- Türkiye’de konu, “parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçiş” ekseninde tartışılmaktadır. Bu doğru değildir. Mevcut yapı parlamenter sistem değildir. Türkiye gerçek anlamda parlamenter sistemle hiç yönetilmemiştir. 1924 Anayasası Parlamenter sisteme en yakın bir model öngörmesine rağmen, Atatürk, Cumhurbaşkanı olarak Amerikan Başkanından ve İngiltere Başbakanından daha fazla yetki kullanmıştır. Daha sonra Anayasal düzeyde parlamenter sistemden uzaklaşma devam etti. Bugünkü Anayasal ve fiilî durum, parlamenter sistemdense başkanlık sistemine daha yakın durmaktadır. Türkiye yasal düzeyde ve fiilî olarak parlamenter sistemden kopmuştur. Geriye dönüşü anlamlı değildir. Sürecin tamamlanması gerekir.
- Başkanlık sistemi denince, akla Amerikan yönetim sistemi gelmektedir. Türkiye’de Amerikan sisteminin “bilindiği” doğru olsa da, Amerikan yönetim sisteminin “anlaşıldığı” konusu şüphelidir. Amerika’yı keşfetmeye gerek olmayabilir ama Amerikan yönetim sistemini keşfetmeye ihtiyaç vardır.
- Tüm sorunların kaynağını ve çözümünü anayasalarda aramak doğru değildir. Amerikan yönetim sisteminin başarısını, Amerikan Anayasasına bağlamak doğru değildir. Anayasada olmamasına rağmen İkinci Dünya Savaşına kadar hiçbir başkan iki dönemden fazla başkanlık yapmamıştır. Bunun tek istisnası Roosevelt’tir. 1933-45 yılları arasında başkanlık yapmıştır. İki dönem kuralı daha sonra yasalaştırılmıştır. Özellikle temel haklar konusunda Anayasa zamanla iyileştirilmiştir. Türk Anayasaları sorunlu olsa da, sorunların kaynağı daha derinlerdedir.
- Başkanlık sisteminde kuvvet ayrılığı daha belirgin olarak ortaya çıksa da, başkanlık sisteminin ayırt edici özelliği kuvvetler ayrılığı değildir. Başkanlık sisteminin başarısı, sert kuvvetler ayrılığından kaynaklanmamaktadır. Tam tersine, kuvvetlerin tam olarak ayrılması, yararlarına rağmen, bazı sorunlara yol açmaktadır. Sert kuvvetler ayrılığının yol açtığı sorunların halkı fazla etkilememesinin temel nedeni, temel kamusal faaliyetlerin yerel idareler tarafından yürütülmesidir. Merkezî idarede ortaya çıkan krizler halkı çok fazla etkilememektedir.
- Amerika’da Başkanlık sistemi, kuvvetler ayrılığı üzerinden değil, Türkiye’ye uyarlayarak söylemek gerekirse merkezî yönetim – yerel yönetimler ekseninde tartışılmıştır. Sistem inşa edilirken, hangi yetkilerin yerelde, hangi yetkilerin merkezde olması gerektiği konusu daha fazla gündem işgal etmiştir.
- Amerika’da iktidar önce merkez-yerel ekseninde bölünmüş, sonra yasama-yürütme-yargı şeklinde ayrışmıştır.
- Başkanlık sistemi, Türkiye’nin ihtiyaçları ve hedefleri doğrultusunda tartışılmalıdır. Türkiye’nin siyasal istikrara ihtiyacı vardır. Parlamenter sistem, hükümetin kurulmasını ve hükümet süresini garanti edememektedir. Seçim yapılmasına rağmen, hükümet kurulmayabilir, milletvekillerinden herhangi birisi başbakan atanabilir, hükümetin ne kadar süreceği belirsizdir. Başkanlık sisteminde halk, seçim sürecinde başkan adaylarını bilir ve seçim akşamı kimin başkan olduğu belirlenir ve görev süresi kesindir.
- Parlamenter sistemde halk sadece yasamayı doğrudan belirlerken, başkanlık sisteminde yürütmeyi de doğrudan belirler. Başkanlık sisteminde halk egemenliği yürütmeye doğrudan yansır. Halk yönetimde daha etkindir.
- Hükümetin kurul halinde çalışması ve kararların oy birliği ile alınması, özellikle koalisyon dönemlerinde, parlamenter sistemde yönetsel sorunlara yol açmaktadır. Hükümet işlerinin yürütülmesinde oy birliği ve oyların eşitliği anlamsızdır.
- Parlamenter sistemde yasama organı gensorularla, güvensizlik oylarıyla yürütmeyi sürekli tehdit altında tutmaktadır. Bakanlar ve hükümet her an düşürülebilir.
- Türkiye’de başkanlık sistemi merkezî idareyi daha da güçlü kılacaktır. Bu, özellikle dış politika açısından istenen bir durumdur. Türkiye, uluslararası arenada daha fazla söz sahibi olmayı hedefliyorsa, güçlü ve istikrarlı bir yürütmeye ihtiyacı olacaktır. Görev süresi belli olmayan, her an düşürülme endişesi taşıyan hükümetler yerine, görev süresi belli olan, düşürülme endişesi taşımayan başkanlar, dış politikada daha etkili olacaktır. Fakat merkezî idarenin aşırı güçlenmesi iç politikada istenen bir durum değildir. Dengenin sağlanması için başkanlık sistemiyle birlikte yerel yönetimler de güçlendirilmelidir.
- Başkanlık sistemi partileri zayıflatacaktır. Türkiye’de partiler, idarenin işleyişine müdahale ederek bazı sorunlara yol açsalar da, bürokrasinin boyunduruk altında tutulmasında önemli işlev görmektedirler. Başkanlık sisteminde siyaset-bürokrasi dengesi bozulabilir. Bu dengeyi sağlamak için valilik sistemi kaldırılmalıdır. Parlamenter sistemin başarılı olduğu İngiltere’de ve başkanlık sisteminin de başarılı olduğu Amerika’da valilik müessesesi yoktur.
- Türkiye, sadece yönetim sistemini değil yönetim zihniyetini de değiştirmelidir. Parlamenter sistemin de başkanlık sisteminin de en iyi uygulandığı iki ülkenin, İngiltere ve Amerika’nın Anglo-Sakson dünyasına ait olması tesadüf değildir.
- “Güney Amerika ülkelerinde başkanlık sistemi başarılı olmadı” görüşü doğru olsa da gerçeği yansıtmamaktadır. Bu ülkelerde muhtemelen parlamenter sistem de başarılı olmayacaktı.
- Sonuç olarak, Türkiye’nin sistem arayışı doğru bir adımdır, fakat sorunun kaynağı daha derindedir. Türkiye yönetim sistemini değiştirmek, yönetim felsefesini ve yönetim zihniyetini dönüştürmek zorundadır. Keşke zihniyeti dönüştürmek, sistemi değiştirmek kadar kolay olsaydı.
Başkanlık Sistemi: Doğrular ve Yanlışlar
Hukukun sınırları zorlanıyor algısı
Şüphesiz 15 Temmuz hafızalarda alçakça bir darbe kalkışmasının tarihi olarak yerini alacaktır. Türkiye, hazırlığı on yıllarca süren ve her yolun mubah görüldüğü, devletin en stratejik noktalarının sistemli bir şekilde ele geçirildiği bir işgal süreci yaşadı. Bütün bunlar olup biterken de din bir maske olarak kullanıldı. Darbe kalkışması yoluyla işgalin faillerinin FETÖ’cüler olduğu oldukça aşikâr, ancak bunların amaçlarının ne olduğu, arkalarında başka kimlerin olduğu, kimlerin yardım ve yataklık ettiği zamanla ortaya çıkacaktır. Bütün bunların ortaya çıkarılması sürecinin oldukça sancılı geçeceği kesindir.
15 Temmuz hafızalarda sadece darbe kalkışmasının tarihi olarak kalmayacaktır. Bu tarih aynı zamanda işgalcilere karşı şanlı bir direnişin de tarihi olacaktır. Darbelere alışık olan Türk toplumunun artık tırsıp her şeyi sineye çekme zamanının sona erdiğine de şahit olduk. 15 Temmuz gecesinden itibaren toplumun her kesiminden insanlar, aralarındaki her türlü fikir ayrılığını bir kenara bırakarak haftalarca meydanları doldurup anti demokratik müdahaleleri kabul etmediklerini haykırdılar. 7 Ağustos’ta da İstanbul’a sel olup aktılar ve hep bir ağızdan demokrasi ve millî iradeye sahip çıktıklarını haykırdılar.
Bir musibet bin nasihatten evladır sözünü doğrularcasına oluşan bu birliktelik gönüllere su serpmişti. Demek ki vatan söz konusu olunca herkes biraraya gelebiliyordu. Ancak bu maalesef uzun sürmedi. Herkes fabrika ayarlarına geri döndü diyebiliriz. Hatta durum öyle bir noktaya geldi ki artık neye ve kime inanacağımızı şaşırdık. Tabiri caizse at izi it izine karıştı ve hatta karıştırıldı. Kurunun yanında nice yaşlar yanmakta ve ileride hem vicdanları hem de devleti zor duruma sokacak uygulamalara şahit olmaktayız. Adaletin değil intikam hırsının süreci kontrol ettiğine şahit olmaktayız. Bir taraftan demokrasiye sahip çıkmaya çalışırken diğer taraftan da demokrasinin olmazsa olmazlarının devre dışı bırakıldığını görmekteyiz. Bir çeşit çelişkiler sarmalının toplumu kıskacı altına aldığını ve günden güne daha da içinden çıkılamaz hale getirdiğini söylersek pek de mübalağa yapmış olmayız. Maalesef bütün bunlar 15 Temmuz direnişine gölge düşürmektedir. Hem içeride oluşan birliği ortadan kaldırdığı hem de darbe ve darbecilerle mücadeleyi sulandırdığı için!
