‘Bağnaz Türkler’ değişebilir mi?

Birkaç yıl önce Bennington College tarafından düzenlenen demokrasiyle ilgili bir toplantıya gitmek üzere İstanbul’da havaalanında dolaşırken, “memlekette ne olup ne bitiyor, haberdar olayım” diye bir tomar gazete aldım. Bir köşe yazısı dikkatimi çekti.

Adıyla en uyumsuz fikir ve tutum çizgisinde bodoslama seyreden bir gazetenin bir yazarı her zamanki nakaratlarını belki bininci kez tekrarlamaktaydı. Yazı “modernleşme ve çatalı tutan el ilişkisi” üzerineydi. Yazarımız, Başbakan Erdoğan’ı “şiddetle” eleştirmekteydi, çünkü Başbakan yemek yerken çatalı sağ eliyle tutmaktaydı. Köşe yazarı, bu davranışı çok yakışıksız ve de modern Türkiye’ye yakışmaz buluyordu. Uygarlık, çatalın sol, bıçağın sağ elle tutulmasını gerektirirdi. “Bunu bile bilmeyen” bir Başbakan’dan memlekete ne hayır gelirdi! Hele –maazallah- yabancılar Başbakan’ın çatalı sağ eliyle tuttuğunu görseler ne düşünürlerdi! Ülkemizin itibarı yerle bir olmaz mıydı!

Yazıyı okuyunca gülsem mi, ağlasam mı bilemedim. Gülsem de olurdu, ağlasam da. Neyse ki, çatalı hep sağ elle tutmama rağmen durumum iyiydi. Ne de olsa ABD’ye; modernlik, uygarlık, demokrasi vs. denince ilk akla gelen ülkeye gitmekteydim! Kendi kendime dedim ki: “Bu konuyu bir de AB’de soruşturayım. Bakalım oradan bu tez nasıl görünüyor?”

Toplantıda başka ülkelerden gelen ve ABD’li hocalarla öğrenciler, demokrasinin çeşitli yönleri üzerinde tartışmaktaydık. Söz sırası bana gelince çantamda özenle sakladığım yazıyı çıkardım, masanın üstüne koydum. Sonra salondakilere sordum: “Yemek yerken çatalı sol elinizle mi tutarsınız, sağ elinizle mi?” “Millet” ilk anda soruyu anlayamadı. Tekrar sordum ve “Çatalı sağ eliyle tutanlar elini kaldırsın.” dedim. O da ne! Aman Allah’ım! Salondaki nüfusun yarısından fazlası elini kaldırdı. Böylece anladım ki; bu ABD denilen ülke de modernlikten, uygarlıktan pek nasiplenmemiştir. İnanın sözümü hiç esirgemedim ve gerçeği Amerikalıların yüzüne tokat gibi çarptım. Hani bizde medyanın ne hikmetse hep subaylara yaptırdığı “son noktayı koyma” işini bizzat ve alenen yaptım. Sonra niye böyle yaptığımı açıkladım. Bu uygarlık ölçütünü koyan “filozof”un yazısından bahsettim. İnsanlar ne olduğunu pek anlayamadılar. Zira salondakiler (çatalı sol eliyle tutanlar dahil) bir ömür düşünse uygarlık, sol el ve çatal arasında ilişki kuracak vasıfta değillerdi…

BEYAZ TÜRKLER’E DÜŞEN GÖREV

Bu anekdotu arada sırada yeni dünyaya gittiğimi okuyucuya duyurmak için veya hoşluk olsun diye anlatmadım. Varmak istediğim nokta kendini “beyaz Türk” diye avutan ama aslında bağnazlıkta sınır tanımayan bazı kimselerin fikir ve kavram dünyasının içler acısı hali. Geçen haftaki yazımda da işaret ettiğim üzere Türkiye’de hayli küçük bir azınlık teşkil eden bir kesim, modernlik, uygarlık gibi kavram ve değerlerden en uzak kesim olmasına rağmen, kendini bunların sahibi gibi görüyor ve yurtiçinde ve dışında öyle takdim ediyor. Bu kesimden bazıları iyi eğitimli (yani adı tanınan okullardan mezun) ve kimileri teknik-meslekî alanlarında epeyce bir bilgi birikimine sahip. Gelir ve dolayısıyla hayat seviyeleri ortalamanın üzerinde. Bu insanlar yurtdışına çıkabiliyor, tatile gidebiliyor, ev, araba, tekne alabiliyor. Bir kısmı yabancı dil konuşuyor. Tabii alkol alıyorlar, mayo giyiyorlar, arada sırada tiyatroya gidiyorlar, hislerini okşayan ve bağnazlıklarını pekiştiren kitaplar okuyorlar. Buna dayanarak bu kesim mensupları kendi hayat tarzlarını başkalarının hayat tarzlarından daha üstün ve değerli görüyor. Buraya, yani kişilerin kendi gelirlerini adil piyasa koşullarında kazandığı ve hayat tarzlarını bilerek ve isteyerek tercih ettiği noktaya kadar her şey normal sayılabilir. Herkesin, diliyorsa, kendi hayat tarzını başkalarınınkinden üstün görme hakkı var. Mesela bir dindar da herhalde kendi hayat tarzının daha doğru ve kıymetli olduğuna inanır. Belli bir hayat tarzına mecburiyet içinde bulunmayanların bu tür algılamalarını normal görmek gerekir.

