Ana Sayfa Blog Sayfa 174

Kayyum Atanan Şirketler

15 Temmuz darbe girişimi sonrasında FETÖ terör örgütüyle bağlantılı pek çok şirketin kontrolü kamuya geçti. Bu şirketlere yönetim için kayyum heyetleri atandı. Kayyum kontrolünde faaliyetlerine devam ediyorlar. Ancak bu şirketlerin bir an önce özel mülkiyet altına alınmasında fayda vardır.

Şirketler şu anda mülkiyet açısından “sahipsiz” konumdalar, kayyum heyetindekilerin bu şirketleri, varlıkları “kâr-zarar” endişesi taşımadan yönetmesi piyasa gerçekleriyle uyuşmaz. Şirketler kayyum altında kaldıkça önce piyasa değerini kaybeder, sonra da üretim gücü zayıflar ve zamanla yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Kayyum heyetinin bazı dezavantajları vardır. Bunlardan ilki; heyettekiler ticaret dünyasını bilmezler, bu kişiler son 15-20 yıl devletten hazır maaş alarak yaşamını idame ettirmiş kişilerdir, piyasadaki risklerin, fırsatların farkında olmaları pek mümkün değildir. Bir diğeri ve daha önemlisi, şirketin mülkiyeti kayyum heyetine ait değildir. J. D. Gwartney vd. (2016: 65-71)’e göre mülkiyetin sağladığı motivasyonlar vardır: 1. Mülkiyet rasyonel yönetimi teşvik eder. 2. Mülk sahibi verimlilik arttırıcı kararlar almak zorundadır. 3. Mülk sahibi başkalarının faydasını arttıracak uygulamalar geliştirir, 4. Mülkün korunmasını ve geleceğe aktarılmasını sağlar. Sayılan müşevvikler ancak ve ancak mülkiyetin özel sahipliği ile mümkündür. Oysa kayyum heyeti, olası zararlardan, oluşacak ekonomik kayıptan sorumlu değildir. Kaba tabirle; “şirket yansa umurlarında olmaz.” Bu onların iyi/kötü niyetli olmalarıyla ilgili değildir. Tamamen mülkiyetin ait olup-olmaması ile ilgilidir. Tüketiciler, fabrikanın sahibinin kim olduğuna göre karar vermezler. Onlar insanlık tarihi kadar eski bir saikle karar verirler: ‘Kendi faydalarına en uygun ürün/hizmet’ hangisi ise onu tercih ederler. Kayyum tarafından yönetilen bir şirkete kimse tam olarak güvenmez, en kısa sürede ilişkisini kesmeye çalışır.

Yakın zamanda kayyum tarafından yönetilen bu şekilde uzun yıllar devletin kontrolünde yer alan şirketler olduğunu biliyoruz. Bu yaşanan tecrübe aynı yolun bu dönemde de izleneceğini gösteriyor. Yukarıdaki saydığımız ekonomik sakıncalar bu dönemde pek çok şirket kayyum heyetleri tarafından yönetildiği için olası tehlikeler daha ciddi boyutlara ulaşacaktır, bu süreçte, sosyal problemlerle karşı karşıya kalma endişesi duyulmaktadır. FETÖ ve onlara bağlı unsurların tespiti uzun zaman alacaktır, bu durumda şirketleri yeniden FETÖ’ye teslim etmemek için siyasî irade ağırdan almaya çalışacaktır. Ekonomik riskler ile güvenlik arasında bir denge kurulmaya çalışılmaktadır. Bu durum gayet anlaşılır, makul bir tablo ancak, olabildiğince hızlı hareket etmekte yarar vardır.

Kayyum tarafından yönetilen şirketlere iç ve dış piyasadan talipliler çıktığını biliyoruz, bu talepler ciddiye alınmalı, oyalanmadan şirketler yeni sahiplerine satılmalıdır. Bazı şirketlerin bütünü değersiz ise parçalanarak şirket satılmalıdır. Burada yapılmaması gereken en önemli şey: devlet işletmesi haline getirmektir. Böyle olursa şirketin, kısa zamanda zarar etme şampiyonluğuna ulaşacağını söylemek kâhinlik değildir.  TEKEL, Çaykur, SEKA daha adını sanını unuttuğumuz devlet işletmelerinin oluşturduğu zararları henüz tam ödeyebilmiş değiliz.

Yozgat’ın OHAL’i

Yozgat valiliği, il genelindeki bar, pavyon ve gazinoları OHAL yetkilerine dayanarak, OHAL süresince kapattı.

Bu kararda o kadar çok sorunlu yön var ki, insan meseleyi neresinden ele alacağını şaşırıyor. Bu kapatma kararı bir yandan OHAL kapsamında alındığı için sorunlu; diğer yandan, gerekçeleriyle birlikte kararın bizzat kendisi sorunlu. Karardaki paternalist ve yasakçı zihniyetin tartışılması ve eleştirisi, ayrı ve uzun bir yazıyı hak edecek bir konu. Bu yazıda ise karara sırf OHAL ile ilişkisi bakımından bakalım.

OHAL yetkisini böyle bir icraat için kullanmak, en hafif tabiriyle bir fırsatçılık örneğidir. Bu tür “küçük” fırsatçılıkların (veya başka her tür fırsatçılıkların), FETÖ ile mücadeleyi zaafa uğratan, OHAL yöntemini sulandıran, darbe soruşturmasının içini boşaltan, Yenikapı ruhunu zehirleyen ve “dost-düşman” tipi kutuplaşmayı harlayan bir etkisinin olacağı kesin görünüyor. Yozgat valiliğinin yaptığı türden işler sebebiyle, aslında bu çapta bir örgütün ve bu tipte bir suçun araştırılması için gerekli bir yöntem olan OHAL sorgulanır ve meşruiyeti tartışılır hale geliyor.

Bu tür bir kararın OHAL yetkilerine sığınarak alınması ciddi bir hatadır. Ülkenin içinde bulunduğu olağanüstü durumdan yararlanmaya çalışmak, insanların darbe karşıtı hassasiyetini suiistimal etmek, basit bir asayiş sorununu çözme konusundaki eksiklik veya yetersizliği fırsattan istifade “telafi” etmeye çalışmak gibi pek çok açıdan eleştiriye açıktır, söz konusu karar.

Hatırlarsanız hükümet, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında OHAL için muhalefeti ve kamuoyunu ikna etmeye çalışırken çok doğru ve yerinde iki taahhütte bulunmuştu.

(a) Bunlardan ilki “OHAL’i mümkün olduğunca kısa tutacağız” sözüydü. Çeşitli kanallardan, OHAL’i yeniden uzatmak bir yana, işleri hızlıca yaparak mümkünse ilk üç aylık süre bile dolmadan kaldırılmaya çalışılacağı ifade edilmişti.

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Amerikan Newsweek dergisinde 8 Ağustos’ta yayınlanan makalesinde OHAL’in süresi hakkında şöyle söylüyordu:

“Bu karar, FETÖ terör örgütüne karşı verilen mücadelede en hızlı ve etkili şekilde hareket etmeye ve en kısa sürede normale dönmeye hizmet etmektedir. Bu hüküm, milletlerinin hayatını tehdit eden olağanüstü hallerde insan haklarını korumaları için devletlerin gecikmeden gerekli tedbirleri almalarını sağlar. Olağanüstü hal 90 günlük bir süre için ilan edilmesine rağmen, FETÖ terör örgütüyle olan mücadelemizi başarıyla tamamlayıp, en kısa sürede olağanüstü hali sonlandırmayı hedefliyoruz.”

(b) İkincisi ise “OHAL yetkilerini sadece darbe girişimi ve FETÖ ile mücadele ile sınırlı tutacağız” sözüydü. Başbakan ve diğer hükümet yetkilileri topluma bunun da sözünü vermişlerdi.