Böylesi kitlesel ve girift bir problemin çözümünün kolay olmadığının şuurunda olmakla birlikte, kurunun yanında yaşın da yanmaması için hukukun sınırlarının zorlanmaması gerekir. T.C. Anayasası’nın 2. Maddesinde de belirtildiği gibi Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına saygılı, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir. Her durumda Anayasanın bu hükümleri ve hukukun evrensel ilke ve esasları göz önünde bulundurulmalıdır. Suçun veya eylemin niteliği bunları devre dışı bırakmaya gerekçe olamaz. Hele hele kendini Anayasasında hukuk devleti olarak tanımlayan bir devlette hiç olmaz. Ancak nasıl geçmişte PKK ile mücadele kisvesi altında hukuk dışına çıkılmışsa şimdi de FETÖ ile mücadele adı altında hukuk dışına çıkıldığı, en azından öyle bir görüntünün olduğu gözlemlenmektedir. Bu durum şüphesiz FETÖ’yle mücadeleye zarar vermekte, hatta FETÖ’nün ekmeğine yağ sürmektedir.
Şimdi hukukun temel ilke ve esaslarından yola çıkarak basından ve yetkililerin söylemlerinden çıkardığımız sonuçlara bir göz atalım:
Hukuk devletinin en önemli esası önce kendisinin hukuk kurallarına uyması, keyfi yetki kullanımına izin vermemesi, işlem ve eylemlerini hukukilik denetimine tâbi tutması gerekir. Bütün bunların göz önünde bulundurulduğunu söylemek maalesef mümkün görünmüyor. Bırakın hukuku gözetmeyi, sanki birilerine bir şeyler ispat etmek istercesine ve skor odaklı fiillere şahit olmaktayız. Hatta kendisi töhmet altında olanlar başkalarını akla ziyan suçlamalarla töhmet altında bırakmaktadırlar. Bu durum acaba en çok kime hizmet eder diye bir düşünmek lazım.
Hukukun kuvvetler ayrılığı ilkesi de günümüzde askıya alınmış görüntüsü veriyor. Yürütme yasamayı devre dışı bırakmış, KHK’larla işleri yürütmekte, yargı da FETÖ sızmasının sancılarıyla hareket etmektedir. Birinin serbest bıraktığını bir diğeri tutuklatıyor, yine birilerini alelacele tutuklayanlar bir bakıyorsunuz kendileri de tutuklanıyorlar. Neresinden tutsanız elinizde kalacak bir vakayla karşı karşıyayız.
Hukuka göre herkes her bakımdan eşittir. Haliyle birisinin yargılandığı bir suçtan bir başkası muaf tutulamaz. FETÖ ile mücadele kapsamında bu ilke gayet net bir şekilde çiğnenmektedir. FETÖ’yle geçmişte ilişkisi olanlar ve/veya samimi duygularla onlara yardımcı olanlardan bazıları tutuklanırken bazılarına dokunulmamaktadır. Özellikle siyasiler kovuşturmalardan muaf tutulmaktadır. Onların aldatıldık demelerini hoşgörüyle karşılarken sıradan vatandaşların aldatıldık demelerini samimi bulmamak adil bir tavır olmaz. Ayrıca 17-25 Aralık sonrası da dahil örgütün içinde olup da darbeyle uzaktan yakından ilgisi olmayan binlerce insanın olduğu muhtemeldir. Onlar da bir nevi FETÖ mağdurudurlar ve bu mağduriyetlerini ifade edecek ortama sahip olamıyorlar. Aslında onlar en büyük darbeyi inandıkları yapının karanlık bir örgüt olduğunu öğrendiklerinde yaşadılar. Onların pişmanlığı ve özrü de hoşgörüyle karşılanmalıdır diye düşünüyorum. Devletin ve yargının görevi elebaşlarıyla sıradan destekçileri somut delillerle tespit ederek sahte pişmanlıkların önüne geçmektir.
Göze batan bir diğer yanlış da kollektif yaklaşımlardır. Sadece örgüt üyesi olanlar değil, onların yakınları da salt yakın oldukları için göz altına alınıp kovuşturmaya uğramaktadırlar. Hâlbuki hukukta sorumluluğun şahsî olduğu ilkesi vardır. Herkes kendi işlem ve eyleminden sorumludur. Başkalarının işlem ve eyleminden sorumluluğu mümkün kılacak kollektif ceza sorumluluğu kabul edilemez. Bu durum sadece hukuk dışı olmakla kalmayıp aynı zamanda FETÖ’yle mücadeleyi de sulandırmaktadır.
Hukuk devletlerinde herkes, meşru vasıta ve yollardan yararlanmak suretiyle bağımsız ve tarafsız yargı önünde iddia ve savunma ile dürüst yargılanma hakkına sahiptir. Hak arama hürriyeti kısıtlanamaz. Ayrıca hiç kimse, suçluluğu mahkemenin kesinleşmiş hükmü ile sabit oluncaya kadar suçlu ilan edilemez ve mahkûm edilemez. Bu evrensel kabul görmüş bir ilkedir ve hukuk devleti olduğunu iddia eden her devletin uyması gereken bir ilkedir. KHK’larla insanların yargılanmadan cezalandırıldığı, en azından mağdur edildiği bir yerde bu ilkelerin göz önünde bulundurulduğunu iddia etmek pek gerçekçi olmaz. Alın size FETÖ’ye hizmet eden bir uygulama daha!
Hukukun temel ilkelerinden biri de “kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz” der. Suç ve ceza ancak kanunla koyulur ve kanunlar da prensip olarak ileri doğru uygulanır. Peki bu ilke göz önüne alınıyor mu? Buna olumlu cevap verebilmeyi çok isteriz, ancak veremiyoruz, zira insanlar kanunî hizmet veren, en azından devletin resmî izniyle ve tabelasıyla, okul, banka, işletme v.s. ile olan ilişkilerinden dolayı cezalandırılmaktadırlar.
Hukukun temel ilkelerinde yargı bağımsızlığı “hiçbir organ, makam, mercii veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında hâkimlere veya mahkemelere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz, bu tür bir yetkinin kullanılmasına izin veren yasal düzenleme de yürürlüğe koyulamaz” diyor. Bu ilke önce FETÖ/PD yapılanması tarafından çiğnendi, şimdi de farklı odaklar tarafından çiğnenmektedir. Belki talimatlar doğrudan verilmemektedir, ancak bazı söylemlerden kendine iş çıkaran savcı ve hâkimler büyük yanlışlara imza atmaktadırlar.
Bir hukuk devletinde herkesin kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı vardır. Hiç kimse korku ve endişe ile yaşamaya mahkûm edilip, yargı makamlarına başvurmanın sonuçsuz kalacağı algısına maruz bırakılamaz, keyfî şekilde yakalanamaz, gözaltına alınamaz, tutulamaz, tutuklanamaz, hürriyetinden mahrum bırakılamaz ve cezalandırılamaz. Peki bu hakka riayet ediliyor mu? Ben edilmediği kanaatine sahibim, üstelik bunun FETÖ ile mücadeleyi sulandırdığını da düşünüyorum.
Son olarak da hem FETÖ ile mücadelenin sulandırıldığının en bariz örneği olması hem de basın özgürlüğü ihlâli görüntüsü veren Cumhuriyet Gazetesine yönelik başlatılan soruşturma ve tutuklamalara bir göz atarsak, hukuk sınırlarının maksatlı olarak zorlandığını görürüz. Cumhuriyet Gazetesine hiç bir zaman sempati ile bakmamış birisi olarak isnat edilen suçların akla ziyan olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Evet, bu gazete Erdoğan karşıtlığında bütün sınırları zorluyor, terör ve teröristlere maşa oluyor, ama gazeteyi ve çalışanları FETÖ üyesi olarak suçlamak insan aklıyla alay etmek anlamına gelir ve bu en çok FETÖ’nün işine yarar. Nitekim FETÖ’cüler Batı kamuoyunu Türkiye aleyhine etkilemek için bu davayı da istismar etmekte gecikmediler. Sadece FETÖ’cüler de değil üstelik! Türkiye’ye saldırmak için pusuda bekleyen herkes bu durumu istismar etmektedir.
Ben bir hukukçu değilim, ancak toplum meselelerine karşı kendisini sorumlu hisseden bir liberal olarak temel hak ve özgürlüklerin farkında olduğum için beni kaygılandıran gözlemlerimi kaleme alıp kamuoyuyla paylaşıyorum. Çoğu zaman elimde somut deliller yoktur, temel evrensel değerler ve vicdanım bana yön verir. Tabiî ki içtihat hataları yapmam da mümkündür, sonuçta insan beşer kuldur şaşar. Kimse benimle hemfikir olmak zorunda değildir, ancak benim samimiyetimi kimsenin sorgulamasına da izin vermem. Eleştirileri bir mesnetleri olduğu müddetçe ciddiye alıp onlardan bir şeyler öğrenmeye çalışırım, ancak maksat üzüm yemek değil de bağcı dövmekse bir kulağımdan girer diğer kulağımdan çıkar.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
Türkiye her yönü ile tuhaf bir ülke. Hemen hiçbir konuda ortak bir vasatımız yok. Uçlarda gezmeyi seviyoruz ancak bu gezmelerimizin genelde maddi bir altyapısı yok. Var olduğunu sandığımız altyapı da çoğu kez hayal mahsulü ve maddi-manevi bir zemine bağlı değil. Kendi kendimize ürettiğimiz bilgilere büyük bir itikatla bağlıyız ve aksi bizim için mümkün değil. Ve daha sancılısı çoğu kez ileri sürdüğümüz kanıtların yanlışlığı veya zayıflığını çok iyi biliyoruz ama bu bilişimiz tutumumuzu değiştirmiyor.
