Ana Sayfa Blog Sayfa 653

Tocqueville: Bush hayran, Obama hemfikir

0

Bush, Tocqueville’nin kendisinin en favori filozofu olduğunu söylemişti. Ama onun fikirlerinden etkilendiğini söylemek pek mümkün değil. Obama ise özellikle son yaptığı konuşma ile Tocqueville’i anımsattı. Ne diyordu Tocqueville, Amerika’yı diğer toplumlardan ayıran özellik, yapmış olduğu hataları kendi kurum ve değerleriyle düzeltme kapasitesine ve yeteneğine sahip olması. Obama, Bush’un hatalarını düzeltileceğini söyleyerek bir anlamda Tocqueville’nin yıllar önce yapmış olduğu bu gözlemi doğrulamış oldu.

Bu sene, 16 Nisan 1859 tarihinde ölen ünlü siyaset bilimci Alexis de Tocqueville’nin 150. ölüm yıl dönümü. (1805-1859) Tocqueville 19. yüzyılın en etkili ve verimli düşünürlerinden biridir. Yaşadığı dönemdeki demokratik sosyal durumu anlayabilmek için o, hayatını Amerika ve Fransa başta olmak üzere Batının temel siyasi durumunu incelemeye adamış ve modern siyaset teorisinin orijinal yapıtlarından biri olan Amerika’da Demokrasi isimli eserini yazmıştır. Diktatörlüğü tecrübe etmeden özgür bir toplum ve demokratik bir düzen kurmanın mümkün olduğunu göstermek için Amerika örneğini derinliğine gözlemlemiştir. 90’lı yıllardan sonra Amerika’da Tocqueville’ye olan ilgi olağanüstü şekilde artmıştır. Bush, Tocqueville’nin kendisinin en favori filozofu olduğunu söylemiştir. Birçok Amerikalı, Amerika’yı Tocqueville’nin gözlemleri ışığında günümüzde anlama ve şekillendirme arzusu duymaktadır.

Başka bir ifade ile Tocqueville’nin Amerika’da gözlemlediği demokrasiyi, sivil toplumu ve özgürlüğü bugün Amerikalılar aramaktadırlar. Başkan Obama son ulusa sesleniş konuşmasında Guantanamo hapishanesinin kapatılması, askeri komisyonların yeniden düzenlenmesi, devlet sırrı kavramının yeniden tanımlanıp kapsamının mümkün olduğunca daraltılması ve topluma daha çok bilgi sunulması, şiddet ve işkencenin sorgulama tekniği olarak meşru görülmemesi ihtiyacını dile getirmek suretiyle bir anlamda köklü bir özeleştiri yapmıştır.

ABD’nin kurucu değerleri

Obama bu konuşmasında Amerika’yı Amerika yapan kurucu değerler olan şeffaflık, özgürlük, hukukun üstünlüğü ve demokrasi çerçevesinde geçmişte yapılan hataların tekrar edilmemesini ve yenilenmiş bir bakış açısıyla Amerika’nın karşılaştığı büyük sorunlarla başa çıkılması gerektiğinin altını çizmiştir.

Tocqueville, Amerika’nın diğer toplumlardan ayrılan tarafının yapmış olduğu hataları kendi kurum ve değerleriyle düzeltme kapasitesine ve yeteneğine sahip olma şeklinde ifade etmiştir. Obama, son konuşmasıyla, bir anlamda Tocqueville’nin yıllar önce yapmış olduğu bu gözlemi doğrulamış bulunmaktadır.

Sivil toplum kavramının politik hayatta bugün anahtar konuma gelmesinde Tocqueville’nin büyük katkısı olmuştur. Devletten sürekli olarak bir şeyler istemek yerine toplumun ve bireylerin kendileri için harekete geçmesi onun için çok önemlidir. Bu bağlamda toplumun ve bireyin devletten bağımsız olarak kendi başına harekete geçtiği en derin sivil toplum tecrübesinin Amerika örneği olduğunu düşünmektedir.

Bir demokraside özgür ve sivil toplumun nasıl oluşacağı sorusu, hayatı boyunca onu hep meşgul etmiştir. İnsanların özgürce belirledikleri amaçları gerçekleştirmek için örgütlenmeleri, toplumu kendi farkında olan aktif bir politik toplum yaptığı gibi, onun devletten bağımsız işleyen bir yapı olmasını da sağlamaktadır. Devletten bağımsız bir toplumsal yapının oluşmasında dinin öneminin farkında olan Tocqueville, dini Amerikalıların birinci politik kurumu olarak kabul etmektedir. Din, Amerika’da politik hayata müdahale etmekten çok bireylerin ahlaki ve kültürel özelliklerine katkı yapmak suretiyle onların özgürlüklerini kullanmalarını mümkün kılmakta ve teşvik etmektedir. Dini inançların teşvikiyle kurulan gönüllü sivil toplum kuruluşları, bireyleri, kişisel çıkar arzusunun ötesinde diğer insanlarla bağlantılı hale getirmekte ve bencilliğin yalnızlaştırıcı etkilerinden korumaktadır. Özgürlük, Tockivelyan düşüncenin özünü oluşturmaktadır. Hatta Tocqueville, özgürlüğe tapacak bir yaradılışa sahip olduğunu söylemektedir. Ona göre, özgür kalabilmek için özgürlüğün tadına varmak yeterlidir. Birey, özgür seçim ve yaptıklarından dolayı sorumluluk almalıdır. Bireysel ve toplumsal hayatın maksimum düzeyde devletin zorbalığından ve müdahalelerinden masun olması, özgürlüğün olmazsa olmaz şartıdır. Onun özgürlük anlayışını negatif özgürlük anlayışı olarak değerlendirebiliriz.

Özgürlük mü eşitlik mi?

Düzenin nasıl sağlanacağı sorusu yerine Tocqueville, bireylerin özgür ve serbest aktiviteleri sayesinde özgür bir toplumun nasıl oluşacağı problemiyle daha çok ilgileniyordu. Ona göre, bir toplumun liberal ya da illiberal olması, o toplumun ahlaki ve kültürel şartlarıyla çok yakından ilgilidir. Ahlaki ve kültürel alışkanlıkların, özgür ve çoğulcu bir topluma imkan vermesi gerekmektedir. Amerika’nın ahlaki ve sosyal şartlarını inceleyen Tocqueville, Amerika’da özgür toplumun özgür siyasi kurumlar yarattığını söylemektedir. Ancak Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinde kültürel ve sosyal şartlar farklı olduğundan Amerika’daki durumun buraları için geçerli olamayacağını düşünmektedir. Ona göre, Fransa’da serbest siyasi kurumlar özgür bir toplum yaratmak zorundadır.

Bireyi devlete karşı korumak

Eşitlik mitini özgürlük ve demokrasinin önünde engel olarak gören Tocqueville, eşitlik yerine özgürlüğe vurgu yapmıştır. Bireyin ve toplumun, baskıya ve dayatmaya karşı çıkmasını sağlayan insan onurunu koruma ve özgürlüğü tutkuyla sevme gibi hasletlerini eşitlik miti sinsi bir şekilde zayıflatmakta ve yok etmektedir. İnsanların, özgürlükten çok eşitlik mitinin büyüsüne kapıldıkları görülmektedir. Ancak insanlar, eşitliğin cazibesine kapılmanın kendilerini özgürlükte değil kölelikte daha çok eşit yaptığını çoğu zaman unutmaktadırlar. Sosyalizm ve merkeziyetçiliği aynı toprağın ürünleri olarak değerlendiren Tocqueville, kolektivist eşitlikçiliğin her çeşidine karşı çıkmaktadır.

Eşitlik miti, devletin merkezi gücünü aşırı şekilde arttırmaya çok yaramaktadır. Eşitlik düşüncesi, bireysel ve sosyal şartları ve düzeyleri dikkate almadığı için devleti toplumun üstünde mutlak bir güce düşündürmektedir. Devletin mutlak bir güce dönüştüren eşitlik mitinin tehlikelerine dikkat çeken Tocqueville, sosyal şartları ve farklılıkları yansıtan, bireyi devlete karşı koruyan, devlet gücünün sınırlanmasını sağlayan ara örgütlenmelerin gerekliliği üzerinde durmaktadır. Devlet ve birey arasındaki aracı sivil toplum kurumlarının gelişmesine olanak tanınması, özgür bir toplumun olmazsa olmazıdır. Bu kurumlar, demokrasinin soft despotizme kaymasına engel olduğu gibi, bireyin ve toplumun kendi ayakları üzerinde durarak ihtiyaçlarını karşılama yeteneklerini geliştirmelerine imkan tanımaktadır.

Amerika’daki demokratik sistemin işleyişi üzerine dikkatli gözlemlerde bulunan Tocqueville, herkesin eşitliği ilkesine dayanan demokrasinin eşitlikçi doğasından dolayı kendi içinde barındırdığı çok önemli tehlikeye dikkat çekmektedir. Demokrasinin kendisine özgü bir despotizm üretme potansiyeline sahip olduğunu düşünen Tocqueville, buna ‘yumuşak despotizm’ (soft despotizm) demektedir.

Demokratik çoğunluğu elde eden yönetimin, elinde iktidarı bulundurduğu sürece herkesi mutlu etme sorumluluğunu üzerine alan büyük bir koruyucu olarak davranması yumuşak bir despotizm yaratmaktadır. Böyle bir demokraside insanlar, gücün kendi ellerinde olduğunu sanmakta, ancak gücün aslında bir azınlık grubunun elinde olduğunun farkında değildirler. Demokrasinin neden olduğu yumuşak despotizm, devleti baba konumuna çıkarmakta ve devletin baba olarak çocukları adına düşünmesini, onların geçimlerini sağlama dahil her türlü ihtiyaçlarını yerine getirme gibi kendisini ilgilendirmeyen işleri yapmasına neden olmaktadır.

Demokrasinin riskleri

Eşitlik ilkesine göre işleyen demokrasi, despotizme yatkın bir baskıcı rejimi yaratma tehlikesini her zaman kendi içinde barındırmaktadır. İnsanlar, maddi ihtiyaçları karşılandığı sürece, çoğunluk yönetiminin kararlarına uymayı kendi özgürlüklerine tercih edebilirler. Böyle bir durumda insanlar, genel kabul gördüğü varsayılan fikirleri kolaylıkla destekleyebilir ve halkın yönetimde olduğu yanılsamasını gerçek olarak içselleştirebilirler. Bir baba şefkatine ve gücüne sahip olan demokratik despotizm, özgürlüğe karşı ortaya çıkan modern bir tehdittir. Tocqueville, demokrasinin neden olduğu yumuşak despotizmi özgürlüğün yok olmasından hareketle eleştirmektedir. Yüksek amaçlar uğruna şiddet kullanmayı çok tehlikeli gören Tocqueville, demokratik eşitlik adına yumuşak bir despotizmin yaratılmasını ve özgürlüklerden vazgeçilmesini de çok tehlikeli olarak değerlendirmektedir.

Soft-despotizmin panzehiri

Soft demokratik despotizm, toplumun ve yönetimin yozlaşmasına ve çürümesine neden olmaktadır. Soft despotizm düzeninde insanlar, her istediklerini yerine getireceğini vaat eden politikacılara oy verirken, siyasetçiler de kendilerini destekledikleri sürece herkesin arzularını yerine getirmeyi kendilerine görev bilmektedirler. Demokratik yumuşak despotizmde toplum gönüllü bir şekilde özgürlüklerinden vazgeçebilmekte ve her türlü ihtiyacının karşılanmasını sadece devletten istemektedir. Tocqueville’ye göre, soft despotizmin panzehiri, iktidarın desentralizasyonu ve demokratik kurumların çeşitliliğinin sağlanmasıdır.

