Ana Sayfa Blog Sayfa 175

Proudhon mu Marx mı?

[box type=”info” align=”aligncenter” class=”” width=””] Serinin diğer yazıları:
1. Sosyalizmin Hristiyan Kökleri
2. Ütopik ve Aydınlanmacı Sosyalizm
3. Proudhon mu Marx mı?
[/box]

P. J. Proudhon Fransız, K. Marx Alman asıllı sosyalist düşünürlerdi. Aynı zamanlarda yaşadılar. İkisi de bugün “hayalci sosyalist düşünür” olarak kategorize edilen C. Fourier’den etkilendiler ama farklı yollarda ilerlediler.

“Bilimsel sosyalizm” teriminin Marx’ın kendi ideolojisine yönelik kurnazca bir adlandırması olduğunu sanıyordum. Ancak, E. von Kühneldt–Leddihn (KL) kavramın mucidinin Proudhon olduğunu söylüyor.  Ona göre, Proudhon ilk metodik ve bilimsel sosyalist düşünürdü fakat, ne yazık ki, kendisinden çok daha az yetenekli Marx’ın gölgesinde kaldı. Marx’ın yazılarında, determinizmin ve insanî şartların ürünü olduğu inancının doğal sonucu olarak, ahlâk meseleleriyle hiç uğraşılmaz. Buna karşılık Proudhon hem hayatında bir takım ilkelere azamî ölçüde uydu hem de çalışmalarına ahlâkî bir boyut kattı. Ateist olmakla beraber, teolojinin insan hayatında önemli bir yeri olduğunu düşünmekteydi. Bir iddiaya göre, son yıllarında dine döndü.

Proudhon ekonomik liberalizmi sevmedi, ama kadir-i mutlak merkeziyetçi devletten de nefret etmekteydi. Sosyalizm anlayışı bireyci ve evrimciydi. Marx’ın kendisine yönelik bir saldırısına seviyeyi çok düşük bulduğu için cevap vermedi. Geriye zengin bir eserler ve fikirler kolleksiyonu bıraktı. Şiddete dayanan devrimci yöntemleri reddetti. Doğruların keyfî biçimde empoze edilmek yerine keşfedileceğini düşündü. Sosyalizmin isyanla değil, tedricen geleceğini ve sonunda insanlığı bir merkeziyetçi dünya devleti altında değil, geniş ve gevşek bir federasyon içinde birleştireceğini hayal etti. KL’e göre, sosyalist hareketin liderliği Proudhon’da kalsaydı, sosyalizm daha anarşik, şahsiyetçi ve insanî bir yüz kazanacaktı.

Marx Yahudilikten Lutheranlığa geçen bir ailede doğdu. Yahudi düşmanı olmasında bunun bir payı olduğu iddia edilmektedir. Almanya’da tahsilini tamamladı. KL’in aktardığına göre, Profesör Ernst Kux, Marx için şöyle dedi: “Gençlik yılarında hiçbir şekilde bilimsel bir kafaya sahip olmayıp, Alman romantizminin ana akımına bağlıydı. Her zaman önce ‘hissetti’ sonra hislerini ispatlamak için bilimsel deliller araştırdı.” Marx, bazı arkadaşlarına göre, içi nefretle dolu, tahammülsüz biriydi. Onun bu nefreti ve yıkıcılığı için çeşitli açıklamalar getirildi. Bunların en ilginçlerinden biri KL’in işaret ettiği sanatla ilgisi. Bu bakımdan, Marx ile Hitler arasında bir benzerlik var.

Marx gençlik yıllarında sanatla ilgiliydi. Vasat bir şairdi. Bir tiyatro dergisi yayınlamak istiyordu. Bu rüyayı gerçekleştirememesi onun devrimciliğe demir atmasında etkili oldu. Birçok psikiyatriste göre, Marx ve Hitler gibi yaratıcı olduğuna inanıp yaratıcılığını sergileyemeyen, sergilemesine izin verilmediğini ve dünyanın değerlerini takdir etmekte başarısız olduğunu düşünen kimseler, dünyayı yıkmaya yönelir. Marx da Hitler gibi dünyanın imarına değil yıkılmasına yardım etti. Öyle hayalci satırlar döktürdü ki, bunları okuyan sağduyulu birinin şaşkınlığa düşmemesi imkânsızdı. Rüyası olan komünist toplumda, çok alıntılanan ifadeleriyle, “zengin ve muktedir tam kişi, spesifik bir faaliyet alanına sınırlanamaz, fakat kendisini her alanda geliştirebilir, toplum üretimi regüle eder ve onun bugün bunu yarın şunu yapmasını, sabah avlanmasını, öğleyin balık tutmasını, öğleden sonra çiftçilik yapmasını, yemekten sonra eleştirmenlik yapmasını, eğilimlerini –bir avcı, balıkçı, çoban veya eleştirmen olmadan- gerçekleştirmesini mümkün kılar.” Marx bu yeryüzü cennetine giden yolu bugün yanlış şekilde kapitalizm adı verilen bireysel tercih ve eylem özgürlüğüne dayalı ekonomik sistemi reddetmekte gördü. Bu büyük bir yanılgıydı. Marx’ın görüşlerinin resmî ideoloji olarak benimsendiği her yerde açlık, baskı, zulüm ve eşitsizlik standart oldu.

Sosyalizmi sadece saçma değil, aynı zamanda insanî varoluşa zararlı buluyorum. Bu yüzden, sosyalizmden başka hiçbir alternatifin bulunmadığı bir yelpazede elbette Proudhon’u Marx’a tercih edecek olmakla beraber, çok şükür buna mecbur ve mahkûm değiliz. Sosyalizmden çok daha insanî ve uygarlıkla uyumlu yollar var. Bunları görmek için sadece sosyalist kaynakları okumakla yetinmeyip liberal ve muhafazakâr filozoflara da biraz zaman ayırmak yeterli.

Türkiye İşgal Edilebilir mi?