Başbakan Yıldırım, toplumda darbe dışı alanlarda OHAL’in kullanılmayacağı ve darbe/FETÖ ile ilişiği bulunmayan kişilerin OHAL ile sıkıntıya sokulmayacağına dair taahhüdünde şöyle diyordu:

“OHAL millete değildir. OHAL bize, kendimize ilan edilmiştir. Hükümete, devlete ilan edilmiştir. Bu darbe girişimini yapanlar, onların destekçilerinden hesap sorulması için biz kendimize OHAL ilan ettik. Millet serbest. Onlar yapması gerekeni 15 Temmuz gecesi yaptılar.”

Hükümetin isabetle ve ferasetle verdiği bu iki taahhüde de uyulması gerekir. Bu iki taahhüdün boş birer vaat haline düşmemesine özen göstermek gerekir. Çünkü hükümetin başlangıçta belirlediği bu tutum, hem ahlâken hem siyaseten doğru olandır.

Oysa Yozgat valiliğinin bu kararı OHAL’in darbe ile sınırlı tutulacağı sözünü tamamen boşa çıkarıyor. Olağan asayiş meselesi olacak gündelik bir konuyu OHAL kapsamına almak suretiyle kolaya kaçıyor. Açıktır ki bar, pavyon ve gazinolarla ilgili ileri sürülen “asayiş” ve/ya “kalite ve standart düşüklüğü” ve/ya “sorumsuz eş” konularından hangisi darbe girişimi kapsamına giriyor diye sormak bile abesle iştigal olur.

Valiliğin bu icraatının, içerde ve dışardaki muhaliflerin daha darbe gecesi ileri sürmeye başladıkları “Erdoğan darbeyi kendi gücünü artırmak, yeni İslamcı rejimini pekiştirmek için kullanacak” veya “darbe olsa da olmasa da sonuç değişmedi” türünden iddiaları beslemekten başka bir şeye hizmet etmeyeceği kesin görünüyor.

Aslında, verilen sözün dışına çıkılarak OHAL yetkilerinin darbe dışı alanlarda kullanılmasının ilk örneği bu vaka değil. Kürt meselesinde, PKK ve diğer sol örgütlerle mücadelede OHAL yetkileri epey bir süredir kullanılmaya başlanmıştı. PKK ile ilişiği bulunduğu gerekçesiyle 12 bine yakın öğretmenin açığa alınması, çok uzunca bir süredir yasal yayın yapan çeşitli televizyon, radyo ve gazetelerin OHAL kapsamında kapatılması gibi uygulamalara tanık olmuş bulunuyoruz.

Bu meselelerde hangi politikaların doğru olduğu, bu meseleleri çözme yönteminin ne olacağı, bu kararların yerinde olup olmadığı ayrı bir konu; bu tür icraatın özel olarak darbe girişimi ve FETÖ’ye karşı mücadele için istenmiş olan bir OHAL’in yetkileri çerçevesinde yapılmaya kalkışılması ise gene ayrı bir konudur. Bu televizyon veya gazetelerde suç unsuru varsa, yapılması gereken bunların olağan hukuk yolları ile yürütülmesidir.

Eski bürokratik-vesayetçi zihniyetin darbe gibi travmatik ve olağanüstü bir durumu kendisi için fırsata çevirerek yeniden ortaya çıkmaya ve hayat bulmaya çalıştığına dair izlenimler güçlenmektedir. Örneğin Diyadin belediyesine atanan kayyumun yaptığı ilk işin Kürtçe belediye tabelasını kaldırmak olduğunu hatırlayın.

Türkiye’de bürokrasi ve siyasi gelenek her zaman karmaşık ve çok boyutlu meselelerin kestirme, kaba ve hızlı şekilde çözülebileceği vehminde olmuştur. Eski devlet geleneği hep işin kolayına kaçmak suretiyle kapatmak, yasaklamak, zora koşmak, iş yaptırmamak, mobbing uygulamak, çeşitli yollarla cezalandırmak veya her meseleye toptancı yaklaşmak şeklinde kendini gösteren bir pratiği içermekteydi. Anlaşılan bu eski anlayış, darbeye karşı haklı olarak ilan edilen OHAL’i kendisi için bir fırsata dönüştürmenin de peşine düşmüş bulunuyor.

Bürokraside ve siyasette, ülkenin temel veya olağan meselelerinden yasaklayarak veya kapatarak bir çırpıda kurtulunabileceği düşüncesi kaba saba bir vehimden ibarettir. Yozgat’ta bar, pavyon ve gazinoları kapatarak ne asayiş sorununu çözmüş olursunuz, ne de kadınların sorumsuz koca derdini sona erdirmiş.

Yozgat vakası, depreşen bu kolaycı ve yasakçı bürokratik-siyasi geleneğin artık gündelik bir asayiş meselesine kadar uzandığını göstermesi bakımından, siyasi sorumluluk sahipleri nezdinde uyarıcı olmalıdır.

OHAL yetkileri her ne için istenmişse o iş için kullanılmalıdır. Kısa vadeli bir takım “kolaylık” veya “fayda” beklentileri uğruna demokratik âdâb çiğnenmemeli, yakalanan birlik ruhu tahrip edilmemelidir.

Kısa vadede kolaylık veya fayda olarak görünen şey, bir süre sonra meselelerin iyice içinden çıkılmaz bir hal almasına, sorunun biçim ve boyut değiştirmesine ve işlerin daha fazla zorlaşmasına hizmet edecektir.

Serbestiyet, 10.10.2016

Mümkün-iyi bir eğitim sistemi arayışı

Artık miadını dolduran modern eğitim sistemi (veya Modern Çağın eğitim sistemi) yerine, yeni ve farklı bir perspektifle geliştirilecek bir eğitim sistemine ihtiyaç var.

Yeni eğitim arayışında öncelikli dikkat edilmesi gereken husus, “ideal” bir sistem arayışı hatâsına düşmemektir. Onun yerine benim önerim, mümkün-iyi bir eğitim sistemi arayışıdır.

Bir şeyin idealinden bahsedildiğinde ilk çağrışım mükemmelliktir. Mükemmellik bir tamamlanmışlık ve kusursuzluğa atıfta bulunur. Oysa beşer dünyasında nihai bir tamlık ve kusursuzluk halinden söz edemeyiz. Bir şeye mükemmel denilirse, onda çeşitli aksaklıklar bulunamaz; aksayan veya iyi işlemeyen yönleri olduğu kabul edilemez. Dolayısıyla ideal bir eğitimden bahsettiğimizde esasen donmuş, statik ve eleştiriye kapalı bir sistemden bahsediyoruz demektir

“İdeal” olandan söz etmedeki ikinci sorun, bir teklik çağrıştırıyor olmasıdır. Herşeyin ideali tek olur. İdeal olan tekildir; çokluğun veya çoğulculuğun ideal olanın içinde barınması pek kolay değildir. Bir şeyin zaten idealine ulaşılmış ise, öteki alternatifler gözden çıkarılmalı, geçersiz hale getirilmelidir. Bu yüzden “ideal,” tek bir mükemmel hakikate odaklanmış ve büyük ölçüde totaliter bir içeriğe sahip, ya da totaliterliğe yatkın bir kavramdır.

İdeal kavramında beni rahatsız eden bir diğer boyut, bir aşkınlık çağrışımını içeriyor olmasıdır. Bir şeyin ideali, sıradan ve kusurlu olan, yani “ideal” olmayan insanın talepleri, arzuları, tercihleri, eğilimleri, deneyim ve kavrayışının ötesinde yer alana, “aşkın” olana göndermede bulunur. İdeal olanda, sıradanlığın kusurları, zaafları, korkuları ve beceriksizliklerini aşmaya veya bunları yok saymaya çalışan bir taraf vardır. İdeal olan mükemmelliği de içerdiğinden, bir de aşkınlık ile birleşince, zaaflar ve kusurlarla yüklü sıradan insanlar sayesinde ve bilinnen dünyada pratiğe geçirilmesi imkânsız bir ütopya vücut bulmaktadır.