Sonuç olarak Tocqueville, gelecekte demokrasi ve özgürlüğün karşılaşacağı tehlikelere dikkat çekmesi açısından bugün için de aktüel önemini korumaktadır. Soft despotizm kavramı etrafında yaptığı demokrasi eleştirisi ve özgür bir toplumda gönüllü sivil kurumların yeri ve önemine dair yaptığı analiz ve vardığı sonuçlar, günümüz dünyasında yaşanan sorunlara ışık tutacak derinliktedir.

Star, 01.06.2009

 

Bir Özgür Toplum Düşünürü: Tocqueville

0

Bu sene, 16 nisan 1859 tarihinde ölen ünlü siyaset bilimci Tocqueville’nin yüz ellinci ölüm yıl dönümüdür (doğum tarihi 1805). Tocqueville on dokuzuncu yüzyılın en etkili ve verimli düşünürlerinden biridir.Yaşadığı dönemdeki demokratik sosyal durumu anlayabilmek için o, hayatını Amerika ve Fransa başta olmak üzere Batının temel siyasi durumunu incelemeye adamış ve modern siyaset teorisinin orijinal yapıtlarından biri olan Amerika’da Demokrasi isimli eserini yazmıştır. Diktatörlüğü tecrübe etmeden özgür bir toplum ve demokratik bir düzen kurmanın mümkün olduğunu göstermek için Amerika örneğini derinliğine gözlemlemiştir.

Sivil toplum kavramının politik hayatta bugün anahtar konuma gelmesinde Tocqueville’nin büyük katkısı olmuştur. Devletten sürekli olarak bir şeyler istemek yerine toplumun ve bireylerin kendileri için harekete geçmesi onun için çok önemlidir. Bu bağlamda toplumun ve bireyin devletten bağımsız olarak kendi başına harekete geçtiği en derin sivil toplum tecrübesinin Amerika örneği olduğunu düşünmektedir.

Bir demokraside özgür ve sivil toplumun nasıl oluşacağı sorusu, hayatı boyunca onu hep meşgul etmiştir. İnsanların özgürce belirledikleri amaçları gerçekleştirmek için örgütlenmeleri, toplumu kendi farkında olan aktif bir politik toplum yaptığı gibi, onun devletten bağımsız işleyen bir yapı olmasını da sağlamaktadır. Devletten bağımsız bir toplumsal yapının oluşmasında dinin öneminin farkında olan Tocqueville, dini Amerikalıların birinci politik kurumu olarak kabul etmektedir. Din, Amerika’da politik hayata müdahale etmekten çok bireylerin ahlaki ve kültürel özelliklerine katkı yapmak suretiyle onların özgürlüklerini kullanmalarını mümkün kılmakta ve teşvik etmektedir. Dini inançların teşvikiyle kurulan gönüllü sivil toplum kuruluşları, bireyleri, kişisel çıkar arzusunun ötesinde diğer insanlarla bağlantılı hale getirmekte ve bencilliğin yalnızlaştırıcı etkilerinden korumaktadır.

Özgürlük, Tockivelyan düşüncenin özünü oluşturmaktadır. Hatta Tocqueville, özgürlüğe tapacak bir yaradılışa sahip olduğunu söylemektedir. Ona göre, özgür kalabilmek için özgürlüğün tadına varmak yeterlidir. Birey, özgür seçim ve yaptıklarından dolayı sorumluluk almalıdır. Bireysel ve toplumsal hayatın maksimum düzeyde devletin zorbalığından ve müdahalelerinden masun olması, özgürlüğün olmazsa olmaz şartıdır.Onun özgürlük anlayışını negatif özgürlük anlayışı olarak değerlendirebiliriz.

Düzenin nasıl sağlanacağı sorusu yerine Tocqueville, bireylerin özgür ve serbest aktiviteleri sayesinde özgür bir toplumun nasıl oluşacağı problemiyle daha çok ilgileniyordu. Ona göre, bir toplumun liberal ya da illiberal olması, o toplumun ahlaki ve kültürel şartlarıyla çok yakından ilgilidir. Ahlaki ve kültürel alışkanlıkların, özgür ve çoğulcu bir topluma imkan vermesi gerekmektedir.Amerika’nın ahlaki ve sosyal şartlarını inceleyen Tocqueville, Amerika’da özgür toplumun özgür siyasi kurumlar yarattığını söylemektedir. Ancak Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinde kültürel ve sosyal şartlar farklı olduğundan Amerika’daki durumun buraları için geçerli olamayacağını düşünmektedir. Ona göre, Fransa’da serbest siyasi kurumlar özgür bir toplum yaratmak zorundadır.

Eşitlik mitini özgürlük ve demokrasinin önünde engel olarak gören Tocqueville, eşitlik yerine özgürlüğe vurgu yapmıştır. Bireyin ve toplumun, baskıya ve dayatmaya karşı çıkmasını sağlayan insan onurunu koruma ve özgürlüğü tutkuyla sevme gibi hasletlerini eşitlik miti sinsi bir şekilde zayıflatmakta ve yok etmektedir. İnsanların, özgürlükten çok eşitlik mitinin büyüsüne kapıldıkları görülmektedir. Ancak insanlar, eşitliğin cazibesine kapılmanın kendilerini özgürlükte değil kölelikte daha çok eşit yaptığını çoğu zaman unutmaktadırlar. Sosyalizm ve merkeziyetçiliği aynı toprağın ürünleri olarak değerlendiren Tocqueville, kolektivist eşitlikçiliğin her çeşidine karşı çıkmaktadır.

Eşitlik miti, devletin merkezi gücünü aşırı şekilde arttırmaya çok yaramaktadır. Eşitlik düşüncesi, bireysel ve sosyal şartları ve düzeyleri dikkate almadığı için devleti toplumun üstünde mutlak bir güce düşündürmektedir. Devletin mutlak bir güce dönüştüren eşitlik mitinin tehlikelerine dikkat çeken Tocqueville, sosyal şartları ve farklılıkları yansıtan, bireyi devlete karşı koruyan, devlet gücünün sınırlanmasını sağlayan ara örgütlenmelerin gerekliliği üzerinde durmaktadır. Devlet ve birey arasındaki aracı sivil toplum kurumlarının gelişmesine olanak tanınması, özgür bir toplumun olmazsa olmazıdır. Aracı sivil toplum kurumları, demokrasinin soft despotizme kaymasına engel olduğu gibi, bireyin ve toplumun kendi ayakları üzerinde durarak ihtiyaçlarını karşılama yeteneklerini ve kapasitelerini geliştirmelerine imkan tanımaktadır.

Amerika’daki demokratik sistemin işleyişi üzerine dikkatli gözlemlerde bulunan Tocqueville, herkesin eşitliği ilkesine dayanan demokrasinin eşitlikçi doğasından dolayı kendi içinde barındırdığı çok önemli tehlikeye dikkat çekmektedir. Demokrasinin kendisine özgü bir despotizm üretme potansiyeline sahip olduğunu düşünen Tocqueville, buna “yumuşak despotizm (soft despotizm)” demektedir. Demokratik çoğunluğu elde eden yönetimin, elinde iktidarı bulundurduğu sürece herkesi mutlu etme sorumluluğunu üzerine alan büyük bir koruyucu olarak davranması yumuşak bir despotizm yaratmaktadır. Böyle bir demokraside insanlar, gücün kendi ellerinde olduğunu sanmakta, ancak gücün aslında bir azınlık grubunun elinde olduğunun farkında değildirler.Demokrasinin neden olduğu yumuşak despotizm, devleti baba konumuna çıkarmakta ve devletin baba olarak çocukları adına düşünmesini, onların geçimlerini sağlama dahil her türlü ihtiyaçlarını yerine getirme gibi kendisini ilgilendirmeyen işleri yapmasına neden olmaktadır.

Eşitlik ilkesine göre işleyen demokrasi, despotizme yatkın bir baskıcı rejimi yaratma tehlikesini her zaman kendi içinde barındırmaktadır. İnsanlar, maddi ihtiyaçları karşılandığı sürece, çoğunluk yönetiminin kararlarına uymayı kendi özgürlüklerine tercih edebilirler. Böyle bir durumda insanlar, genel kabul gördüğü varsayılan fikirleri kolaylıkla destekleyebilir ve halkın yönetimde olduğu yanılsamasını gerçek olarak içselleştirebilirler. Bir baba şefkatine ve gücüne sahip olan demokratik despotizm, özgürlüğe karşı ortaya çıkan modern bir tehdittir.Tocqueville, demokrasinin neden olduğu yumuşak despotizmi özgürlüğün yok olmasından hareketle eleştirmektedir.Yüksek amaçlar uğruna şiddet kullanmayı çok tehlikeli gören Tocqueville, demokratik eşitlik adına yumuşak bir despotizmin yaratılmasını ve özgürlüklerden vazgeçilmesini de çok tehlikeli olarak değerlendirmektedir.

Soft demokratik despotizm, toplumun ve yönetimin yozlaşmasına ve çürümesine neden olmaktadır. Soft despotizm düzeninde insanlar, her istediklerini yerine getireceğini vaat eden politikacılara oy verirken, siyasetçiler de kendilerini destekledikleri sürece herkesin arzularını yerine getirmeyi kendilerine görev bilmektedirler. Demokratik yumuşak despotizmde toplum gönüllü bir şekilde özgürlüklerinden vazgeçebilmekte ve her türlü ihtiyacının karşılanmasını sadece devletten istemektedir. Tocqueville’ye göre, soft despotizmin panzehiri, iktidarın desentralizasyonu ve demokratik kurumların çeşitliliğinin sağlanmasıdir.

Sonuç olarak Tocqueville, sadece yaşadığı zamanla sınırlı bir düşünür değildir. O, gelecekte demokrasi ve özgürlüğün karşılaşacağı tehlikelere dikkat çekmesi açısından bugün içinde aktüel önemini korumaktadır. Soft despotizm kavramı etrafında yaptığı demokrasi eleştirisi ve özgür bir toplumda gönüllü sivil kurumların yeri ve önemine dair yaptığı analiz ve vardığı sonuçlar, günümüz dünyasında yaşanan sorunlara ışık tutacak derinliktedir.

 

Asıl Liberaller AK Partiyi kullandı

0

‘Muhafazakâr demokrasi’ kavramının, uluslararası literatürde bir karşılığı var mı?

Demokrasi dediğimiz özü itibariyle liberal demokrasidir ve siyasi bir yönetim biçimidir. Demokrasiyi kullanan farklı akımlar da var. Bunlardan biri sosyal demokrasi. Ancak sosyal demokrasi bir demokrasi değil, ideolojik yönelimdir. Uluslararası literatürde ‘muhafazakâr demokrasi’ diye bir kavram yok; ‘muhafazakâr demokrat’ kavramı daha doğru. Bu, bir partinin ve onun içindeki insanların ideolojik çizgisini tanımlamak için kullanılabilecek bir kavramdır. Nitekim o zaman muhafazakâr demokrasiye çok vurgu yapıldı ama aradan geçen zaman, bu tip bir kavramın fazla hayat şansının olmadığını ortaya koydu. Bu tanımlamanın literatüre mal olması için önemli entelektüellerce işlenmiş olması gerekir. Bunu savunan kuvvetli isimlerin ortaya çıkması lazım. Bir siyasi partinin bunu tek başına yapması mümkün değil. Ak parti’ye ille de muhafazakârlıkla ilgili bir etiket bulmak istiyorsak, ‘muhafazakâr demokrat’ bir partidir demek daha doğru.