Dünyaya ve olaylara bu yüzden çoğu kez basmakalıp bakıyoruz; Osmanlı’ya ve Cumhuriyet’e baktığımız gibi. Gerçekler, daha doğrusu aslında o gün/an/zaman ne olduğu bizi pek de ilgilendirmiyor. Kafamızdan biçtiğimiz gömleği uysun uymasın o gün/an/zamana giydirmeye çalışıyoruz. Gömleğimizin kolu uymamış, yakası kapanmamış, beli açık kalmış vs. bizi enterese etmiyor. Üstüne üstlük kendi ürettiğimiz garabete de hayranlıkla bakıyoruz. Çünkü hepimizin aynaları bozuk olduğu için aynadaki garabeti normal sanıyoruz.
Teorik olarak devlet yönetimleri okullarda monarşi-oligarşi-teokrasi-cumhuriyet diye öğretilip sonra da birini birine tercih etmemiz istenir; daha doğrusu cumhuriyet güzellemesi yapılır. Hâlbuki bu kategorilerin hiçbirisi bize nasıl yönetildiğimizle ilgili ipucu vermez; daha çok kim/kimler tarafından yönetildiğimiz ve bunların meşruiyetini nereden aldıkları ile ilgili ipucu verir.
Bugünkü gelişmişlik düzeyimiz ile gerçek manada demokratikleşememiş, insan hak ve özgürlüklerine yeterince saygı gösteremeyen, vatandaşına insanca yaşayacak olanakların önünü açmayı beceremeyen bir monarşi ile bir cumhuriyet arasında tercih yapılabilir mi?
Devlet başkanının kan yolu ile gelmesi ya da halkın oyuyla seçilmesinin pratikte halk için ne önemi olabilir ki? İçerik yoksa…
Bir zamanlar Irak Cumhuriyeti Devlet Başkanı Saddam Hüseyin belirli aralıklarla düzenlenen seçimler de sürekli olarak yüzde 99 oy alarak makamını meşrulaştırıyordu ama İngiltere Kraliçesi ya da Hollanda Kralı’nın böyle bir mizanseni bile yok. İngiltere ve Hollanda halkına yazık, devlet başkanlarını seçemiyorlar mı diyeceğiz?
Saddam seçilmiş kraldı, Suud Kralı ise kan yoluyla geliyor. Bütün yetkilerin tek elde toplandığı bir düzen var; fark birisinde bir tek parti (tek lider önderliğinde) kliği egemen, diğerinde ise bir aile klanı. İkisinde de adı konmamış ama herkesçe bilinen ciddi bir oligarşi ve güç odakları arasında paylaşım mevcut. Suriye konusunda düştüğümüz tuzak da bu değil miydi? Esed yönetimi azınlığa dayanıyor diyerek bölgeyi ne kadar az anladığımızı hep birlikte gördük. Sonuç, yüzbinlerce ölü ve milyonlarca mülteci olarak önümüzde duruyor.
Nereye mi gelmek istiyorum? Son haftalar karşılıklı olarak bazı kesimlerce Lozan tartışmaları ile başlayıp 29 Ekim münasebeti ile Cumhuriyet ve Osmanlı tartışmaları arasında geçti; ama daha iyi bir (demokratik-özgürlükçü vb.) Türkiye için fazlaca bir mesai harcanmadı, harcayanları sesi ise kuru gürültüyle boğuldu.
Tartışma babından, başkanlık “isterük” diyenler ile “istemezük” diyenler arasında çok da fark yok. İsteriz-istemeyizi bırakıp; ne getirir ne götürürü bir türlü tartışamıyoruz. Bizi kimin yönettiğine o kadar çok önem atfediyoruz ki, nasıl yönetildiğimiz ve nasıl yönetilmemiz gerektiği konusunda tefekkür bile edemiyoruz.
Acı ama gerçek, bugünkü entelektüel kapasite ve seviyemiz ne Osmanlı’nın son ne de Cumhuriyet’in ilk dönem aydınlarının seviyesinde değil. Dün de çok hata yapıldı, bugün de yapılabilir ama bugün tartışma adabının bile doğru dürüst oluşmadığı bir süreç yaşıyoruz. Ülkece büyük bir badire atlattık ama bu bile aklımızı başımıza getiremiyor. Adalet ve özgürlüğün ne denli önemli olduğunu, bu ülke için farklılıkların değil ortaklıkların artırılması gerektiğini hala anlayamıyor ve bunun için emek harcamamız gerektiğini kavrayamıyoruz. Vesselam…
Rüzgâr ekmek
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanları Gültan Kışanak ve Fırat Anlı, 25 Ekim’de gözaltına alındıktan beş gün sonra tutuklandılar.
Şimdilik tutuklama ile son bulan operasyonun zamanlaması gerçekten “manidar”! Zira Kışanak, gözaltına alınmadan hemen önce Meclis’teki 15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu’nda dinlemiş ve mühim bilgiler vermişti. Kışanak’a göre, “paralel devlet yapılanmasının daha iyi anlaşılması için” 2009’daki KCK operasyonlarına kadar gidilmesi gerekiyordu. Gülenistler 2009’dan 2015’e kadar barış sürecini akamete uğratmak için çok çalışmışlardı. “Bugün eğer oluk oluk kan akıyorsa, demek ki Gülenciler başarılı olmuşlar” diyordu Kışanak. Bu kapsamda sadece KCK Operasyonlarının değil, Habur Sürecinin, Oslo Görüşmelerinin ve Roboski Olayının üzerine de ciddiyetle eğilinmeli ve buralarda saklı kalan gerçekler ortaya çıkarılmalıydı.
“Düşün milletin yakasından”
Meclis’teki mesaide Kışanak, hakkında birçok spekülasyon yapılan Ekrem Dumanlı ile görüşmesini de anlattı. Buna göre, Dumanlı ve ekibinin ısrarlı tutumları neticesinde onlarla kısa bir görüşme yapılmıştı. Süreçte oynadıkları menfi rol yüzlerine karşı söylenmiş, “milletin yakasından düşmeleri” istenmişti. Görüşmenin belediyenin gizli ya da arka kapısından yapıldığına dair ifadelerin tamamı yalandı. Çünkü belediyenin bir gizli ya da arka kapısı yoktu. Dumanlı’nın kendisine PKK’ya sızan istihbarat elemanlarının listesini verdiği iddiası ise, algı operasyonu yapmaya yönelikti ve akla ziyandı.
Gündemde bu cevapların tartışılması beklenirken, Kışanak Ankara dönüşünde havaalanında, Anlı ise evinde gözaltına alındı. Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı, gözaltılara ilişkin bir açıklama yaptı. Açıklamada eş başkanlarına yöneltilen başlıca ithamlar şunlardı:
* DTK toplantılarına katılmak,
* Nevruz gösterilerinde özerklik çağrısı yapmak,
* Örgüt üyelerinin cenazelerine araç tahsisi etmek,
* Yasadışı toplantı ve gösterilere katılarak cebir ve şiddeti meşru göstermek,
* PKK/KCK örgüt üyelerine ait sözde şehit mezarlığı yapmak için resmi araç ve gereç tahsis etmek.
Savcılığın açıklamasında gözaltıları haklı kılacak bir unsur yoktu. Zira “özerklik” zaten partinin programında yer alan bir talepti. Cenazenin kaldırılması ve bunun için araç gönderilmesi, belediyeler için yasal bir zorunluluktu. “Sözde şehit mezarlığı” iddiasına dair daha önce soruşturulma yapılmıştı. “Yasadışı toplantı ve gösteriye katılmak” ise ucu son derece açık bir ithamdı. Kısaca açıklama hukuken tatmin edicilikten uzaktı.
Tutuklama kararlarından sonra Kışanak ve Anlı’nın avukatlarından Diyarbakır Barosu Eski Başkanı Mehmet Emin Aktar ile konuştum. Savcılık ve mahkeme safhasında başka suçlamaların yapılıp yapılmadığını merak ediyordum. Aktar’a bunu sordum. Başka suçlamalar bir yana Savcılık açıklamasındaki suçlamaların dahi tam manasıyla sorulmadığını ifade etti. Birbiriyle bağlantılı olmayan iki soruşturmada eş zamanı gözaltı ve tutuklama kararı verildiğini belirten Aktar’a göre tutuklama hukuki değil siyasi bir karardı ve soruşturmanın içeriğinden bağımsız olarak daha önceden kararlaştırılmıştı. Hatta Aktar, Kışanak ve Anlı’nın daha adliyeye çıkmadan önce hangi cezaevine gönderileceklerinin dahi önceden tespit edildiğini söyledi.