Bu yüzden, ideal olan yerine “mümkün-iyi” olan üzerine düşünmek çok daha doğru olur. Mümkün-iyi bir eğitim kavramını, aşkınlık iddiası olmadığı ve insanın sınırlılığının farkına vardığı için uygulanabilir; tamlık ve mükemmellik iddiası olmadığı için sürekli değişime açık ve dolayısıyla esnek; teklik iddiası olmadığı için çeşitlilik ve farklılıklara yer açan çoğulcu bir sistemi ifade etmek için kullanıyorum.

Yeni bir eğitim perspektifi oluştururken, hem ahlâken savunulabilen hem de fayda sağlayan bir sistem üzerinde düşünülmesi gerekir. Hem ahlâki hem faydalı olanın aynı sistemde asla bir araya gelemeyeceğini düşünenler, mümkün-iyi yerine ideal olanı aramaya alışmış zihinlerdir.

Ahlâken savunulabilir olandan kastım, insanların rızalarını temel alan ve tercihlerinin girdilerden biri olarak sisteme yansımasına izin veren bir sistemdir. Örneğin ahlâken savunulabilir bir sistemde, Alevilerin çocukları esas olarak Sünni İslam anlayışına göre oluşturulmuş bir din dersini almak zorunda kalmamalıdır.

Faydadan kastım, ilk olarak, eğitim alanların (eğer buna niyetliyseler) kendilerini iyi şekilde geliştirmelerini ve/veya mesleklerinde, yaptıkları işte (o her ne ise) nitelikli ve yetkin olmalarını sağlayan bir sistem olmasıdır. İkinci olarak, arz ile talep arasındaki ilişki ve dengeyi kendiliğinden ve akıcı şekilde kurabilen bir sistem olmasıdır. Örneğin bu yeni sistem, bir yanda ihtiyacı olan pozisyonlara aradığı nitelikte eleman bulamamaktan yakınan işverenler, diğer yanda işsizlikten yakınan kitleler, yıllarca devletten atama bekleyen diplomalı işsizler yaratmasa iyi olur.

Mümkün-iyi bir eğitim sisteminin temel fikrî zeminini kabaca da olsa attıktan sonra, daha somut ilkelere doğru ilerleyebiliriz. Bana göre, yeni bir eğitim sistemi aşağıdaki genel ilkelere uyan bir çerçevede düşünülmelidir.

1. Zorunlu eğitim kaldırılmalıdır.

Zorunlu eğitim devletin vatandaşları dilediği gibi standardize edebilmesi, kimseyi es geçmeden tüm yurttaşları belirli bir ideoloji doğrultusunda endoktrine edebilmesi için düşünülmüş bir kuraldır. Önceleri zorunlu kısmı daha kısaydı; zamanla kaldırılacağına, refah artışıyla birlikte zorunlu eğitim süresi daha da arttırıldı. Kişileri rızaları hilâfına eğitim görmeye zorlamak, ahlâken savunulabilirlik kriterine aykırıdır.

Zorunlu eğitimden beklenen en temel fayda, vatandaşları kolay ve hızlı bir yoldan endoktrine edebilmektir. Buradaki fayda öznesi yurttaşlar, sıradan bireyler değil, devlettir veya son tahlilde yönetici elitlerdir. Eğitimin kişiye de fayda sağlayacağı iddia edilebilir. Ancak eğitim almanın kişinin mutluluğunu artıracağı, hayatını kolaylaştıracağı veya onu daha sağlıklı ve başarılı kılacağının garantisi yoktur. Pek çok örnekte aksi bile olabilir. Öyle bile olsa, kişiler hayatlarının amacı olarak mutluluk, refah veya kariyer başarısı tercihlerinde bulunmayabilirler, ya da bunları eğitim dışı yetenek veya avantajlarla elde etmeyi deneyebilirler. Örneğin formel bir eğitimle zaman kaybetmek yerine, erkenden çalışmaya başlayarak pratik içinde kendilerini yetiştirmeyi yeğleyebilirler.

2. Çocuğun eğitimiyle ilgili her konuda ebeveynler tek ve asıl yetkili olmalıdır.

Çocuğun nasıl bir eğitim alması gerektiğine, kaç yıl alacağına, hangi tip bir okulda, hangi metotla eğitileceğine karar verecek merci, devlet değil, çocuğun ebeveynleridir. Böylece aileler, çocuklarının meslek ve kariyer planlamasında, beceri ve yetenek gelişimlerinde, değer ve inanç eğitimlerinde, gerçekten olması gerektiği gibi belirleyici olabilecektir. Ebeveynlerin, özel örneklerde aksine bir durum kanıtlanmadıkça, kendi çocuklarının çıkarı ve iyiliğini başka bir kişi veya makamdan daha çok düşünecekleri kabul edilmelidir. Rıza ve tercih kriteri çocuklar yetişkin oluncaya kadar aileleri üzerinden izlenmek zorundadır, meğer ki suç oluşturacak bir durum bulunmasın.

3. Eğitimin devletin görevi olduğu fikri terk edilmelidir.

Devletin eğitim işini üstlenmesi hem fayda hem ahlâk kriteri bakımdan problemlidir. Devlet böyle devâsâ bir sistemi verimli ve etkin şekilde yönetebilecek kabiliyette bir mekanizma değildir. Karmaşık ve gelişmiş bir toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak türde, tipte ve nitelikte eğitim sunamaz.

Kontenjanlar, örneğin, bir tür merkezi planlama yoluyla belirlendiği için talepten fazla mühendis, talepten az doktor mezun edebilir. Piyasanın taleplerine duyarlı ve buna cevap verecek bir esnekliğe sahip olmadığı için, alt kademe teknik eleman ihtiyacına da cevap vermekte zorlanabilir. Sisteme giren para, emek ve zaman ile çıktılar arasında büyük uçurumlar oluşur. Çok yüksek maliyetler karşın yeterli donanımı alamamış ve ihtiyaçlara cevap vermeyen “eğitimli” bir yığın yaratır. Devletin kendi işi olmayan alanlardaki verimsizliği ve beceriksizliği, pek çok örnekte kanıtlanmış bulunuyor. Ülkemizde, devlet okullarındaki yabancı dil eğitim süresi ile bu eğitimi alan insanların yabancı dil bilgisi arasında uçurum, bu konuda bir fikir verebilir.

Devletin eğitim işinde yer alması ahlâken de problemlidir. Her eğitim programı hem eğitim disiplini hem siyaset bakımından bir “ideoloji” içermek zorundadır. Eğitimin ontolojisi ve epistemolojisi, metot ve teknikleri, güdülen amaçları ve beklenen faydaları bakımından farklılıklar içeren değişim eğitim “ideolojileri” mevcuttur. Diğer taraftan, eğitimin içeriğinin ve müfredatın nasıl ve ne ile oluşturulacağı sorusuna farklı siyasi ideolojiler tarafından farklı cevaplar verileceği de kesindir. Örneğin şu veya bu nesil(ler) dindar mı, çağdaş mı olmalıdır?

Şimdi, eğitimin devletin görevi olması demek, hem bizzat eğitim açısından hem de siyaset bakımından bir ideolojik tercihte bulunmayı zorunlu kılar. Bu ideoloji ne kadar esnek olursa olsun, çoğu ebeveynin istek ve taleplerine cevap veremeyecektir. Onların rızaları hilafına çocukları yetiştirilmiş ve çocuklarına belli bir “ideoloji” dayatılmış olacaktır. Bir başka şekilde söylersek, ortak kamu kaynakları bazılarına adaletsizlik ve zorbalık yapmak için seferber edilmiş olacaktır.

Şunu unutmamak gerekir: Eğitim her zaman ve her koşulda ideolojik olmaya mahkûmdur. Dolayısıyla insanlara, rıza gösterebilecekleri eğitim modelleri arasında tercih fırsatı sunmak gerekir.

4. Devlet okul tipi, süre, müfredat, yöntem ve metodoloji ya da giyim-kuşam ve benzeri bakımlardan “tek tip” eğitimi veya belli bir içeriği dayatmamalıdır.