Muhafazakâr demokrasi kavramı batı’daki hıristiyan demokrat kavramına mı tekabül ediyor?

Avrupa’da hıristiyan demokratlar var ama hıristiyan demokrasi kavramı yok. Avrupa kültürü içinde hıristiyan demokrat kavramı normalleşmiş ama bizde ‘müslüman demokrat’ kavramı gelişmemiş. Bu kavramı kullanmak ciddi itirazlara yol açabilirdi. O bakımdan ak parti için en uygun etiket muhafazakâr demokrat etiketi olabilirdi ama buradaki muhafazakârlığın bir dindarlık ayağının olduğunu da vurgulamak gerekir. Dindar insanların çekirdeğini oluşturduğu bir siyasi hareketten söz ediyoruz.

Muhafazakâr demokrasi kongresini düzenlerken, ak parti sizden partiye bir yön çizmenizi istedi mi?

Ben bir akademisyenim ve liberal düşünce topluluğu başkanıyım. Siyasi hareketlere kimlik biçmek, etiket yapıştırmak bizim işimiz değil. Her siyasi oluşum kendi etiketini belirler. Ancak ak parti’yi kuran kadro o dönem, içinden geldiği gelenekten uzaklaşmıştı ve bir arayış içindeydi. Bu tür arayışlar ister istemez entelektüel dünyaya dönmek zorundadır. Entelektüel dünyaya döndükleri zaman da muhafazakâr olmadıkları hâlde muhafazakârlarla ilişki kuran, dindarların hak ve özgürlüklerini komplekssiz savunan bizim gibi liberal entelektüellerle ilişki kurdular. Bu talep bizim açımızdan da önemliydi çünkü dindar-muhafazakâr gövde türkiye’nin ana gövdelerindendir. Bu gövdenin demokratiklik etiketini benimsemesi ve demokratik açılımlarda öncülük yapacak hâle gelmesi bizi çok ilgilendiriyordu. Karşılıklı ilgiler buluşmuş oldu.

Bu buluşmada sizin temel vurgunuz ne oldu?

Biz sadece şunu hatırlattık. Aslında ak parti’yi aşan bir problem var. Türkiye’de siyasi partiler bir türlü kurumsallaşamıyor. Kurumsallaşamamanın çeşitli sonuçları var, bunlardan biri tek adam partisi olmak. Lider gittiği zaman hareketin bitmesi veya çok zor duruma düşmesi söz konusu olabiliyor. Bir diğer mesele partilerin fikrî bir kimlik oluşturamaması ve bunu besleyecek, zamanın şartlarına göre onu zenginleştirecek entelektüel oluşumları gerçekleştirememesi. Bu gibi sorunları bildiğimiz ve ak parti’de ciddi potansiyel gördüğümüz için, onların bizi dinlemeye istekli olduklarını da görünce; bu partiyi muhafazakâr demokrat bir kimlikle güçlendirin ama bunun içini doldurun dedik. Bir etiketi benimsemek tek başına yetmiyor. Aslında muhafazakârlık çok ilginç bir etiket. Bir yandan otoriterizmin sığınağı olabilir, diğer yandan demokratik gelişimin öncüsü de olabilir. Türkiye’deki ise ilginç şekilde muhafazakâr hareketler liberal fikirlerle buluştuğu zaman hep açılımcı, öncü, değişimci ve reformcu bir çizgi izlemiştir. Türkiye’nin sihirli siyasi formülü, muhafazakâr partilerin lider kadrolarının liberal fikirlerle buluşmasıdır. Bu olduğu zaman türkiye büyük hamleler yapıyor. Demokrat parti, adalet partisi, anap ve ak parti bunun örnekleridir. Ak parti kurulduktan kısa süre sonra iktidara geldi. Sonuçta türkiye yönetilmesi çok zor bir ülke. Çok ciddi problemleri var ve bu açıdan kimlik arayışı zaman içinde ikinci plana düştü. Benim kanaatime göre bu etiketin içi henüz layıkıyla doldurulamadı. Hiç yol alınmadı demek haksızlık olur ama daha yapılabilecek işler var. Günlük siyasetin dışında ayrı bir ekibin bunun üstünde yoğunlaşması gerekirdi, bu olmadı.

AK parti muhalefet tecrübesi yaşamadı, sebep bu olabilir mi?

Henüz sekiz yaşındaki bir partiyi kuramsallaşamadı diye yargılamak aslında doğru değil. Kurumsallaşma için muhalefet tecrübesi önemlidir. Bir partinin kendini muhalefette de test etmesi gerekir. Ak parti henüz bunu yaşamadı. İleride yaşayacak mı onu da bilmiyoruz. Dolayısıyla ancak böyle bir tecrübeyi geçirmiş bir partinin kurumsallaşmasından bahsedebiliriz. Türkiye siyasetinde, muhalefete düşen partilerin yok olup gitmesi gibi bir gerçek var. Özellikle merkez sağ siyasetteki aktörlerden bahsediyoruz. Partiler iktidardan gittikten sonra neden ayakta kalamıyor? Türkiye siyasetinde kurumsallaşamamanın en büyük sorumlusu elbette ki darbelerdir. Darbeler partileri kapatmış ve yetişmiş siyasi kadroları biçmiştir. Siyasete hevesli insanları korkutmuştur. Bir nesilden ikinci ve üçüncü nesle parti kültürünün aktarılmasını engellemiştir. Böylelikle darbeci zihniyet karşısında iktidarda olsun muhalefette olsun zayıf, cılız, özgüveni olmayan bir siyasi yapılanma bulmuştur. Ana sorumluluk bence darbelerde ve darbeci zihniyettedir. Merkez sağa gelince; daha ziyade muhafazakâr liberal diyebileceğimiz bir çizgidir. Merkez sağın yozlaşmasında darbelerden sonra en büyük etken hiç şüphesiz bazı siyasi liderlerdir. Bunların başında süleyman demirel geliyor. Demirel, merkez sağı ana ekseninden koparmış ve daha tanınamayacağı bir çizgiye doğru itmiştir. Merkez sağı demokrat parti ile başlatırsak, bu parti özü itibariyle liberal fikirleri savunan bir siyasi bir harekettir. Türkiye’ye demokrasiyi getiren partidir. Bu çizgi 60 darbesi ile dağıtılmıştır ve kadrolar tasfiye edilmiştir. Bu çizgi daha sonra yeni ekiplerle ve o ekiplerin kafasına yerleşen korkularla tekrar siyasete dönmüştür. Dolayısıyla merkez bir anlamda devlet tarafından etkilenmiştir. Darbelerin etkisiyle merkez sağ devlete daha sonra gittikçe daha fazla eklemlenmiş ve otoriter anlayışın bir yansımasına dönüşmüştür. Dolayısıyla ufalanmıştır. Refah partisi’nin büyümesi de merkez sağdaki bu sapmaya bağlı olarak gelişmiştir. Aslında ben bu merkez sağ ve sol kavramlarından hoşlanmıyorum. Bütün gelişmiş istikrarlı demokrasilere baktığınızda, iktidara talip birkaç hareket görüyorsunuz. Bunlardan biri sosyal demokrat hareketler. Diğeri muhafazakâr demokrat hareketlerdir. İktidar bunlar arasında gidip geliyor. Türkiye siyaseti ise bir türlü bu eksene oturamadı.

Hoşlanmıyorum dediniz ancak türkiye’de 1950’den bu yana siyasette üzerinde durulan kavramlar hep, merkez sağ ve merkez sol. Sizce ak parti açısından merkeze oturmak ne anlama geliyor?

Merkez kavramının pozitif bir çağrışımı var. Aşırı olmamayı ifade ediyor. Normal şartlar altında aşırı olmamak bir meziyettir ama türkiye’de bazen aşırı olmak mecburiyetindesiniz. Çünkü değişimci olmak, bazen radikal adımlar atmayı gerektiriyor. Ilımlı olmanın sizi götüreceği yer bazen sisteme teslim olmak da olabilir. Bugün ak parti gibi hareketleri bekleyen tehlike de budur. Yani sistemin bir uzantısı olmak. Ak parti bir koalisyonsa, bu koalisyonu oluşturan unsurların bir kısmının devlete teslim olma noktasına geldiğini, hatta o noktayı çoktan geçtiğini söyleyebiliriz.

O zaman ak parti özelinde merkeze oturmak, türkiye şartları da düşünüldüğünde bir risk gibi görünüyor…

Parti için bir risk olduğu gibi türkiye için de bir risk. Değişimci kimliği yitirmek anlamına geliyor. Bir örnek vereyim. Genelkurmay başkanı bir konuşma yaptı, bütün medya onu tartıştı. Merkez parti buna ‘ılımlı ve iyi bir konuşmaydı’ diye bakabilir. Bütün olarak liberal demokrasi ve pratiği açısından baktığınızda ise çok problemli bir durumla karşı karşıya olduğumuz görülür. Demokrasiyi gerçekten savunan bir partinin bu olayı bütün olarak sorgulayabilmesi lazım. Demokrasilerde böyle bir konuşma yanlıştır, genelkurmay başkanının bir akademik otorite gibi konuşması ve bazı tartışmalara son noktayı koyuyor gibi davranması yanlıştır. Buna itiraz ederseniz radikal parti, etmezseniz merkez partisi gibi görünürsünüz. O zaman merkez partisi görünmekle türkiye’deki bu fiilî durumu kabullenmiş ve meşrulaştırmış olursunuz.

Türkiye’nin yakın tarihine baktığımızda, merkez partisi olduktan sonra değişimci-reformcu özelliklerini yitirerek sisteme entegre olan partiler hep silinip gidiyor ve yerlerini reformcu, değişimci, sistemi sorgulayan partiler dolduruyor. Halk devletçi partiyi tasfiye edip yerine reformcuları getiriyor. Bunun sebepleri neler olabilir?

Bu çok ilginç ve doğru bir tespit bana göre. Türkiye’de cari sisteme ve askerî vesayet rejimine teslim olan partiler bir şekilde eriyor ve toplum onların yerine daha değişimci ve sivil otoriteyi önde tutabilecek partileri ikame ediyor. Kolektif akla inanmam ama bana toplumda işleyen çok kuvvetli bir sağduyu var gibi geliyor. Türkiye’de protesto geleneği yok, insanlar sürekli sessiz kalıyor ama sandıkta bu böyle olmuyor. 1960 darbesinden sonra cuntacılar türkiye’nin 20 yıllık geleceğini planladılar ama ilk seçimde sistem iflas etti. Aynı şey 80 darbesinden sonra oldu. Sistemi dizayn ettiler, gelecek 50 seneyi planladıklarını söylüyorlardı, partilerini de kurup seçime soktular, hatta halkı tehdit ettiler o partiye oy versin diye ama halk özal’ı iktidara getirdi. 28 şubat’ta da aynı şey oldu, yine sistem dizayn edilmeye çalışıldı ama tam tersi işler oldu. Buradan ak parti’nin çıkartması gereken dersler var. Öncelikle asla sisteme teslim olmamalıdır. Siyasi partiler vatandaşın temsilcisidir, devletin değil. Devlete karşı vatandaşı korumakla mükelleftirler. Bunu kavradıkları ve gereğini yaptıkları anda mutlaka toplum kendilerine teveccüh gösteriyor. Sistemi dizayn etmek isteyen askerî bürokratların da bundan alması gereken dersler var. Demokrasiyi bir askerî kışlayı tanzim ediyormuş gibi tanzim edemezler. Vatandaşın zihnine hükmedemezler; toplumu bir hamur yoğuruyormuş gibi yoğuramazlar. Yaptıkları her müdahale, biz buna sosyal teoride ‘niyetlenmemiş sonuçlar’ diyoruz, niyetlenen değil niyetlenmemiş sonuçlar verecektir. Niyetlenmemiş sonuçlar, niyetlenen sonuçları silip süpürecektir. Bunun son örneği 27 nisan bildirisidir.

