birbirine zıt iki opsiyon söz konusudur. Tüm değer-kutsallığından arınmış ortamda, birinci ihtimal Hobbesyen bir dünya önerilebilinir. Çünkü bir kez değerler metafizik olduklarından dolayı alaşağı edildikten sonra onları ikame edecek bireyselleşmiş sübjektif-Kantçı değerler ortaya konmazsa ortada üzerine titrenecek ve meşruiyeti kabul edilecek hiç bir değer kalmamaktadır. Ya da ikinci ihtimal, madem kutsanacak hiç bir “verili” değer yoktur, o halde tamamen etikselleşmiş bir bireysellik önerilebilinir. Ahlakın başlangıç ve bitiş değeri olarak “birey”i savunmak adına, her türlü bireysel özgürlük ve otonomiye saldırıya karşı özgürlük total ve tavizsiz bir değer mertebesine yükselecektir. İkincisi kuşkusuz çok etkileyicidir, ancak Türkiye’de maalesef büyük ölçüde Liberal Düşünce Topluluğu kaynaklı liberteryenizmde özellikle bu felsefenin ikinci el tüketicileri yani bizzat liberal bir felsefi formasyonun üretici değil tüketicisi olanlar tarafından (liberteryenizme Rand prizmasından bakmak, liberteryenizmi felsefi kaynaklı değil politik angajmanlı ele almak, Hayekçi bir “piyasa kendiliğindenciliği” liberteryenizmle birleştirmek, mutlak bir skeptisizmi kaldırabilecek kültürel bir formasyondan yoksun olmak ve yukarıda bahsedilen liberteryenizmi sola karşıt bir tepkiselcilik olarak görmek gibi farklı sebepler sebebiyle) ilk versiyon satın alınmaktadır.

13.07.2007
 

Bir saldırıya cevap

0

Türkiye’de medya sektöründe korkunç bir ahlâkî ve meslekî yozlaşma yaşandığı tespitine sektörün içinde yer alan pek çok kişi de katılmaktadır. Bu yozlaşma, değişik zaman ve ortamlarda insanlara zarar vermektedir. Birçok kimse gibi benim de bu konuda tecrübelerim, bizzat yaşadığım ve şahit olduğum olaylar var.

Bunların hepsini yazacak ve tarihe not düşeceğim. Şimdilik, başıma gelen son olayı kamuya aktarmak ve değerlendirmek istiyorum. Geçtiğimiz cumartesi (18 Kasım) AKP İzmir İl Gençlik Kolları tarafından düzenlenen bir panele katıldım. Diğer konuşmacılar Zaman’dan Ali Bulaç ve AKP milletvekili Zekeriya Akçam’dı. Konumuz AB sürecinde olanlar ve toplumsal yansımalarıydı. Ali Bulaç, güzel bir konuşma yaptı ve daha ziyade güncel siyasî ve stratejik değerlendirmelerde bulundu. Ben ise konuşmamın başlığını “Medeniyet, AB ve Türkiye” olarak belirlediğim için, teorik bir çerçeve çizerek dinleyiciye hitap etmeye başladım.

Birden çok medeniyet olmadığını, tek medeniyetin bulunduğunu; mahallî ve dönemsel renkler alsa bile aslolanın ortak insanî medeniyet olduğunu vurguladım. Medeniyet tarihini inceleyerek bu medeniyetin temel değer ve kurumlarının belirlenebileceğini belirttim. Sonra bunları şu şekilde sıraladım:

De facto değil de jure olarak özel mülkiyet;

İş bölümü ve uzmanlaşma;

Serbest mübadele;

Sözleşme serbestisi ve sözleşmelerin uygulanmasını sağlayacak kültür ve ahlâk ve hukuk kodları;

Sınırlı ve kurallara bağlı siyasî yönetim;

Düşünce ve ifade özgürlüğü;

Bir dine inanmayanları ve azınlıkları da kapsayacak şekilde din özgürlüğü;

Hukukun hâkimiyeti;

Siyasî suçların olmaması;

Toplumda dikey ilişkilerin değil, yatay ilişkilerin yaygın olması;

Zengin sosyal çeşitlilik;

İnsan ihtiyaçlarının çeşitlenmesi ve istikrarlı bir şekilde karşılanması.