“Amerikalı diplomat Richard Holbrooke 1990’ların Yugoslavyası konusunda ‘seçimlerin özgür ve adaletli, seçilenlerin ise ırkçı faşistler ve ayrılıkçılar olduğunu düşünün’ diyor. ‘İşte ikilem bu.’  Gerçekten de öyle ve yalnızca Yugoslavya’nın geçmişi değil günümüz dünyası için de. Örneğin, İslam dünyasında yüzleştiğimiz tehdidi düşünün. Genellikle baskıyla yönetilen bu ülkelerde demokrasiye olan ihtiyacın bilincindeyiz. Ama ya demokrasi, İslamî bir teokrasi veya ona benzer bir şey yaratırsa ne olacak? Bu boş bir kaygı değildir. Dünyanın her yerinde genelde referandumlarla yeniden seçilen veya yeniden onaylanan, demokratik seçimlerle göreve gelmiş yönetimler, iktidarları üzerindeki anayasal kısıtlamaları görmezden gelip vatandaşlarını en temel haklardan mahrum bırakıyorlar. Peru’dan Filistin’e, Gana’dan Venezüella’ya kadar görülen bu rahatsız edici olgu ‘illiberal demokrasi’ olarak adlandırılabilir.”[1]

Eğer Amerikalılar’ı (veya geniş anlamıyla Batı’yı) ikna edemiyorsanız, demokrasi de sizin için kurtuluş değil. İktidarınızın arkasında halk desteğinin olması, serbest ve hilesiz seçimlerle gelmiş olması, seçimlerde çoğunluğu sağlayıp iktidara gelmiş olmasının bir önemi yok, demokrasinin bazı gereklerini yerine getiriyor olması, iktidarın meşru olduğunu göstermez; nitekim (hazır olun argüman geliyor) “Hitler de seçimle gelmişti!”

Ne kadar tanıdık argümanlar değil mi? Bir süredir ısıtılan ve yakınlarda derlenip toparlanan, yavaş yavaş cemaate teorik meşruiyet devşiren kalemlerin işlemeye başladığı, yakında cemaatin tetikçilerinin de dalacağı bu tartışmanın argümanları aslında epey eskiye dayanıyor. Fareed Zakaria’nın 1997’de yayınladığı makalesindeki argümanlar ışığında, birçok “illiberal demokrasi” yola getirildi. En son Mısır’da demokratik yollarla iktidara gelip İslamî bir teokrasi olma yolunda ilerleyen Mursi tehlikesi son anda bertaraf edildi. Batı, bu argümanlar ışığında “darbe”yi görmedi. Aynı şey 15 Temmuz’da bizim de başımıza geldi ve Batı aynı ahlâksız tavrı takındı, fakat maşa olarak kullanılan Fetullahın Ordusu beceriksiz olduğu için hesaplar tutmadı.

Şablonu yerine koyarsak manzara çok açık.

Tayyip Erdoğan siyasî kariyeri boyunca birbirine benzer engellemelerle uğraştı ama iktidarda olduğu son 15 yılı düşünürsek, alaşağı edilmek için denenmedik örtülü yol kalmadı. Son olarak 40 kişilik özel komando ekibi ve helikopterlerle suikast girişimi, Meclis’in ve Külliye’nin bombalanması kadar gemi azıya almış ve kudurmuş halde saldırıyı bile göze aldılar. Erdoğan sonuncusu dahil hepsinde “Halkın gücünün üstünde bir güç ben tanımadım bugüne kadar” deyip, millete güvenerek çıktı işin içinden. Şimdi ısıtılan “illiberal demokrasi” tartışması, Erdoğan’ın tek dayanağı olan ve her seferinde kurtulmasını sağlayan bu gücün altını boşaltmaya çalışıyor. Erdoğan’ın tek güvendiği “halkın gücü” tıpkı “ifade özgürlüğü”, “hukuk devleti” kavramları gibi içi boşaltılıp, manipüle edilebilir hale gelirse, Erdoğan’ın başka dayanağı kalmayacak. “Seçimle gelmiş olmasının, çoğunluğun oyunu almış olmasının, arkasında halk desteğinin bir manası yok” zira Türkiye bir illiberal demokrasi.

Mart 2016’da çıkan “Türkiye’de darbe olur mu?” makaleleri, Mayıs, Haziran 2016’da yoğunlaşan ve bazıları tarafından açıkça dillendirilen darbe ihtimali tartışmaları sırasında “yok canım, o kadar da olmaz” diyenlere, “Meclis ve Külliye’yi bombalayacak bunlar” deseydik herhalde tımarhaneye kapatılırdık, gerçi bu şerefsizlik bizim aklımıza da gelmedi, bu kadarını beklemiyorduk fakat sonuç olarak, şimdi bu “illiberal demokrasi” tartışması Türkiye’ye bir dış müdahaleye zemin hazırlamak ve işgali meşrulaştırmak için ısıtılıyor deyince “komplocu” ve Erdoğan’ın otoriterliğini pekiştirmeye çalışan bir yandaş olarak görmeyeceklerini düşünmüyorum. Ne yazık ki tartışma son derece sinsice tedavüle girdi. Bundan birkaç ay sonra Türkiye’nin illiberal demokrasi olup olmadığını tartışırken bunun sonundaki ihtimal daha belirginleşmiş olacak.

Şimdi, Erdoğan’ın hâlihazırda gitmemesine karşın, bir işgalin altyapısı adım adım hazırlanıyor.

Bir “illiberal demokrasi olarak Türkiye”nin artık güvenilir bir ortak olmadığına dair akılcı bir yazı geçenlerde The Wall Street Journal’da yayınlandı.[2] Rusya – Türkiye yakınlaşmasının tetikleyeceği bir Birleşmiş Milletler ve NATO alerjisiyle, şimdi uçuk bir komplo olarak görünen “işgal” ihtimali başverdiğinde, 17-25 Aralık’a darbe dediğimizde abartıyorsun diyenlerin tavrı 15 Temmuz akşamı Meclis bombalanırken getirdikleri nedamet gibi olacak: “Ay bu kadarını beklemezdik”le başlayan, beş para etmez bir hak teslimi…

[1] Fareed Zakaria, Özgürlüğün Geleceği: Yurtta ve Dünyada İlliberal Demokrasi, s. 17, Kırmızı Yayınları, 2014.