Devletin bizzat eğitim vermesini önlemek, bu meseleyi çözmek için yeterli değildir. Zira devlet tüm okul veya diğer eğitim programlarına aynı ve ortak bir müfredatı zorunlu koşabilir. Ortak metot ve teknikleri dayatabilir, ortak ölçme değerlendirme yöntemlerine zorlayabilir.

Bu durumda, mevcut (modern) eğitimin tek-tipçi, devletçi ve merkeziyetçi olmasından kaynaklanan sorunlar devam edecektir. Belki kamu maliyetleri bakımından bir azalma olacaktır, ancak fayda ve ahlâkîlik bakımından mevcut kusurlar sürüp gidecektir.

Eğitim tek-tipçi bir şekilde verilmeye devam ederse, devlet bu işi sadece kendi eliyle yürütmek yerine, eğitimde taşeron kullanarak dayatıyor olacaktır. Bu takdirde sorunlar ortadan kalkmış olmaz; mesele sadece yeni bir vitrine kavuşmuş olur.

Mümkün-iyi bir eğitim perspektifin ana çerçevesinin böyle olması gerektiğini savunuyorum. Elbette bu perspektif üzerinde düşünülmeye, tartışılmaya ve geliştirilmeye açıktır.

Bu sistemin kabaca neye benzeyebileceğini ve gelebilecek çeşitli eleştiriler bakımından yapacağım tartışmayı bir sonraki yazıya bırakıyorum.

Serbestiyet, 27.10.2016

Yeni bir eğitim perspektifi

Geçen haftasonu Medipol Üniversitesi ile ÖNDER’in düzenlediği eğitim temalı bir sempozyuma katıldım. Dinleyicilerin eğitim konusunda çok ilgili, bilgili ve kaygılı oldukları toplantı benim açımdan gayet faydalı ve verimli geçti.

Eğitim sisteminde işlerin kötü gittiği herkesin kabulü, ama yıllardır yapılan onca revizyon ve yenilik derde deva olamıyor. Son tahlilde elde kalan yap-boz tahtasına dönmüş, sorunları derinleşen ve keşmekeşin hüküm sürdüğü bir eğitim sistemi. Eğitimdeki sorunlar, sistemi aynen koruyup kısmi, tali rötuşlarla yetinmek suretiyle çözülebilecek gibi değil. Söz konusu toplantıda, ulus-devlet tipi eğitim sisteminin ömrünü çoktan tamamladığını, sorunları çözebilmek için yeni bir eğitim perspektifine ihtiyaç duyduğumuzu ifade ettim.

Ulus-devlet, bir ayağı ekonomi diğer ayağı siyasi kimlik üzerine oturan belli bir eğitim modeli ortaya çıkardı. Modern devletin fabrikalarda seri üretim yapmaya uygun, bu açıdan birbirine benzer insanlara ve keza, tek bir siyasi aidiyeti sağlayacak ortak bir milli kimliğe sahip, bu açıdan da birbirine benzer insanlara ihtiyacı vardı.

Fabrikalarda ürün tezgâhlarının başında çalışanların benzer davranış kodları, benzer alışkanlık ve pratikleri olan; aynı dil ve sembolleri bilen; aynı kavrayış ve akıl yürütme tarzına sahip kişiler olması, standart ve seri bir üretimin kotarılabilmesi için gerekli koordinasyonu mümkün kılacak büyük bir kolaylıktı. Aynı şekilde, siyaseten de tek ve homojen bir ulus aidiyeti sağlayabilmek için benzer bir tarih okumasından geçirilmiş, ortak dost ve düşmanlar edinmiş, aynı ulusal mitolojiler ve efsanelere inandırılmış, aynı sembol, marş ve bayraklara ortak duygularla bağlı, bu anlamda benzer insanların bulunması gerekli görüldü.

Bu yüzden, hem ekonomik hem siyasi bir gereklilik olarak kitlelerin standardize edilmesinde eğitimin birincil enstrüman olması çok önemliydi. Nitekim eğitim sistemi, tıpkı bir seri üretim tezgâhı gibi, insanları standardize etmeyi sağlayacak şekilde yapılandırıldı. Seri üretim yapan fabrikalar gibi işleyen okullar, yönetici elitlerin kitleleri kontrol altında tutabilmesi, onları manipüle edebilmesi ve daha kolay yönetebilmesi için vazgeçilmez mekânlar oldu.

Sonuçta modern eğitim sistemi, her bir yurttaşı aynı tezgâhtan geçirebilmek için yaygınbir eğitim; inançları, değerleri, becerileri, yetenekleri, hayalleri ne olursa olsun herkese aynı müfredatı aynı metodla, aynı fiziki ve idari yapıyla veren tek-tipçi bir eğitim; bilimciliğin ve ulusçuluğun dogmaları ile yüklü ideolojik bir eğitim; akıl yürütme yerine bilgi aktarımına odaklanmış ezberci bir eğitim; bütün sistemin tek bir yere bağlandığı, kararların bir merkezden alındığı merkeziyetçi bir eğitim; her şeyin başına da devletin oturtulduğu devletçi bir eğitim özelliklerini taşır.

Ancak epey bir süredir bu eğitim sistemi iflâs etmiş durumda. Dünyanın neredeyse her yerinde, eğitim sisteminden kaynaklanan sorunları çözme konusunda bir arayış var. Örneğin devletçiliğin yarattığı tıkanmışlık bazı ülkelerde özel okullara kaymak suretiyle kısmen törpülenmeye çalışılıyor. Veya aynı müfredatı aynı teknikle öğretmeye çalışan tek-tipçi eğitim yerine çocukların özelliklerine uyum sağlayabilen, çocuğu merkeze alan, bilgi yüklemesi yapmak yerine akıl yürütmeyi öğreten eğitim teknikleri trend haline geliyor. Ancak çoğu girişim, yapısal ve sistemsel değişiklikler yerine mevcut yapıyı esas itibariyle koruyan kısmi ve tali düzenlemeler olduğundan, pek işe yaramıyor. Sonra sistem bizde olduğu gibi yap-boz tahtasına dönüyor.

Değişiklikler işe yaramıyor, çünkü modern eğitim sistemini üreten ve/ya gerekli kılan koşullar önemli ölçüde değişti; modern eğitim sistemi miadını çoktan doldurdu. Ulus-devletin temel ideolojik aygıtında köklü değişiklikler yapmak pek öyle kolay bir şey değil. Ne ki işimizi kolaylaştıran husus, değişen ekonomik koşul ve paradigmaların mevcut sistemi aşağıdan yukarı değişmeye zorluyor olması.

Modern eğitim sistemi ekonomi ve ulusal kimlik olmak üzere iki ana sütun üzerine yükseldiği için, yine bu sütunlardaki değişimler mevcut eğitim sisteminin sorunlarını sürekli önümüze getiriyor. Elbette modern eğitim sistemi bu değişimler olduğu için sorun üretmeye başlamadı; ancak bu değişim sayesinde zaten var olan sorunlar artık üstü örtülemez hale geldi.

İlk olarak son yirmi otuz yıldır üretim biçimi hızlı bir değişim geçiriyor. Artık fabrikalardaki seri üretim için otomasyon sistemleri ve robotlar kullanılıyor. Buralarda ve bu tip işler için insanlara ihtiyaç her geçen gün azalıyor. Yeni ekonomik tarz, insanları seri üretim tezgahlarının başında seri işlerde kullanmak yerine, daha butik tarzda üretimlerde, kişilere ve özel gruplara göre düzenlenmiş mal ve hizmet üretiminde, daha yaratıcılık gerektiren alanlarda, sıradışı düşünmenin avantaja dönüştüğü işlerde çalışmaya yönlendiriyor. Bu değişim sebebiyle, kişilerin bireysel özelliklerini hiçe sayarak onlara standardize etmeye çalışan mevcut eğitim sistemi gittikçe daha dikkat çeker şekilde ihtiyaçlara cevap veremez, işlevini yerine getiremez duruma düşüyor.

