Ana Sayfa Blog Sayfa 651

Vesayetçi zihniyetin kodları nerelerde?

0

Türkiye’de bürokratik askerî vesayetin ardındaki zihniyeti çözmek için kullanılabilecek en basit ve en etkili yol, bazı emekli askerleri -özellikle emekli generalleri- televizyon programlarında dinlemektir. Yakınlarda bir emekli generali bir tartışmada izledim. General özetle ve yaklaşık olarak (veya mealen) şöyle demekteydi:

“Bazıları askerlerin sınır boylarına konuşlanmasını, sırtını ülkeye dönüp sadece ‘dış düşmanları’ takip etmesini, ülkede ne olup bittiğiyle hiç ilgilenmemesini istiyor. TSK, bunu yapamaz. TSK’nın görevi bu değildir. O, bütün ülkeyi gözetlemek ve millî güvenliğimizi ve rejimi korumak için üstüne düşenleri yapmak zorundadır. Darbe yapmayı TSK asla istemez, ama siviller ve siyasîler darbe yapılmasına sebep olacak, darbeye ortam hazırlayacak şeyler yapmamalıdır. TSK’yı istemeden de olsa darbe yapmaya mahkûm etmemelidir. Yoksa kim ister darbe yapmayı! Darbeler esnasında kötü şeyler olmuş ve hatalar yapılmış olsa bile bunlar sonradan mesele haline getirilmemelidir. Sonradan konuşmak kolaydır. O dönemdeki şartlara bakmak ve ona göre yargıda bulunmak gerekir…”

Takip ettiğim kadarıyla bu emekli general daha sivil bir kişiliğe sahip, daha demokrat biri olarak biliniyor. Belki öyle bir izlenim bırakmaya özellikle dikkat ediyor. Ancak programda, nasıl süslü bir söylem tutturursa tuttursun, konuşması biraz uzayınca, biraz ters bir soruyla karşılaşınca demokratlığı lime lime dökülüyor ve otoriteryen tavır ve kişilik ortaya çıkıyordu. Daha demokrat olduğu söylenen bu kişi, emekli ve muvazzaf subaylar için bir ölçü olarak alınacak olursa aynı kafadaki askerlerin demokrasi bilgisi ve demokrasiyi hazmetme derecesi konusunda pek iyimser olmamak gerektiğini, emekli generalin performansı, insanın yüzüne çarpıyordu.

Emekli generalin bu sözleri, satır araları ve mantıkî arka planı vesayetçi zihniyeti ifşa etmektedir. Demokratik bir ülkede ordunun tek görevi, tam da onun olmaz dediği şeydir: Sınırları korumak. Ordu, bütün enerjisini buna vermelidir. Toplumda ne olup bittiği onun işi değildir. Her demokratik toplum fikir, kanaat ve tercihlerde bir çoğulculuğa sahiptir. Ordu, bu tercihler arasında taraf olamaz. Olursa siyasete batar. Ne yazık ki, bizim gibi ülkelerde, ordular çoğu zaman düşmanı izlemek ve harp sanatını öğrenmek ve talim etmek yerine siyasete batmakta ve kendi toplumuyla uğraşmaktadır.

BİR ORDUNUN MEŞRULUĞUNU MUHAFAZA EDEBİLMESİ İÇİN…

Neden Amerikan ordusu, Alman ordusu kendi toplumuyla uğraşmamakta, toplumuna efendi gibi davranmamakta ve fakat bazı ülkelerde böyle olmaktadır? Böyle bir ordu, gerçekten, meşruluğunu nasıl muhafaza edecektir? Dahası, ordu, icraatları geniş toplum kesimlerini rahatsız ediyorsa, nasıl kuvvetli, toplumun güvenine sahip bir ordu olacaktır? Sözünü ettiğim kafadan asker memurlar bu soruya kendilerince bir cevap vermiş görünüyorlar. “TSK siyasete gömülmüş durumda, bir parti gibi davranıyor” diyenlere, “laiklik ve üniter devleti korumak, irtica ve bölücülüğe karşı olmak siyaset yapmak değildir” ezberini yetiştiriyorlar. Aslında bunu savunmakla siyasetin tam ortasına battıklarını ve imtiyazlı siyaset yapma lüksünü kendilerine tahsis ettiklerini göremiyorlar. Öyle ya, silahlı gücü olan başka hangi siyasî görüş var? Diğer görüşler silahlı gücü olan görüşe nasıl muhalefet edebilir?

Demokratik siyaset her meselenin toplum –siyasetçiler- tarafından ele alınabilmesi, irdelenebilmesi ve müzakereler ve demokratik süreçler yoluyla çözülebilmesi demektir. Oysa, bizde, silahlandırılmış bürokrasinin yaptığı, siyasetin konusu olması gereken şeyleri demokratik siyaset alanının dışına çekmek, onların tanım ve yorumunu askerî tekel altına almak ve dolayısıyla demokratik siyaseti öldürmektir. Laiklik, ülke bütünlüğü, üniter devlet gibi konular da siyasîdir. İlke olarak üzerlerinde geniş mutabakat sağlansa bile bunların ne olduğuna ve nasıl uygulanması gerektiğine herhalde askerler karar veremez. Bu, toplumun işidir ve toplum bunu demokratik hak ve özgürlükleri çerçevesinde müzakere ve karar alma yöntemlerini kullanarak yapacaktır. Mesela laiklik. Ben laikliğin önemli ve gerekli bir ilke olduğuna inanıyorum. Bazılarının sandığı gibi demokrasinin gerekli veya yeterli şartı olmasa bile özgürlüğün önemli araçlarından biri olduğuna ve siyasî sistemin temel ilkelerinden biri olması gerektiğine inanıyorum. Ama bu ilkeyi asker bürokratların anladığı gibi anlamıyorum. Öyle anlamak zorunda mıyım? Niye askerlerin görüşü benimkinden daha doğru olsun? Ellerinde silah olduğu için mi? Silahla desteklenen görüş doğru görüş müdür? Yoksa askerler, laiklik gibi konuların ülke ve dünya çapında uzmanları mıdır?

Siyasî toplumda temel tarz ve değerlerin bir defada ve herkes ve bütün zamanlar için kesin ve değişmez şekilde belirlenebileceği görüşü de tuhaftır. Bu, gelecek nesillerin akıl ve tercihlerine ambargo koymak anlamına gelir. İnsan iradesiyle değiştiremeyeceğimiz, ortadan kaldıramayacağımız tek siyasî değer insan haklarıdır. Yani bir kişi bir görüşte olsa diğer tüm insanlar farklı görüşte olsa bile o tek kişinin hak ve özgürlükleri ortadan kaldırılamaz. Çünkü haklar insan olmaktan kaynaklanır ve bize toplumun lütfu değildir. Buna karşılık, siyasî yönetimin biçimi, ilkeleri, tarzı vs. insan aklının ve toplumların değerlendirmelerine tabidir. Değişmezlik ilan ederek bu alanlarda hayat dondurulamaz. Aşırı, hızlı ve radikal değişiklik tehlikeli görülüyorsa iki şey yapılabilir. İlk olarak birey hakları üzerinde siyasî sistem türünden bağımsız olarak mutlak konsensüs sağlanır. İkinci olarak sistemdeki değişiklik iyi tanımlanmış ve işletilmeleri nispeten güç şekil şartlarına dayanan kurallara bağlanır. Anayasa değiştirmede vasıflı çoğunluk aranması gibi…

TOPLUMUN GÖREVİ VE HAKKI OLAN NEDİR?

Asker memurlar değişmezleri ilan etmekle ve onları tanımlama yetkisini tekellerine almakla siyasetin âlâsını yapmaktadır. Bu, elbette, demokratik siyaset değildir, tekelci siyasetin ta kendisidir. Bir demokraside bu kabul edilemez. Nasıl Amerikan, İngiliz, Alman ordusu siyasî sistemin temel özelliklerini belirleme yetkisini kendisinde göremezse TSK da göremez. O, toplumun ona verdiği sınırları savunma görevini yine toplumun sağladığı silah ve yetkileri kullanarak yürütmekle mükelleftir. O kadar. Demokratik bir ülke olacaksak askerler eninde sonunda bu ilkeyi kabul edecektir. Yoksa, demokrasiyi unutmamız gerekir.