[2] Turkey Is No Longer a Reliable Ally, http://www.wsj.com/articles/turkey-is-no-longer-a-reliable-ally-1470869047

Darbeden tecavüze giden bir yol var

İnsanlar gibi toplumların da hayatında kırılma noktaları var. Bir noktadan sonra artık hiçbirşey eskisi gibi olmuyor. 15 Temmuz, böyle bir tarih.

Bütün saflaşmaların, zıtlaşmaların, kadim dostlukların, sonradan kurulma ittifakların, düşmanlıkların, doğru bildiklerimizin, yanlış sandıklarımızın, kararsız kaldıklarımızın, vaktiyle bir anlam veremediklerimizin, kısaca eskiye ait ne varsa gözden geçirilmesi ve icabında tashihi gereken bir dönüm noktası.

15 Temmuz’un çoğu zaman gözden kaçan bir boyutu ise gerek profesyonel siyasetçilerin, gerekse sokaktaki adamın lisanında meydana getirmekte olduğu değişim. Bu değişim zamanla siyasî kültüre nüfuz ederek bizi daha ‘sivil’ bir dil kullanmaya zorlayacak.

Steinbeck’in Bitmeyen Kavga isimli romanındaki Mac karakterinin (grev yapan işçilerin lideri) sözleri, bu değişimi anlamakta kılavuzluk edebilir: Fedakârlık ne kadar geniş kitlelere mal edilirse, ortaya çıkan sonuç o kadar sahiplenilir.

Diğer darbelerden farklı olarak, meşruiyete ve ahlakî üstünlüğe sahip olanlar 15 Temmuz’da sahada da galip geldiler. Bu sonucun yüzlerce şehit ve binlerce gazi pahasına elde edilmiş olması, demokratik rejimin korunması bakımından tüm topluma önemli müşevvikler sağlamakla kalmayacak, bu sonucu riske atacak ya da küçümseyecek hiçbir söze, tavır ve davranışa tahammül gösterilmemesine de yol açacak. Bu tahammülsüzlükten ilk nasiplenenler ve en büyük payı alacak olanlar da, siyaset erbabı ve tanınmış kişiler olacak.

Meselâ hiçbir siyasetçi (vaktiyle Baykal’ın yaptığı gibi) “bu gidişle tanka çarparsınız” diyemeyecek bir daha.

Keza hiçbir akademisyen şu muhtevada bir röportaj[1] vermeye ya da konuşma[2] yapmaya cüret edemeyecek. Ederse başına birşey geleceğinden değil, itibar ve sempati kaybedeceği için.

Politikacıların, iş ve bilim adamlarının, sanatçıların, sivil toplum yöneticilerinin ve diğer şöhret sahiplerinin hepimizden çok alıştıkları, ihtiyaç duydukları ve kaybetmekten korktukları şey itibar ve sempatidir zira. Sıla’nın Yenikapı buluşması için yaptığı “şov” açıklamasını, gelen tepkiler üstüne geri almak zorunda kalması da bunu teyit ediyor.

Hâsılı, darbe yapmanın tıpkı hırsızlık yapmak ve tecavüz gibi “yüz kızartıcı” bir suç olarak görüleceği bir döneme giriyoruz. Darbe seviciliği/çığırtkanlığı yapanlar ise, bu suça müsamaha gösteren insanlar olarak afişe edilecek.

Şöhret sahibi insanları afişe etmek nispeten kolay. Lakin darbeden yana tavır alanlar sıradan (şöhretsiz) insanlarsa, ikna yolunu seçmek gerekiyor.

Örnek vaka analizi

Gündeme bomba gibi düşen ‘şortlu kız’ haberini duymuşsunuzdur: Belediye otobüsüne binen bir kız, sırf şortlu olduğu için başka bir yolcudan -erkek yolcudan- tekme yemişti.

Gündemi birkaç gün meşgul eden bu hadiseye kimi feminizm adına karşı çıktı, kimisi şeriat devletine giden yolun taşlarının böylelikle döşendiğini söyledi. Mamafih, kadınların örtünmesi gerektiğini düşünenler de dâhil olmak üzere aklı başında hiç kimse bu eylemi tasvip etmedi.

Liberallere göre insanın vücudu, sadece kendisine aittir. Onu nerede ve ne şekilde kullanacağına, neyle ve nasıl donatacağına, kiminle, ne zaman ve ne kadar yakınlaşacağına sadece kendisi karar verir. İş hayatına ve meslek seçimine, giyim-kuşama, düşünce, inanç ve ibadete, zevk ve tercihlere, zaman ve para kullanımına, arkadaş, çevre ve eş seçimine kadar pek çok alanda herkesin bizzat kendisi tarafından alınması gereken bu kararların kümülatif toplamı hayat tarzını oluşturur. Bu nedenle liberaller, bu kararlardan bir tekinin bile dışarıdan dayatılmasını hayat tarzına müdahale ve özgürlük ihlâli olarak görürler.

Bu küçük izahtan sonra teslim etmek gerekir ki tarih boyunca kadınlar fizikî dezavantajları nedeniyle hak ihlâllerine ve kötü muameleye daha çok maruz kaldılar.

Karşı cinse göre fiziken dezavantajlı, estetik olarak üstün olmaları, habis ruhlu erkekler karşısında çoğu zaman onları hedef haline getirdi. Korumasız ve çaresiz kaldıkları böylesi anlarda, tacizden tecavüze kadar bir dizi suçun kurbanı haline geldi ya da getirilmek istendiler.

Açık giyiniyordu, tahrik ediciydi, derli-toplu oturmasını bilmiyordu, makyaj yapmıştı, şuh kahkahalar atıyordu, göz süzüyordu, davetkârdı…

Sıraladıklarımın hiçbirisi tacizin ya da tecavüzün ne gerekçesi, ne de hafifletici sebebi olabilir. Taciz ve tecavüzün gerekçesi de olmaz zaten.