Yeni güvenlik konsepti
Cumhurbaşkanı Erdoğan kısa bir süre önce, milli güvenliği sağlama noktasında yeni bir faza geçtiklerini açıkladı. Kışanak ve Anlı’nın tutuklanması, bu yeni güvenlik konseptinin bir yansıması. Hükümet, Kürt meselesinde iki, yönlü bir sıkıştırma taktiği izliyor. Bir taraftan askeri olarak tüm gücünü sahaya sürerken, diğer taraftan da siyaset alanını daraltıyor ve siyasi aktörleri sindirmeyi amaçlıyor.
Aşamalı olarak sürdürülen bir plan var ortada. İlk adım, Meclis’ten geri çekilen belediyelere kayyum atanması önerisini, OHAL’in sağladığı imkânla bir KHK hükmü haline getirilip yürürlüğe konmasıydı. İkinci adım, nispeten küçük ve kamuoyu baskısının az olacağı düşünülen belediyelerin başkanlarının görevden uzaklaştırılıp yerlerine kayyum atanmasıydı. Üçüncü adım ise, Diyarbakır gibi sembolik değeri yüksek bir kentin belediye eş başkanlarını tutuklamak oldu. Muhtemelen buraya da kayyum atanacak.
Damoklesin Kılıcı
Böyle giderse bir sonraki adım da milletvekillerinin hapishaneye gönderilmesi olacak. Nitekim Figen Yüksekdağ’a yurtdışı yasağının konması da istikametin bu yönde olacağının bir işareti.
Her taraftan rüzgâr ekiliyor bölgeye. Çatışmalar yoğunlaşıyor. Belediyelere el konuluyor. Hapishane tehdidi, milletvekillerinin üzerinde Damoklesin kılıcı gibi hazır tutuluyor. Binbir badireden geçilerek inşa edilen siyaset alanı hoyratça tahrip ediliyor. Yanlışlığı çok kere tecrübe edilmesine rağmen yine her sorunun üstesinden güvenlik ve askeri tedbirlerle gelinmeye çalışılıyor. Siyaset geri çekildikçe şiddetin hükmü artıyor.
Bu kadar sert rüzgâr hayra alamet değil; istikamet değişmezse, korkarım ki biçtiğimiz fırtına olur…
‘Sonuçta hepimiz insanız’
Çatışma çözümü çok dinamik bir alan. Çünkü çatışmaların nedenleri, yapıları, dinamikleri, aktörleri, yoğunlukları, talepleri ve şiddetle ilişki düzeyleri birbirinden farklı. Her bir çatışmayı diğerinden ayırt eden birçok özellik var. Bu nedenle her çatışmanın kendi özelinde değerlendirilmesi gerekiyor.
Bunun yanı sıra çatışmaları meydana çıkaran sebepler ve onları bitirecek olan istekler arasında benzerlikler de söz konusu. Nihayetinde aşağı yukarı her yerde iş dönüp dolaşıyor hakların tanınmasına, kaynakların paylaşılmasına, gücün dağıtılmasına dayanıp duruyor. Eğer taraflar–asgari düzeyde de olsa- taleplerini karşılıklı tatmin edebilecek bir zemin oluşturabilirse bir anlaşma mümkün olabiliyor. Aksi takdirde çatışma farklı biçimler alarak varlığını sürdürüyor.
Her bir çatışma çözümü bize çok şey öğretir. Kolombiya’da devam eden süreç de çok öğretici derslerle dolu. Yarım asrı geçen, 300 bine yakın insanın hayatına mal olan, yedi milyondan fazla insanı yerinden eden bir çatışma vardı Kolombiya’da. Birkaç başarısız denemeden sonra taraflar nihayet, dört yıllık bir müzakerenin ardından, bu yıl anlaşmaya vardılar. Anlaşmanın kabulünü de halk oylamasından çıkacak sonuca bağladılar.
Karınca gibi eşeleye eşeleye
Halk oylamasından bir hafta önce Kolombiya sürecinde sivil toplum temsilcisi olarak yer alan Vicente Vallies’i Diyarbakır’da konuk ettik. Heinrich Böll Stiftung Derneği ile DİSA’nın (Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü) birlikte düzenledikleri toplantının konusu “Sekteye Uğrayan Barış Süreçlerini Canlandırmak” idi. Valllies, bir Fransız, 12 yıldır Kolombiya’da yaşıyor, 20 yıldır da bu sorun üzerinde çalışıyor.
Vallies, devlet ile FARC arasında bir anlaşmaya ulaşılmasında en önemli rolü halkın oynadığı kanısındaydı. Gerek hükümeti ve gerek FARC’ı barış masasına oturmaya zorlayan en önemli unsur halkın baskısıydı. Kolombiya’da birkaç çatışma iç içeydi. Çatışmalar siyasi, ekonomik ve toplumsal bir karakter taşıyor ve çeşitli düzeylerde sürüyordu. Bir uzlaşmanın olabilmesi için toplumun taraflar üzerinde bir basınç yaratması gerekiyordu. Çatışmayı bitirmeyi arzu eden kesimler bunu başardılar; sürekli barış talebinde bulundular ve “karınca gibi eşeleye eşeleye tarafları müzakereye icbar ettiler.”
Hiç kuşku yok ki, anlaşmanın kabulünde birçok zorluk vardı. Siyasi katılım eksikliği, fiziki ve politik güvensizlik, adalet yoksunluğu, sınıflar arasındaki eşitsizlik, toprakların birkaç elde toplanması, yoksulluk vb. sorunlardan doğan ve zaman içinde ölümlerle daha derin boyutlar kazanan bir çatışma uzun bir süre tüm ülkeyi egemenliği altına almıştı. Toplum kutuplaşmıştı. Ya devlet, ya da FARC’ın yanında durmayı zorlayan bir atmosfer almış başını yürümüş, ara konumlarda durmak çok zorlaşmıştı. Yani salt tarafların atacağı bir imzayla mutlu sona ulaşılmayacaktı.
Ayrıca anlaşmada birçok sıkıntılı alan da mevcuttu. Paramiliter örgütler ciddi bir risk teşkil ediyordu. Eski Başkan Uribe gibi anlaşmaya karşı çıkan güçlü siyasi odaklar mevcuttu. İnsan hakları örgütleri bazı tehlikelere dikkat çekiyordu. Halkın da uygulama konusunda çekinceleri vardı, korkular giderilmiş değildi. Ama tüm bunlar Vallies’e göre “Hayır demeyi gerektirmiyordu.”
Sandıktaki sürpriz
Dolayısıyla birçok gözlemci gibi Vallies de, referandum da anlaşmanın reddi yönünde bir tercihin çıkmayacağı görüşündeydi. Kaldı ki kamuoyu yoklamaları “Evet” destekçilerinin % 65-70 oranında seyrettiğini gösteriyordu.
Ne var ki sandıklar açıldığında karşılaşılan sonuç sürprizdi. Halk oylamasının galibi, anlaşmanın karşıtlarıydı. Dikkat çeken iki husus vardı: İlki, katılımın çok düşük olmasıydı. İkincisi de, oy farkının azlığıydı. Anlaşılan anlaşmanın savunucuları, referandum sürecine iyi hazırlanmamışlardı. Anlaşmanın imzalanmasıyla işin bittiği yanılgısına düşmüşlerdi. Her ne olursa olsun anlaşmanın geçeceğine inanmış, tersi bir durumun üzerinde çok kafa yormamışlardı. Kapıldıkları rehavet nedeniyle de kitleleri mobilize edememişlerdi.
Nitekim menfi neticenin alınmasından sonra anlaşma taraftarı birçok kişi bu eksikliği kabul etti. Karşı çıkma ihtimali olan mağdurlarla sıkı bir ilişki kurulmadığından, onların kendilerini ifade edebilecekleri platformların oluşturulmadığından, acıların konuşulmadığından bahsedildi.[1] “Hayır” oyu verenleri suçlamanın doğru olmadığının, onları barışa karşı gibi göstermenin çözüme bir katkı sunmadığının altı çizildi. [2]
A Planına devam
“Evet”e inanç o kadar yüksekti ki kimse “Hayır” sonrasında ne yapacağını planlamamıştı. Hazırlık yoktu, ne olacağı belirsizdi. Beklenmeyen sonuç ortaya çıkınca herkes sürecin nereye evirileceğini merak ediyordu. “Acaba yine silahlar patlamaya başlayacak mıydı?”
Ancak Devlet Başkanı Santos ipleri çabucak eline aldı. Halkın kararını saygıyla karşılamakla birlikte barıştan dönmeyeceğini ve yoluna kararlılıkla devam edeceğini duyurdu. Bir taraftan anlaşmayı kotaran heyeti bir daha FARC ile görüşmeler yapmak üzere vazifelendirdi, diğer taraftan da FARC’tan sonra ülkedeki en büyük ikinci gerilla grubu olan ELN ile de müzakerelere başladı.[3] Ayrıca anlaşmaya karşı olan muhalefet ile de konuşmaya hazır olduğunu bildirdi.
FARC da sürecin yanında durdu. Mevcut ateşkesin yılsonuna kadar uzatılması karara bağlandı. Kısacası taraflar ilk planlarından vazgeçmediler, onu geliştirerek yürümeye devam edecekler. Muhtemelen siyasi hayata katılım kanalları, mağdurların hakikati bilmeleri ve bir arada yeniden yaşamanın koşullarından haberdar olmaları, paramiliter grupların tasfiyesi, cezalandırma şartları, vb. konulardaki hükümler tekrar gözden geçirilecek ve halkın karşısına yeniden çıkılacak.