Ancak, askerî vesayet sorununun çözümü sadece asker memurların kendine çekidüzen vermesinden ve demokrasilerde askerlerin içinde kalması gereken sınırlara çekilmeyi kabul etmesinden geçmemektedir. Bunu sağlamak ve askerlere durmaları gereken yeri bildirmek -emretmek- aslında toplumun görevi ve hakkıdır. Demokrasi yanında, medeniyetin de temel ölçülerinden biri silahlı güçlerin sivil otoriteye tabi ve onun tarafından kontrol ediliyor olmasıdır. Bunu yapamayan hiçbir ülke, uygar bir ülke olamamıştır. Toplum bunu yapma yolunda bir iradeye, bir kararlılığa sahip olmadan, askerî vesayeti kaldırma işi gerçekleştirilemez. Militarizmin kökleri bazı sivillerin -gazeteci, akademisyen, politikacı, bürokrat, işadamı- zihin dünyasında da aranmalı, bulunmalı ve teşhir edilmelidir. Siviller gerçekten sivil olsa, ellerindeki silah gücü ne olursa olsun, askerler, alanları dışına taşmaya, siyasî sisteme hükmetmeye, topluma efendilik taslamaya, toplumun velinimetiymiş gibi davranmaya kalkışamaz.

Zaman, 24.07.2009

 

Ahlâksız Sigara Yasakları

Dumansız hava sahasına sahip altıncı ülke olmuşuz. Bu durum sizin de milli gururunuzu okşadı mı? Gönlümce sigara bile içemeyeceğim ama olsun “önce vatan” dediniz mi? Sonuçta dünya çapında bir derecemiz daha oldu. İlk onda olduğumuz garanti. Çok çalışırsak bir dahaki yasaklamada ilk üçe bile gireriz belki. Örneğin bütün küfürlü sözcüklerin kullanımını yazılı ve sözlü basında yasaklayarak dünyada bir ilk olabiliriz. Hem böylece “modernlik” yarışında dünyaya ne kadar kaliteli bir millet olduğumuzu kanıtlar, devletimizin yüceliğini ispatlamış oluruz. Bir hayal edin lütfen: “Türkiye, küfürsüz hava sahasında dünyanın medarı iftiharı!”. Duygulanmamak elde değil.

Sigara kullanımın özel ilişkilere konu olan alanlarda yasaklanmasının ne kadar ahlâksız bir cüret olduğunun başından beri farkındaydım ancak sigara içmeyi yasaklamanın bir medeniyet payesi, bir erdem gibi sunulması gerçekten rahatsız edici bir saçmalık. Hele ki, sol elle yemek yemenin, başını örtmemenin, yerel lehçeleri aşağılamanın modernlik sayıldığı bir ülkede sigaranın yasaklanmasının “ilerici” bir hamle olarak sunulması ve halkın da buna boyun eğmesi hiç şaşırtıcı değil. Bu “büyük başarıyı” gösterdikten sonra yeni başarılara gözümüzü dikebiliriz artık. Örneğin bir Avrupa Birliği parlamenteri obeziteyi kendine problem edinip belirli kilonun üzerindeki insanların “kilo vergisi” ödemelerini teklif edebilir. Bu dâhiyane fikri benimseyecek yeteri sayıda bilimadamı ve aydınlanmış sivil toplum örgütü önderi bulunabileceğine eminim. Hem sağlık masrafları da düşer, devlete zeval gelmez.

Evet bu yasak ahlâksızca. Şimdi televizyonlar yarışırcasına sigara tüketiminin azalmasıyla kaç milyar dolar kazanacağımızı, sağlık sektöründe ne kadar kâr edeceğimizi bağırıyor. Üstten bir tutumla sigara kullanıcılarına utanın diyor. İnsanın hakkıyla kazandığı paranın bu şekilde hesap konusu edilmesi ve kimseyi zorlamadan barışçı ilişkilerle kurduğu sosyal hayatına doğrudan müdahale edilmesi kimsenin canını sıkmamışa benziyor. Hiç kimse televizyona çıkıp da “Siz kim oluyorsunuz da kazandığım parayı nasıl harcayacağımı kanunla belirlemeye kalkıyorsunuz!” demiyor. Hiçbir zor kullanma içermeyen, gönüllü ilişkilere dayanan özel hayatlarımıza, toplanma özgürlüğümüze doğrudan yapılan bu müdahalenin temelinde yatan zihniyetin taşıdığı tehlikeye işaret edilmiyor.

Hükümet vıcık vıcık faydacı hesaplarla, kendi tercihlerini sigara içicilerin tercihlerinden üstün görerek dokunulmaması gereken haklarımıza el uzattı. Bunu yapmayı kendine hak gördü, çünkü ondan öncekilerde başka birçok daha vahim özgürlük ihlalini rahatça yapabilmişti. Örneğin birilerine hoş görünmüyor, görünce iğreniyor ya da korkuyor diye milyonlarca insan başörtüsü yasaklarına maruz kalmıyor mu bu ülkede. Aynı faydacı zihniyet bu yasakta da savunulmuyor mu? Bu yasağın karşısına insanların bireysel haklarından kaynaklanan kendi hayatlarını nasıl yaşayacaklarına dair tercihlerine devletin müdahale edemeyeceğini söyleyerek karşı çıkmıyor muyuz?

Şimdi değişen nedir? Negatif dışsallık mı? Kafelerde otururken aynı masada oturduğu arkadaşının içtiği sigaradan kötü etkilenen ya da yan masadan yükselen dumandan rahatsız olan sigara freaklerini mi korumak amaç? Öyleyse başladığınız işi yarım bırakmayın beyler, bayanlar! Çünkü hemen itiraf edeyim biz evlerde de sigara içiyoruz. Evlerimize kendi rızalarıyla gelip sigara dumanlarımıza maruz kalan insanların sağlığını tehdit ediyoruz, çocuklarımıza kötü “örnek” oluyoruz. Madem dışarıda kendi rızalarıyla insanlarla bir araya gelenlerin haklarına tecavüz etmeyi kendinizde hak görüyorsunuz, gerçek niyetinizi ve gücünüzü bizden saklamayın. Yeterince haklı görmektesiniz kendinizi. Yapacağınız iş çok kolay bir kanun “çiziktirivereceksiniz” o kadar. Bizim boynumuz kıldan ince! Yasaklayın sigaranın ülkeye sokulmasını!

Abarttığımı düşünenler lütfen diğer insan hakları ihlalleriyle sigara yasağı arasındaki farkı bana göstersin. Fark sadece bir derece meselesi, ben başka bir fark göremiyorum. Zora dayalı kamu gücünü gönüllü ilişkiler temelinde kurduğumuz hayatlarımızdan dışlamadıkça bu yeryüzünde özgürlüğe de yer yok. Özgürlük dostu sigara düşmanlarına tavsiyemse her hoşlanmadıkları şeyden kurtulmak için devlet gücünü yardıma çağırmak yerine sigara içilmesinin “özel” olarak yasaklandığı mekânlar açmalarıdır. Böylece kimsenin özgürlüğünü ve haklarını çiğnemeden tercih ettikleri hayatı yaşayabilirler.

Genelkurmay halkın vicdanında aklanmak istiyorsa

Belirsizlik her zaman demokrasi düşmanlarının işine yarar.Taraf’ın malum belgeyi yayınlayışının üstünden günler geçti.

Hâlâ ortada en ufak bir doyurucu açıklama yok. Ve bu belirsizliği fırsat bilen bir koro ilk günlerin şaşkınlığını attıktan sonra yavaş yavaş sesini yükseltmeye başladı: “Sahte belgeyle orduya karşı provokasyon yapılıyor.”