Mütecavize hak vermek mağdura (tecavüze uğrayana) kabahat bulmak kabul edilemez

Konu kadına ve onun vücut bütünlüğüne saygı olunca aklın, vicdanın ve sağduyunun yolunda birleşen ve bu bütünlüğü hedef alan her türlü teşebbüse ne bir bahane ne de hafifletici sebep kabul eden sokaktaki (hatta cezaevindeki) insanlardan bir kısmı, mesele demokrasiye ve darbeye gelince çuvallıyor ne yazık ki. Aradaki benzeşmeyi görmüyorlar bile.

Ak Parti çok büyük hatalar yaptı, ülke iyi yönetilmiyor, yolsuzluklar aldı başını gitti, terör azdı, zaten dünya kupasına da katılamadık…

Velev ki bunların hepsi doğru olsun -ki değil.

Şort giydi diye kıza tekme atana kızıp da, darbeye göz kırpmak neyin nesi?

Makyaj yapmanın, mini etek ve topuklu ayakkabı giymenin taciz ve tecavüz için bahane oluşturmayacağını söyleyenlere soruyorum.

Her daim namustan ve ahlâktan bahsedip, nefsine hâkim olmanın faziletinden dem vuranlara…

İradene hâkim olamıyorsan kabahat sende diyenlere…

Diyelim ki Ak Parti çok kötü yönetti ülkeyi. Üstelik bizim sandığımızdan, sizin tarif ettiğinizden çok daha kötü yönetti. Cezası darbe mi olmalıydı?

Şöhret sahibi olmadığı için maliyetsizce darbe seviciliği yapabilenlere sesleniyorum.

Mütecavizin habis ruhunu, kötü niyetini ve şiddetini görmezden gelerek, kadınlara “tecavüze uğramak istemiyorsanız şort giymeyin, makyaj yapmayın, etek boylarınıza ve dekolteye dikkat edin” demekten ne farkı var bunun?

Nerede sizin o çok övündüğünüz vicdanınız, basiretiniz, tutarlılığınız? İnsanlığınız nerede?

Bu memlekette bu kadar çok darbe olmuşsa ve şayet bir gün yine darbe olursa…

Nâzım’ın dediği gibi; Kabahat senin -demeğe de dilim varmıyor ama- kabahatin çoğu senin canım kardeşim!

Bu dünyada bu zulüm senin sayende…

[1] http://www.radikal.com.tr/yazarlar/armagan-caglayan/diski-yedirmek-iskence-degildir-1477196

[2] https://www.youtube.com/watch?v=uxDWxNaMeDc

15 Temmuz: Şanlı Devrim

“Bu millet çok büyük bir millet, gençlik de çok büyük bir gençlikmiş”

TEZKİRE DERGİSİ M. KÜRŞAD BİRİNCİ – Atilla Hocam merhaba. Tezkire Dergisi adına mülakat isteğimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz. Ülkemiz sadece birkaç hafta önce büyük bir tehlikenin kıyısından döndü.15 Temmuz gecesini her birimiz çeşitli şekillerde tecrübe ettik. Ben, özellikle sizin bireysel olarak o gece ile ilgili düşüncelerinizi merak ediyorum? Ne hissettiniz, bunun bir darbe teşebbüsü olduğunu anladığınızda? Çünkü ben ilk duyduğumda “ne darbesi, darbe olabilir mi Türkiye’de?” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Hatta dışarıya çıkıp Genelkurmay Başkanlığı önünü gittiğimizde insanların “bir tehlike var, bu uçaklar helikopterler bizi korumak için uçuyorlardır” dediklerine şahit oldum. İnsanlar o durumda bile darbe olabileceğine inanmıyor,  Türkiye’nin o dönemi geride bıraktığını düşünüyordu. Sadece birkaç dakika sonra, helikopterlerden açılan ateşle herkes gibi yanıldığımızı anladık.

PROF. DR: ATİLLA YAYLA – Her zaman olduğu gibi evde çalışıyor, bir çeviriyle uğraşıyordum. Haber kanallarından birinde Boğaziçi Köprüsü’nün, yeni adıyla 15 Temmuz Şehitler Köprüsünün Avrupa’ya geçiş yakasının askerler tarafından kapatıldığı haberini gördüm. Kanalları dolaşmaya başladım, ama benim içime bir kuşku düştü. Açıklamalardan, sosyal medyaya düşen mesajlardan ilk anda anladığımız, büyük bir terör saldırısı tehdidi, tehlikesi iddialarıydı. Bundan dolayı tedbir alındığı ifade ediliyordu. Ancak bir yandan da alışılmışın dışında bir şey olduğunu düşünmeye başladım. Bunun böyle bir şey olmayabileceği, olayın başka bir yola girdiği yolunda kuşku içine düştüm. Bir süre sonra da zaten anlaşıldı durum. Kritik zamanlarda ben genellikle sosyal medya üzerinden görüşlerimi açıklayıp, takipçilerime ve kamuoyuna fikir vermeye çalışıyorum. Yine aynısını yaptım. Darbe olduğu anlaşıldıktan sonra dedim ki “bu darbeye direnmek lazım”. Kendi açımdan bakarsam en azından çocuklarıma veya ileride torunlarıma darbe destekçisi oldu, arkaya kaçtı, sessiz kaldı dedirtmek istemem. Bu istikamette yorumlar yapmaya, telkinlerde bulunmaya başladım. Zor bir süreçti, tabii bütün aile etkilendi. Aile efradı özellikle demoralize oldu, paniğe kapıldılar. Sonra bu devam ederken arkasından tayyare gürültüsü gelmeye başladı. Bizim ev Boğaziçi Köprüsü’ne çok yakın, ondan dolayı olayların ağırlığını bütün korkunçluğuyla hissettik. Ben mücadele etmek gerekir diye düşündüm. Diğer taraftan da eğer darbe başarılı olursa “bana ne olabilir” diye düşündüm. Beni iyimser bir ihtimalle hapse atarlar, ama büyük ihtimalle öldürürlerdi. Hanıma söyledim bir ara, bir valiz hazırlasan iyi olur belki diye, o esnada çocuklar da etkilendiği için onlar da çok öfkelendiler . Gelenlere izin vermeyiz, vururuz, kırarız gibi şeyler söylemeye başladılar. Ondan sonra 48 saat uyumadım tabii birçoğumuz gibi, o gece dışarı çıkmadım ben, ama sabaha kadar Facebook’un, Twitter’ın başındaydım ve devamlı mesajlar yazdım. Her 10 – 15 dakikada bir şey yazdım aşağı yukarı, bu şekilde mücadele vermiş oldum.