Sonra, ‘Bu teorik çerçevenin bir anlamı varsa bu açıdan Türkiye’yi değerlendirebiliriz.’ dedim. Bunu yaparken de Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinin yekpare bir şekilde ele alınamayacağını, 1925-45 arası ve 1950 sonrası olarak iki dönemden bahsetmemiz gerektiğini, bu iki dönemin birbirinin tersi/panzehiri olduğunu söyledim. İlkinin, yani tek parti döneminin bu teorik çerçeve açısından başarılı sayılmasının zor olduğunu, medeniyetin birçok temel değer ve kurumlarının bu dönemde bulunmadığını vurguladım. Bu yüzden Kemalizm’in medenîleştirici bir süreç olarak görülemeyeceğine işaret ettim. Medeniyet bir şeyi yapmaksa (yani do etmek) Kemalizm’in, onu yapmamak/çözmek (yani undo etmek) anlamına geldiğini dile getirdim. En sonunda da AB’nin medeniyetle aynı şey olmadığını, medenîleşmek için AB’nin olmazsa olmazı teşkil etmediğini, AB’nin büyük problemleri ve çifte standartları olduğunu ifade ettim. AB’nin Türkiye’den taleplerinin bazılarının, mesela ifade özgürlüğünün genişletilmesinin, taviz olarak yorumlanmasının yanlış olduğunu; ama Kıbrıs gibi konuların diplomatik, politik ve stratejik meseleler olduğunu ve müzakere edilmeleri gerektiğini bilhassa vurgulayarak sözlerimi bitirdim.

Medya ve ahlâk

Sonradan gazeteci olduğunu öğrendiğim bir bey ile hanım, salonun bana göre sol tarafında yalnız oturuyorlardı. Soru-cevap kısmında hanım gazeteci söz istedi ve Kemalizm’in medeniyeti çözücü bir şey olduğunu söylediğimi duyduğunu, yanlış duyup duymadığını sordu. Ben de yanlış duymadığını söyleyip geniş bir çerçevede niye böyle düşündüğümü özetledim. 1925-45’e tekabül eden tek parti döneminde temel bazı değer ve kurumlarının eksik olduğunu, ifade hürriyetinin olmadığını, siyasî yönetimin sınırlanıp denetlenemediğini, siyasî muhalefete teşkilatlanma izni verilmediğini söyledim. Bu gibi konuların hem hislerin galeyana gelmesi hem de ifade özgürlüğünün yeterince geniş olmaması yüzünden soğukkanlı biçimde konuşulamadığına; ama kavga etmeden konuşmak gerektiğine, zaten, AB sürecinde, eğer kulübe üye olacaksak bunları konuşmamız gerektiğine işaret ettim. Daha başka şeylerin de konuşulacağını, mesela, AB tarafından neden her tarafta sadece tek bir adamın (“bu adam” deyip demediğimden emin değilim, bantlar varsa çözülünce göreceğiz) resim ve heykellerinin bulunduğunun sorulacağına dikkat çektim.

Hanım gazeteci, panel tam olarak bitmeden fırlayıp gitti. Ters bir haber çıkacağından emindim; ama buna zaten alışık olduğum için ne deneceğini merak etmiyordum. Ertesi günkü Yeni Asır gazetesinde her türlü ahlâkî değeri çiğneyen, vicdansız bir “haber”, daha doğrusu bana yönelik bir saldırı çıktı. Bir fotoğrafımla süslenmiş saldırının başlığı “Hain” idi. İlk sayfada “Atatürk’e inanılmaz hakaretlerde bulunduğum” iddia edilmekteydi. Sözüm ona haberde, panelin AKP tarafından düzenlendiği bilhassa vurgulanmaktaydı. Aslında bu bir haber değil, yeni bir andıç, bir linç girişimiydi. Nitekim pazar günü İzmir’de arkadaşlarımın ikazıyla iki taraflı olan kabanımın diğer yüzünü giyerek dolaştım. Aynı gazetenin bu vicdansız saldırıya imza atan muhabiri ve yazı işleri beni yine aradı. Yaptıklarının beni hedef göstermek olduğunu iddia ettikleri gibi kimseye hakaret etmediğini söyleyerek hatalarını düzeltmelerini istedim. Ancak, bunu yapacaklarını hiç ummuyordum. Nitekim, ertesi gün yine “Haine tepki” başlığıyla tavırlarını sürdürdüler. Hatta daha da azdılar. Atatürk’e sövdüğümü iddia ettiler.

Bu saldırı hiçbir yönüyle mazur görülebilecek nitelikte değildir. Yaptığım konuşma bir akademik analizden ibarettir. Atatürk’ün, İnönü’nün veya başka birinin adı hiç geçmemiş, mesele kişiler seviyesinde ele alınmamıştır. Nitekim, adı geçen gazetenin iç sayfalarında üstelik seçilerek aktarılan sözlerim dahi bunu kanıtlamaktadır. Peki, buna rağmen, nasıl oluyor da bu tür ahlâksız ve alçakça saldırılar yapılıyor. Bundan ne umuluyor? Anladığım kadarıyla, ilk olarak, bu fanatik gazete ve onun muhabiri AKP’yi benim üzerimden vurmak istiyor. Nitekim, saldırı yapılır yapılmaz AKP’liler paniğe kapıldı. Konuştuğum AKP’lilere dik durmalarını tavsiye ettim, söylediğim her şeyin sorumluluğunun bana ait olduğunu söyledim. Rahat olsunlar; ama aynı zamanda omurgalı olsunlar. Parti milletvekili Zekeriya Akçam’a ve parti yetkililerine, Doğan Haber Ajansı’na söylediklerine binaen, şunu söyleyeyim: Benim ne reklama ne de AKP platformlarını kullanmaya ihtiyacım var. AKP’nin bir panelinde bulunmam bana değil, AKP’nin itibarına ve demokrat duruşuna katkı sağlar.