Oysa eğer bu belge sahteyse, sahtekârların amacının orduyu değil, demokratik güçleri provoke etmek ve Ergenekon Davası’na darbe vurmak olduğu o kadar açık ki…

Ergenekon’u çökertmek için bundan ala komplo olur mu?

Bence Sayın Başbuğ’un da “Eğer belge sahteyse, yapacağımızı o zaman görürsünüz” lafını bu açıdan yeniden değerlendirmesinde yarar var.

***

Önümüzdeki belgenin sahte çıkması ihtimali -teorik olarak- her zaman vardır. Dolayısıyla belgenin gerçek olduğu kesin olarak ortaya çıkmadan kesin suçlamalarda bulunmayalım.

Ama doğruluğu konusunda kanaatimizi pekiştiren işaretlerin her geçen gün arttığını da belirtmeden geçmeyelim.

Bir kere, belgenin yayınlanmasından bu yana Genelkurmay’dan yapılan açıklamaların ikna edici olmaktan ziyade kuşkuları artırıcı etki yaratması… Kullanılan flu üslup, “yoktur” diyemeyip “kanaat oluştu” gibi ifadeler kullanılması… Askeri savcılığın daha belge gelmeden “Genelkurmay’da hazırlanmadığı anlaşılmıştır” diye açıklama yapması… Bütün bunlara Genelkurmay’ın şimdiye kadar inkâr ettiği birçok belgenin daha sonra gerçek çıktığını da eklersek belgenin doğru olma ihtimalinin ağır bastığını düşünmemiz normaldir.

Öte yandan, Taraf’a demeç veren bir emekli orgeneralin ‘İlker’i daha Kara Kuvvetleri Komutanı iken bu ekip konusunda uyarmıştım. Bu belgenin çalışması Ocak 2009’da başladı’ sözlerinin şimdiye kadar Genelkurmay Başkanlığı tarafından yalanlanmayışı; Başbuğ’un, ‘Ben böyle bir görüşme yapmadım, uyarı almadım’ dememesi garip değil mi?

Bilindiği gibi, belgenin ele geçirildiği avukatlık bürosunun sahibi olan ve şu anda Ergenekon tutuklusu bulunan Av. Serdar Öztürk, bürosunda böyle bir belge bulunmadığını, ortadaki belgenin sahte olduğunu iddia etmişti. Şimdi duyuyoruz ki Avukat Öztürk Ergenekon savcıları hakkında belge sızdırmaktan dolayı suç duyurusunda bulunmuş. Peki bu biraz garip ve çelişkili bir durum değil mi? Öyle ya, Taraf’ın yayınladığı belge sahteyse, yani böyle bir belge yoksa yok olan bir şey nasıl sızdırılır?

Ve en son olarak, Albay Çiçek’in Ergenekon savcıları önünde ifade vermekten ve imza atmaktan kaçınışı/kaçırılışı yani apaçık ortada olan bu sivil yargı korkusu, kuşkularımızı artıran ve belgenin doğru olduğu yönündeki kanaatimizi pekiştiren bir gelişme oldu.

Peki bu kuşkular nasıl dağılacak?

Gerçeğe ulaşmak nasıl mümkün olacak?

Şu anda askeri yargının sakıncaları, demokrasiyle ve kanun önünde eşitlik ilkesiyle bağdaşmazlığı konusunda bilinen lafları tekrar edecek değilim. Bunlar elbette önemli ama ben şu anda çok daha pratik ve somut bir ihtiyaçtan söz edeceğim:

Eğer Genelkurmay kamuoyunu bu belgenin kendi içinde hazırlanmadığına inandırmak istiyorsa davanın sivil yargıda görülmesini özellikle istemelidir. Son olay, toplumun ordu hakkındaki duygu ve düşüncelerinde gerçek bir travma etkisi yaratmıştır. Ordunun “kendi adamlarını” adli yargıdan kaçırma çabası olarak görünebilecek her türlü girişim, bu travmayı artırır.

Bugün yetmiş milyon insan gözünü dikmiş bu olayın sonucunu bekliyor. Bu insanlar endişeli, kuşkulu ve hatta öfkeliler. Şimdiye kadar yaşanan tecrübeler yüzünden, askeri mahkeme tarafından yapılacak bir yargılama geniş kitlelerin gözünde gerçek bir “aklanma” olmayacaktır. Kafalara yerleşen korkunç şüphe silinmeyecektir.

Oysa Genelkurmay için, halkın vicdanında aklanmak mahkemede aklanmaktan çok daha önemlidir, daha doğrusu önemli olmak zorundadır.

“Orduyu yıpratma gayretlerinden” bu kadar çok yakınan komutanların, bizzat kendilerinin sebep olabilecekleri bu vahim ve kalıcı yıpranma konusunda dikkatli olmalarında fayda var.

Bugün, 19.07.2009

Sivil-asker ilişkilerinde yeni bir aşama

Nisan 2009 tarihli “Eylem Planı”nın ortaya çıkmasıyla birlikte sivil-asker ilişkilerinde yeni bir aşamaya gelmiş gibi görünüyoruz.Hepimizin bildiği gibi, Genelkurmay kaynaklı bu tür eylem planlarıyla ya da andıçlarla ilk defa karşılaşmıyoruz.

Sonuncusu kadar korkuncuna pek sık rastlamasak da, Ergenekon iddianameleri bu tip iç savaş ve darbe senaryoları; kaos, komplo, suikast ve provokasyon planları içeren belgelerle dolu.

Aslında zaman zaman yaşadığımız darbeler, su üstüne çıkan darbe teşebbüsleri ya da planlar on yıllardır sürüp gitmekte olan kronik bir hastalığın akut evrelerinden başka bir şey değil. Bu kronik hastalığın adı askeri vesayet rejimi. Zaman zaman ortaya çıkan darbeler, darbe teşebbüsleri ya da komplo planları ise askerlerin bu vesayet rejiminin tehlikeye girdiğini düşündükleri dönemlerde yaptıkları karşı ataklar… Eğer askeri vesayet rejimi itirazsız sürse, yani hükümet ve Meclis siyaset üzerindeki bu apoletli tahakkümü kayıtsız şartsız kabul etse, bu atakları da yapmayacaklar; zaten yapmaktan da hoşlanmıyorlar.

Ama ne yazık ki “mecbur kalıyorlar!”

Çünkü sivil toplum ve siyaset -AB’nin de kışkırtmasıyla- gün geçtikçe daha “itaatsiz” hale geliyor!

Özetle söylemek istediğim şu ki, bugün karşımızda olan “İrticayla Mücadele Planı” münferit bir hadise olmayıp sistemli, kurumsallaşmış bir zihniyetin son hezeyanlarından biri.

Şimdiye kadar ordu içinde tezgahlanan bu tip darbe-komplo planları karşısında siyasetin ve toplumun talebi hep “Genelkurmay’ın gereğini yapması ve içindeki suçluları ortaya çıkarıp temizlemesi” oldu. Bu talebi genellikle “Ordumuzun gereğini yapacağına inancımız tamdır” klişesi takip etti.

Bu itikatla geldiğimiz nokta ortada: Genelkurmay gereğini yapmadı. Yapmadığı, daha iki ay önce hazırlanan bu eylem planından belli. Bu eylem planının altında imzası olan kişinin, bundan daha önce de bir başka andıç hazırladığı halde hâlâ görevde oluşundan belli. Şemdinli Davası sonuçlarından belli. Yeraltından çıkarılan ordu malı silahlarla ilgili inkâr açıklamalarından belli. JİTEM’in hâlâ inkâr edilmeye çalışılmasından belli. Ve daha nice olayda çoktan deşifre olmuş faillerin kışlalarında oturmalarından belli.

Dolayısıyla bugün geldiğimiz aşamada artık Genelkurmay’ın ya da askeri yargının ne yapacağı değil, siyasetin ve sivil yargının ne yapacağı önemli.

Bu olayın çapı “Genelkurmay’ın gereğini yapacağına inancımız tamdır” klişesini tekrarlayarak, askeri savcılığın kendi başına yürüteceği bir soruşturmaya bel bağlayarak geçiştirilemeyecek kadar ağır.