İkinci olarak, ulus-devlet gücü ve etkinliğini hâlâ korumakla beraber, yekpare, homojen ve kapsamlı bir ulusal kimlik fikri epey tahribata uğradı. Anayasal vatandaşlık, çok-kültürlülük ve mikro milliyetçilikler ile mikro kültürcülükler, dünyanın pek çok yerinde siyasi, fikri ve sosyolojik alanlara yerleşmeye başladı. Eğitim söz konusu olduğunda, insanların sadece beceri, yetenek ve diğer farklılıkları değil; kültürel, dilsel, dinsel bakımdan veya değerler ve yaşam biçimi bakımından sahip oldukları farklılıklar da önemli hale geliyor.

Dolayısıyla kaba ve yekpare bir kültürel standardizasyon kimlikler alanında da sorunlar yaratıyor. İnsanlar gittikçe daha fazla oranda kendi alt, yerel veya kendilerine has kültürel kimliklerini keşfetmenin, icat etmenin ve korumanın derdine düşüyor. Diğer yandan, küreselleşmenin getirdiği küresel kimliklerle bağlar kurma, küresel kültür-kimlik ağlarına dahil olma veya onlarla ortak dayanışma sergileme gibi davranışlar geliştiriyor. Modern eğitim sistemi büyük ölçüde insan doğası ve hayatına aykırı, bizzat eğitim hizmeti alanların rızalarını hiçe sayan ve bu yüzden ahlâken savunulması mümkün olmayan bir sistem. Buna ilâveten, artık değişen ekonomik ve sosyolojik koşullar modern eğitim sistemini işlevsellik bakımından, yani eğitimden umulan temel fayda bakımından da savunmasız kılıyor.

Bu yüzden, hem ahlâken savunulabilir hem de işe yarar (ideal değil, ama mümkün-iyi) bir eğitim sistemi üzerinde daha fazla mesai harcamalıyız.

Serbestiyet, 20.10.2016

Doğal olan şeylerin zararları

Doğal olan şeyler ve davranışlarda doğallık çoğu zaman övülür. Doğal olanın iyi, güzel, zararsız olduğuna inanılır. Davranışları doğal görülen kişilerin de erdemli, iyi karakterli, sade ve komplekssiz olduğu düşünülür. Tersi de doğrudur. Doğal olmaktan çıkmış, yani müdahaleye uğratılmış şeylerin (gıda, çevre vb.) zararlı ve kötü olduğu peşinen varsayılır. Doğal davranmakla zıtlaştırılan davranışlar sunî, yapmacık sıfatlarıyla etiketlendirilerek kınanır, ayıplanır, bazen dışlanır.

Doğala bu övgü ve inancın bir önyargı olduğunu söylemek gerekir. Aynı zamanda modern bir fenomen olduğunu da. Endüstri Devrimi ve sonrasında dünyanın dönüştürülmesi, insan nüfusunun artması ve tabiattan kopuk dev yerleşim ve ortak yaşama birimlerinin ortaya çıkması tabiatı özlenen, dönülmek istenen nesne, yer hâline getirdi. Özellikle yahut daha ziyade şehirli nüfus için. Çalışma hayatı yoğun nüfuslu, trafiğin günlük çile olduğu, yeşile ve temiz havaya hasret kalınan yerlerde geçen insanların epeyce bir bölümü emeklilikte kır hayatına çekilme, doğaya dönme-kavuşma hayalleri kurmakta. Yapmacık olmayan, kendiliğindenlik ve açıklık taşıyan davranışlar da, çoğu zaman başkalarında aranan övgüye mazhar davranışlar olarak görülmekte ve teşvik edilmekte.

Bununla beraber gerek insan çevresindeki doğanın gerekse insan davranışlarındaki doğallığın her zaman iyi ve insan hayatına katkıda bulunucu olmaması mümkün. Tabiat insanın yaşamasına elverişli bir eko-sistem sağlamakta elbette, ama çoğu zaman müdahale edilmesi, dönüştürülmesi şartıyla. İnsanı diğer canlılardan ayıran temel özellik bunları yapabilmesi. Hayvanlar çevrenin bir aksesuarı gibi kalırken insanlar tabiatı etkilemekte ve dönüştürmekte. Bunun zararları olduğu ne kadar kesinse faydaları olduğu da o kadar kesin.

İnsan tabiata hiç müdahale edemese ve onu hiç dönüştüremeseydi varlığını muhafaza etmede bir ölçüde, nüfusunu artırma ve refah seviyesini yükseltmede ciddî ölçüde başarısız olurdu. Daha doğrudan söyleyelim: Doğal olan her şey kullanılabilir ve faydalı değildir. Tabiatta her bulduğumuz suyu içemeyiz. Ağır metallere ve zehirlere temas etmiş suyun işlenmesi, arıtılması gerekir. Her bulduğumuz otu, bitkiyi de yiyemez ve ilaç olarak kullanamayız. Erciyes Üniversitesi Eczacılık Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Müberra Koşar’ın bir vesileyle ifade ettiği üzere ilaç olarak kullanılan bitkilerdeki etken maddeler kimyasal bileşiklerden oluşur. Bu yüzden, “Bitkilerle tedavi denildiğinde halkımızın en fazla yanlış anladığı şey her doğal olan şey zararsızdır algısıdır. Bu çok yanlış bir tabirdir. Doğal olan her şey yine zararlıdır.” Doğal olan hemen her şeyi doğallıktan şu veya bu derecede uzaklaştırarak kullanabiliriz.

Benzer şeyler davranışlarda doğallıkla ilgili olarak da söylenebilir. Davranışları tamamen yapmacık, sahte olan kimselerden haklı olarak hoşlanmayız. Fakat insanlarda saygı, kibarlık, nezaket olarak tezahür eden sözler, ifadeler, hitaplar doğallığın dışında olmasına rağmen iyidir, hayatımızı zenginleştirir ve beşerî iletişim ve etkileşimi teşvik eder. Kibar ve nazik konuşanları kaba konuşanlara yeğleriz. Kılık kıyafet konuları ise en küçüğünden en büyüğüne, en basitinden en şatafatlısına doğaldan sapma hüviyetiyle karşımıza çıkar. Hiçbir hayvan türü bizim gibi giyinme çabası içine girmez, doğasının gereğini yapar. İnsan bu bakımdan da doğallıktan ayrılmakta…

Son olarak, çevreye her müdahale doğallıktan uzaklaşma olmasına rağmen her durumda yanlış ve zararlı sayılmaz. İnsan çevreye müdahale etmeseydi bitkiler ve hayvanlar arasında sıkışır, bugünkü hayatına asla kavuşamazdı. Belki bekasını bile sağlayamazdı.

Evet, doğal olan şeyler ve doğal sayılan davranışlar her zaman iyi olmayabilir.

Anne-baba ve çocuk hakları – II

M. Rothbard gibi radikal yazarların söz cambazlıklarına ve hayatı soyut ilkelerle sterilize etme çabalarına rağmen çocuklara bakma yükümlülüğü ebeveynlerin omuzlarında. Hayat da bunu kanıtlıyor. Doğumuna vesile/vasıta oldukları bebeklerini bilerek ve isteyerek terk eden (meselâ anarko-kapitalist) aileler nadiren karşımıza çıkıyor. Bebekler doğdukları ailelerde kalıyor, aileler onları muhafaza etmek, hayatta tutmak ve en iyi şekilde yetiştirmek için elinden geleni yapıyor.

Şüphe yok ki böyle olması olağan olduğu kadar iyi de. İnsanlar arasındaki en yakın ilişki biçimleri ailede. Toplumda bilgi parçalı, dağınık ve ortam bağımlı. Bu yüzden, her ailede başkalarının vâkıf olamayacağı bilgiler mevcut. Hiç kimse bir çocuk hakkında onun ebeveyninden daha fazla bilgi sahibi olamaz, çocuğun özelliklerini ve ihtiyaçlarını onun ebeveyninden daha iyi bilemez.