Benim belki de son zamanlardaki kaderim bu, ve Gezi’de ve 17-25 Aralıkta da aynı şey olmuştu, yani sosyal medyada, özellikle Facebook’un başında bir mücadele vermiştim. Bu durumda sosyal medya bir tür savaş aletidir, o sırada bir savaş verdim. Tabii çok kötü bir olaydı. Özellikle Ankara ve İstanbul’daki insanlar terörize edildiler. İstanbul’un her yerinde değilse bile belli yerlerinde korkunç uçak gürültüsü vardı. Ses patlamalarından dolayı insanlar bomba patladığını zannediyordu, ama bazı yerlere, sonradan anladık ki, bombalar atılıyordu. Mesela, Vatan Caddesine atılan bombalar bizim oradan duyulacak durumdaydı. Çok büyük bir şaşkınlık yaşarken daha sonra yavaş yavaş insanlarımızın sokağa çıkmaya başladığını hissettim. Bu tabii çok mutlu etti beni, işte arkasından Cumhurbaşkanı’nın çağrısı gelince bütün insanlar sokağa döküldü. Bu esnada bazı askerlerden gelen açıklamalar da saldırıların emir komuta zinciri içerisinde yapılmadığını, bir fraksiyonun bu işe giriştiğini belirtmekteydi. Bu da tabii darbenin bastırılması ihtimalini kuvvetlendirdi ve kendimi biraz daha rahat hissetmeye başladım.

MKB – Türkiye’nin bir daha böyle bir tecrübe yaşayabileceğini düşünmeyen pek çok kimse 15 Temmuz’da hem psikolojik hem de bedensel olarak çöktü. Böyle bir şey olabileceğini belki de akıldan uzak tutmak istiyordu insanlar. Siz Türkiye’yi bir kez daha üçüncü dünyaya sabitleyecek böyle bir kalkışmayı bekliyor muydunuz?

AY – Tam tersine, ben bir darbe kalkışması bekliyordum zaten, bunu bir iki yazımda da belirttim. Askeri Şura’dan önce Fetullahçılar darbe teşebbüsünde bulunabilir diye yazmıştım, ama tabii biz akademisyenleriz, elimizdeki bilgi sınırlı, istihbarat raporlarını, özel bilgileri görüyor değiliz, bundan dolayı darbe girişiminin nasıl olabileceğini, hangi şartlarda olabileceğini pek düşünememiştik. Bir de önceki darbelerde hava kuvvetlerinin bu şekilde kullanılması söz konusu değildi. Ondan dolayı da biraz şaşırtıcı bir durumla karşılaştık, ama Fetullahçıların bir darbe hamlesi olacağını zaten biliyordum, bekliyordum.

Beni asıl şaşırtan şey ise toplumun bu olaya verdiği tepki oldu. Böyle bir olay gerçekleşirse insanların 1960’da ya da 1980’de olduğu gibi davranmayacağına emindim. Ancak bu ölçüde bir direnişi, bu kadarını beklemiyordum. Çünkü hem toplumda bir sindirilmişlik vardı; hem de silahla karşı çıkabilecek çevre olarak poliste öğrenilmiş çaresizlik vardı. Dolayısıyla toplumdan bu kadar büyük bir reaksiyon beklemiyordum, ama reaksiyonu gördükten sonra darbenin kesinlikle başarılı olamayacağına hızla kani oldum.

MKB – Burada soruyu çok dolandırmadan şunu sormak isterim. Bazen bu konunun entelektüel muhitlerde ciddiyetle dile getirildiğine şahit oluyoruz. Meşru darbe olur mu?

AY – Demokratik bir sistemde meşru darbe olmaz. Yani demokratik süreçlerin işlediği, insanların siyasete katılım kanallarının kapatılmadığı ve bazı şeyleri demokratik süreçlerle değiştirmenin mümkün olduğu bir yerde, hiçbir şekilde hiçbir darbe meşru olamaz. O yüzden öncelikle CHP kesiminden gelen o açıklamalar çok talihsizdi maalesef, şunları şunları yaparsanız darbe ortamını hazırlamış olursunuz gibi şeyler söylüyorlardı. Çok talihsiz şeyler bunlar. Ya gerçekten darbeci zihniyetle söyleniyor veya ne söylediklerinin farkında değiller.

MKB – Darbe öncesinde Türkiye’nin demokratik bir devlet olma kriterleri zayıflamış mıydı? Sizce 15 Temmuz’dan önce Türkiye’yi demokrasi yolundan çıkartan istek ve girişimlere dair bir emare var mıydı?