Ben Başbakan’ın Grup’ta yaptığı konuşmayı bu yeni aşamanın idrakinin bir işareti olarak görüyorum.

Başbakan’ın “Partimize yönelik bu iddialarla ilgili suç duyurusunu yapıyoruz. Ve bu suç duyurusunun ardından tabii ki parti olarak bunun takipçisi olacağız. Bunu ortada bırakamayız. (…) Diğer partiler net bir duruş sergilemese de tek başına da kalsa demokrasiyi savunmak AK Parti’nin vazifesidir ve AK Parti bu vazifesini bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da en küçük bir ricat sergilemeden ifa edecektir” sözleri yeni bir durumu ifade ediyor.

Siyasi iktidar varlığına kasteden bu teşebbüsü açığa çıkarmazsa kendi kuyusunu kazmış olacağını; askeri vesayet rejimiyle uzlaşmanın sonu olmadığını; ordu yönetiminin bu vesayet rejimini gönüllü biçimde sonlandırmayacağını; tek çarenin sivil iktidarın bunu ona zorlaması olduğunu görmüş olmalı.

İşte yazının başında sözünü ettiğim yeni aşama da bu…

Siyasetin iktidar alanına sahip çıkarak ve halkı arkasına alarak demokrasiye karşı kurulan komployla hesaplaşması.

Bunun için neler yapılabilir?

AK Parti’nin suç duyurusunda bulunması elbette olumlu ama böyle bir olay karşısında sadece hukuki süreci başlatmakla yetinilemez. Hükümetin, elindeki bütün yetkileri ve demokratik araçları kullanarak ordu üzerinde sıkı bir siyasi denetleme yapması; Meclis’in bir komisyon kurarak araştırma- inceleme başlatması ilk elde akla gelenler… Tabii, soruşturma sürerken sorumlularla ilgili alınacak idari tedbirleri de hemen eklemek gerek.

Unutmayalım, bütün bu olup bitenler sonuçta askerlerle siviller arasında bir siyasi iktidar kavgasıdır ve sonuç da siyaset alanında alınacaktır.

Bugün, 17.07.2009

Urumçi’den Sofya’ya milliyetçilik böyledir

Milliyetçilik bir çocukluk hastalığıdır’ diyordu Einstein; ‘O insanlığın kızamığıdır’. Çocukluk hastalığı diye küçümsemeyin, ne kadar geç atlatılırsa, bünyeye verdiği tahribatın o kadar büyük olduğu, öldürücü bir hastalıktır o.

Milliyetçilik bölücüdür, insanı kendi tercihi olmayan bir kimliğinden dolayı mahkum eder. O kabileciliğin yeni versiyonudur. ‘Kabileden’ olmayana karşı en acımasız, yabancı işçilere, azınlıklara ve sığınmacılara karşı en katı politikalar onlardan gelir.

Yurt dışına çıkan bir milliyetçinin sığınak aradığında kapısını çalacağı insanlar oranın milliyetçileri değildir; evrenselci sosyalistleri, Katolikleri veya Müslümanlarıdır. Orada oy vereceği en son parti de milliyetçi partidir.

O bütün kötülüklerin kaynağı değil, ama önemli bir tezahürü veya meşrulaştırıcısıdır.

Hayır, onu ırkçılıkla karıştırmıyorum.

Doğu Türkistan’da ‘ben insanım’ diyen herkesin vicdanını kanatan katliama bakın.Urumçi sokaklarını insan kardeşlerine dar eden, katleden, yağmalayan ve ırza geçen o sürünün mutlaka ırkçı olması gerekmez. Tıpkı 6-7 Eylül’de İstanbul’u Rum, Yahudi ve Ermeni insan kardeşlerine dar eden, katleden, yağmalayan ve ırza geçen o sürünün olmadığı gibi.

O ruh halinin ürediği bataklıklardan biridir milliyetçilik. O katliamı yaptıran veya göz yuman Çinli yetkililere atfedilebilecek en uygun kimlik ne Konfüçyen ahlak, ne de evrenselciliktir; milliyetçiliktir.

Doğu Türkistanlıları katletmenin Çin’e hiçbir faydası olmadığını da milliyetçi Çinli yetkiliye anlatamazsınız; çünkü milliyetçilik körlük yapar.

Milliyetçilik adaletsizdir; ‘yetmiş iki millete bir göz ile’ baktırmaz; hepsini aynı adalet terazisinde tartmaz. Dışarıda ‘soydaş’ için istediği hakları, içeride ‘soydaş olmayan’ için bölücülük olarak görebilir.

Doğu Türkistanlıların ana dilde eğitim hakkını savunan ve resmi dil dayatmasına isyan eden bir milliyetçi, aynı hakları Türkiye’deki Kürtler için nadiren savunur (en azından benim hala rastlayamadığım kadar nadir).

Milliyetçiliğin dili dünyanın her yerinde aynıdır. Sadece kurbanları farklıdır.

Bulgaristan’ı Türklere dar etmeye çalışan milliyetçi Ataka Partisi’nin seçim beyannamesine bakın.

‘Bulgaristan tek uluslu bir ülkedir’ diyor Ataka Beyannamesi, ‘din, etnisite ve kültürel farklılıklara göre bölünemez’.

Kim bölmek istiyor, Türkler veya Pomaklar mı? ‘Etnisite ve kültür farklılığını’ tanımak Bulgaristan’ı niye bölsün? Milliyetçiye anlatamazsınız.

Devam ediyor:

‘Bulgaristan’ın dili Bulgarca’dır. Ulusal medyada başka dillerin kullanımı söz konusu değildir’.

‘Öncelik hakkı yabancılara karşı Bulgar yatırımcılarındır. Bulgar üretim ve finans sistemi Bulgarların elinde olmalıdır’.

Özetle, ‘Bulgaristan Bulgarlarındır’ diyor. Her gün logosunun yanından ‘Türkiye Türklerindir’ diyerek sürekli fitne sokan Hürriyet’in diliyle konuşuyor.

Onlara, ‘Niye Pomakları rencide ediyorsunuz, durduk yere bir tartışma çıkarıyorsunuz?’ deseniz, sizi suçlu çıkarırlar: ‘Biz her kökenden Bulgar vatandaşından söz ediyoruz, niye gocunuyorsunuz?’ derler.

Eğer ahlaken tutarlı ve adil olmak istiyorsanız, bir test yapın.

Bir an için kendinizi Bulgaristan’daki bir Türk’ün veya Çin’deki bir Tibetlinin yerine koyun.

Oradaki milliyetçilerin, sizinle ilgili nasıl bir dil kullandıklarına, sizin haklı taleplerinizi nasıl bir ‘tehlike’ gibi göstermeye çalıştıklarına bakın.

Bunu yapanların her yerde nasıl aynı dili, aynı kalıpları kullandıklarını göreceksiniz.

Bütün bunları gördükten sonra vicdanınız size hala ‘milliyetçilik iyidir’ diyorsa da, alın hayrını görün!..

 

Urumçi’den Sofya’ya milliyetçilik böyledir

0

Milliyetçilik bir çocukluk hastalığıdır’ diyordu Einstein; ‘O insanlığın kızamığıdır’. Çocukluk hastalığı diye küçümsemeyin, ne kadar geç atlatılırsa, bünyeye verdiği tahribatın o kadar büyük olduğu, öldürücü bir hastalıktır o.

Milliyetçilik bölücüdür, insanı kendi tercihi olmayan bir kimliğinden dolayı mahkum eder. O kabileciliğin yeni versiyonudur. ‘Kabileden’ olmayana karşı en acımasız, yabancı işçilere, azınlıklara ve sığınmacılara karşı en katı politikalar onlardan gelir.

Yurt dışına çıkan bir milliyetçinin sığınak aradığında kapısını çalacağı insanlar oranın milliyetçileri değildir; evrenselci sosyalistleri, Katolikleri veya Müslümanlarıdır. Orada oy vereceği en son parti de milliyetçi partidir.

O bütün kötülüklerin kaynağı değil, ama önemli bir tezahürü veya meşrulaştırıcısıdır.