Ayrıca, çocuğun iyi yetiştirilmesi için gerekli müşevviklere de en güçlü şekilde ebeveyn sahiptir. Sosyalleşmenin birinci ortamını aile hazırlar. Çocuklar aile içinde davranış kurallarını öğrenir ve uygulamaya başlar. Çocuk büyüdükçe okul ve arkadaş ortamı da sosyalleşmede bir rol üstlenir, ama bunların hiçbiri hiçbir şekilde ailenin yerini alamaz. Çocukların yanlış davranışları aileleri için sıkıntı yaratacağından, her aile çocuğunun sosyal ortama uymayı, diğer insanlarla iletişim kurmayı, işbirliği yapmayı öğrenmesini sağlamaya çalışır. Dolayısıyla, aileler çocukları üzerinde ebeveyn haklarına ve çocuklarına karşı ebeveyn yükümlülüklerine sahiptir.

Her ailenin çocuğu için iyi olanı istemesi, çocuk için seçilen yolun, yapılan tercihin en iyi olmasını sağlamaz. İyi niyetle yola çıkıp çocukları için zararlı işler yapan aileler de olur. Bazı durumlarda şahitler ailenin çocuğuna gerekli ve yeterli beslenmeyi, barınmayı ve eğitimi sağlamadığını/sağlayamadığını düşünür. Bu, ebeveyn yetersizliği denebilecek durumlar ortaya çıkartır; bu durumda çocukların fiziksel güvenliği anlık ve ani tehdit altında değildir ama gelecekte önlenmesi mümkün kötü şeylerle karşılaşmaları ihtimâli vardır. Bu gibi durumlarda ne yapmak gerekir?

Ebeveyn yetersizliği veya başarısızlığı durumunda, devletin çocuk koruma birimleri ve Çocuk Esirgeme Kurumu gibi bakım kurumları devreye girmeli mi? İhtiyacı olduğu düşünülen çocuklar aileden alınıp devlet yurduna yerleştirilmeli veya koruyucu ailelere verilmeli mi? Bu tür uygulamalar yapılıyor, ancak, her zaman iyi sonuç vermeyebiliyor. Çocuğun fiziksel olarak korunması adına devlet tarafından yapılan şeyler çocuğun psikolojik yıkımına yol açabiliyor.

Ebeveyn başarısızlıkları durumunda devlet eliyle çocuk-aile bağını hemen kopartmak yerine sivil toplum unsurlarının devreye girmesi daha uygun. Dinî-lâdinî hayır kurumları, mahalle halkı ve geniş aile sorunların çözümüne katkı sağlayabilir. Çocukların (beslenme, barınma vb. bakımlardan) ihmâl edilmesine malî imkânsızlıklar, aşırı uzun çalışma saatleri vb. sebep olabilir. Sivil toplum kuruluşları ve gönüllüleri bu sorunların giderilmesinde devlet birimlerinden daha etkili ve başarılı bir fonksiyonu üstlenebilir.

Özgür bir toplumda çocuklar ebeveynlerin malı değildir. Ebeveynler çocuklarına bir nesne gibi muamele edemez; onları dayak, işkence, kasıtlı aç bırakma, toplumdan tecrit etme gibi muamelelere maruz bırakamaz. Ancak, ebeveynler çocukları üzerinde diğer ebeveynlerden ve devletten daha fazla hakka sahiptir. Bu haklardan mahrum bırakılmaları kabul edilemez. Kamunun eften püften sebeplerle ebeveyn-çocuk ilişkisine müdahalesi hoş görülemez. Ebeveynlerin yanlış veya yetersiz olduğu yerlerde ise devletten önce sivil toplum unsurlarının devreye girmesi tercih edilir.

FETÖ’nün Sıradaki Algı Operasyonu: İşkence ve Kötü Muamele

Devletten maaş alan ve devletin eğer varsa bir “iletişim stratejisi”, bununla ilgilenen insanlar ne yapıyor bilmiyorum fakat 15 Temmuz’da milletin meydanda kazandığı savaşı medyada kaybediyoruz. Sanırım bu mücadeleyi de bizzat Cumhurbaşkanı’nın yürütmesi gerekiyor veya halkın yine iş başa düştü deyip sokağa inmesini bekleyeceğiz.

Olan bitenin tantanasında zaten göze çarpmayan detaylar, eğer nereye bakacağınızı bilmezseniz yine göze çarpmıyor fakat sırf bu yüzden, bununla ilgilenmesi gereken devlet birimleri var. Tabiî bu beklenti biraz yüksek bir beklenti, zira devletin savaş uçakları, tankları ve bütün ağır silahlarıyla devletten maaş alan hainlerin şehirlerimizi işgal ettiğini, ülkenin Başkomutan’ı eniştesinden öğreniyorsa, zaten epey sıkıntı içindeyiz demektir. Nitekim devletin devlete darbesini sokağa dökülen halk engelledi. Burda devlet içinde mücadele eden subayların, polislerin hakkını da teslim edelim, onlar olmasa alçak işgalciler halkı ezip geçmeye kararlıydı, Ömer Halisdemir’in şahsında abideleşen bir görev ifa ettiler, ben bunu da kriz anındaki acil müdahaleye dahil ediyorum. Fakat sorunumuz zaten krize gelmeden önceki süreç ve kriz anını atlattıktan sonraki stratejide.

Cemaat’in tetikçilerini ve onların verdiği sufleden sonra Cemaat’in stratejisini kamusallaştıran kalemleri takip eden için, özellikle 17/25 Aralık’tan beri sürpriz bir gelişme olmadı. Açıkçası, ben Cemaat’in her seferinde bir sonraki adımını tahmin ettim; açık bilgi kaynakları, algı oluşturmada Cemaat’in işleyişini görmek için çok fazla veri sunuyor. Mesela canlı bombanın Reyhanlı’da patlayacağını belki tahmin edemiyorsunuz fakat Cemaat’in bir canlı bomba eylemi düzenlenmesi için olan bitene nasıl zemin hazırlayıp, elemanlarıyla patlama anına kadar nasıl refakat ettiğini görünce şaşırmıyorsunuz. Belki kimi öldüreceklerini tahmin edemiyorsunuz fakat Hrant Dink cinayetinin altından bunlar çıkınca da şaşırmıyorsunuz.

Darbeciler ilk derdest edildiğinde ifadelerinde açık verdiler, bir kısmı itiraflarda bulundu ve bunlar medyaya yansıdı. Darbenin başarısız olma ihtimalini pek hesaba katmadıkları anlaşılıyordu, bu nedenle de boş bulunup ifadelerinde bocaladılar. Fakat ilk şoku atlatır atlatmaz, Cemaat’in tetikçileri gerekli stratejiyi sosyal medya hesaplarından verdi ve ifadeler birden bire profesyonel bir el değmişçesine tektipleşmeye ve stratejik olarak birbirine benzeşmeye başladı. İlk şokun sonrasında kendilerine geldiklerinde bu defa strateji daha net belirlendi ve ifadeler daha sonra “işkence altında verdim” diyerek reddedilecek şekilde verilmeye başlandı.

Cemaat’in mantar gibi farklı isimlerle yeniden ve yeniden üreyen internet siteleri şimdi ilk gün işaret edilen stratejinin gereği, “işkence” yazı dizilerine başladılar. Yazılarda anlatılanlar korkunç, kadınların meme uçlarına iğne batırılmasından tırnak çekilmesine kadar, bazılarının çok kullandığı gibi “12 Eylül’den beter” dedirtecek ne ararsanız var. Kısa bir süre içinde Cemaat’in stratejisini kamusallaştıran kalemlerden “işkenceye hayır” yazıları gelecektir, önceki yazılarımda sistemin nasıl işlediğini farklı meseleler üzerinden yazdım, bu defa da sürpriz olmayacak. Cemaatin tetikçi sosyal medya hesapları stratejiyi üfledi, elemanları gerekli doneleri, doğru ve yanlışların kolajından oluşan argümanları hazırladı, şimdi sıra Cemaat’in stratejisini kamusallaştıran güya “demokrat hassasiyetli” kalemlere geldi sıra.