Başbakan, toplumsal merkez kavramı üzerinde çok duruyor. Toplumsal merkez ne anlama geliyor?

Demokrasiler sağduyu rejimleridir. İstikrarlı demokrasilerde bir süre sonra insanlardaki radikallik törpülenir. Değişmenin sıfırlanmadığı ama kurallara bağlandığı bir duruma gelir. Türkiye henüz bu noktaya gelmiş bir toplum değil, dolayısıyla türkiye’de toplumsal merkez kavramı bir şey ifade etmiyor. Türkiye çok hızlı değişen bir toplum. Önümüzdeki on senede ne olacağı belli değil. O bakımdan ak parti gibi partilerin toplumsal merkez gibi kavramlara sığınmak yerine, demokrasinin öncelikleri nelerdir, bunlara sarılması gerekir. En büyük şansımız türkiye’de toplumun ağırlıklı kesimlerinin sağduyulu ve mantıklı olması. Toplum fazla bir şey istemiyor. Kendisine fazla müdahale edilmesin istiyor. Ekonominin iyi yönetilmesini istiyor. Bir de sivil otoritenin askerî otoriteye üstün olmasını istiyor ve askeri kışlasında seviyor. Orduyu kurum olarak çok seviyor ama askerin günlük politikaya girmesinden hoşlanmıyor. Buna tepkisini de sandıkta veriyor. Bu sağduyu, bir toplum için büyük avantajdır. Türkiye’de türk-kürt, laik-dindar gibi meselelerin içinden çıkılmaz hâle gelmemesinin temel sebebi sağduyulu toplum yapısıdır.

Son olarak 29 mart sonrasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Herkes ak parti’nin seçim sonuçlarından nasıl bir ders alacağını, reformcu çizgisine geri dönüp dönmeyeceğini tartışıyor…

Öncelikle ak parti’nin işi çok zor. Çünkü türkiye’de çok farklılaşmış ve birbirinden çok farklı talepleri olan, birinin talebi ötekinin nefretini çeken toplumsal gruplar var. Bunun zor tarafı bu grupların talepleri her zaman bir araya gelmeyebilir. Kürtlere yönelik açılımlarınız, ak parti’ye oy verme eğilimindeki türk milliyetçilerini kaçırabilir. Veya bunun tersi de geçerli olabilir. Dindar ve muhafazakârların hak ve özgürlüklerine vurgu yapmak laik kesimin bir bölümünü kaçırabilir. Temel amaç iktidara gelmekse herkesi memnun etmek lazım. Zor olan budur. Ak parti bence telaşa kapılmamalı. Telaşa kapılır da herkesi memnun etmeye çalışırsa daha zor duruma düşebilir. Herkesi mutlu etmesi gerekmiyor, önemli olan doğru mesajları verebilmektir. O çizgi de evrensel demokrasi ilkelerini vurgulamak ve izlemek, sivil asker ilişkilerinde sivillerden yana tavır koymak, mağdurun kim olduğuna bakmaksızın hak ve özgürlükleri savunmaktır. Yapılması gereken reformlardır. Bu reformlar, asker bürokratları, onlara eklemlenmiş laikleri, bazı milliyetçileri rahatsız edebilir ama toplumun büyük kesimini memnun eder. Başbakan’ın yeni dönemde biraz üslubuna da dikkat etmesi gerekiyor. Laik kesimin rahatlatılması da önemli ama bu onların demokrasi dışı taleplerine teslim olmak demek değildir. Laik kesimde hayat tarzı endişesi dikkate alınmalıdır. Bu toplumdaki gerilimi azaltmada etkili olacaktır.

Ak parti için olumlu anlamda ‘merkez sağ oldu’ diyebiliriz

Liberal entelektüellerle ak parti arasındaki ilişki hep gündemde tutuldu. Siz bu ilişkiye veya yaygın söylemiyle ittifaka nasıl bakıyorsunuz?

Bana göre liberal entelektüellerin hiçbir zaman, ‘ak parti bizim sayemizde oy aldı, büyüdü, gelişti’ gibi bir havaya girmemeleri gerekiyor. Entelektüel olmak ve bu alanda etkin olmak başka, siyaset başka bir şey. Bu nedenle, ‘biz sizi zor günlerinizde destekledik’ demek yanlıştır ve ahlak dışı bir tavırdır. Ben kendi hesabıma hak ve özgürlükleri destekledim, bunların kimin hak ve özgürlükleri olduğu beni ilgilendirmez. Ak parti kadrolarının bir çeşit evrim geçirerek hayalci bir dünyadan reel bir dünyaya hareket etmeleri, evrensel demokrasinin liberal demokrasinin ilkelerini kavrar hâle gelmeleri sonuçta türkiye için büyük şans olmuştur. Merkez sağın bıraktığı boşluğun doldurulması imkânını sağlamıştır. Bu noktada ak parti’nin olumlu anlamda bir merkez sağ parti olduğunu söylemek de mümkündür. Bu arada dindar, namaz kılan ve bunu saklamayan, eşleri tesettürlü bu dindar kadroların iktidar olması, türkiye’nin normalleşmesi anlamına gelmektedir. Bir kesim bunu bir sapma gibi görse de tam tersine bu normalleşmedir. Çünkü demokrasi iktidar paylaşımı demektir. Kimin sosyal ve siyasal tabanı varsa o iktidar olacak veya paylaşacak demektir. Tam tersine suni yöntemlerle bu gibi kadroların iktidardan alıkonulması anormal bir durumdur.

Ak parti liberaller ilişkisini biraz daha açalım. Bir ara ittifak çatladı yorumları yapıldı? Ak parti ile bir ittifak mı yaptınız liberaller olarak?

Türkiye’de liberalim diyenler olduğu gibi öyle dediği hâlde medyanın bu etiketi atfettikleri de var. Liberaller bir hiyerarşik grup değil. Emir komutaya bağlı değiller. Her liberalin kendi karakteri var. Elleri kalem tutuyor. Kimi destekleyecekler kimi eleştirecekler bunu kendileri biliyor. Ak parti bir siyasi parti, ldt ise bir sivil toplum kuruluşu. Siyasi beklentileri ve heyecanları olan bir yapı değil. Liberalleri oluşturan ana gövde olarak ldt ile ak parti arasında bir ittifak yapıldığını söylemek mümkün değildir. Olan sadece liberallerin yapmak istedikleriyle ak parti’nin yapmak istedikleri arasında zaman zaman çakışma olmasıdır. Türkiye tarihini incelerseniz iktidarın hoyratça kullanılmasından mağdur olan kişi ve kesimler vardır. Kürtler, dindarlar, sosyalist entelektüeller ve liberal entelektüeller de mağdurlar arasındadır. İlginç şekilde türkiye’de liberal entelektüeller ile muhafazakârların sıkıntıları ve talepleri çakışmıştır. Liberaller siyasi aktör değil ama medeniyeti, rakip görüşlere göre daha iyi okumuş insanlardır ve bu değerlerin türkiye’ye taşınmasını istiyorlar ama bunu yapmanın bir yolu da siyasi ayaktır. Siyasi ayak da çoğu zaman muhafazakârlar olmuş. Ak parti liberal ilişkisi de böyle oldu. Yerine göre destek verildi, yerine göre şiddetle eleştirdiler ama öyle bir ittifak olmadı. Liberalleri suçlayanlar iki büyük hata yapıyor. Birincisi, liberallerin çok büyük siyasi güçleri olduğunu zannetmeleri. Mesela ben siyasi parti kursam, ldt olarak ak parti’ye dönsek muhtemelen yüzde bir bile oy alamayız. Yani ak parti’nin büyük bir siyasi parti hâline gelmesinde liberallerin bir payı yok. Bunu iyi görmek lazım. Ben kürtlerin de hakkını savunuyorum ama kimse bize dtp ile ittifak yaptı demiyor. Ak parti iktidar olduğu için böyle bir yakıştırma yapılıyor. Ak parti, liberallerin hak ve özgürlük yaklaşımından en fazla yararlanan kesimin temsilcisi oldu. Liberaller ak parti tarafından kullanıldı deniyor, kullanma kelimesi çok çirkin. Ama ille öyle denecekse, liberaller ak parti’yi kullandı da denebilir. Kendilerinin iktidara gelme gücü olmadığından, fikirlerinin iktidar olması için ak parti’yi kullandılar denebilir. Bu tür ilişkiler genellikle zayıf tarafın lehinedir. Sonuçta ak parti büyük taban, liberaller küçük tabandır. Bir ittifak varsa liberaller bundan kazançlı çıkar.

Aksiyon

İrfan Yıldırım – İdeolojik değil, stratejik değişim

0

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un beklenen yıllık konuşması gerçekleşti. Orgeneral Başbuğ, ordu içi kamuoyu ile ülke ve dünya kamuoyu arasında denge kurarak, orduyu girmiş olduğu darbecilik batağından kurtarmaya yönelik tavrını devam ettiriyor.

Ancak hâlâ, ordunun AB standartlarında veya liberal demokrasinin hüküm sürdüğü bir ülkede kabul edilemeyecek siyasete müdahil tavrını sürdürmeye çalışıyor. Nitekim böyle bir konuşmanın bir genelkurmay başkanı tarafından yapılabiliyor olması bile, normalleşmenin tam anlamıyla gerçekleşmediğinin en büyük göstergesi. Mamafih Başbuğ’un son konuşması, bir süreç dâhilinde değerlendirilirse, değişim ve ordunun değişime intibak çabası ortaya çıkıyor.

Orduyu tam bir bataklığa sürükleyecek yanlışların önüne geçerek tarihe geçecek bir komutan olduğunu gösteren eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök istisna edilirse, ordunun komuta kademelerinin bu değişim karşısındaki reaksiyoner tavırları dikkate alınırsa Orgeneral Başbuğ’un konuşması anlam kazanacaktır. Bu anlam, 12 Nisan 2007’de konuşma yapan dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ve 27 Nisan 2007 e-bildirisi de hatırlanırsa berraklaşacaktır.

Başbuğ’un işi gerçekten zor. Zorluk, Başbuğ’un yanında oturan emekli Genelkurmay başkanlarından da anlaşılmaktadır. Siyasete ve sivil yönetime müdahalede kendi ifadeleriyle en sicili bozuk isimler olan İsmail Hakkı Karadayı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu, Yaşar Büyükanıt’la beraber adeta İlker Başbuğ ve kurmay heyetinin hareket kabiliyetini azaltan ağırlık vazifesini görüyorlar. Başbuğ bu ağırlığa rağmen konuşuyor ve onları da sınırlı da olsa bir değişime ikna etmiş durumda. Bir yanda Hilmi Özkök diğer yanda diğerleri arasında bölünen ordu kamuoyunu bütünlüğünü muhafaza ederek sevk ve idare etmek Genelkurmay başkanlarının önceliklerinden biri. Başbuğ bu önceliği gözeterek orduyu da ikna etmek üzere konuşuyor. Burada meşruiyetçi ve darbeye karşı bir çizginin savunulması da aynı ölçüde ordunun bütünlüğüne hizmet etmektedir. Aksi halde cuntacıların orduyu ne hale getirdiğini de en iyi komuta kademesi görüyor. Ancak bu denge arayışı, Bağbuğ’un konuşmalarında ortaya çıkan çelişkilerin de yolunu açıyor. Ordu, 27 Mayıs darbesi sonrası kurmaya çalıştığı iç dengeler o derece yoğunlaşmış durumda ki içine girdiği çelişkileri ve bu çelişkilerin artık toplumda kabul görmediğini idrak edemiyor. Esasen ordu, büyük bir bürokratik kurum olarak değişmekte zorlanıyor. Değişimi kabul etmesi için çok ağır toplumsal maliyetler ve bu çerçevede ordunun açıkça görünür bir başarısızlık yaşaması gerekiyor. Orgeneral Başbuğ’un son konuşmasındaki üslup yumuşaması ve kimilerince “küçük bir devrim” olarak adlandırılan muhteva değişikliklerinin ardında bu maliyet ve başarısızlık yatıyor. Bu maliyet ve başarısızlık, şahsî veya kurumsal sebeplerle yaşanmıyor. Tarihî ve toplumsal gerçeklikle bağdaşmayan resmî ideoloji anlayışı, askerî müdahaleler ve demokratik bir rejimin işlememesinden kaynaklanıyor.