Hayır, onu ırkçılıkla karıştırmıyorum.

Doğu Türkistan’da ‘ben insanım’ diyen herkesin vicdanını kanatan katliama bakın.Urumçi sokaklarını insan kardeşlerine dar eden, katleden, yağmalayan ve ırza geçen o sürünün mutlaka ırkçı olması gerekmez. Tıpkı 6-7 Eylül’de İstanbul’u Rum, Yahudi ve Ermeni insan kardeşlerine dar eden, katleden, yağmalayan ve ırza geçen o sürünün olmadığı gibi.

O ruh halinin ürediği bataklıklardan biridir milliyetçilik. O katliamı yaptıran veya göz yuman Çinli yetkililere atfedilebilecek en uygun kimlik ne Konfüçyen ahlak, ne de evrenselciliktir; milliyetçiliktir.

Doğu Türkistanlıları katletmenin Çin’e hiçbir faydası olmadığını da milliyetçi Çinli yetkiliye anlatamazsınız; çünkü milliyetçilik körlük yapar.

Milliyetçilik adaletsizdir; ‘yetmiş iki millete bir göz ile’ baktırmaz; hepsini aynı adalet terazisinde tartmaz. Dışarıda ‘soydaş’ için istediği hakları, içeride ‘soydaş olmayan’ için bölücülük olarak görebilir.

Doğu Türkistanlıların ana dilde eğitim hakkını savunan ve resmi dil dayatmasına isyan eden bir milliyetçi, aynı hakları Türkiye’deki Kürtler için nadiren savunur (en azından benim hala rastlayamadığım kadar nadir).

Milliyetçiliğin dili dünyanın her yerinde aynıdır. Sadece kurbanları farklıdır.

Bulgaristan’ı Türklere dar etmeye çalışan milliyetçi Ataka Partisi’nin seçim beyannamesine bakın.

‘Bulgaristan tek uluslu bir ülkedir’ diyor Ataka Beyannamesi, ‘din, etnisite ve kültürel farklılıklara göre bölünemez’.

Kim bölmek istiyor, Türkler veya Pomaklar mı? ‘Etnisite ve kültür farklılığını’ tanımak Bulgaristan’ı niye bölsün? Milliyetçiye anlatamazsınız.

Devam ediyor:

‘Bulgaristan’ın dili Bulgarca’dır. Ulusal medyada başka dillerin kullanımı söz konusu değildir’.

‘Öncelik hakkı yabancılara karşı Bulgar yatırımcılarındır. Bulgar üretim ve finans sistemi Bulgarların elinde olmalıdır’.

Özetle, ‘Bulgaristan Bulgarlarındır’ diyor. Her gün logosunun yanından ‘Türkiye Türklerindir’ diyerek sürekli fitne sokan Hürriyet’in diliyle konuşuyor.

Onlara, ‘Niye Pomakları rencide ediyorsunuz, durduk yere bir tartışma çıkarıyorsunuz?’ deseniz, sizi suçlu çıkarırlar: ‘Biz her kökenden Bulgar vatandaşından söz ediyoruz, niye gocunuyorsunuz?’ derler.

Eğer ahlaken tutarlı ve adil olmak istiyorsanız, bir test yapın.

Bir an için kendinizi Bulgaristan’daki bir Türk’ün veya Çin’deki bir Tibetlinin yerine koyun.

Oradaki milliyetçilerin, sizinle ilgili nasıl bir dil kullandıklarına, sizin haklı taleplerinizi nasıl bir ‘tehlike’ gibi göstermeye çalıştıklarına bakın.

Bunu yapanların her yerde nasıl aynı dili, aynı kalıpları kullandıklarını göreceksiniz.

Bütün bunları gördükten sonra vicdanınız size hala ‘milliyetçilik iyidir’ diyorsa da, alın hayrını görün!..

 

Darbelerin arka planı ve işbirlikçi hainler

Bu yıl 12 Eylül’le ilgili en öğretici açıklama eski Cumhurbaşkanlığı Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü Ali Baransel’den geldi. Ali Baransel, Kenan Evren’in emekliye ayrıldığı 1989 yılına kadar en yakınındaki isimlerden biriydi.
12 Eylül darbesinin 29’uncu yıldönümünde kendisiyle yapılan söyleşide “Bıçak Sırtında” adlı kitabında Evren’in ağzından yazdıklarını satır satır okuyor:

“Baransel, sen de 12 Eylül öncesi gelişmeleri Çankaya Köşkü’nden takip ettin. Yıllarca yönetime el koymamız konusunda yoğun baskılarla karşılaştık. Meclis’ten çıkan parlamenterler gruplar halinde önce beni, daha sonra diğer komutanları ziyaret ederler, ‘Bu iş böyle yürümüyor. Ne olur artık daha fazla beklemeyin. Son Türk devletini uçurumun kenarından kurtarın. Tarihteki unutulmaz yerinizi alın’ derlerdi. Aynı şekilde; yargı, üniversite, işçi, işveren temsilcileri, ünlü gazeteciler, yazarlar, sanatçılar, toplumun diğer kesimlerinden etkili bilinen kişi ve kuruluşlar her gün kapımızı aşındırırlardı. Sorunların çözümü konusunda raporlar, kanun değişikliği metinleri getirirlerdi. İçlerinde yeni Anayasa taslağı takdim edenler bile vardı. (…) O gün kapımızı aşındıranlar, zaman geçtikçe bizleri amansızca eleştirmeye başladılar. Sıkı demokrat geçinmeye başladılar.”

Eminim, Cemal Gürsel de Evren kadar uzun yaşasaydı ve 27 Mayıs’ın halk nezdinde mahkûm edildiği yılları görseydi, o da benzer sözlerle “isyan” ederdi.

12 Mart darbesiyle bastırılan 9 Mart kadrosunun sivil ayağında kimler olduğunu 12 Mart mahkemelerinde öğrendik zaten.

28 Şubat’ın arka planındaki sivil aktörler de aşağı yukarı çıktı ortaya.

Sarıkız’ın, Ayışığı’nın ve son yılların akim kalmış diğer darbe projelerinin sivil kışkırtıcılarını da yakından tanıyoruz Ergenekon Davası sayesinde…

İçimizdeki hainlerin varlığını artık çok iyi biliyoruz. Ve onlar olmasa, onlar demokrasiyi arkadan hançerlemese, böyle utanmazca kışkırtıcılık yapmasa; onlar darbeci generalleri toplumun nasıl büyük bir özlem içinde ordunun müdahalesini beklediğine inandırmasa, darbeci generallerin kışladan çıkmaya kolay kolay cesaret edemeyeceğini de biliyoruz.

Evren’in “ihanete uğramış bir kahraman” psikolojisi içinde söylediği bu sözler, onun suçunu hafifletmiyor kuşkusuz.

Sadece, darbelerle yaralı demokrasimizin en sinsi ve en tehlikeli düşmanlarının kimler olduğunu bir kere daha, bir darbecinin ağzından ortaya koyuyor.

Ve artık açıkça görülüyor ki, ülkemizde darbe ihtimalinin son bulması için sadece ordunun kendisini ülkenin kurtarıcısı olarak görmeyi bırakması yetmiyor; sivillerin de onu “kurtarıcı” olarak görmekten ve kışkırtmaktan vazgeçmesi gerekiyor. Toplumda insanların büyük çoğunluğunun darbecilerle işbirliğini en yüz kızartıcı suç olarak algılaması gerekiyor. Darbe işbirlikçiliğinin yabancı işgal ordusunun işbirlikçiğinden daha masum olmadığının anlaşılması gerekiyor. Bu insanların isimleri deşifre olduğunda insan içine çıkamaz hale gelmeleri; çocuklarının, torunlarının soyadlarını değiştirmek zorunda kalmaları gerekiyor.

***

Keşke Evren gruplar halinde kendisine gelen ve darbe yapın diye yalvaran o parlamenterlerin, öğretim üyelerinin, gazetecilerin, yargı mensuplarının isimlerini bir kenara yazmış olsaydı ve bugün açıklasaydı.