Ama bu noktadan sonra işler değişiyor. Bu kesim, diğer kesimleri sadece kendisi gibi olmamaları anlamında “öteki” saymıyor, aynı zamanda onları “dönüştürülmeleri”, bu olamıyorsa bastırılmaları gereken kesimler olarak görüyor. Tabii bunu yaparken “benim çıkarım budur” demiyor; bağımsızlık, uygarlık, laiklik, cumhuriyet gibi kavramlara atıfta bulunuyor. Bastırma ve dönüştürmeyi kendisi doğrudan yapamayacağı için “ötekiler”in de ortağı olduğu kamu otoritesini kendi tekeline alıp kamusal yetki ve imkânları kendi hayat tarzını ve üstünlüğünü diğerlerine empoze etmek için kullanmak istiyor.

Bu kesimdekiler içeride ve dışarıda farklı politikalar izliyorlar. İçeride her türlü medenî değere ve çoğu sivil özgürlüklere karşı çıkıp devlet iktidarının kendi adlarına tahakküm kurmasını talep ederken yurtdışında da bütün “Batılı” değerleri Türkiye’de kendilerinin temsil ettiğini ve bu çerçevede Batı dünyasının onlara destek vermesi gerektiğini söylüyorlar. Geçen hafta da işaret ettiğim üzere bu taktik yakın zamanlara kadar çok başarılı oldu. Zira Batılılarla muhatap olanlar genelde bu çevreye mensup sivil ve politik-bürokratik zevattı. Son on yılda bu değişmeye başladı. Batılı uzmanlar ve politikacılar, artık CHP’li olmayan, rejim üzerindeki askerî vesayeti onaylamayan, insan haklarını kendileri için değil herkes için isteyen liberal, demokrat, muhafazakâr aydınlarla da karşılaşmaya başladı. Siyasî alanda da bu bağnaz kesimin hoşlanmadığı muhafazakâr partiler son on yılda çok daha reformist ve “Batıcı” politikalar izlediler. Bütün bunlar “bağnaz Türkler”in Batılıları kandırma imkânlarını azalttı.

İçerde mutlak iktidarlarına meydan okunması, dışarıda gerçek yüzlerinin görülmeye başlanması “bağnaz Türkler”in siyasî, entelektüel ve bürokratik tekelinin kırılmakta olduğunu gösteriyor. Ve bu onları çok öfkelendiriyor. Artık sadece ötekileştirdiklerine değil AB ve ABD’ye de “gıcık” oluyorlar. AB ve ABD’nin Türkiye üzerinde “kötü emelleri” olduğuna inanıyorlar. Ellerinde tuttukları sivil ve bürokratik mevzileri kurallardan ve adalet duygusundan azade kullanarak aleyhlerine olduğunu düşündükleri -aslında uzun vadede onların da lehine olacak- gelişmeleri durdurmaya ve geri çevirmeye çalışıyorlar. AKP’yi etkisiz hale getirebilirlerse bunu başaracaklarına inanıyorlar. Oysa bilmiyorlar ki bu olgunun altında derin sosyolojik dönüşümler yatmaktadır. Bu tür dönüşümler çok kısa sürede ve kolayca ortaya çıkmaz. Birçok faktöre bağlı olarak doğar. Doğduktan sonra da hükümlerini icra etmeleri engellenemez. Bu çerçevede, nefret ettikleri AKP, bir aktör olduğu kadar bir sonuçtur. AKP yok olup gitse bu sosyolojik altüst oluş başka bir siyasî aktör ortaya çıkaracaktır. Hatta bu dönüşüme en çok karşı çıkan CHP ve MHP gibi partileri bile önünde sürükleyerek aktörü ve aracı haline getirecek ve yoluna devam edecektir.

Bu tespitler doğruysa “bağnaz Türkler”e düşen hem kendilerinin hem de bütün Türkiye’nin iyiliği için demokrasi ve uygarlık istikametinde değişmektir. Artık hep başkalarını “değiştin, yok değişmedin” diye sorgulamak yerine gözlerini kendilerine çevirmelerinin zamanıdır. Bütün ezberlerini bir yana atıp, meselelere başka perspektiflerden bakanlarla konuşmaya, onları anlamaya ve herkesin hayat tarzının eşit garanti altında olacağı bir sistemin ortak kurucusu olmaya çabalamalıdırlar. “‘Bağnaz Türkler’ değişebilir mi?” sorusuna onların başkalarına karşı peşin hükümlü tavrını taklit ederek “Hayır değişemez!” cevabını vermek yanlış olur. Elbette değişebilirler. Ve bu, belki de sandıklarından çok daha kolaydır.

Zaman, 26.06.2009

 
 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et