KONUŞMACI- Türkiye’de demokrasinin özellikle 2011’den sonra kötüye gittiği ve Erdoğan’da diktatörleşme eğilimi olduğu yolunda bilhassa dış dünyada çok yoğun bir karalama var. Bunun kasıtlı bir çaba olduğunu düşünüyorum. Mesela, özellikle hassasiyeti olan laik seküler kesimlerle tartışıp, şu soruyu sorduğumuzda düzgün bir cevap alamıyoruz. “15 yıl önce yapabildiğimiz, ama şimdi yapamadığımız üç tane şeyi sıralayın bize” dediğimiz zaman cevap veremiyorlar. Kendi öfke ve nefretleri biriktikçe Türkiye’de demokrasinin kötüye gittiği zannına kapılıyorlar. Oysa Türkiye demokrasisi 15 yıl öncesine göre kötüye gitmiş durumda değil, bazı bakımlardan daha gayet iyiye gitmiş durumda, bazı bakımlardan belki biraz daha geri kalmış durumda, ama topluca bakıldığında daha kötü bir durumda değil. Birçok bakımdan, demokratik çoğulculuk bakımından, medyada çoğulluk bakımından, toplumsal çeşitliliğin daha da artması bakımından, adil ve yargı denetiminde yapılan bir sürü seçim bakımından ve çok eleştirilen ifade özgürlüğü bakımından bile Türkiye’de durumun iyiye gittiğini düşünüyorum. Dolayısıyla b Türkiye’de demokrasinin kötüye gittiği ve dikta yönetimine doğru ilerlendiği yolundaki iddialar temelsiz. Orada da kavramları birbirine karıştırıyorlar. Diktatörlük bir sistem demektir, otoriterlik bir eğilim demektir. İnsanlar politikacı veya politikacı olmayan insanlar hayatlarının çeşitli alanlarında otoriter eğilimlere sahip olabilirler. Mesela, bir baba çocuklarına karşı otoriter veya karısına karşı otoriter bir pozisyon sergileyebilir; bir işadamı yanında çalışan işçilerine karşı otoriter bir pozisyon sergileyebilir; bir siyasi parti lideri parti üyelerine karşı otoriter bir pozisyon sergileyebilir yahut da kendi dünya görüşünü açıklarken sert sözler sarf edebilir. Bunlar o alandaki otoriter eğilimler olarak görülebilir, ama otoriter eğilimin olması da otoriterliğin sistemleştirildiği bir dikta rejimi başka, ikisi bilinçli bilinçsiz birbirine karıştırıldı ve Türkiye aleyhtarı propagandaya dönüştürüldü. Erdoğan üzerinden yürütülüyor bu propaganda, ama neticede tabii Türkiye’ye karşı bir propaganda savaşı.

MKB – Böyle bir propaganda savaşının arkasındaki saik sizce ne olabilir? Sorun Erdoğan mı yoksa Türkiye’yi mi? Ya da bir şekilde iddiası olan, potansiyeli olan bir ülkeyle problemleri mi var? Erdoğan’ı ve Türkiye’yi hedef tahtasına koyan ve özellikle darbeden sonra kullandıkları dili gördükten sonra, onu şeytanlaştıran bu akıl ne arıyor?

AY – Bu darbenin tam olarak anlaşılabilmesi için izah edilmesi gereken faktörler var. Bunların bir kısmı iç faktörler, bir kısmı da dış faktörler. Dış faktörlere baktığımız zaman Batı’nın karnesini değerlendirmek gerekiyor. Batı’nın karnesini de belki darbe teşebbüsü öncesi ve darbe teşebbüsü sonrası diye iki kısma ayırarak inceleyebiliriz. Darbe teşebbüsü öncesi dönemden, özellikle 2011’den başlayalım. Batı sistematik bir Türkiye aleyhtarlığı gösterdi. Bunun şu faktörlerden kaynaklandığını düşünüyorum: 2011 yılı Tayyip Erdoğan’ın FETÖ’yü AK Parti’den milletvekili seviyesinde hemen hemen etkisizleştirdiği bir yıldır. 100 kişinin ismini ihtiva eden bir listeyi Tayyip Erdoğan’a verdiği söylenir Fetullahçıların. Bu kişilerin milletvekili yapılmasını istediler. Erdoğan bunu reddetti tabii, 100 kişilik bir grubun AK Parti içerisinde olması demek, AK Partinin istenildiği zaman iktidardan düşürülmesi demektir. Ondan önce de zaten, HSKY’daki yeni oluşum hükümetin dikkatini çekmiş ve bir rahatsızlık uyandırmıştı. Dolayısıyla hükümette Fetullahçılar aleyhine bir adım atma arzusu, eğilimleri vardı. Hatta küçük küçük adımlar atılıyordu. Bunu hissettikleri için Fetullahçılar bütün dünyadaki kanallarını çalıştırarak, Erdoğan aleyhtarı propagandayı başlattılar.

İkinci faktör Suriye savaşıdır. 2011’de Suriye’de bir içsavaş çıktı. Özellikle Türkiye’de yapılan yaygın propagandanın aksine Türkiye bu savaşın çıkmaması için çok çaba sarf etti. Yani en uzun bekleyen ülke oldu. Diğerleri çoktan bir iç savaşa, silahlı mücadeleye razıyken, Türkiye iç çatışma olmaması için, barışçıl, demokratik bir değişimin olması için bayağı mücadele etti, ama başarılı olamadı. Ondan sonra bildiğimiz gibi iç savaş çıktı ve bu iç savaşın aktörleri çoğaldı. Dış güçler müdahil oldu. Bir çeşit iç savaş, artı vekaletler savaşı ortaya çıktı. Türkiye Suriye konusunda kendi milli menfaati açısından bağımsız bir dış politika izlemek istedi. Bu Batıyı rahatsız etti. Çünkü Batı, özellikle Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’yi bir politika belirleyici aktör olarak görmüyordu. Buna göre, politikayı Batı belirler, Türkiye de ona uyar, bütün istediklerini yerine getirirdi. Halbuki Türkiye değişti, siyasi iktidara hâkim olan zihniyet de bunu kabullenmeye razı değil. Türkiye kendi politikasını oluşturmak veya oluşturulacak politikaya eşit bir katılımcı olarak yer almak istedi. Bundan rahatsız oldular. Mesela, Obama’nın şu sözü çok ilginç: “Türkiye o büyük ordusunu, IŞİD’e karşı mücadelede kullanmıyor”. Nur bir serzeniş, bir şikayetti. Yani bir anlamda Türkiye’nin kara gücü olarak Batı adına Suriye’de çatışmasını istediler. Hükümet de bütün o yüksek perdeden sözlerine rağmen buna razı olmadı. Suriye’ye asker sokmadı. Bütün bunlar Batıyı rahatsız etti.