Keşke ölmeden yapsa bu işi. Hiç değilse hatırladıklarını açıklasa…

Cumhuriyet tarihimizin en kara listesini sunsa bize.

Böyle bir son hizmet günahlarını affettirmez ama uzun hayatında bir de hayırlı iş yapmış olur.

Bugün, 13.09.2009

Askerî vesayetin boyutları

Türkiye’de siyasi sistem üzerinde ciddi bir askerî vesayet olduğu, gözleri militarizmle perdelenmemiş herkesin görebileceği açık bir gerçektir. Bu gerçek, silahlandırılmış bürokrasinin askerî kanadı tarafından da, kendisini mütemadiyen “rejimin bekçisi” olarak takdim etmesiyle, dolaylı olarak, itiraf edilmektedir.

Gözden kaçan, askerî vesayetin mevcudiyeti değil, gerçek boyutlarıdır. Konuyla ilgili tartışmalar genellikle açık, kaba, doğrudan askerî darbeler üzerinde yoğunlaştığından, askerî vesayetin köklerinin derinliği, “kapsama alanı”nın genişliği ve tezahürlerinin çeşitliliği yeterince kavranamamaktadır. Manzara bütünüyle ortaya serilse, eminim (veya umarım) bu vesayeti onaylayan birçok kişi ve kesim dahi rahatsızlık duyacaktır.

Cari rejimin ana karakteri bürokratik vesayete dayanmasıdır. Bu, elbette, Osmanlı’dan tevarüs edilmiş bir olgudur. Ancak, “yeni” rejimin doğası gereği iyice derinleşmiş ve kök salmıştır. Bir imparatorluğun bir ulus devlet kadar güçlü bir bürokratik vesayet tesis etmesi gereksiz ve imkânsızdır. İmparatorluklarda çok sayıda etnisite, dil, din ve kültür gruplarının varlığı ve yaşayışı sorun haline getirilemez. Bu hatayı yapmak, imparatorluğun dağılma fermanını imzalamaktır. Bu yüzden imparatorluklarda toplumsal hayata müdahale etmek ve insanları ve grupları dönüştürmek bir politik amaç haline getirilemez. Bu daha ziyade ulus devletlerde olur. İmparatorluklarda siyasal iktidara itaat ve sadakat, anlaşma, vergi ve çalışma avantajları, coğrafi ve idari özerklik, grupların içişlerine karışmama gibi yollarla sağlanırken ulus devletler kişileri ve grupları bir “ideal tip-ulus” potasında eritmeye çalışarak, tek bir değer dizisini bireylere eğitim yoluyla vs. empoze ederek itaat ve sadakati sağlamaya gayret etmektedir. İlkinde sadakat sınırlı, şarta bağlı ve karşılıklı iken ikincisinde tek taraflı ve mutlaktır. Bu temel nitelik farklılığından dolayı Avusturya Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu topraklarında doğan ulus devletlerin birçoğu baskıcı ve tek tipleştirici olmuştur. Bu ülkelerin hepsinde milliyetçi ideoloji başı çekmiş ve E. Gellner’in ifade ettiği gibi bir çeşit “kültürel mühendislik” yapılarak bir standart “üst” kültür ve bu kültüre dayanan bir millet yaratmak istenmiştir.

Türkiye de, aşağı yukarı, diğer imparatorluk bakiyesi ulus devletlerin yolunu izlemiş ve cari rejim böylece ortaya çıkmıştır. Bu rejimde esas olan, belirleyici olan halk değildir; halkın ne olması ve nasıl olması gerektiğini bir şekilde bilme iddiasına sahip bir azınlıktır. Bu azınlığın orta direği bürokrasi ve bürokrasiye eklemlenmiş “saray aydınları”dır. Kısaca, rejimimiz bir askerî vesayet rejimidir ve orta direği bürokrasidir. Orta direğin tam ortasında ise silahlandırılmış bürokrasi yer almaktadır.

DARBEYE NE GEREK VAR ?

“Silahlandırılmış bürokrasi” adlandırması bazılarına tuhaf ve aşağılayıcı görünebilir ama ne tuhaftır ne de aşağılayıcı. Aksine, gayet normal ve isabetlidir. Askeriye bir memurlar ve “zoraki gönüllüler” topluluğudur. Her insan hayatını kazanmak üzere bir iş yapmaktadır; asker memurların işi askerliktir. Askeriyedeki kurum kültürü, askerlerin katı hiyerarşik bir iş düzenine sahip olması ve toplumsal kültürdeki askerliği yüceltici öğeler bu gerçeği değiştiremez. Her memur gibi asker memurların da “patronu” vergi mükellefleridir ve onlara bu patronlukta seçilmişler vekalet etmektedir. Memurların hepsine değil bir kısmına patron -yani toplum- silah vermektedir. Bu yüzden bazı memurlar silahsız, bazı memurlar silahlıdır. Asker ve polis silahlı memurlar sınıfına girer. Silahı verenler kullanma şartlarını ve sınırlarını da belirler. Silahların başka alanlarda kullanılması emanete hiyanet anlamına gelir. Bunun sonucu zulüm ve zorbalık olur. Bunu yapan bir ordu veya polis meşruiyetini kaybeder ve yabancı işgal güçlerinden daha kötü bir işgal kuvvetine dönüşmeye başlar.

Türkiye’de askerî vesayeti sadece darbe çerçevesinde tartışmak meseleyi ele eksik almaktır. Darbe olunca zaten açık bir askerî rejim ortaya çıkar. Peki, darbe olmadığı veya darbe düşüncesi filizlenmediği –ki bu ülkemizde çok ender bir durumdur- zaman vaziyet nedir? Asker kışlasında oturmakta ve “askerî” işlerle mi uğraşmaktadır? Darbeler askerî bürokrasiyi egemen kılmak için yapılıyorsa artık bunun için bu ülkede darbeye gerek yoktur, zira darbeci zihniyet ve militarist uygulamalar daimileşmiş ve kurumsallaşmıştır. Bu çok iddialı bir söz müdür? Sanmıyorum. Rejimimiz üzerinde yapılacak gözlemler bize bu tespiti doğrulayan doneler sunmaktadır. Askerî vesayetin izlerini ve işaretlerini pek çok yerde ve her zaman bulmak mümkündür. Mesela, milli günlerdeki abartılı kutlama törenleri bir askerî vesayet yansımasına dönüşmekte hiç utangaç davranmamaktadır. Asker memurlar sivil vatandaşların eğitimine iyice müdahil olmuş durumdadır. Bu çoğu zaman sandığımız gibi sadece muvazzaf subaylar tarafından verilen milli güvenlik dersleriyle yapılmamaktadır. Birçok kanal kullanılmaktadır. Kanallardan biri Talim Terbiye Kurulu’dur. Bu kurulun bazı icraatlarında son söz asker memurlara aittir. Bilhassa belli ders kitaplarında askerden izin almadan değişiklik için adım atmak imkânsızdır.

Türkiye’de askeriye demokratik ülkelerdekinin tersine sivil-politik denetime tabi tutulamamaktadır. “Ordu milletin ta kendisidir; millet tarafından denetlenmektedir” gibi Demirelvari aforizmalarla konu sulandırılıp saklanmaktadır. Alınan silahların gerekli olup olmadığı, askerî uçak ve helikopterlerin niye düştüğü, askeriyeye tahsis edilen kaynakların yerinde ve verimli kullanılıp kullanılmadığı vs. sivillerin ilgilenmesine izin verilen alanlar arasında bulunmamaktadır. Askeriyenin denetiminin sadece bir kanun meselesi olduğu sanılmamalıdır. Şu anda kanunların teorik olarak izin verdiğinden çok daha az denetim yapılabilmektedir. Denetçiler kışla kapılarından kovalanmaktadır.