“Gün gelir insanlar ölüme hayır der”
“Bu kadar çok insanın kaybetmiş bir toplum nasıl olur da barış talep edebilir?”Diyarbakır’daki toplantıda Vallies en çok bu soruyla karşılaştıklarını söyledi. Yalnızca Türkiye’de değil birçok yerde bu suale muhatap olmuş. Cevabı bana da iyi geldi: “Bu konuda birçok teori var. Ama bana sorarsanız, sonuçta hepimiz insanız. Çatışmalar toplumu yorar. Ve sonunda gün gelir insanlar ölüme hayır der.”
[1] Isabel Hilton; Why Colombians voted against peace with the FARC https://www.theguardian.com/commentisfree/2016/oct/03/why-colombians-voted-against-peace-farc-president-santos-better-deal?CMP=fb_gu
[2] Akın Özçer; ‘Hayır’ barışa mı, yoksa cezasızlığa mı?
http://serbestiyet.com/yazarlar/akin-ozcer/hayir-barisa-mi-yoksa-cezasizliga-mi-724716
[3] https://tr.sputniknews.com/guney_amerika/201610111025233876-kolombiya-ulusal-kurtulus-ordusu-eln-baris-gorusmeleri/
Cirminden fazla yer yakmak
“AKP’nin yedek lastiği”
“Hükümetin ikiz kardeşi”
“AKP’nin muhalefetten sorumlu genel başkan yardımcısı”
“İktidarın değneği”
“Erdoğan’ın kurtarıcısı”
“AKP’nin bastonu” ve daha niceleri…
Tüm bunlar, CHP ve HDP sözcülerinin, MHP ve Bahçeli’ye layık gördüğü sıfatlar. Bahçeli’nin, AKP’yi Başkanlık önerisini Meclis’e getirmesi ve meselenin halkın hakemliği ile çözülmesi çağrısı yapmasından sonra, CHP ve HDP’de sinirler tavan yaptı. Her iki partinin tahkir ifadelerindeki doz arttı ve Bahçeli’ye karşı kullandıkları dil çatallaştı.
CHP ve MHP’ye göre, Bahçeli 2002’den beri AKP’ye örtülü bir destek veriyor. AKP’nin başı dara girdiğinde, MHP hemen onun yanında bitiyor ve AKP’yi içine girdiği müşkül halden çekip çıkarıyor. Bahçeli’nin başkanlık mevzuunda yaptığı çıkış da bunun yeni bir örneği. Artık AKP bile başkanlıktan elini yıkamışken, MHP bir dal uzatıyor ve AKP’nin sönmüş heveslerini yeniden harlıyor. Yani MHP, çok ihtiyaç duyduğu bir vakitte yine AKP’nin imdadına yetişiyor ve hiç yeri değilken sistem tartışmasını AKP’nin isteğiyle örtüşür bir şekilde gündemin ilk sırasına yerleştiriyor.
Cumhurbaşkanlığı sıkıntısı
CHP ve HDP’nin Bahçeli’ye ve MHP’ye dair bu okumalarının çok sathi olduğu kanısındayım. MHP’nin AKP’yi dertten beladan kurtarmak ve elini rahatlatmak için böyle bir girişimde bulunduğunu düşünmek siyasettin doğasına aykırı. Bahçeli’nin söylediklerine bütünlük içinde bakıldığında iki husus öne çıkıyor:
İlki, Bahçeli’nin mevcut pozisyonunu muhafaza etmesidir. İki noktada Bahçeli milim kıpırdanmadı. Biri, sistem tercihidir. Diğeri de Erdoğan eleştirisidir. Bahçeli, her şeyden önce, kendisinin ve partisinin parlamentarizmden taraf olduğunun altını çiziyor. Başkanlığa karşı parlamenter sistemin savunusunu yapıyor.
Keza Bahçeli, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın anayasal hudutları ihlal eden yönetimi biçimine karşı duruyor. Bahçeli’ye göre içinde bulunulan coğrafyada ateş yanı sarmış durumda. Hem ülke hem de bölge çok ciddi bir sarsılmanın eşiğinde. Hal böyle iken devletin en üst katının yasalara aykırı bir tavır içine girmesini eleştiriyor ve bunun ülke güvenliği için ciddi bir zaaf oluşturduğunu ifade ediyor.
İkincisi, fiili durumun açmazlarına işaret etmesi ve AKP’yi bu konuda şeffaflığa davet etmesidir. Her ne kadar CHP sözcüleri aksini iddia etse de, Türkiye’de sistem Cumhurbaşkanının konumuyla ilintili bir sıkıntı içinde. Çünkü:
a. 1982 Anayasası daha baştan itibaren klasik bir parlamenter rejim olarak kurgulanmadı. Anayasa, Cumhurbaşkanına -gerektiğinde halk iradesinden çıkan hükümete karşı bir vesayet odağı olarak işlev görebileceği- büyük bir kaftan biçti.
b. 2007’de Cumhurbaşkanın doğrudan halk tarafından seçilmesini öngören bir değişiklik yapıldı. Böylelikle Cumhurbaşkanı, Anayasada kendisine tanınan yetkilere ek olarak, bir de seçim yoluyla demokratik bir meşruiyet elde etti ve daha da güçlü bir konuma erişti.
c. Erdoğan’ın yönetim üslubu, yönetim katındaki buhranı daha da göze batırır hale getirdi. İki yıllık tecrübe gösterdi ki, Cumhurbaşkanı yetkilerini en son zerresine kadar kullanıyor ve kendince yorumlayarak anayasal sınırları aşmaktan çekinmiyor. Hükümet politikalarını doğrudan tayin ediyor. “Tarafsızlık” kavramına pek değer atfetmiyor, kurucusu olduğu partinin her meselesiyle (teşkilatlanma, parti kurullarının belirlenmesi, milletvekili seçimi, vb.) detaylı bir şekilde alakadar oluyor. AK’nin akıbetine dair nihai kararları o veriyor.
Açık çek
Velhasıl Türkiye’de çözülmedikçe büyüyen bir yönetim problemi söz konusu. Siyaset ise, sorun çözmek için var. Partilerin vazifesi sorunların varlıklarını kabul edip çözümleri için alternatifler geliştirmek. Bahçeli de bunu yaptı ve bir inisiyatif aldı. AKP’ye “Madem sistemi değiştirmek istiyorsun, teklifini getir. Meclis’te yeterli sayıya ulaşır ise halka sorarız. Halkın vereceği cevaba göre meseleyi bir hal yoluna kavuştururuz” dedi.
Burada AKP’ye sunulmuş bir açık çek, “Ne yaparsan yap, arkandayız” bir ima yok. Bahçeli, Erdoğan’ın yapıp ettiklerini tasvip etmiyor, ama onun bu şekilde davranmasını mümkün kılan çerçeveyi görüyor. Meseleye gözlerini kapatmıyor, “Şimdi sırası mı?” deyip sorunu halının altına süpürmüyor “Ortada bir dert var, gelin bunu halledelim” çağrısında bulunuyor. Bu çağrının birbiriyle bağlantılı iki neticesi olacağını düşünüyorum:
Birincisi, AKP’nin bir anayasa ve başkanlık teklifi yapmaya mecbur kılınmasıdır. Kamuoyuna sunulacak olan anayasa önerisi, AKP’nin Türkiye tahayyülünü gösterir. Hak ve özgürlüklerin düzeni, denge ve denetlemenin mekanizmaları, yerel yönetimlerin statüsü, vatandaşlığın tarifi, güçler ayrılığının tanzimi ve benzeri hayati meselelerde AKP’nin nasıl tasavvura sahip olduğu ortaya koyar. Niyetler veya ön yargılar üzerinden değil somut bir metin üzerinde tartışma yapılacak olması, siyasetin sağlığı için önemli.
MHP’nin kurduğu oyun
İkincisi, AKP’nin anayasa ve başkanlığı halkın önüne tek başına götürebilecek bir sandalye gücü yok. CHP ve HDP de, başkanlığa kategorik olarak karşı olduklarını açıkladıklarına göre, AKP’ye referandum için MHP’nin omuz vermesi gerekir. Bu denge, AKP’yi anayasa yazımında MHP’nin hassasiyetlerini gözetmeye zorlar.
MHP’nin ise uzun bir süredir eli açık vaziyette, şartları belli: “İlk dört madde tartışılmayacak, Türklüğe dokunulmayacak, anadilde eğitime geçit verilmeyecek, eyaleti/federasyonu çağrıştıran hiçbir düzenleme yapılmayacak.” Eğer AKP 330’u bulmak için bu şartları olduğu gibi metnine geçirirse, MHP cirminden fazla yer yakmış olur.
Ezcümle “MHP, AKP’nin payandasına dönüştü” demek, bir ezberdir, bir kolaycılıktır, gerçeğe de tekabül etmez. MHP, kendi sözüne azami derecede değer kazandırdı, 40 milletvekili ile dördüncü parti olmasına karşın kendi politik doğrultusunu Meclis’e kabul ettirebilme ihtimali olan bir oyun kurdu.
CHP’nin ama özellikle HDP’nin bundan çıkaracağı çok ders olsa gerek…
Süngünün üstüne oturmak
14 Eylül’de PKK, AKP Hakkâri 1. sıra milletvekili adayı Ahmet Budak’ı, Şemdinli’de evinin kapısında ve çocuklarının gözleri önünde öldürdü. Cinayeti PKK’nin silahlı gücü HPG üstlendi. Almanya’da yayın yapan Yeni Özgür Politika gazetesi, HPG’nin “AKP’liler hedefimiz “ açıklamasını manşetten verdi. Gazeteye göre “Gerilla, Budak’ı cezalandırmıştı.”