Ordu, meselenin bütününü görmek ve toplumu esas almak yerine sorunlara kendi açısından bakmayı öğrendiği için siyasete müdahale ettikçe sosyal sorunların altında eziliyor. Başbuğ’un son konuşmasında Kürt meselesinde, laiklik meselesinde ve asker-sivil ilişkilerinde ciddi yumuşama işaretleri görünüyor. Ordu, artık siyasete açıktan müdahale ederek ağır maliyetlerle ve başarısızlıkla karşılaşmak istemiyor. Bu şekilde ordu, içindeki hizipleşmenin önüne geçmek, özerkliğini muhafaza etmek ve siyasete müdahil konumunu devam ettirmek istiyor. Bütün bunlar ideolojik bir değişikliği değil, stratejik ve taktik geri çekilmeyi gösteriyor.

Bütün bu kayıtlara rağmen, Orgeneral Başbuğ’un konuşması bir değişim sürecini gösteriyor. Ordu bu değişimi taktik ve stratejik düzeyde tutmaya çalışsa da, değişimi denetleme imkânından mahrum olduğundan tarihle, toplumla ve hayatla bağdaşmayan ideolojik unsurlardan da arınmak zorunda kalacaktır. Değişim başlayınca nerede durulacağı tayin edilemez. Bir zamanlar şehitlerin cenazesine dahi katılmayan komuta kademesinin, Muhsin Yazıcıoğlu’nun cenaze namazına katılması akla hayale gelmeyecek bir değişiklikti. Bu değişikliğin büyük maliyetlerle ve başarısızlarla yaşanmaması için, ordudaki değişimi eleştirel bir perspektifle desteklemek yerinde olacaktır. Hemen hiçbir bürokratik kurum, kendi reformunu içeriden yapamaz. Kaldı ki, burada basit bir bürokratik reform değil, güvenlik sektörünün demokratik ve sivil yönetim prensiplerine uygun olarak düzenlendiği siyasi bir reformdan bahsediliyor. Reformun sınırlarını ordunun tayin ettiği bir sistemde, ancak bir vesayet yönetiminden bahsedilebilir. Vesayetin sert veya ılımlı olması, sistemin niteliğini değiştirmez. Başbuğ’un konuşması, bu bakımdan vesayetin yumuşadığını gösteriyor. Ancak yumuşamanın sınırlarını ordunun çizmesi gerektiğini söylüyor. Bu yumuşama yeni bir durum olmakla beraber, liberal demokrasinin prensipleriyle bağdaşmıyor.

Başbuğ bir yandan üniter devletten bahsederken, diğer yandan ordu için açıkça otonomi talep ediyor. Bu otonomi, siyasi otoritenin denetimi dışına çıkmak ve onunla paralel olarak siyasete müdahil olmak anlamına geliyor. Ordu kendisi için otonomi isterken, DTP’nin otonomi talebini TBMM’yi boykot için meşru sebep olarak görüyor. Türkiye Cumhurbaşkanı’nı, TBMM Başkanı’nı TBMM’de dinlemiyor ama ABD Başkanı için boykotu kaldırarak TBMM’ye geliyor. Sonra da kalkıp demokrasiden, sivil otoriteden bahsediyor. Bütün bunları telif edebilmek için de Türk ordusunun “emsalsiz” konumundan bahsediyor. Böylece fasit daireden çıkamıyorlar.

19.05.2009 

Ömer Faruk Gergerlioğlu – Cesur siyeasetçilere ihtiyacımız var

0

Türkiye ilginç bir ülke. Eski Genelkurmay başkanı çıkıyor şu ana kadar yazarı bilinmeyen muhtıra için “27 Nisan muhtırasını ben yazdım” diyor. Darbeciler ortalıkta gayet rahat dolaşıyor. Eski darbeci için devletin bakanı “başka ülkede darbecilere katil muamelesi yapılır bizde ise ressam muamelesi yapılıyor” diyerek serzenişte bulunuyor. Adalet Bakanlığı, savcıların evlerinin yakınlarına bomba attırdığını itiraf eden emekli Korgeneral Altay Tokat’ı eleştiren hakim Kemal Şahin hakkında soruşturma başlatıyor. Bilindiği üzere daha önce askerlere yönelik suçlamalarda bulunan eski savcı Ferhat Sarıkaya ve Sacit Kayasu meslekten ihraç edilmişti.

Böyle bir ülkede sorunları çözmek için uğraşılıyor güya. Kürt sorununun çözümü gayet kolay iken bu kadar cana mal olunan bir ülkede yaşıyoruz. Sorunu baskıcı yöntemlerle ortaya çıkaran devlet erki çözümü bulmakta isteksiz davranıyor. Binlerce insan ölsün önemli değil. Ara sıra darbeler yapılsın ülke on yıllarca geriye gitsin önemli değil. Yeterki rejimimiz baki kalsın. Eski genelkurmay başkanı ve yenisi çıkmış televizyonlara darbe ve darbecileri savunuyor. Ergenekonun silahları ise artık yerden fışkırmıyor. Oltayı attığın yerden artık balık değil silah ve mühimmat fışkırıyor. Genelkurmay başkanı eli ile darbeciler savunuluyor. Genelkurmay başkanı eline aldığı lav silahının işlevsiz olduğunu belirterek davayı boşa çıkarmaya çalışıyor ve Ergenekon kelimesini ağzına almamaya çalışıyor. Bizzat askeri güç tarafından adeta bir ihsas-ı rey ilan ediliyor. Biz ise yine darbelere karşı ne yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu ülkenin ileriye gitmesi ancak cesur aydınlar tarafından olacak, bu anlaşıldı. “Kral çıplak” diyen kimseler olmasa biz yine darbeleri faziletli işler olarak görülecek. Kuvvetler ayrılığı ilkesi diye bir şey bilmeyeceğiz. TESEV yeni bir araştırma yaptırdı. Hakim ve savcıların “devletimin ideolojisine göre karar veririm” dediğini tekrar hatırlamış olduk. Bireyin menfaatlerini değil devletin menfaatini üstün tutan bir anlayış ile hukuk devleti değil ancak ideoloji devleti olursunuz.

MAZLUMDER Adalet Bakanlığına darbecilerin ve darbe girişimcilerinin yargılanabilmesi için yasa değişikliği teklifi verdi. Buna göre anayasanın 309 ve 316. maddeleri arasındaki anayasal düzeni değiştirme suçlarının asker kişiler tarafından yapılması halinde bunların askeri mahkemelerde değil sivil ağır ceza mahkemelerinde yargılanmalarının önü açılacak. CMK 250. maddesinde belirtilen özel durumlar için düşünülen bu Mahkeme’de bu suçu işleyen tüm kişilerin yargılanabilmesi gereklidir. Zira, bu suçlar millete ve devlete karşı suçlar babında ele alınan nitelikli suçlardır. Asker kişiler bu suçtan dolayı yargılanamaz diye bir istisna mümkün olamaz. Yapılması gereken yasal değişikliklerin bir an önce yürürlüğe girmesi gerekir. Adalet Bakanlığının tavrını yakından gözlemleyip sonucu halka ileteceğiz.

TSK iç hizmet kanununda TSK’ın Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kolama görevi olduğu anlatılır. Bu askerlerimiz tarafından “gerekirse darbe yapabiliriz” diye tercüme edilir. Bu yanlış bir tercümedir. Zira anayasayı askıya alarak meclisi kapatarak anayasal düzeni korumuş olmaz ancak katletmiş olursunuz. İç hizmet 35 deki ifadeyi “gücümü kaybetmeyeyim o halde bu ifadeyi böyle anlamalıyım” anlayışı ile yaklaşıyorsanız diyecek bir şeyimiz yok. Bu ülke daha 12 Eylül sonrası eklenmiş olan anayasanın geçici 15. maddesini iptal edemedi biz Ergenekon davasından bir hayır bekliyoruz. Anayasanın geçici 15. maddesi darbeciler darbe yaptıktan sonra çıkarıldı. Önce darbe yap sonra darbecileri koruyan kanun çıkar. Ve bu ülkeye de hukuk devleti densin… 12 Eylül darbecileri hakkında iddianame hazırlaması gereken savcılar çekinsin sonunda bir savcı bir iddianame hazırlasın, daha sonra onun başına pişmiş tavuğun başına gelmeyen işler gelsin. İşte böyle bir ülkeyiz. Bu mümkün mü?. Darbeciler hakkında hazırlanan iddianameyi “yok” hükmünde sayan bir başsavcılık olsun ve itirazlara rağmen halen bu iddianame hakkında işlem yapması gereken mahkeme bu iddianameyi değerlendirme şansına kavuşamasın. Başsavcı marifetiyle işleme konmayan iddianame hazırlayan savcıyı avukatlık dahi yapamayacak şekilde savcılıktan at. Daha sonra bu hukuksuzluğu mahkum eden AİHM’e tüm milletin cebinden çıkan para ile tazminat öde. Devlet hukuksuzluk yapsın, halkın cebinden faturası ödensin. Ve halen bunu sorgulayacak düzeltecek bir merci çıkmasın. Darbecilerin yargılanmasını engelleyen bu madde durduğu müddetçe bizim hukuk devletinden bahsetmemiz mümkün değildir. Darbecilerin yargılanmasını sağlayan yasal değişiklikler yapılmalı ki bu ülkenin hukuk devleti olduğunu söyleyebilelim. Bunlar zor değildir. Ama yürekli siyasetçiler ister bu iş için. Darbecilere başka ülkelerde katil denildiğini söylemek yeterli değildir önemli olan darbecileri ve darbeye tevessül edenleri yargılayacak yasa maddelerini hayata geçirmektir.

12 Eylül ve onun paşaları bu ülke için bir utanç abidesi olduğu kadar 27 Nisan muhtırası bir utanç abidesidir. Ya yeni sivil bir anayasa yeni baştan hazırlanacak ya da başka bir ülkede görülemeyecek çözümü aslında kolay fakat çıkmaz sokağa sürükletilmiş sorunlarla boğuşacağız. Ya bu ülkeyi hep birlikte hukuk devleti yapacağız ya da sistemden kaynaklanan sorunlarla boğuşacağız. 40 bin kişi daha ölecek o zaman belki bir adım daha atacağız. Bu ülkede dini inancından dolayı dışlanan insanları daha da gereceğiz. Bu ülkede Kürt olduğu için dışlanan insanların kardeşimiz olduğu ve ancak eşit yurttaşlar olarak mutlu olacağımızı devletimizin dokunulamaz büyükleri anladığı zaman belki bir adım atacağız. Ama “bu konuda gerçek adımlar atacak yürekli siyasetçiler nerede?” diye sormadan edemiyoruz.