Diğer taraftan Batıda özellikle IŞİD olayından sonra İslam aleyhtarlığı ve İslam korkusu var. Yani bazı örgütlerin İslam adına yaptıklarını iddia ettikleri terörizmden kaynaklı korku, İslam aleyhtarlığına dönüşmüş durumda. Neredeyse her Müslüman’ın şahsında bir terörist teşhis eder hale geldiler. Türkiye açısından ise FETÖ’nün pompaladığı, daha sonra PKK çevrelerinin katıldığı “Türkiye’nin radikal İslamcılar tarafından yönetildiği tezi” etkili oldu ve Batı buna gerçekten inanmaya başladı. Fetullahçılar bu tezi ısrarla işledi, çok geniş bir medya alanını kullanarak. Halbuki tam tersi doğruydu. Radikal olan Fetullah Gülen’dir, ılımlı olan Tayyip Erdoğan’dır. Ayrıca meşruiyet açısından, demokratik meşruiyet açısından bakıldığında da durumun ne olduğu ortadadır. Meşru aktör hataları da olabilecek, yanılgıları olabilecek iktidar partisidir. Seçimle gelmiş ve seçimle gidebilecek olan odur. Öbür taraftan ise bürokrasi içerisinde gizli olarak örgütlenmiş bir çete var. Peki Batılılar bunu bilmiyorlar mı? Tekrar başa dönüyoruz, kısmen bilmiyorlar, kısmen işlerine böyle geliyor. Çünkü Türkiye hakkında bilgi Batıya başlıca iki kanaldan akıyor: Fetullahçılar ve PKK. Maalesef, Türkiye’de sivil toplum Batıyı etkileyecek kadar güçlü değil. Devlet kanalı, yani bürokrasi hükümet tarafından işletilebildiği ölçüde bazı şeyleri anlatmaya çalışıyor. Ama istenilen düzeyde etkili olduğunu söylemek mümkün değil. İşte bundan  dolayı Batıda muazzam bir Erdoğan aleyhtarı, İslam aleyhtarı, Müslümanlık aleyhtarı  hava oluştu. Bunun üstüne korku, terör saldırıları gibi toplumu tehdit eden unsurlar eklenince, Erdoğan’ı Mursi’ye benzer bir akıbete uğratmak istediler. Veya Türkiye’de böyle bir akıbet baş gösterirse memnuniyetle karşılayacak bir pozisyona geldiler. Nihayeten “Batı battı” yahut da “Batı sınıfta kaldı” desek çok da haksızlık etmiş olmayız.

MKB – Halil Berktay geçenlerde SETA’da bir programa katıldı. Programda Berktay, Batının bugün ki tutumunu anlamaya çalışırken, zamanında içinde bulunduğu Marksist gelenekten de bahsederek: “Ben hayatımın çok uzun bir zamanı zaten Batı düşmanıydım. Daha fazla batı düşmanlığı yapmama gerek yok, ama şunu da görüyorum: 1945’te San Francisco’da Milletler Cemiyeti toplandığında 50 bağımsız devlet vardı, bugün 200 bağımsız devlet var ve bunların 100 kadarı iyi-kötü demokrasi. Bunların büyük bölümü Batılı ülkeden bağımsızlaşan yeni ülkeler ve batı bunlarla kendisini bir tutmak istemiyor. Karar alırken onlarla beraber eşit oya sahip olmak istemiyor. Burada Batının dünyanın geri kalanına bakışıyla ilgili bir problem var” dedi. Bu belki 200 yıllık bir “doğuya bakma” sorunu. Sizce Batının bu pozisyonunu nasıl dönüştürebiliriz, ya da dönüştürmeli miyiz? Bunun için ne yapmalıyız? Berktay “Türkiye sosyolojik ve tarihsel olarak Batıya ait bir ülkedir, daha çok anlatmaktan ve daha çok insanı ikna etmekten başka çaremiz yok” diyor. Batının 15 Temmuzdan sonraki davranışlarını yüzlerine vurabilmek de dahil olmak üzere sizin bu konudaki önerileriz nelerdir?

AY – Kısmen katılıyorum Halil Berktay’ın anlattıklarına, ama “Türkiye Batıya aittir” sözü tabii benim hoşuma gitmiyor. Ben de liberal gelenekler içerisinde Batı klasiklerini okuyarak, Batı kaynaklarından beslenerek yetiştim, ama bugün geldiğim noktada Batıda her şeyin prensipler üzerinde kurulu olduğunu ve prensipler etrafında döndüğünü görme durumunda değilim. Günün sonunda çıkar ve güç ilişkileri daha ağır basıyor. O yüzden “Batıya aidiz” demek yerine “uygarlığın temel değerlerini Batıdan da daha iyi temsil etme imkânımız olabilir” diye düşünmek daha doğru olabilir. Yapılacak çok şey var. Şüphesiz bunlardan birisi Berktay’ın dediği gibi özellikle sivil toplum aracılığıyla, gerçekleri Batılılara daha çok anlatmaya çalışmak, ama diğer taraftan Batı gücü seviyor hatta güce tapıyor. Mesela, Türkiye’nin ekonomisi 1 trilyon dolarlık değil de 5 trilyon dolarlık olsaydı, durum biraz daha farklı olurdu. Batı başarıyı ve gücü seviyor ve takdir ediyor. Kendi açısından bakıldığında da Batı “ekonomik bakımdan zayıf, küçük ve istikrarsız ülkelerle kendisini eşit seviyede görmemeyi hak olarak görüyor” diyebiliriz. Tayyip Erdoğan “dünya beşten büyüktür” diyor gayet haklı olarak. Evet dünya beşten büyük nüfus olarak bakıldığı zaman. Ancak güç olarak bakıldığında dünya beşten o kadar büyük gözükmüyor. Dolayısıyla Türkiye’nin ekonomik bakımdan da çok çok daha güçlü hale gelmesi lazım.