PKK, AKP’li siyasetçileri hedef ilan ettikten sonra art arda saldırılar gerçekleştirdi. Son iki aylık zaman zarfında, AKP’de çeşitli düzeylerde görev yapan beş siyasetçi bu saldırılarda hayatını kaybetti. (Ahmet Budak – Hakkâri Milletvekili Adayı, Menderes Özel – Şemdinli AKP üyesi, Naci Adıyaman – Şırnak/Beytüşşebap İlçe Gençlik Kolları Başkanı, Aydın Muştu – Van/Özalp İlçe Başkan Yardımcısı, Deryan Aktert – Diyarbakır/Dicle İlçe Başkanı)
PKK’nin siyasetçilere yönelmesinde son dönemde sahada yaşananların bir payı var. Devlet hem kırsalda hem de şehir merkezlerinde operasyonlara hız vermiş durumda. PKK içine düştüğü sıkışmışlığı aşmak nispeten riski az ama sansasyonu yüksek eylemler gerçekleştirmek istiyor. Bu kapsamda öncelikli olarak yöneldiği üç hedef var:
- Metropoller
- Bölgede karakollar ve kontrol noktaları
- AKP’li siyasetçiler.
Demokrasi köpüğü
Yani siyasetçilere dönük saldırılarda mevcut durumun bir etkisi var. Ama sınırlı bir etki bu. Bir de işin yalnızca buna bağlanamayacak daha derin kısmı var. Asıl önemli olan da budur. Yani PKK’nin rekabete gelemeyen yapısıdır. PKK’nin muhalif veya düşman olarak tesmiye ettiklerini hedefe koyması, onun rekabeti kabul etmeyen yapısıyla doğrudan ilgilidir.
PKK kendi dışındakilere saldırmak için her dönem farklı bir neden sunar. Gündemdeki bir problemle bağlantılı gerekçeler öne sürer. (Mesela son saldırılarını, belediyelere kayyum atanması ve HDP/BDP’li siyasetçilerin gözaltına alınmasıyla açıklıyor.) Bunlar meselenin aslını göstermez. Temelde yatan PKK’nin hegemonyasının mutlak kabulünü istemesidir. Farklı ve kuvvetli bir görüşe tahammül etmez. Resmi ideolojisinin haricinde bir sözün dolaşıma sokulmasından nefret eder. Yaşamın her alanına sızarak toplumu bütünüyle kontrol altına almaya çabalar.
PKK ve bileşenleri “demokrasi” lafını ağızlarında düşürmezler. Her söze demokrasi ile başlarlar, demokrasi ile bitirirler. Örgütlerinin isimlerinde “demokratik” sıfatını asla ihmal etmezler. Oysa gerçekte bu, bir köpükten ibarettir. Zaten bir kavramın bu kadar vurgulanıp göze batırılması onun yokluğuna delalettir.
PKK zihniyetinde demokrasi (!) iki grup için geçerlidir: İlki, PKK’nin dogmalarını sorgusuz sualsiz kabul edenlerdir. PKK’nin yaptıklarına ve söylediklerine “eyvallah” demek kaydıyla, önünüzde muazzam bir “demokratik” alan açılır. İkincisi ise, PKK için tehlike oluşturmayacak kadar zayıf olanlardır. PKK, bir renk olarak bunlardan istifade eder, “demokratik” iddiasının bir nişanesi sayarak vitrine koyar.
Fakat eğer bir örgüt, parti ya da inisiyatif belli bir kuvvete erişir veya bu yönde emare gösterirse köpük uçar, çıplak gerçek işlemeye başlar, tavırlar anında değişir. PKK bunu hâkimiyetine dönük bir tehdit olarak algılar ve silahlarını doğrudan ona döndürür.
Hedef AKP mi?
Hâlihazırdaki hedef AKP. Fakat bu kimseyi yanıltmamalı. PKK için bir partinin adı önem taşımaz. O ad bugün AKP olur, yarın bir başkası. PKK için mühim olan, o partinin kendisiyle mücadele ve kendini alt edebilme potansiyeline sahip olup olmadığıdır. Eğer sahipse, adı ne olursa olsun fark etmez, PKK’nin ona yönelmemesi düşünülemez. Dolayısıyla bugün güçlü olan AKP değil de mesela CHP ya da HAKPAR, PAK, KDP olsaydı PKK’nın hışmına uğrayan onlar olurdu.
İlk kez karşılaşmıyoruz bu durumla. PKK’nin uzak ve yakın tarihinde yapılacak kısa bir gezintide bu iddiayı teyit eden birçok misale rastlanabilir. Merak eden, PKK’nin silaha ilk davrandığında ne yapıp ettiğine bakar. “Önlerini tıkadıkları” gerekçesiyle diğer Kürt örgütlerine karşı nasıl şiddet uyguladığını ve hangi suikastları gerçekleştirdiğini görür[i].
Kaldı ki bir tek burayla sınırlı bir durumdan da söz etmiyoruz. PKK gittiği her yerde bunu uygular. Bu meyanda Suriye deneyimi son derece öğretici. Suriye’de iç savaş öncesi bir düzine Kürt partisi vardı. PKK/PYD, rejimle kurduğu ittifak sayesinde büyük bir güç devşirip bu partilerin tamamını silahla sindirdi.[ii]
Roj Peşmergeleri
PKK, Rojawa’ya kendisi dışında herhangi bir gücün yer almasına müsaade etmedi. Mesela Suriyeli Kürtlerinde müteşekkil, sayıları 5000’e ulaşan ve Roj Peşmergeleri olarak bilinen silahlı bir güç var. Kürdistan Bölgesel Yönetimi tarafından eğitilen bu güç, Rojawa’ya gelip IŞİD’le savaşmak istedi. PKK, bunu reddetti. Silah tekelini korumak PKK için o kadar önemli ve öncelikli ki, IŞİD’in Kobani’yi muhasara altına aldığı dönemde bile ancak çok az sayıda peşmergenin Türkiye üzerinden Kobani’ye geçmesine razı oldu.[iii]
Bugün Rojawa’da siyasi ve içtimai hayat tamamen PYD’nin tekeli altında. Muhalif bir unsurun kamusal alanda temsil şansı bulunmuyor. Alternatif siyasetler takip etmenin imkân ve ihtimali yok. PYD’nin karşısında yer almanın bedeli çok ağır. PYD, özgürlük karşıtı bu hali muazzam bir devrim mistifikasyonu ile örtmeye gayret ediyor. Ama bu mistifikasyon, PYD ile aynı görüşleri paylaşmadığı için Salih Müslim’in ağabeyine ve en yakın akrabalarına dahi yaşam hakkının tanınmadığı gerçeğini değiştirmiyor.[iv]
Şiddetin hükmü
Ezcümle bu, PKK’nin ilk andan itibaren tatbik ettiği bir tarz. PKK bir alana girdiğinde ayakları yere sağlam basar basmaz orayı temizlemeye girişiyor ve orada kendi dışında bir özne bırakmamaya çalışır. PKK bir alanda egemen olduğunda ise, elindeki silah sayesinde oraya başka bir gücün girmesine engel olur.
Peki, bu sürdürülebilir midir? Hayır, değildir.
Bugüne kadar PKK’nin bu tarzla kendi adına belli bir mesafe almış olması, aynı tarzın bundan sonra da iş göreceği anlamına gelir mi? Hayır, gelmez.
Çünkü Kürtler bu dayatmayı kabul etmezler. Cumhuriyet de aynı hayalin peşinde koştu: Kürtleri tek tipe, tek dile, tek siyasete mahkûm etmek istedi. Kendi görmek istediği Kürdü inşaya soyundu. Olamadı, başaramadı. PKK de yapamaz. Bugünün dünyasında sadece kendine tabi bir Kürt toplumu oluşturmaya ne PKK’nin gücü yeter ne de başka bir aktörün.
PKK şiddetle belki bazı çevreleri tasfiye edebilir. Siyasetçileri ve sivil toplu temsilcilerini öldürebilir. Silahla milletin üzerine korku salabilir. Ama Kürtleri mutlak bir itaate ve suskunluğa zorlayamaz; ne burada, ne de Suriye’de. Nihayetinde silah ve korku da bir yere kadar hüküm sürer.
Ne demişti Talleyrand? “Süngü ile her şeyi yapabilirsiniz, ama üstüne oturamazsınız.”
[i] Mesela PKK, 1978’de Dengê Kawa’nın liderlerinden Ferit Uzun’u Siverek’te katletti. İbrahim Küreken, Uzun’un anısına ithaf ettiği kitabında, bu olayın ayrıntılarını, cinayet sonrası yapılan açıklama ve itirafları detaylı bir şekilde anlatıyor: İbrahim Küreken; Parçası, Tanığı, Mahkûmu, Sürgünü Oldum, İletişim Yayınları, 2016, s.125-140.
[ii] Suriye Kürdistanı’nda Kürt partilerinin ayrışma süreci ve nedenleri hakkında bakınız: Jordi Tejel; Suriye Ayaklanması ve Kürtler: ‘Gençlik Devrimi’nden ‘Partizan Savaşı’na, Kürt Tarihi Dergisi, Sayı 3, Ekim-Kasım 2012, s. 56-61.