Sayın Başbakan’a Açık Mektup

0

Sayın Başbakan’a Açık Mektup Yahut Seçim Sonrası Özeleştiri Daveti

Sayın Başbakanım,

Seçim sonrası hengamesinde, kapınızı çalanların ve akıl verenlerin bol olduğu bu günlerde bu mektup size kadar ulaşacak bir yol bulabilir mi bilmiyorum; ama Nasreddin Hoca’nın göle yoğurt mayası çalması misali, “belki bir umut” diyerek, ülkenin kritik bir dönemeçten geçtiği bu dönemde düşüncelerimi sizinle ve kamuoyuyla paylaşmayı aydın sorumluluğunun bir gereği sayıyorum.

Sayın Erdoğan,

Allah size her kuluna nasip etmediği bir başarı öyküsü nasip etti.  Çok az insanda bulunan karizmatik özellikleriniz, biraz çalışkanlık ve üretkenlikle birleşince gerçekten takdire değer işlerin altına imza attınız. Bu millet İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı günlerinizden beri hep arkanızda durdu; zor zamanlarınızda arka çıktı; derin odaklar sizi bir kaşık suda boğmaya çalışırken bu millet “inadına Erdoğan” diye haykırdı. Kemalist ideolojinin akıl hocalarından Ziya Gökalp’in bir şiirini okudunuz diye hapse attılar, millet mazlumun yanında yer aldı. Milli Görüş çizgisinin aşırılıklarını gördünüz, bu yolun Türkiye’nin önünü açacak yol olmadığını fark ettiniz, arkadaşlarınızla birlikte cesur bir karar alarak yeni bir parti kurdunuz; kucaklayıcı olmaya, özgürlük alanlarını genişletmeye, AB sürecini ciddiye almaya söz verdiniz. Türk milleti size inandı, güvendi, var gücüyle destek verdi. O kadar ki, kurduğunuz yeni parti daha 1 yaşını doldurmadan sizi ezici bir zaferle tek başına iktidara getirdi.

Atasözleri ve deyimler dağarcığının zenginliğine her zaman hayran olduğum atalarımız “Yiğidi öldür, hakkını yeme!” demişler: siz de iktidarınızın ilk döneminde, 2002-2006 arası icraatlarınızda Türk milletini hayal kırıklığına uğratmadınız. AB ödevini ciddiye aldınız; önemli siyasi ve ekonomik reformlara imza attınız; demokratikleşme ve sivilleşme yürüyüşüne katkınız büyük oldu. Reformcu, çalışkan, dinamik ve cesur bir profil çizdiniz. Dış politikada –Ahmet Davutoğlu gibi zeki, ufku geniş ve birikimli danışmanlarınızın da katkısıyla- son derece önemli açılımlar yaptınız, ezberler bozdunuz, gelen doğrudan ve dolaylı tehditlere aldırmadınız; medya üzerinden yapılan muhtıra ve e-muhtıralara karşı dik durdunuz. Bu cesur ve reformcu politikalarınızın karşılığını da her bakımdan fazlasıyla aldınız: mali disiplin sağlandı, makroekonomik göstergeler hızla iyileşti, büyüme oranı yükseldi, reel faizler düştü, Türk parası itibar kazandı, ihracat sıçradı, yabancı sermaye girişleri katlanarak arttı, GSYH’nın yüzdesi olarak bütçe açığı ve kamu borç stoku ciddi biçimde geriledi, enflasyon düştü. Ekonomi cenahında, işsizlik ve cari açık hariç, hemen her alanda iyileşme oldu. Siyaset ve dış politika alanında da önemli başarılar geldi: AB ile ilişkiler hızla iyileşti, Kopenhag siyasi kriterleri sağlandı, AB’den müzakere tarihi alındı, müzakereler başlatıldı; Kıbrıs’ta ezberler bozuldu, 1 Mart Tezkeresi reddedilerek Türkiye’nin ABD için artık “çantada keklik” bir ülke olmadığı gösterildi; bütün komşularla ilişkiler hızla iyileştirilerek “etrafımız ateş çemberiyle çevrili” ezberinin aslında bir realite olmaktan çok maksatlı bir ideolojik kurgu olduğu kanıtlandı; sadece batıya endeksli geleneksel dış politikadan vazgeçilerek, dünyanın bir de doğu yakası olduğu hatırlandı, Asya ve Müslüman dünya ile ilişkiler iyileştirildi. Sonuçta bölgesindeki sorunlara müdahil olan, ihtilafların çözümünde arabuluculuk yapan, hem doğuda hem de batıda saygınlığını artırmış, 150’den fazla ülkenin desteğiyle BM Güvenlik Konseyi üyeliğine kabul edilmiş, geleceği parlak görünen bir Türkiye çıktı. Türkiye’nin son yarım yüzyılını karartmış bir istikrar bozucu cinayet şebekesi olduğu anlaşılan Ergenekon’un üzerine gidilmesi ve Davos’ta İsrail zulmüne “one minute” diyen çıkışınız da, bir anlamda bu parlak tabloyu taçlandırdı.

Ancak, “hakikatin hatırı her şeyden önce gelmeli” düsturundan hareketle, yaprağın bir de arka yüzüne bakmak gerekiyor. Yaprağın arka yüzü, sayın Başbakanım, ne yazık ki o kadar parlak görünmüyor. Bu yüzde görünen manzara, reformist kimliğinden giderek uzaklaşan, AB ödevlerini ihmal eden, “ya sev ya terk et” olarak özetlenebilecek militan ve tehditkar bir söyleme sarılan, “falanca ve filanca kaleleri istiyorum..” diyen kutuplaşmacı bir yola sapan, Alevi açılımı ve Kürt sorununun şiddete müracaat etmeden çözümüne yönelik cesur açılımlar konusunda mütereddit, sivil ve özgürlükçü anayasa girişimini rafa kaldıran, Ergenekon’da ipin ucunun gittiği yere kadar gitmekten sakınan, giderek güven erozyonuna kapı aralayan bir manzaradır. Benim “yurdum insanına” –eleştirdiğim pekçok zaafı olsa da- hayran olduğum alanlardan biri de, genel seçimlerde gösterdiği sağduyu ve verdiği engin mesajlardır. Türk halkı çok partili demokrasiye geçildiği günden bu yana daima sivil olanı, halka kulak vereni, kucaklayıcı olanı tercih etmiş, bu çizgiden sapma eğilimi gösterene de gerekli uyarıyı yapmıştır. Bu çerçevede 29 Mart seçimlerinin sonucunun bence AKP’ye yönelik en yalın mesajı şudur: “Hâlâ favorim sensin, ama gidişatını beğenmiyorum, ayağını denk al!” Bunun anlamı, eğer AKP derhal kendine çeki-düzen vermez, bazı yanlış uygulamalarını düzeltmezse, gelecek seçimlerde işinin çok daha zor olacağıdır.

Sayın Erdoğan,

Bugün yerinizde olsam, derhal bir kabine değişikliğine gider, bürokrasiye yeni bir dinamizm aşılardım. Cemil Çiçek başta olmak üzere, dışlayıcı bir söylem kullanan, adeta reformları engelleyici ve yavaşlatıcı bir misyon üstlenmiş siyasetçi ve bürokratları yakın çevremden, etkili ve yetkili organlardan uzaklaştırırdım. Sivil ve özgürlükçü anayasa girişimini yeniden başlatır, önümüzdeki genel seçimlerden önce Türkiye’ye yeni ve kaliteli bir anayasa armağan ederdim. Bu ülkenin bütün tali sorunlarının gelip düğümlendiği ana sorunun özgürlük sorunu olduğunu bilerek, bireysel özgürlüklerin ve sivil toplumun alanını genişleten düzenlemeler yapar, uygulamayı da sıkı sıkı takip ettirirdim. Aleviliğin din mi, mezhep mi, kültür mü olduğu tartışmasına hiç girmez, bu tartışmayı Alevi toplumuna ve entellektüellere bırakır, devleti Alevi ve Sünni topluma, daha genelde bütün dinlere ve mezheplere eşit mesafeye çeker, böylelikle Kemalistlerin yapamadığını ya da yapmak istemediğini yapar, gerçek anlamda laikliği getirirdim. Ergenekon davasına bütün gücümle destek verir, cümle aleme uzlaşmanın ancak demokraside, şeffaflıkta, hesap verebilirlikte, insan haklarında, bireysel özgürlüklerde ve hukukun üstünlüğünde olabileceğini ilan eder, asker-sivil tüm uzantılarıyla bu terör örgütünün çökertilmesine yardımcı olurdum. AB ödevini yeniden ciddiye almaya başlar, 2005 yılından bu yana ciddi biçimde savsaklanan reformlara girişir, asker-sivil ilişkilerini –AB’nin de önerdiği gibi- çoğulcu liberal demokrasilerdeki “normal” hale getirirdim. Hemen yarından tezi yok AB ile önemli bir sürtüşme konusu olan –müzakere tarihi alırken taahhüt etiğimiz, ama hâlâ yerine getirmediğimiz- Rum mallarına limanların açılması meselesini hallederek işe başlar, “vatan-millet-sakarya” diyerek itiraz edeceklere serbest ticaretin savaşın panzehiri olduğunu, -Bastiat’ın altın öğüdüyle- malların geçmesine izin verilmeyen sınırlardan askerlerin geçtiğini hatırlatırdım. Kürt sorununa kalıcı bir insani çözüm bulunmaması, istikrarın bozulması ve askeri vesayet rejiminin bu sayede sürmesi için önüme çıkarılan bütün engellerle mücadele ederdim. Bu sorunla başa çıkmanın bir ayağının Ergenekon’un bitirilmesi, bir ayağının DTP’nin muhatap alınması, bir ayağının PKK’nın dağdan indirilmesi ve silah bırakmasını sağlayacak bir genel af çıkarılması, bir ayağının da Kuzey Irak Yönetimiyle ilişkileri süratle geliştirerek orta vadede Türkiye-Irak-Suriye arasında bir ekonomik bütünleşme olduğunu düşünürdüm. Bütün bu konularda olumlu adımlar atacak, cesur ve reformcu bir Erdoğan ve AKP önümüzdeki seçimlerde halktan yeniden destek alabilir; aksi durumda AKP’nin hızla ANAP’laşması kaçınılmazdır. Önümüzdeki aylar AK Parti’nin nereye doğru gitmek istediği konusunda önemli bir sınav olacaktır. Saygılarımla.

03.04.2009

Bir Dostluğa Ağıt

Dün yolda giderken 37 yıllık bir arkadaşıma rastladım.Arkadaş dediysem, öyle merhabanız olan, arada bir telefonlaştığınız, karşılaştığınızda laf ola beri gele konuştuğunuz arkadaşlığı kastetmiyorum. O benim hayatta kendimi en yakın hissettiğim, her şeyimi anlatabileceğim ve anlattığım her şeyi şıp diye anlayabileceğine güvendiğim birkaç dostumdan biriydi. Biz onunla iki buçuk yıl boyunca bir dakika bile ayrılmadan birlikte yaşadık. 1972’nin baharında aynı gün gözaltına alındık, 1. Şube’de aynı odada kaldık. O odada bir ay boyunca birlikte korktuk, geceleri koridorun sonundan gelen işkence seslerini birlikte dinleyip birlikte ağladık. Birbirimize omuz vererek birlikte ayakta kalmaya çalıştık. Sonra aynı gün aynı hapishaneye girip aynı koğuşta iki buçuk yıl yaşadık ve aynı gün birlikte çıktık.

Koğuştaki herkes yoldaşımdı; ama o yoldaştan fazla olarak arkadaşımdı.