Stratejik aklın, devlet tarihinde görülmedik derecede şeffaf yürütmesi gerekiyor bu süreci. Süreçle ilgili toplum düzenli ve sık aralıklarla bilgilendirilmeli. Mesela darbe gecesi öldürülen darbeciler kimlerdi? Görüntülerde halka ateş eden, insanların üzerine bomba yağdıran darbeciler kimlerdi? Toplumun bu hainleri isim isim bilmeye hakkı var. Sonra tutuklanan darbecilerin ifadeleri belirli formatlarda, dava sürecine zarar vermeyecek şekilde yayınlanmalı, toplumun bu ihaneti kendi süzgecinden geçirmeye hakkı var. Henüz o aşama gelmedi ama darbe davaları canlı yayınlanmalı ve tüm toplumun şahitliği sağlanmalı. Benzer şekilde, tutuklanan, kurumlarından ihraç edilen darbeciler deşifre ve teşhir edilmeli. Bunların durumları toplumla paylaşılmalı. İşkence, kötü muamele vesair iddiaları ivedilikle cevaplanmalı ve eğer doğruysa sebep olanlar ağır şekilde cezalandırılmalı, doğru değilse iddia sahibi aynı akıbete uğramalı, meselenin bir ciddiyeti ve caydırıcılığı olmalı.

İşte burada, henüz algı oluşmamışken bir şey söylemek istiyorum. Fetullahçılar ile bu toplumun arasına “kan girdi”, bu ağır bir vebal, öyle ki bu vebalin altından devlet de kalkamaz. Devleti 15 Temmuz gecesi kurtaran insanların kalbi kırılır, emeklerinin boşa gittiği hissi hasıl olursa, devleti bu işgalcilerin elinden kimse alamaz.

Anne-baba ve çocuk hakları – I

Anneler-babalar yetişkin olmayan çocuklarına işkence edebilir mi? Onları aç bırakabilir mi? Okula göndermeyip, okuma-yazma öğrenmelerine engel olabilir mi?

ABD’nin bazı yerlerinde küçük çocuklarını okula yürüyerek gönderdikleri veya ıssız parklarda yalnız oynamalarına müsaade ettikleri için ebeveynler polis tarafından tutuklanıyor. Birçok aile bundan rahatsız, hatta bu yüzden bir toplumsal hareket dahi başlattılar. Bu aileler çocukları üzerinde daha fazla yetkiye sahip olmak istiyor. İyi ama nereye kadar?

M. Rothbard gibi radikal düşünürler, ebeveynlerin çocuklarını beslemek, giydirmek veya eğitmek için bir yasal zorunluluğa tâbi tutulamayacağını iddia ediyor. Bunun onları saldırıya maruz bırakmak anlamına geleceğini söylüyor. Ayrı bir özne olarak çocukların anne-babaları tarafından fizikî şiddet uygulama yoluyla istismar edilemeyeceğini, ancak ihmâl edilebileceğini ileri sürüyor. Rothbard’a göre çocukların ihtiyaçlarını karşılamak ahlâkî bir zorunluluk olabilir fakat yasal bir mecburiyet hâline getirilemez. Getirilirse, ebeveynlerin hakları ihlâl edilmiş olur. İki özne arasındaki ilişki meşru olarak ancak sözleşmeye dayandırılabileceği için, ebeveynler çocuklarına karşı kamu zoruyla tek taraflı yasal yükümlülükler altına sokulamaz.

Bu yaklaşıma verilecek bir cevap, ebeveynlerin çocukların dünyaya gelmesine vesile olmak suretiyle onları besleme, barındırma yükümlülüğü altına girdiği. Ebeveyn ile çocuk arasında bir tür sözleşme olduğu söylenebilir ve ebeveynin hukuk tarafından çocuğunu ihmâl etmemeye zorlanması bir zorlama değil sözleşmenin meşru biçimde yerine getir(t)ilmesi olarak görülebilir.

Anarko-kapitalist Rothbard “yaratma tezi” dediği bu eleştiriye, tecavüz sonucu doğan çocuk için bunun nasıl geçerli olabileceğini sorgulayarak cevap verir. İlâveten, evlat edinme veya koruyucu ailelik gibi, çocuğun ailenin biyolojik eseri/uzantısı olmadığı durumlarda bunun nasıl uygulanabileceğini sorar.

Rothbard iyi bir iktisatçı ama kötü bir felsefeci. İktisatçı S. Horwitz’in işaret ettiği gibi, burada gözden kaçırdığı nokta çocuğa bakma yükümlülüğünün kendi başına cinsel faaliyetten değil, fakat çocuğu “kişinin kendisinin” yapmakla birleşen legal haklar varsayımından gelmekte olması. Hayatın akışında çoğu zaman cinsel yaratma ve haklar varsayımı birlikte işler. Bir çocuğu doğan aileler onu kendilerinde tutmak ve evlerine götürmek suretiyle, kamu nazarında çocuklarıyla kendi üzerlerine legal yükümlülükler bindiren bir sözleşme ilişkisine girmiş olur. Bu durum, evlatlık edinmede daha aşikârdır. Aileler çocukları üzerinde legal sahipliği arzu eder ve böylece onlara bakma yükümlülüğü altına bilerek ve isteyerek girer.

Hastanede doğan çocuğunu evine götüren ebeveyn, onları tanıyan çevreye ve kamu otoritesine çocuk üzerinde sahipliğini ilân etmiş olur. Bu sahiplik yükümlülükleri de yanında getirir. Çocuğu eve götürmek ve üzerine kaydettirmek aslında yalnızca çocukla girilen bir sözleşmeden ibaret de görülemez. O aynı zamanda diğer insanlarla, ebeveyn çocuk üzerinde ebeveyn haklarını kullandığı zaman tezahür eden ve ebeveyne çocuğa bakma hukukî görevini yükleyen zımnî bir anlaşma manasına gelir.

Ebeveynin çocuğunu ihmâl edebileceği tezinin bir diğer zayıflığı tam da bu noktada ortaya çıkar. Aslında bu, zayıflıktan fazlasıdır, teorinin çelişkisinin sergilenmesi ve çökmesi noktasına ulaşır. Bir çocuğun dünyaya gelmesine vesile/vasıta olan ebeveyn, çocuğun bakımını üstlenmezse, bunun yapılmasını sağlamak zorunda. Bu, çocuğu doğar doğmaz başka bir ebeveyne “devretmek” suretiyle olursa, ilişki gönüllülüğe ve rızaya dayandığı için problem yok sayılır. Ancak, bu yapılmazsa kamunun devreye girmesi gerekir. Bu da, çocuğu dünyaya getiren ebeveynin, olağan şartlar altında kendisinin üstlenmesi gereken bir yükü başkalarının, yani vergi mükelleflerinin sırtına yıkması anlamına gelir. Ve de bir tür saldırganlık teşkil eder.

15 Temmuz’da tekbir getirmek İslamcılığın bir göstergesi midir?

Travmasını hâlâ atlatamadığımız 15 Temmuz ile ilgili birçok nevi şahsına münhasır sosyal bilimci “gözlem”lerini aktarmaya başladı bile. Bir nevî “katılımlı gözlem” sayılsa da gerçekleştirdikleri, gerçekleşenlere pek katılmadıklarından olsa gerek, o gece olanları anlamaya bir hayli uzaklar. Bir Batılıyı hengamenin ortasına atmış gibi steril yorumlar yapmayı “Avrupaî” olarak algılamanın sonucu olarak da canhıraş sokağa çıkmış insanlara bir adet inceleme birimi muamelesi yapmalarını Jane Goodall görse sanırım benden çok sinirlenirdi. Ben öfkemi daha onlara yöneltmeye karar vermediğim için o gece yaşananların sosyal psikoloji bağlamında ele alınmasını gerçekleştirmekle yetineceğim. Kalanını da anlayabileceklerinden zaten şüpheliyim.