[iv] Salih Müslim’in ağabeyi Mustafa Müslim, PYD’nin güçlü olmasını ellerinde silah olmasıyla açıklıyor: “Kendilerine muhalif olanları tutukluyor ve karşılarına farklı bir görüşle çıkılmasını da istemiyorlar.”http://rudaw.net/turkish/middleeast/201020151
RojavaNews’te yer alan bir habere göre PYD Eşbaşkanı Salih Müslim’in eşi Ayşe Efendî’nin kardeşi İzet Efendî’nin Kobanê’de açtığı özel hastaneye PYD güçleri el koydu. http://www.nerinaazad.net/news/kurdistan/rojava/salih-muslimin-akrabasi-pydye-ates-puskurdu
En büyük kötülük
Hurşit Külter, Demokratik Bölgeler Partisi’nin (DBP) Şırnak İl Teşkilatı’nda görev yapıyordu. 27 Mayıs 2016’da sırra kadem bastı. Partisi, ailesi ve arkadaşları Külter’in gözaltına alındığını ve bir daha kendisine ulaşılamadığını iddiasındaydılar. Buna göre, özel harekât timleri tarafından kullanıldığı belirtilen bir sosyal medya hesabından Külter’in gözaltına alındığına dair paylaşımlarda bulunulmuştu. Uzun bir vakit dair bir habere ulaşılamaması Külter’in hayatından duydukları endişeyi artırmıştı.
Mesele siyasi arenaya taşındı, basında yankı buldu. DBP ve HDP içte ve dışta buldukları her platformda sözü Külter’in kaybolmasına getirdiler. Emniyet güçlerince gözaltına alınan Külter’den devletin sorumlu olduğunu söylediler. CHP’nin milletvekilleri, devletin eski alışkanlıklarının nüksettiği yönünde beyanlar verdiler. Dış dünya da konuya ilgisiz kalmadı. Gerek basın ve gerek siyasi çevreler (ABD Dışişleri Sözcüsü Kirby gibi) duyarlılıklarını esirgemediler. Aralarında benim de bulunduğum birçok kişi –hem köşe yazılarında hem de katıldıkları programlarda- Külter’in akıbetinin aydınlatılması gereğine değindiler. (http://serbestiyet.com/yazarlar/vahap-coskun/kulter-nerede-capraz-neden-tutuklu-702293)
Kaybolmasının üzerinden 133 gün geçtikten sonra Külter, Kerkük’te basının karşısına çıktı. Sağdı, salimdi, sıhhati yerindeydi. Külter’in ortaya çıkmasından sonra Türkiye’de bu konu etrafında yürütülen tartışmalar yeniden alevlendi. Tartışmanın iki boyutu var:
Kara propagandanın neferleri
Birincisi, Külter’in kendisini göstermesinden sonra, onun hakkında yazıp çizen ve Külter’in nerede olduğunu sorgulayanların eleştirilmesiyle alakalı. Deniliyor ki, “Hükümeti/devleti iç ve dış kamuoyunda zor duruma düşürmek için bir oyun/tiyatro kurgulandı. ‘Külter nerde?’ diye soranlar -bilerek ya da bilmeyerek- bu oyuna düştüler ve kara bir propaganda da kullanıldılar.”
Olabilir. Bütün yaşananlar bir oyun olarak önceden kurgulanmış olabilir. Yine de bu, Külter’i soranların hepsinin kara propagandanın bir neferi olarak damgalanmalarını haklı kılmaz. İnsan hakları, salt devletler tarafından çiğnenmez. Silahlı gruplar, şiddet yapılanmaları, terör örgütleri vb. de insanların hakları için bir tehdit oluştururlar. Ancak insan haklarını ihlal edebilecek en büyük potansiyel güç, devlettir. Eğer devlet haklar mevzuunda sabıkalı bir sicile sahipse ve bir de yoğun çatışmaların olduğu bir evreden geçiliyorsa, bu takdirde devletin/devletlerin haklarını ihlal etme ihtimali daha da büyür.
Bu sebeple devlete karşı sürekli müteyakkız olunmalıdır. Bir hak ihlali iddiası gündem düşmüşse ve muhatap olarak devlet işaret edilmişse, gerçeği ortaya çıkarmak adına devlete sual etmek meşrudur. Devletin mükellefiyeti, olayın açıklığa kavuşması için bilgileri kamuoyunun ve ilgililerin dikkatine sunmaktır. Hukuk devleti iddiasını taşıyan rejimlerde işler böyle yürür.
Peki, bu kötüye kullanılabilir mi? Elbette. Bazıları kendi menfaatleri doğrultusunda toplumu manipüle etmek için insan hakları hassasiyetini sömürmek isteyebilirler. Şüphesiz bu gayri-ahlaki tavır faş edilmelidir. Böyle davranışlara tevessül edenlere karşı sert bir tutum durulmalıdır. Lakin bu, demokratik sistemlerde devletin denetim altında tutulması ve bilgi vermesi gereğini ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla hiç kimse, bir ihlal şüphesini devlete sorduğu gerekçesiyle suçlanamaz.
Toplumun aklıyla dalga geçmek
İkincisi, Külter’in anlattığı öykü ve bu olayın doğurduğu sonuçlardır. Külter’in kaçış hikâyesi özetle şöyle: 13 gün boyunca polisler tarafından yoğun fiziksel ve ruhsal işkenceye tabi tutulmuş. Kendisine sürekli infaz edileceği söylenmiş. Polislerin kendisini bir üst kata çıkarmalarından istifade ederek kaçmış. 40-45 gün boyunca şehir içinde yıkık-harabe evlerde kalmış. Sonra “direnenler” ile birlikte şehir dışına çıkmış. Güvenlik sebebiyle kaçtığını duyuramamış. Adını veremediği kişilerin yardımıyla Kerkük’e gelmiş ve tam anlamıyla emniyet sağladığına kanaat getirdiğinde hayatta olduğunu açıklama mecburiyeti duymuş. Zira kendisi için kampanya düzenleyenlere karşı kendisini sorumlu hissediyormuş.
Tamam, saf olabiliriz. Evet, insanların beyanlarına büyük bir değer biçebiliriz. Ama aklımızla da alay edilmesin lütfen! Külter’in söyledikleri akla ziyan! Herhalde buna inanan tek bir kişi bile yoktur. Külter anlattığı öyküyle, merkezinde yer aldığı olayın bulanık noktalarını durulaştırmadı tersine daha da koyulaştırdı. Tutulabilir hiçbir tarafı yok. Her yanından çelişki akıyor. Eşelendikçe alttan çok daha kötü kokular gün yüzüne çıkacaktır.
Tezgâha gelmek
Dolayısıyla ortada bir tezgâh olduğunu söylemek mümkün. Bu tezgâhın ne olduğunu, nasıl kurulduğunu ve ne biçimde yürütüldüğünü ilerleyen zamanlarda öğreneceğimizi umarım. Fakat şimdiden bu kirli tezgâhtan neşet edecek iki muhtemel neticeye değinilebilir:
Biri, kampanyanın bayraktarlığını DBP ve HDP yaptı. Bilhassa HDP, bir bütün olarak, kamuoyunu oluşmasında birincil derecede rol oynadı. Ancak HDP’nin itham ve imaları boşa çıktı. Bu sebeple artık herkes bu cenahtan gelecek iddialara çok mesafeli yaklaşacaktır.
Diğeri de, hak ihlalleri mevzuunda devlete muazzam bir gollük pasın atılmasıdır. Bundan böyle hakkın-hukukun askıya alındığına ya da çiğnendiğine dair her iddianın bir oyundan ibaret olduğu söylenecek ve bu misalden hareketle bu tür iddialar itibarsızlaştırılacaktır.
Külter olayının neden olduğu en büyük kötülük de budur.
Milli güvenliğin asıl tehdidi
15 Temmuz darbe girişiminin halk tarafından engellenmesinden sonra darbecilerin tespiti ve cezalandırılması için gerekli acil tedbirleri almak adına OHAL ilan edildi. Hükümet en yetkili ağızlardan OHAL’ hakkında halka karşı iki taahhüdün altına girdi:
İlki, OHAL’in mümkün olan en kısa sürede kaldırılacağıydı. Hatta hükümet, elini çabuk tutacağını ve gerekli işlemleri üç aydan önce bitirmesi durumunda normal yönetime vaktinden erken geçileceğini ifade ediyordu.
İkincisi ise, OHAL’in halka karşı değil devlete karşı alınmış bir önlem olduydu. Buna göre OHAL’de halkın gündelik hayatına ilişkin herhangi bir kısıtlama getirmeyecekti. Devletin OHAL’in verdiği yetkilere müracaat etmesinin gayesi, kendi içinde çöreklenmiş darbecileri temizlemekti.
Aradan iki buçuk ay geçti. Yapılıp edilenlere bakıldığında her iki taahhüdün de yerinde yeller estiğini görmek mümkün. İlk olarak, OHAL üç ay ile sınırlandırılmadı. Başlangıçta kâfi olduğu düşünülen süre ile yetinilmedi ve OHAL’in üç ay daha uzatılması için MGK’da tavsiye kararı alındı. Dahası Cumhurbaşkanı Erdoğan “Belki bir yıl bile yetmeyebilir” diyerek OHAL’in ikinci üç aydan sonra daha da uzayabileceğinin sinyalini verdi.