Muhabire gelince… Sanıyorum onun bilgi birikimi de, vicdanı da beni ve benim gibileri anlamaya yetersiz. Bunda belki özgürlüğü doya doya yaşayan; ama özgürlük felsefesinden habersiz olan ve başkalarının özgürlüğünü kendi özgürlüğü uğruna harcamaya yatkın insanların bol olduğu yerlerde oturup kalkmasının da etkisi vardır. Bu gazeteci, benim yazı ve konuşmalarımdan haberdar olsaydı, yıllardır Kemalizm eleştirisi yaptığımı bilirdi. Ama sanırım, o, belletildiği ve dogma haline getirdiği şeylerin eleştirilebileceğini hayal dahi edemiyordu. Kavrama kapasitesi sınırlı ve niyeti de bozuk olunca akademik eleştirileri hakaret diye aldı ve o manşeti çekti veya çekilmesine ortak oldu. Bu arkadaşa acıyorum ve özgürlüğü, özellikle ifade özgürlüğünü öğrenmeye J.S.Mill’in Özgürlük Üstüne’si ile başlamasını tavsiye ediyorum.

Yeni Asır’ın yazı işlerinin sergilediği ve sık sık benzer yayın organlarınca tekrarlanan tavra da değinmek zorundayım. Haberlere yorum katmak meslek ahlâkına sığmaz. Bu aynı zamanda okuyucunuzu aptal yerine koymak ve manipüle etmek anlamına gelir. Haberi verip yorumu okuyucuya bırakmak yerine beni “hain” ilan etmişsiniz. Kime, neye, nasıl ihanet ettim ki “hain” oldum? O başlığı çekip beni hedef hâline getirirken vicdanınız hiç sızlamadı mı? Ya biri bana “vay hain” deyip saldırsaydı, bunun sorumluluğu size ait olmayacak mıydı?

En güçlü silah: Fikir

İfade özgürlüğünün olabildiğince geniş olması taraftarıyım. Dolayısıyla, hiç kimseyi, fikirlerimi kabul etme mecburiyetinde görmem. Hiç kimse doğrunun tekeline sahip değildir. Herkes gibi benim söylediklerimde de doğru veya yanlış şeyler olabilir. “Haber”den ayırıp bir yorum yazsanız, fikirlerimi dilediğiniz gibi eleştirseniz, gocunmam, memnun olurum. Hatta, öyle bir yorumda veya bir köşe yazarının yorumunda “hain” olduğumu iddia etseniz bunu da ifade özgürlüğü içinde görürüm. Ama, sizin yaptığınız bunların hiçbiri değil, sadece, beni hedef haline getirmek, hayatımı tehlikeye atmak, linç etmeye çalışmaktır. Sınırlı kapasitenizin benim derin bilgi ve fikir dünyamı kavramaya yetmediğini anlıyorum; ama ahlâkî değerlerden ve vicdandan da mı hiç nasiplenmediniz?

Ey bu vicdansız saldırıya imza atan gazeteci arkadaşlarım. Fikirlerime bir itirazınız varsa istediğiniz yerde istediğiniz şartlarla tartışalım. Beni “hain” ilan etmeniz fikirlerimin yanlış olduğunu göstermez. Tam da tersine, ciddiye alınmaları gerektiğini ve onlardan korktuğunuzu ispatlar. İnsanları terörize etmekten vazgeçin, biraz okuyun, öğrenin. Önce ahlâk kurallarından ve gazeteciliğin genel standartlarından başlayın. Sonra insanlık tarihini okuyun. Elinizdeki gazeteleri silah gibi kullanmayın. Tetikçiliğe soyunmayın.

Ben Atilla Yayla olarak söylediğim ve yazdığım her şeyin arkasındayım. Sizin ahlâk dışı saldırılarınızdan ve terörize etme çabalarınızdan korkup yılacağımı sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Panelin sonunda, söylediklerime Kemalistlerden cevap beklediğimi; ama bunu pek muhtemel görmediğimi, doğru dürüst bir cevap almaktan umutlu olmadığımı söylemiştim. Sizin saldırınız bunun en güzel kanıtıdır. Ben söz sarf ediyorum, siz kurşun sıkıyorsunuz. Hakaret ediyorsunuz. Tehdit ediyorsunuz. Ne yaparsanız yapın, John Milton’ın söylediği gibi, hakikat eninde sonunda galip gelir; ve, herkesin bildiği gibi, fikirlerden daha güçlü silah yoktur. Beni hain ilan ettiniz; ama fikir alanında benim karşımda mağlupsunuz. Yerlerde sürünüyorsunuz. Bu alçakça saldırının kati hesabını ise adalet önünde ve Allah huzurunda vereceksiniz. 

Zaman, 21.11.2006