AĞAÇLARA BAKIP ORMANI ISKALAMAK

Silahlı bürokrasi siyasi sistemimizde kendine eşsiz (yani anti demokratik) ve muhkem bir yer inşa etmiştir. Ayrı bir yargı sistemi oluşturarak kendine kalın korunma duvarları örmekle kalmamış, askerî yargıyı potansiyel sivil eleştiricilerin kafasının üstüne “Demokles’in kılıcı” olarak yerleştirmiştir. EMASYA protokolüyle, jandarmanın anormal geniş faaliyet sahası ve yetkileriyle il ve ilçelerde mülki amirlerin ve polisin birçok görevi askeriyeye devredilmiştir. Askeriye, sivillerce bilinmesini istemediği alanlarda bir bilinmezlik perdesi oluşturmuştur. Toplum mesela generallerin hayat seviyesi hakkında hiçbir fikre sahip değildir. Maaş artışları olduğunda asker maaşlarındaki artışa medyadaki maaş tablolarında yer verilmemekte ve bu yüzden asker memurların sivil memurlardan ne kadar fazla para aldıkları bilinmemektedir. Harp okullarında verilen siyasi kültür eğitimi de siviller için tam bir muammadır. Özetle, askerler her sivil kuruma bir şekilde uzanmakta fakat siviller hiçbir askerî meselede ve askerî kurumda gerçek anlamda söz sahibi olamamaktadır.

Sıcak gündemin ve mikro tartışmaların esiri olmayalım. Ağaçlara bakarken ormanı gözden kaçırmayalım. Manzaranın bütününü görelim. Bu ülkenin sorunu sadece açık ve doğrudan darbeler değildir, her alanı sarıp sarmalayan askerî vesayet rejimidir. Yapılması gereken rejimin normalleştirilmesidir, yani askerî vesayetin tasfiye edilmesidir. Askerî vesayetin tasfiyesi hem demokrasimize hem askeriyemize yapılabilecek en büyük iyiliktir. Buna yönelik her adım, kim tarafından atılırsa atılsın, alkışlanmalı ve teşvik edilmelidir.

Zaman, 10.03.2009

 

Honduras’tan Türkiye’ye

Kasım 2005’te yapılan seçimlerde halk oyuyla cumhurbaşkanı seçilen ve 2006 Ocak’ı itibariyle göreve başlayan Honduras cumhurbaşkanı Manuel Zelaya’nın askerler tarafından devrilmesi kimilerince pek de önemli bir demokrasi kaybı sayılmıyor. Bunun nedeni, Zelaya’nın ‘kendi başkanlığını sürdürebilmek için’ yürürlükteki anayasayı usulsüz olarak değiştirmeye kalkması. Çünkü anayasa aynı kişinin ikinci defa cumhurbaşkanı seçilmesini yasaklıyor.

Zelaya’nın askeri bir darbeyle görevden uzaklaştırılmasına esef etmeyenlerin başka bir gerekçesi de, onun siyasi olarak yön değiştirmesi ve Güney Amerika’nın -Venezuella’nın Chavez’i gibi- diğer ‘popülist diktatörler’iyle Amerika karşıtlığı ekseninde buluşması. Chavez’in başını çektiği bu ittifakın popülist diktatörlükleri bütün Látin Amerika’ya yayma amacı güttüğünden endişe ediliyor.

Kimi yazarların Latin Amerika’da bugün özgürlüğe en büyük tehdidin hukuk kurumlarını kendi megalomanik arzularına tabi kılmak için çabalayan seçilmiş popülistlerden geldiğini söylemesi ancak böyle bir bağlamda anlamlı hale geliyor. Onlara göre, bugün karşı karşıya kaldığımız durum insanların popülist solcu diktatörlüklerle yalın askeri diktatörlükler arasında seçim yapmaya zorlandıkları Latin Amerika’nın eski dönemlerini hatırlatmaktadır.

Ne var ki, meseleyi böyle ortaya koyanların Honduras hakkında ihmal ettikleri önemli noktalar var. Bir kere, Başkan Zelaya’nın değiştirmeye çalıştığı anayasa öyle pek de sanıldığı gibi özgürlükçü- demokratik bir anayasa değildir. Honduras’ın halihazırda yürürlükte olan 1982 Anayasası (şu tesadüfe bakın!) aynen bizim 1982 Anayasamız gibi askeri yönetim döneminde hazırlanmış ve, tahmin edilebileceği üzere, siláhlı kuvvetlerin gerçek gücü elinde tuttuğu. ordunun neredeyse tam özerkliğini kurumsallaştırmış bir anayasadır.

Ordunun siyasi kurumlara vesayet ettiği, iç güvenliğin bile tamamen askerlerin kontrolünde olduğu ve askeri yolsuzlukların soruşturulmasına imkán vermeyen bir anayasal düzenden söz ediyoruz. Kimi yazarlar bu anayasayı de facto askeri diktatörlüğün kozmetik bir makyajı olarak nitelendiriyorlar. Dahası, bu sistemde siláhlı kuvvetler aynı zamanda iktisadi bir güçtür, aslında ülkenin beşinci büyük ekonomik gücüdür.

Bu açıdan bakıldığında, Başkan Zelaya’nın anayasal reform girişimi kişisel güç arayışından ziyade, öncelikle ordunun özerkliğine ve onun hem iktisadi hem de siyasi bakımdan sınırsız gücüne son verme amacına yönelmişti. Onun içindir ki, Başkan Zelaya’nın anayasayı değiştirmek üzere yapmayı tasarladığı referandum için oy sandıklarını dağıtma emrine uymayan ordu komutanını görevden alması askerler açısından ‘bardağı taşıran son damla’ oldu.

Anti-Amerikancı retoriğin arkasına saklanmış, uzun vadede kendi halklarını yoksulluk ve özgürlüksüzlüğe sürüklemesi kuvvetle muhtemel Chavezvari popülist diktatörlük eğilimlerinin Orta ve Güney Amerika’da yaygınlaşması elbette temenni olunan bir şey değildir. Ama bu, halkların kendilerini yönetme haklarına ve kendileri için yaptıkları tercihlere saygı gösterme yükümlülüğünü kimse için ortadan kaldırmaz.

Honduras’taki darbeye sadece anti-Amerikancı Chavez blokunun değil, Amerika Başkanı Obama dahil dünyanın gösterdiği tepki bunun gitgide küresel bir doğru haline gelmekte olduğun gösteriyor. Bundan Türkiye’deki askeri vesayet yanlılarının da ders çıkarması gerekiyor.

Star, 04.07.2009
 

Belge ve askerî vesayet rejimi

Üç haftadır Taraf gazetesinde yayınlanan bir “belge” etrafında yapılan tartışmada doğan saflar Türkiye’de demokrat olanlarla olmayanlar arasındaki ayrımın iyice netleşmesini sağladı. Başka bir deyişle, öteden beri zaten bilinen darbe karşıtlığı ve darbe severlik-darbe aklayıcılık tavırları yeni delillerle desteklendi.

Böylece hem siyasetçilerin ve entelektüel kanaat önderlerinin hem de medyanın “demokratlık sicili”ne yeni “belge”ler eklendi. Darbeye sempati duyanlar, bu belgenin sahte olduğu veya gerçek olsa bile bir anlam taşımadığı iddiasına odaklandı. Belgenin gerçek olmamasından TSK’ya “düşman” çevreler ve polis tarafından hazırlandığına kadar uzanan tezleri seslendirdi. Hızını alamayıp, son zamanlarda tedavüle sokulan bir kavram çarpıtmasını kullanarak, “sivil darbe”den söz edenler dahi oldu. CHP ve MHP yalpaladı, demokratik siyaseti açıkça savunamadı. AKP de belge kendine yönelik olmasına rağmen, yeterince dirayetli bir tutum takınamadı. Bocaladığı ve ürktüğü anlar oldu. Ancak bunun, kendisi için bir ölüm kalım savaşı olduğunu anlayınca daha dik durmaya başladı. Medyanın CHP’li ve Ergenekon taraftarı kesimi kendinden bekleneni yaptı. Sadece yorumlarda militarizme çanak tutmakla kalmadı, temel kamusal görevi olan toplumu olaylardan haberdar etme işinde dahi bilerek ve isteyerek ihmalkâr davrandı ve hatta dezenformasyon yollarına başvurdu.