Ve ikinci olarak da OHAL, hiç de başta beyan edildiği üzere, salt devlete sızmış darbecilere karşı yürütülmedi. Aksine darbe ile hiçbir bağlantısı olmayan kişi ve kurumlar da OHAL’in gadrine uğramaya başladı. Hukuk sınırlarının dışına taşan OHAL tatbikatları, mağdur yelpazesini genişletti ve mağdurların sayısını daha da kabarttı.
Yozgat’ın OHAL’i
OHAL’in son iki uygulaması bu çerçevede değerlendirilebilir. Biri, Yozgat’ta Valiliğin ildeki bar, pavyon ve gazinoları güvenlik gerekçesiyle kapatmasıdır. Normal dönemde kapatılması gerekli kılacak derecede tehlike teşkil etmeyen bu içkili mekânların, OHAL ile birlikte güvenlik tehdidine dönüşmesi, bürokrasinin kafasının nasıl çalıştığını göstermesi açısından ibretlik bir misal. Tam bir işgüzarlık! Gerek Tuncer Köseoğlu ve gerek Oral Çalışlar bu meseleye ilişkin söylenmesi icap edenleri fazlasıyla yazdılar. Ekleyeceğim çok fazla bir şey yok; sadece tam bir işgüzarlık ile karşı karşıya olduğumuzu belirtmekle yetineceğim.
Diğer uygulama ise, 12 radyo ve televizyon kanalının yayının durdurulmasıdır. Sesleri kesilen bu yayın organlarının Gülenist darbecilerle hiçbir bağlantısının olmadığı apaçık. Çoğunlukla Kürtlerin, Alevilerin ve solcu grupların takip ettiği kanallar bunlar. Hepsinin kapısına “terör örgütleriyle iltisaklı oldukları ve milli güvenliğe tehdit oluşturdukları”gerekçesiyle kilit vuruldu. Çalışanları işlerini kaybetti. Takipçilerinin onları izleme ve dinleme hakları gasp edildi.
Kaşın üstünde gözün var
Milli güvenlik, muktedirler için her kapıyı açan efsunlu bir kavram. Alanı çok geniş; nerede başlayıp nerede bittiğini ona dayanarak iş yapanlar dışında kimse bilmez. Sonuna kadar götürüldüğünde, devletin fikri dışında her fikir milli çerçeveye denk düşmediğinden bahisle müeyyideye tabi tutulabilir. Devlete “kaşın üstünde gözün var” demek, devletten farklı bir söyleme dayanmak cezalandırılmanın kapısını açabilir.
İktidarlar milli güvenliği çok severler; onu kullandıklarında herkesin önünü iliklemesini, akan suların durmasını isterler. Ancak elbette öyle olmaz, çünkü mızrak çuvala sığmaz. Kanalların yayınlarının durdurulması gibi aleni hukuksuzluklar “milli güvenlik” ambalajına sarılarak yutturulamaz. Mesela IMC, 5.5 yıldır yayın yapıyor. Bu kadar süre tehlike arz etmeyen bir kanal şimdi mi tehlikeli oldu? Ya da devlet, Yön Radyo’nun türkülerindeki potansiyel tehdide yeni mi uyandı?
Peki, Zarok Tv’nin kapatılmasına ne buyurulur? Zarok, yani Çocuk! Evet, çocuklar için yayın yapan bir kanal bu, iki yıla yakın bir süredir de hizmet veriyor. Kürtçenin Kurmancî ve Zazakî lehçelerinde programlar hazırlıyor. Dünyanın her tarafındaki Kürtlerden de büyük ilgi görüyor. Kanal bugüne kadar RTÜK’ten tek bir uyarı cezası dahi almış değil. O halde nasıl oluyor da bu kanal milli güvenlik açığı yaratıyor? Sakın o açık, bu kararı alanların kafasında olmasın?
Herkes bölücü
Genel Yayın Koordinatörü Dilek Demiral “Zarok Tv’nin nasıl bir bölücülük ve yıkıcılık yaptığını anlamak zor” diyor ve ekliyor: “Kapatılmaya gerekçe olacak tek bir şey yok. Suç olarak gösterilecek tek suçumuz Kürtçe yayın yapmaktır. Eğer Türkiye’de Zarok Tv de bölücüyse Türkiye nüfusunun hepsi bölücüdür o zaman.”
İnsan, gerçekten hayret ediyor. Basiret bağlanması ancak bu kadar olur.
Bir meseleye başlıca iki düzeyde bakılabilir: Birincisi, ilke düzeyidir. Binbir zahmetle elde edilen kazanımların altının bir KHK ile oyulması ilkesel olarak yanlıştır. Lakin anlaşılan o ki, bugünkü ortamda bunu AKP’ye anlatmak gün geçtikçe zorlaşıyor.
İkincisi, fayda düzeyidir. Farklı sesleri baskıla altına alan bir politika, 15 Temmuz’daki darbe karşıtı toplumsal cepheyi dağıtır. Değeri tartışma götürmez bu toplumsal mutabakatın un ufak edilmesi ise, hükümete yarar değil zarar verir. Ve milli güvenliği asıl tehdit eden de budur.
İlkeden vazgeçtik, AKP meseleye salt faydacı perspektiften bile baksa, yaptığının ne denli vahim olduğunu görür.
Bahçeli ve Hükümet Sistemi Meselesi
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile ideolojik ortaklığımın az olduğunu zannediyorum. Kendisi bir Türk milliyetçisi, ben ise kendimi milliyetçi olmaktan ziyade vatanperver olarak adlandırmaya meyilliyim. Kürt meselesine bakışta da aramızda önemli farklar olduğu açık. Ancak, fikri zikri ne olursa olsun Bahçeli ilginç ve önemli bir lider. Kritik zamanlarda çoğu zaman bana göre doğru yerde duruyor ve sistemdeki kilitlenmelerin önüne soğukkanlı ve mantıklı şekilde geçiyor. En azından 367 rezaletinden beridir birçok davranışı ve kararı bu çizgide. 15 Temmuz’daki duruşu ise destansı bir demokratlık örneği. Bahçeli 15 Temmuz alçak darbe teşebbüsünün püskürtülmesinde şerefli, unutulmayacak bir paya sahip.
Devlet Bahçeli son olarak Türkiye’nin başına büyük problemler açma potansiyeline sahip hükümet sistemi meselesinde mühim bir adım attı. Bazıları onun ne dediğini ve ne yapmak istediğini tam olarak anlayamadı veya anlamak istemedi, ama bu Bahçeli’nin yaptığının doğruluğunu ve önemini azaltmıyor.
Kemalist vesayet mekanizmalarının AK Parti’nin 2007’de Parlamento’daki çoğunluğuna dayanarak Cumhurbaşkanı seçmesini engellemesi Türkiye’nin yeni bir yola girmesine yol açtı. AK Parti cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan seçilmesini sağlayan bir düzenlemeyi Meclis’ten geçirdi. Halk referandumda bu düzenlemeye onay verdi.
Bu durumda Türkiye’nin bir hükümet sistemi problemi var. Şu anda bunun varlığının veya ne kadar mühim olduğunun farkına varılmıyorsa, sebebi, halk tarafından seçilen cumhurbaşkanı ile parlamentodan çıkan başbakanın aynı partiden olması ve iyi anlaşması. Ancak, bu tek ihtimal değil. Yürütmenin iki başı ayrı partilerden olabileceği gibi aynı partiden olmakla beraber birbirleriyle anlaşamıyor da olabilirler. Bu durumda gelecekte ülke krizden krize sürüklenebilir.
Bu kriz potansiyelinden kurtulmak için yürütme tablosunun değiştirilmesi, hükümet sisteminin netleştirilmesi lâzım. Bahçeli’nin istediği de bu. Bahçeli aslında parlamenter sistemin tercih ve takviye edilmesi gerektiğini düşündüğünü açıkça söylüyor. Ancak, mevcut belirsizliğin tercih etmediği başkanlık sisteminden daha büyük zararlara yol açabileceğinin farkında. Bu yüzden belirsizlik giderilsin istiyor. Bunun için geliştirdiği formül de gayet mantıklı ve demokratik. AK Parti hükümet sistemi önerisini Meclis’e getirsin. Meclis ret veya halka götürme kararı versin. Halk bu düğümü çözsün.
Esasen Meclis’ten başkanlık sistemini 367 ile geçirmek mümkün olsa dahi halka gidilmesi uygun olur. Sanırım Bahçeli de böyle düşündüğü için referanduma gitme sayısı 330’un aşılmasına destek sağlayarak halkın karar vermesinin yolunu açacak. Bu, potansiyel bir başkanlık sisteminin meşruiyetini kuvvetlendirir. Halkta başkanlık sisteminin karşılığı varsa sistemi engellemeye çalışmak beyhude ve yanlış. Yoksa da zaten mesele kapanacaktır.
Hükümet sistemi değişikliği bir rejim meselesi değil. Parlamenter sistemden başkanlığa geçilince ülke otomatikman demokrasiden çıkmaz. Her hükümet sisteminin kendine göre avantaj ve dezavantajları var. Bu yüzden her meselede olduğu gibi bunda da takıntılı davranmak yerine demokrasinin usul kurallarını işletmek doğru olur. Nasıl olsa halk sonunda düğümü çözecektir. CHP’nin meseleye bu açıdan yaklaşmasında ve başkanlığa muhtemel geçişi cumhuriyetin yıkılışı olarak görmemesinde hem kendi sağlığı hem ülkenin selameti açısından fayda var.