Koğuşta aklımızı fikrimizi başımızdan alan ve bizi kendimizi tanıyamaz hale getiren en sekter fırtınalar eserken, onun sıcacık yüreği, hiç eksilmeyen hümanizmi en güvenilir limandı benim için. Onun yumuşaklığı sık sık kapıldığımız hoyratlıkların panzehiriydi. İdeolojik körleşmemizin en had safhaya ulaştığı zamanlarda o hiç kaybetmediği sağduyusuyla bizim gözümüzü açmaya çalışırdı.

Ben onun o insancıllığında, yumuşaklığında ve sağduyusunda kendi içimde bastırdığım insanı bulurdum belki, o yüzden onu o kadar severdim.

Hapisten çıktıktan sonra da hep yakın arkadaş kaldık. Çok sık görüşemesek de, her buluşmamızda aramızda oluşan o köklü dostluğun sağlam temellerini bir kez daha hissettik.

İşte dün yolda giderken onun karşıdan gelişini gördüm. Birbirimize doğru yürüdük, yüz yüze geldik ve suratlarımızda tek bir kas bile oynamadan geçip gittik.

Çünkü o artık beni bir hain olarak görüyor.

Başörtüsü serbestliğini savunmakla onun hayatını tehdit eden bir tehlikeye geçit verdiğimi; AK Parti gibi bir partinin varolma hakkını savunmakla bu ülkeye, bu halka ihanet ettiğimi düşünüyor.

Ve ben onu aksine ikna edemeyeceğimi artık biliyorum.

Önceleri, yani uzun yıllar önce bu tartışmalar yeni başladığında, bu ayrılığın geçici olduğunu, ayrı düştüğümüz eski dostlarımın bir gün “gerçeği” görüp yanıma geleceklerini, “Yahu amma da saçmalamışız” diyeceklerini; benim de “Boşver, geldi geçti. Aslında değer miydi?” diyeceğimi ve büyük bir hasretle kucaklaşacağımızı hayal ederdim.

Artık öyle bir umudum yok. Çünkü hayatın gerçeklerinin önyargıları yıkmaya yetmediğini; zihinlere yer etmiş şablonların olgulardan daha güçlü olduğunu, herkesin olguları kendi gözlüğüyle okumaya ve farklı şeyler görmeye devam ettiğini biliyorum.

Baksanıza, aradan 60 yıl geçti, ama Demokrat Parti hareketine “karşı devrim” diyenler hâlâ fikirlerini değiştirmediler. Özal’ın Türkiye’yi mahvettiğine, bugün yaşanan bütün kötülüklerin onunla başladığına inanmaya devam ediyorlar. Elli yıl sonra neden daha farklı bir laiklik tanımı, çağdaşlık tarifi ya da AK Parti tahlili yapsınlar ki?

X x x Bu olayda benim hiçbir zaman anlayamayacağım şey, siyasi ayrılıkların on yılların dostluklarını tarumar edip can dostları düşmana dönüştürebilmesi.

Oysa siyaset nedir ki?

Alt tarafı kimin tarafından ve nasıl yönetileceğimizi belirlemek için giriştiğimiz bir tartışma değil mi? Hayatımızın aslı yönetilmek üzerine kurulu mu ki, bu konuda ayrı düştüğümüzde ortak hiçbir şeyimizin kalmadığını sanıyoruz? Bizi biz yapan şeyler; ilişkilerimiz, duyarlılıklarımız, zevklerimiz, stilimiz, politik toplumun benzeştirici ve kamplaştırıcı gücü tarafından yok edilmiş ve görünmez hale getirilmişse; nasıl yönetileceğimizi düşünmekten kendi hayatlarımızı nasıl yaşayacağımızı düşünmeye yer kalmamışsa, bu nasıl bir hayattır böyle?

Ben hep, kimin tarafından ve nasıl yönetildiğimizin pek de umurumuzda olmadığı, çünkü çok az yönetildiğimiz, hayatlarımızın iplerini kendi ellerimize aldığımız, her birimizin bütün enerjimizi kendi hayatımızı nasıl yaşayacağımız üzerine yoğunlaştırdığımız bir dünya hayal ediyorum.

Böyle bir dünya için çalıştığıma, böyle bir dünya için yazdığıma inanıyorum.

Ve bunu hâlâ anlayamayan eski dostlarımı artık affedebileceğimi zannetmiyorum.

Bugün, 16.05.2009

Kürdoloji bölümü açmaya gerek var mı?

0

Yirmi dört saat Kürtçe yayın yapan TRT 6 kanalının yayına geçmesinden sonra, üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatı ya da Kürdoloji bölümünün açılmasına ilişkin YÖK ve üniversitelerde tartışmalar yapılmaktadır. Bu tartışmalar daha çok yasal olarak bu bölümün açılıp açılamayacağı ile ilgilidir.

Nihayet YÖK, İstanbul Üniversitesi’nin bir ‘Kürtçe Araştırmalar Merkezi’ açma talebini onayladı. Konuyla ilgili yapılan tartışmalar, Kürdoloji bölümleri açılsa bile bu alanda yetişmiş akademisyenlere sahip olmadığımız acı gerçeğini de önümüze çıkarmış bulunmaktadır. Üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin açılmasına ülkemizin ihtiyacı olduğu gibi, Kürdoloji alanının bizzat kendisi de yeni bir açılıma ihtiyaç duymaktadır. Şimdiye kadar Kürtlerin sosyal, kültürel, ekonomik, tarihsel ve politik hayatlarıyla ilgili bilgileri, genellikle istihbarat servisleri, emniyetin terör birimleri ya da askerî kurumların ilgili kuruluşları topladı. Kürtler, bilimsel bir araştırma konusu olarak şimdiye kadar üniversitelerde çalışma konusu yapılmadı. Yapılan çoğu çalışma resmî ideolojinin perspektifinin propagandasını yapan önyargılı ve ideolojik nitelikteki çalışmalar olmaktan öteye geçemediler. Önyargısız ve resmî ideolojinin dışında, bilimsel akademik bir disiplin olarak Kürdoloji alanında ciddi, derinlikli ve sistemli bilgi birikimine ülkemizin ihtiyacı bulunmaktadır. Ülkemizin en önemli meselesi olan Kürt sorunu konusunda yapılacakların ve yapılmayacakların belirlenmesi açısından bakacak olursak, bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu veri ve bilgi birikiminin oluşturulmasının pratik ve acil bir ihtiyaç olduğu görülmektedir.

Kürdolojinin bilimsel bir disiplin olarak üniversitelerin ilgili fakültelerinin bir parçası haline gelmesi, Kürtlerle ilgili bilgilerin üretilmesinde devletin, istihbarat servislerinin, nasyonalistlerin ve büyük emperyal güçlerin aktör olmaktan çıkmasını sağlayacaktır. Şimdiye kadar üniversitelerde Kürdoloji tabu konu olarak görüldüğü için, bu alandaki boşluğu sözünü ettiğim kesimler doldurmuştur. Üniversitenin, Kürdoloji alanında bilimsel ve derinlikli bilgi üreten bir aktör olması lazımdır. Aksi takdirde ‘Kürtler’ üniversite dışındaki aktörlerin ürettiği önyargılı ve ideolojik bilgi ve hükümlerin gölgesinde kalmaya devam edecektir.

‘Kürt çalışmaları’ ya da ‘Kürdoloji’ denilen çalışmalar şimdiye kadar, daha çok ‘Doğu Çalışmaları (Oriental Studies)’ adı altında ele alınmış bulunmaktadır. Başka bir ifade ile Kürdoloji çalışmaları, oryantalizmin bir parçası olarak değerlendirilmiştir. Önemli Kürdologlar, aynı zamanda önemli oryantalistlerdir. Oryantalizmin bir parçası olarak değerlendirilen Kürdoloji, aynı zamanda nasyonalizmin pençesinden de kendisini kurtaramamıştır. Değişik nasyonalist perspektifler ışığında Kürtlerin farklı özelliklerini ortaya koyan birçok çalışma bulunmaktadır. Kürdoloji, nasyonalizm ve oryantalizm arasında sıkışıp kalmış bir alandır. Nasyonalizm ve oryantalizmden bağımsız olarak Kürdoloji’nin otonom bir disiplin olarak kurulması gerekmektedir. Kürdoloji’nin otonom bir akademik disiplin haline gelmesiyle bu alandaki oryantalist ve nasyonalist çerçevelerin zamanla aşılması mümkün hale gelecektir.

Oryantalizm ve nasyonalizmin gölgesinin hissedildiği Kürdoloji çalışmalarında tehlikeli bir bakış açısı bulunmaktadır. Birçok çalışma, antagonizm ve polarizasyon yaratma ve beslemeye yaramaktadır. Türk-Kürt antagonizmini icat eden ve besleyen Kürdoloji çalışmalarının sayısı az değildir. Türk-Kürt polarizasyonu gibi antagonizmalar yerine Kürtlerin sosyal, kültürel, tarihsel, edebî ve diğer özelliklerini otantik olarak ortaya koyan çalışmalara ihtiyaç vardır. Antagonizmden uzak otantik bir Kürdoloji’nin ortaya konulması, Kürtleri mutlaka birilerinin karşıtı olarak ele alan polarizasyoncu anlayışın, entelektüel ve düşünsel açıdan gerilemesini sağlayacaktır.

Sosyal ve kültürel etkileşimler İhmal edilmemeli

Şu ana kadar yapılan Kürdoloji çalışmalarının önemli bir özelliği, onların parçacı olmasıdır. Kürdoloji çalışmalarının önemli bir bölümü, çoğu zaman sadece tek bir ülkede yaşayan Kürtlerin o devletle yaşadıkları sorunları ideolojik ve nasyonalist açılardan ortaya koymaktadır. Kürtlerin bütüncül ve birincil bir şekilde ele alınmamış olması, Kürdoloji olarak nitelenen bu çalışmaların en zayıf özelliğidir. Kürtlerin, devletler ve diğer halklarla ilişkileri önemlidir, ancak bu ilişkilerin Kürdoloji disiplininin kendisi haline getirilmesi doğru değildir. Direkt Kürtleri konu eden bir Kürdoloji’ye ihtiyaç vardır.

Kürtler konusunda yapılan birçok çalışmada Kürt kimliği ve kültürü konusunda homojen ve standart bir kurgunun yapıldığı görülmektedir. Kürt kimliği ve kültürünün tarihsel dönemler içinde geçirdiği değişiklikler ve diğer toplumlarla Kürtlerin sosyal ve kültürel etkileşimleri çoğu zaman ihmal edilmektedir. Ayrıca Kürdoloji çalışmalarında kültürler arası karşılaştırma yapan çalışmaların sayısı çok azdır. Kürdoloji çalışmalarında mukayeseye yer veren, tarihsel ve sosyal değişimleri dikkate alan yeni teorik ve pratik metotların geliştirilmesi günümüz Kürdolojisi için bir gerekliliktir.

Kürdoloji çalışmaları genellikle Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Türkiye, Irak, İran ve Suriye gibi ülkelerin dışında yapılmaktadır. Kürdoloji’nin doğum yeri olarak eski Sovyetler Birliği kabul edilmektedir. Kürdoloji çalışmaları, Ermenistan’da bir bilimsel disiplin olarak kurumsallaştırılmıştır. Paris, Göttingen ve Exeter üniversitelerinde Kürt çalışmaları bölümü açılmıştır. Avrupa’nın birçok yerinde Kürt enstitüleri bulunmaktadır. Kürdoloji çalışmalarıyla ilgili bilimsel dergiler (Studia Kurdica, Etudes Kurds, Kurdologie ve Journal of Kurdish Studies gibi) Amerika ve Avrupa’da basılmaktadır. Her yıl değişik Batı ülkelerinde uluslararası Kürdoloji kongreleri yapılmaktadır. Kürdoloji’nin Kürtlerin yaşadığı ülkelerin dışındaki yerlerde doğması anormal bir durumdur. Yabancı ülkelerdeki çalışmaların yanında kendi doğal coğrafyasında Kürdoloji’nin çalışılması gerekmektedir. Üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin açılması suretiyle Kürdoloji’nin bilimsel ve akademik bir disiplin olarak kurumsallaştırılması, Kürt çalışmaları alanında anormal olan bu durumun normalleşmesine katkı sağlayacaktır.