BU BELGE BİR ZİHNİYETİ TEŞHİR ETMEKTEDİR

Asıl tartışılması gereken, belgenin gerçek mi sahte mi olduğu değildir. Bu, bir teferruattır. Toplumu bu teferruata odaklandırmak ve oradan hareketle asıl sorunu ve onun tarihî ve güncel boyutlarını gizlemek istenmektedir. Türkiye’nin ana problemi rejim üzerindeki askerî vesayettir. Demokrasimizi sakatlayan bu olgu aynı zamanda Kürt problemi, laiklik problemi, Alevî problemi gibi kronik sorunların çözülmesini de engelleyen ana faktörler arasındadır. Belge denilen şey işte bu askerî vesayetin yüzlerce tezahüründen ve delilinden biridir.Türkiye’de yaşayan insanların ezici çoğunluğunu bir bütün olarak TSK’dan veya bazı TSK mensubu kişi ve gruplardan böyle bir belgenin çıkmayacağına inandırmak imkânsızdır. Belgenin ifade ve muhteva bakımından seviyesizliği, mantıksızlığı veya resmî makamların onun varlığını reddedişi bu kanaati kolay kolay değiştiremez. Zira, daha önceleri açığa çıkan çok sayıda benzer bilgi, belge, lahika ve plan bunların, bu ülkede gayet sıradan olduğu ve bazı asker memurların bu tür üzerlerine vazife olmayan ve hukuka aykırı şeyler yapmayı kendine iş edindiği yolunda bir toplumsal inanış yaratmıştır. O yüzden bu belge gerçek de olsa sahte de olsa, bir zihniyeti teşhir etmektedir. Gerçekse ve askeriye içinde hazırlanmışsa bu, hiç şaşırtıcı değildir zira emsalleri vardır. Sahteyse ve TSK dışında hazırlandıysa da bu TSK’daki bir problemi yansıtmaktadır; çünkü bu demektir ki onu hazırlayanlar TSK’daki (en azından bazı TSK mensuplarındaki) belgede ele alınan konularla ilgili düşünce tarzını bilmekte ve bu “sahte” planı bu şekilde topluma pazarlayabileceklerini düşünmektedir. Öyleyse, asıl mercek altına alınması gereken “Çiçek belgesi”nden çok, bu tür belgelerin hazırlanmasını mümkün kılan ve toplumu hemen bunlara inanmaya iten sebeplerin neler olduğudur.

Acı da olsa kabul etmek zorundayız ki; TSK’da adına “darbecilik” denen bir virüs vardır. Bu virüsün kurumun her mensubuna bulaştığını söylemek haksızlık olabilir; ancak bulaşma alanının hayli geniş olduğu pek çok olgu tarafından gösterilmektedir. Bu virüsün yol açtığı icraatlar, sanılanın tersine sadece topluma ve demokrasiye değil, TSK’ya da zarar vermektedir. Hatta en büyük zararı TSK’ya vermektedir. O yüzden bu virüsle ve tezahürleriyle mücadeleyi “TSK’ya karşı olmak” veya “TSK’yı yıpratmayı istemek” olarak adlandırmak tam bir sapkınlıktır. Asıl bunun yapılmasını engellemek sapkınlıktır ve TSK’yı baltalamaktır. Yanlış bilmiyorsam TSK, halka dayalı bir ordudur ve insan ve para kaynağı sadece “bağnaz Türkler” değil tüm toplumdur. Toplum kesimleri arasındaki ihtilaflarda taraf oldukça bu niteliği erir ve dolayısıyla hem meşruiyetini hem de gücünü yitirir. Orduyu “siyasetten uzak dur” diyenler değil, asıl kendi siyasî pozisyonlarının aracı haline getirmek isteyenler yıpratmaktadır. Öyleyse, asıl “TSK düşmanları” onlardır.

TSK içinde darbecilik virüsü nasıl olup da bu kadar rahat barınmakta ve yayılmaktadır? Bu, ciddi bir konudur ve çok sıkı incelenmesi gerekir. Şüphesiz bunun pek çok sebebi olmalıdır. En önemlilerinden biri, galiba, TSK’nın iç eğitiminde ve TSK mensuplarının meslekî ve sosyal hayatında sivil-asker ilişkilerinin militarist bir yoruma tabi tutulması ve sivilleri dışlayan ve aşağılayan bir ruh halinin içselleştirilmesidir. Rahmetli hocam Aydın Yalçın, askerlerle arası iyi olmasına rağmen, askerlerin dünyaya bakışını anlatmak için, “Biz onların gözünde askerlik çağı dışına çıkmış yedek subaylarız!” derdi. Bu zihniyete göre bütün siviller yetersiz, kötü ve potansiyel haindir. “TSK’ya yakın” olanlar dahi böyledir. Her an öbürleri gibi olmaları beklenebilir. Yani militarist sivillerle militarist olmayan siviller arasında sadece bir derece farkı vardır, nitelik farkı değil. Ülkedeki ana ve esas kurum ordudur. Ülkenin gerçek sahibi subaylardır. Ülke için neyin iyi neyin kötü olduğunu en iyi askerler bilir. Tabiatıyla, rütbe yükseldikçe bilmenin kesinliği ve keskinliği de artar.

PROTOKOLÜN DİLİNE GÖZ ATTIĞIMIZDA. . .

Ordunun geniş bölümlerine egemen bu militarist zihniyet “sivil” ayakların da desteğiyle on yıllar boyunca işlenmiş ve hem siyasal kültüre hem hukuksal düzene yerleştirilmiştir. Protokolün diline göz atarsak bunun işaretlerini kolayca görürüz. Bugün illerdeki protokol şöyledir: Vali, garnizon komutanı ve belediye başkanı. Yani demokraside bir numara olan seçilmiş belediye başkanı birer memur olan validen ve de garnizon komutanından sonra gelmektedir ve özellikle istenmeyen bir partidense (bazen AKP, bazen DTP), çoğu zaman üvey evlat muamelesine tabi tutulmaktadır. Bazı toplantılardan dışlanmaktadır (özellikle DTP’liyse). Daha ilginci genelkurmay başkanının protokoldeki yeri ve hem askerî çevrelerde hem de medyada kullanılan dildir. Genelkurmay başkanı ulusal protokolde dördüncü sıradadır. Demokrasiye aykırı şekilde savunma bakanına değil başbakana “bağlı”dır. Bu, NATO’da ve demokratik dünyada bir sapmadır. Mesela İsveç’te genelkurmay başkanı ulusal protokolde 89. sıradadır. 1982 Anayasası’na göre genelkurmay başkanı başbakana karşı “sorumlu”dur. Ama askerler bu ifadeyi onun başbakana bağlı olduğu yani başbakanın genelkurmay başkanının amiri olduğu şeklinde yorumlamazlar. Genelkurmay başkanları ülkede bir numara olduklarına zaten inanmakla beraber görünümde başbakanla aynı seviyede olmakla yetinirler. Mesela, genelkurmay başkanı başbakan ile “görüşür”, onun tarafından “kabul edilmez”. Militarist medya da böyle verir haberi. Ayrıca genelkurmay başkanı haftada bir defa gidip cumhurbaşkanı ile de “görüşür”. Cumhurbaşkanıyla her hafta görüşen diğer kişi başbakandır. Buradan genelkurmay başkanı ile başbakanın eşitler olduğu algısı doğar…

Bu protokol ve protokolle ilgili haberlerde medyada kullanılan dil siyasî sitemimizde askeriyenin nasıl eşsiz, yani anti-demokratik bir yer işgal ettiğini göstermektedir. Bizim rejimimiz, kısaca, bir askerî vesayet rejimidir. Dolayısıyla, “gerçek” olmasa bile bir “militarist zihniyeti” ayna gibi yansıtan bir tekil belgeyle ilgili tartışmalara boğularak tablonun bütününü gözden kaçırmayalım, asıl sorunu, askerî vesayetle demokrasi olup olamayacağımızı tartışalım derim.

Zaman, 03.07.2009