Greenberg, Solomon ve Pyszczynski Dehşet Yönetim Kuramı’nı (Terror Management Theory) 1986 yılında ortaya attığında temel olarak ölümün dehşet verici olduğu gerçeğinin her gün aklımıza gelmediğini temel olarak kabul etmişlerdi. 1997’de revize ettikleri kuramı aslında hepimizin bildiği bir gerçeği içerir. İnsan ölümlüdür. İnsanın ölümlü olduğunu fark etmesi, yani ölümlülüğünün belirgin hale gelmesi kişinin anlık bir dehşet duygusuna kapılmasına sebep olur. Varoluşunun yaşattığı bu dehşetin yüzüne vurması ile kişinin baş etme yolları farklılaşır. Bunlardan en sık kullanılanı ise kişinin, kendisi ölümlü olmasına rağmen ölümsüz olacağını umduğu, dünya görüşüne daha sıkı sıkıya tutunmasıdır. Bu sebeple geleneklerin, kültürün, ideolojilerin ölümlülük gerçeği karşısında insana bir ölümsüzlük sağlaması söz konusudur.

15 Temmuz gecesi havadan ateş eden helikopterler, arabaları ezip geçen tanklar, binaların arasında saklanıp “tek tek insanları sokak arasında vuruyor olabilirler” diyen ve çaresiz olduğu belli olan polisler ölümlü olduğumuzu yeteri kadar belli etmişti. Bu ölümlülüğün belli olmasının karşısında kişilerin kendilerinden sonraya aktarabilecekleri görüşleri o gece haykırmış olmaları, o görüşe sıkı sıkıya bağlı olduklarını göstermeyebilir. Bireyin dehşetle baş edebilmek için tutunabileceği dünya görüşünün o anda ne olduğu da çok önemli olmayabilir. O dehşetle baş etmenin yolu, tekbir getirmek, “ölürüm Türkiyem” söylemek olarak ortaya çıkabilir ve bunun, birçoğunun provokasyonundan farklı olarak, sokağa dökülen kesimin “İslamcı” olmasından daha bağımsız sebepleri olduğunu görmek önemlidir. Kuşkusuz sokağa dökülen insanların hangi görüşte olduğunu yargılama hakkı kimsenin değil. Ancak sahip olduklarını zannedenlerin formülasyonları da bir temele ait değil.

Hayatımda en çok korktuğum gecelerden birini yaşarken ben tekbir getirdim, evet. Benim dinî bir görüşümün olmadığını bilen insanlar bunu incelenmesi gereken bir “vaka” olarak algılayabilirler ama sanırım çok umurumda değil. Hayatım boyunca bayrak ile kurmadığım bağı da o Demokrasi Nöbetleri’nde kurdum ben, evet. Kürtçe “Ölürüm Türkiyem” diye bağıran adamı da gördüm, cep telefonundan sözlerine bakıp “Türkler geliyor”u Mehter ile söyleyen gençleri de gördüm. 16 Temmuz sabahı ne ben İslamcı oldum, ne de tanıdığım insanların bir kısmı daha milliyetçi hâle geldiler.

Geçirdiğimiz süreçte “bize” ait olanları koruduk sadece, hepsi bu. Bize ait olanı ölüm korkusunun yaşattığı dehşet karşısında bağıra bağıra koruduğumuz doğru. Ama yıllarca aynı ülkede yaşamamıza rağmen o gece sokaktaki insanlara “incelenecek vaka” olarak bakanların durumu nedir? İşte onu bilemiyorum.

Bildiğim bir şey var ki, Arda’nın da nöbetlerde dediği gibi, o gece ve sonrasındaki nöbetlerde bayrak da tekbir de liberal bir araç idi.

Why Turkey should matter to Europeans

In fact, the answer is so simple: There a disaster approaches to Europe and European leaders are doing nothing about it. And Turkey is the only country in the region to cooperate for preventing this incoming disaster.

Turkey has been a stabilized and unitary country that has not gone to any war since WWI. And Europe has not experienced a Turkey having serious conflicts within the country and in the region. Turkey has been the only frontier that keeps Europe distant to crises of the Middle East. I do not know if Europeans have calculated what would it cost if Turkey ends up in war or civil war, but it is not that hard to imagine that it will cost much to Europe more than any other party.

It is for sure that Europe has been lacking of visionary leaders. European politicians seem more concerned with domestic issues. While the whole continent becomes more Islamophobic, anti-refugee or anti-immigrant; i.e. culturally dominated, Europeans are becoming difficult to be convinced by political principles. It makes, for instance, French police to force a woman, sunbathing at a beach, to take off her headscarf. And that does not bother many Europeans as it has violated principles of equality and freedom.

What is happening now in Europe looks complicated to explain; however, one thing can be easily raised as European leaders have failed to follow up the world agenda. There are lots of things turning around Asia-Pacific, Africa, and Middle East. If they were consulted correctly on international politics, many things especially in the Euro-Asian and Middle East regions would be different. For instance, Syrian war and refugee crisis would not go that further and become a disaster.

Many American strategists and authors, like Michael Rubin, are really good on making predicts (or plans) on the future of Turkey by assuming (or wishfully thinking) that a coup gets successful or President Erdogan gets assassinated and giving recipes to whom it may concern.  Let’s do the same thing. However, the prediction will be on Europe this time.

If Turkey is achieved to get destabilized somehow and gone to civil war or war, that means the war is knocking the Europe’s door. The terror would be the best alternative then, since Turkey is right now the only factor that prevents the war to jump in Europe. Turkey’s fall will surely bring an enormous disaster in the region. This time not only Syrians but many other nations including Turks would also refuge to Europe. At least, it is obvious that Europe cannot put such a distant to crisis because it will be on the Greek and Bulgarian borders. And refugees will be the smallest problem to concern.

Turkey has been one of the strongest ally of the US and Europe in the region. Though many strategists would say Erdogan has put an end to this, they are indeed mistaken. The US and Europe cannot find a better ally in the region, since there is no alternative at all in the country if it is not democratically elected government. And Erdogan is the only alternative. That means, instead of pushing it out of the game, European players need to get closer to Turkey because it looks like the only potential partner in the region. The US will abandon the region to Russia soon, since its focus shifts to Asia-Pacific as a part of new USA foreign policy. And in case Clinton gets the Oval Office, this move is going to escalate. What especially Europeans need to understand is that the US is playing the game according to its interests but Europeans cannot even become a player. USA seems like having conflict with Turkey as interests of both parties are not overlapping. However, Europe’s interests are exactly the same of Turkey’s: stabilization of the region. Europeans should approach to their very long-time ally, Turkey much more and should sit at the table with Turks to become an actor to face with the US and Russia. Otherwise, while the US and Russia will be the winners of this game, Europe is going to encounter a disaster.

However, Europe still seems to fail to comprehend significance of Turkey’s elected government. The thing that misleads them is that they still think there could be an actor other than democratically elected government, who could maintain political and economic stabilization in the country. That could be valid during 80s and 90s, but Turkey’s political scene has changed so much. Democratization and liberalization of the country, especially in last two decades, has raised political awareness of Turks and made them sensitive on their rights and freedom. They always believed in democracy and showed that since 1950s; however, they were not bold enough to protect it against violations. What has changed recently is that they now risk death to preserve their will and not to consent any political authority other than elected by their votes. Thus, if any other authority captures the power, it will bring only civil war to the country and an enormous disaster to Europe.  If putschists were successful at the night of July 15, Turkey would face a civil war since civilians would not let the military to rule. Thus, Europe should understand that they have no cavalier to dance other than Turkey’s legitimate, democratically elected government.

What is needed to be done before it is too late is to put the political leadership of Europe in action and to take the field with Turkey. Europeans should open all political and communication fields to Turkey’s legitimate, civil authorities and elected government and to regain their trust to start negotiations and cooperation. If Europe cannot turn into an actor now, Brexit will be just the beginning of new dark era of the old continent.