Zaman, 16.05.2009

 

Demirel Kim? Merkez Sağ Neresi?

Cindoruk kılığında. Merkez sağ üzerinde bir ara sahip oldukları ‘vesayetlerini’ geri almaya çalışıyorlar. Söz DP delegelerinde; ya merkez sağın köklü partisi DP’de dizginler ‘derin devlet’in kontrolüne geçecek ya da DP çizgisi 1960 darbesiyle üzerine konulan ipotekten kurtularak yoluna devam edecek, AK Parti iktidarına gerçek bir merkez sağ alternatif yaratacak. Dolayısıyla DP kongresinde tarihî bir yüzleşmeye, hesaplaşmaya tanık olacağız. Türk siyaseti üzerinde kurulan askerî vesayetin ‘gizli elleri’ ile Menderes’in mirasına sahip çıkan ‘genç Demokratlar’ yarışacak. Aslında bu yarış, bir parti içi ‘iktidar’ yarışı değil; ‘Darbesever’ bir marjinal sağ kliğin dışarıdan gelip Menderes’in partisini ele geçirmesine razı olmayanların verdiği ‘sembolik’ bir mücadele.

DP’yi kuşatanların akıl hocası Demirel. Kongre için bütün ağırlığını koymuş Cindoruk’tan yana. Siyasî kariyerine 28 Şubat’ta ‘muhteşem’ bir nokta koyan Demirel, ‘Geçmişimde Cumhurbaşkanlığı hüviyetim olmasa oralara -delegelerin arasına- da inerim.’ demiş. Cumhurbaşkanlığı mani değil sahaya inmeye de; sorun, Demirel’in o makamda kendini tüketmiş olması. Sonuçta, ‘eski’ demokratlar 1960 darbesinin cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’i ne kadar kendi cumhurbaşkanları olarak gördülerse, ‘yeni demokratlar’ da 28 Şubat’ın cumhurbaşkanı Demirel’i o kadar kendilerinden görüyorlar şimdi.

Yani Demirel’in siyasete dönmesi için asıl mani, 28 Şubat’ta yaptıklarıyla merkez sağı temsil kabiliyetini tamamen kaybetmesidir. Bazı saf veya çok akıllı gazeteciler Demirel’den hâlâ ‘merkez sağın doğal lideri’ olarak söz ediyorlar. Gerçekten böyle bir ‘doğal liderlik’ olsa Çankaya’dan indikten sonra Demirel’i kim tutabilirdi evinde? Şimdi bile delege peşine düşen Demirel gerçekten merkez sağın doğal lideri olsaydı çoktan aktif siyasete girmez miydi? Biliyor tabii, 28 Şubat sürecinde ve sonrasında kendisinin merkez sağı temsil etmediğini. Darbeseverlikle merkez sağ siyasetin uyuşmayacağını Demirel de biliyordur herhalde. Darbeyi yapan askerler bile çıkıp 28 Şubat’ı savunamazken hâlâ darbeyi ve darbecileri savunan biri ‘merkez sağın doğal lideri’, öteki DP genel başkanı olabilir mi? Bu komik.

28 Şubat sürecinde aktif rol oynayan, hatta askeri kışkırtan, derin devleti savunan, başörtülü kızlara Arabistan’a gitmelerini söyleyen Demirel’i bağrına basacak merkez sağ taban yok. O ancak ADD konferanslarında Onuncu Yıl Marşı söylerken arkasında birkaç kişi bulabilir. Bunu bile bile DP’yi ele geçirmeye çalışıyorlar. Gidip yeni bir siyasî parti kurabilirler, alt tarafı 30 kişi bulacaklar. Neden ısrarla DP’yi almak istiyorlar? ‘Senelerce başını çektiğim siyasî hareketin ölmesine gönlüm razı olmaz.’ demiş Demirel, o hareketi öldürenin bizzat kendisi olduğunu bile bile. Darbelere arka çıkan, milli iradeyi küçümseyen, Onuncu Yıl Marşı’yla millete karşı psikolojik terör estirenler aslında merkez sağı değil, kendilerini öldürmüşlerdi.

Gönlünün razı olmayacağı ise DP’nin misyonuna geri dönmesi; demokrat, özgürlükçü ve darbelere karşı bir siyaset izlemesi. DP’nin bu çizgisi galiba psikolojik olarak da rahatsız ediyor Demirel-Cindoruk ikilisini, suçluluk duygusuna kapılıyorlar. Belki de o yüzden susturmak istiyorlar Süleyman Soylu ve ekibini. Ama derinlerdeki nedenin merkez sağı yeniden kendi ipotekleri altına alarak iğdiş etmek, derin devletin hizmetine sunmak olduğundan kuşku yok. Bütün ‘ağırlığına’ rağmen kongreden yenik ayrılabileceği endişesi taşıyor Demirel. DP’yi alamazlarsa yollarına devam edeceklerini söylüyor. Nereye? DP delegelerinin kapıyı gösterdiği Demirel-Cindoruk ikilisi CHP’ye sığınabilir belki. Ama bir ara CHP genel başkanlığı yakıştırılan Demirel ile Cindoruk’u CHP’de artık ‘delege’ bile yapmazlar. Onlar artık sıradan birer CHP seçmeni.

Büyükanıt ve Sivilin Paltosu

Emekli orgeneral Yaşar Büyükanıt, ‘politikaya meraklılara’, ‘politikacı ve ordu’ konulu bir ders vermiş (Hürriyet).

Kendi kendime ‘keşke orada olsaydım da şunları söyleseydim’ dedim, ama hayır… Böylesi daha iyi… Neme lazım, belki ben de bazı meslektaşlarım gibi asker karşısında muma döner, ‘haklısınız efendim, saygılar’ derdim.

Neyse, önce Büyükanıt’ın sözleri ve sonra da ‘şunları söyleseydim’ dediklerim:

‘Ben asker olarak emniyetin istihbaratına güvenmiyorsam, çünkü bana istihbarat getirecek kurum benim hakkımda istihbarat topluyor.’

Duyan da bu ülkede hiç darbe muhtıra olmamış da birileri durduk yere istihbarat toplayıp günahlarına giriyor sanır. Büyükanıt’ın güvensizliğinin beni pek de üzdüğünü söyleyemeyeceğim. Aksine, 2003’ten beri atlattığımız darbe tehlikelerini düşündükçe Emniyet istihbaratına güven duymam gerektiğini düşünüyorum.

* * *

‘Askerliğin içine politikayı sokmak istiyorsanız, orduyu Milli Savunma Bakanlığı’na bağlayın.’

Yine duyan da bütün demokratik rejimlerde askerliğe politika girmiş sanır. Büyükanıt, kendisi dahil pek çok asker bürokratın yaptığı siyaseti siyasetten saymıyor. Oysa bizde askerler postmodernizmden üniter ve federal devlet tartışmalarına, türbandan anayasa değişikliklerine, etnisite ve kimlik meselelerine kadar her konuda konuşurlar. Bunlardan daha politik konular var mı? Anlaşılan Büyükanıt, ordunun siyasete girmesine değil, siyasetin orduya girmesine karşı. Ama bunun çözümü yok: biri girince diğerine de bulaşıyor.

* * *

‘Bu, Demokrat Parti döneminde yaşanmıştır. Biz, Savunma Bakanı’nın paltosunu tutan komutanlar da gördük.’

Bunda garipsenecek ne var? Garip olan Savunma Bakanı’nın emrindeki askerin paltosunu tutması olmaz mıydı? İlle de biri diğerinin paltosunu tutacaksa memur amirinkini tutar, amir memurununkini değil. Siz de Başbuğ gibi Weber okusaydınız bilirdiniz (gerçi O da okuyor da ne oluyor? Ben siyaset bilimciyim, ama benden çok siyaset konuşuyor). Neyse, Weber diyordum, ‘hukuki-rasyonel otorite’, hiyerarşi, ast-üst ilişkisi bunu gerektirir. Ama sanıyorum Büyükanıt’ın zihnindeki ast-üst ilişkisi bizimkinden farklı. Yoksa bir ‘ast’ın (askerin, atanmışın) ‘üst’üne (sivile, seçilmişe) palto tutmasını garipsemezdi.

* * *

‘Genelkurmay Başkanlığı, anayasa gereği başbakanlığa bağlı. Savunma Bakanı’na bağlı olmasıyla Başbakan arasında şekil açısından fark yok. Başbakan da sivil.’

E ne yapalım o zaman? Cumhurbaşkanlığına bağlasak, sizin ifadenizle ‘o da sivil’. Her zaman darbe olacak ve cumhurbaşkanı askerden olacak diye bir şey de yok. Acaba ‘ayrı bir anayasal kurum’ mu yapsak? Ya da ayrı bir anayasa? En iyisi, sorunu kökten çözelim: başbakanlığı genelkurmay başkanlığına bağlayalım, olsun bitsin.

* * *

‘Siyasetçiler değişir ama askerin iki mülahazası değişmez. …laik, demokratik, sosyal, hukuk devleti… ulusal ve üniter yapının korunması. Bu iki payda da asker ve politikacı birleştiğinde sorun olmaz. Ama sözde değil özde’.

Bu söz açıkça Büyükanıt gibi düşünenlerin kendilerini nihai anlamda TBMM’ye bağlı görmediklerini göstermiyor mu? Haydi Meclis’in bu ‘mülahazaları’ değişti diyelim (olur ya, sonuçta doğa yasası değil bunlar), asker darbe yapınca meşru mu olacak? Hem ‘sözde vatandaşlar’ olur da ‘özde’ birleştiklerinde siz onlara inanır mısınız?

‘Hizmetteyken yaptığım konuşmaların yüzde 99’u bu iki temel prensibe dayanıyor’.

Demek ki, hizmetteyken hep siyaset konuşup suç işlemişsiniz. Çelişkiyi görmek için bir de şöyle bakın: Bir öğretmen işini yaparken % 99 askerlik konuşsa, haklı olarak onu kapının önüne koyarlar.

‘Bunların korunması bize yasayla verilmiştir. Bu siyaset değil. Günlük siyaset, askerin işi değil’.

Hiçbir anlamda siyaset sizin işiniz değil. Aynı anda iki iş yapmaya kalkarsanız ikisini de yapamazsınız. İpucu: ‘Aktütün!’… Bir çağrışım yaptı mı?

‘En ağırıma giden, askeri dinsiz gibi göstermeleri’.

Askeri dinsiz gösterenlere, her kim iseler, sizden daha fazla katkı yapan var mı? Kendi işini bırakıp türbanla kurbanla uğraşırsanız, uyku saatinde ilahi okuyan küçük çocuklardan muhtıra gerekçesi çıkarırsanız, tabii sizi öyle görürler.

‘Asker, bu tip politikanın içine kesinlikle girmemeli. Girdiğiniz zaman o ülkeden hayır gelmez’.

Bu sözden ‘bu tip’ kısmını çıkararak okursak sizinle hemfikirim.

Gerçekten de asker politikaya kesinlikle girmemeli; çünkü girdiğinde o ülkeden hayır gelmiyor.

Star, 05.05.2009