Güçlü hale gelmek demek sadece ekonomik güç demek değil, Türkiye’nin fikir hayatı, bilim hayatı filan da kuvvetlendirilmeli, çeşitlendirilmelidir. Bu alanda yapılacak çok şey var. Batının ikiyüzlülüğünü teşhir etmeliyiz, ama bu yüzden hemen küsüp Batıdan uzakmak yerine daha çok muhatap bulup, o muhataplara olan biteni anlatmaya çalışmak lazım. Şu anda ortada daha çok Batıya karşı hamasi bir söylem var. Bu anlaşılır bir durum. Çünkü olağanüstü bir olay yaşandı. Dünya tarihinde gpek örülmemiş, ender görülebilecek bir olay yaşandı. İnsanları bu olay karşısında bir arada tutabilmek için buna belki de biraz ihtiyaç var. Başka türlü yapamayız, ama uzun vadede hamasetle de bir yere varamayız. Mesela, hep bir ve beraber olmak böyle bir belayı püskürtmemizi sağlayabilir, sağladı da. Ama hep bir ve beraber olmamız bilimde ve kültürde ileri gitmemizi sağlamaya yetmez. Bundan dolayı Türkiye’nin güçlenmesi lazım, daha çok güçlenmesi lazım.

MKB – Tekrar darbe meselesine dönmek istiyorum. Darbe pratiğin işleyişiyle ilgili merak ettiklerimiz var. Darbeyi nasıl bir organizasyon yaptı? Fetullahçılar denilen, bugün FETÖ dediğimiz örgüt hakikaten askeriyenin içerisinde bu kadar güçlü mü? 350 generalin yarısını ikna edecek kadar büyük bir organizasyon nasıl işledi de bu hale geldi? Siz bu hususu nasıl değerlendiriyorsunuz?

AY – Bir konsorsiyum işi olduğunu düşünüyorum. Bir konsorsiyum var, bu konsorsiyumun ortakları var. Bu ortakların en bariz şekilde alanda olan hiç şüphe yok ki Fetullahçılar. Konsorsiyumun diğer bileşenleri Fetullahçılar olmasaydı böyle bir darbeye teşebbüs edemezlerdi. Ama konsorsiyumun diğer ortakları olmasaydı muhtemelen Fetullahçılar da böyle bir şeye teşebbüs etmezlerdi; yahut da bunu yapacak güce gelmiş hissetmezlerdi kendilerini. Fetullahçılar, hepimiz biliyoruz, bir halk hareketi değil, bir kadro hareketidir. Özellikle devlet merkezli olmak üzere gizliliğe dayanan bir teşkilatlanma gerçekleştirmişlerdir. Sayılarının ne olduğunu tam olarak bilmek mümkün değil. Amaçları bulaştıkları kurumları tekelci bir şekilde kontrol altına almaktır. Bundan dolayı çok stratejik bir çalışma yaptıklarını, çok akıllıca çalıştıklarını söylemek mümkün. Özellikle Türkiye’deki vesayet sistemini çok iyi okuduklarını, Kemalizmin kurduğu vesayeti en ince noktalarına kadar anladıklarını ve daha da geliştirdiklerini düşünüyorum. Yapmak istedikleri şey bürokratik vesayeti tekrar kurmaktı. Eğer darbe başarılı olsaydı Türkiye’de İran benzeri bir rejim ortaya çıkacaktı. Yani görünürde seçimler olsa, partiler olsa bile fiiliyatta iktidar Fetullah Gülen ve onun etrafındaki bir grup adamda olacaktı. Fetullah Gülen, bunun bedeli olarak da konsorsiyumun diğer üyelerine mutlak itaat, Batı politikalarına mutlak itaat gösterecekti. Onların istediği istikamette çalışacaktı.

Bu çok ilginç bir örgüt, geçmişi aşağı yukarı yarım asır öncesine kadar gidiyor. Başındaki kişi bir din adamı unvanına ve etiketine sahip olmasına rağmen aslında diğer dünyayı değil, bu dünyayı daha çok gözeten bir kişi, güce ve iktidara tapan bir kişi. Çünkü bütün yatırımlarını bunun için yaptığını görüyoruz. Örgütün içerisinde yarattığı manevi atmosfer, manevi telkinler filan bunun sadece aracı. Onlar hâkim olmaya bakıyor. Fetullahcılar 2010 yılı itibariyle devlet bürokrasisi içerisindeki mutlak hakimiyetlerini tesis ettiklerini düşünüdüler. Bunda son halka HSYK’nın ele geçirilmesiydi. Bu noktayı anlamak çok önemli, çünkü bu şöyle bir grup değil: Toplumda değişik toplumsal gruplar var. Sünniler, Aleviler gibi gruplar var, Türkler Kürtler gibi gruplar var. Bu grupların kamu kademelerinde, kamu organlarında mesela, nüfuslarına oranla yer bulması anlaşılır bir şey. Diyelim ki Alevilerin topluma oranı yüzde 20’yse, Türkiye’de devlet memurları kadrosu içerisinde yüzde 20 veya üç aşağı beş yukarı Alevi olması normal karşılanabilir. FETÖ bunu kabul edebilecek bir örgüt değil. Bu bir suni topluluk, doğal görünüşlü değil, yani Alevilik, Sünnilik gibi köklü doğal bir oluşum değil, suni bir oluşum. İktidarın peşinde koşuyor ve kapalı devre çalışıyor, her girdiği kurumda kapalı devre bir güç haritası oluşturuyor. HSYK seçimlerinde 2010’da HSYK’yı kontrol altına aldıktan sonra cemaat devlet içerisindeki saadet zincirini tamamladığını düşündü. Bunu şöyle anlatayım. FETÖ bir sürü operasyon yaptı. Operasyonların merkezinde çoğu zaman polis var. Polis operasyon yapıyor, bu operasyon gerek siyasi otorite sahiplerine karşı, gerek sivil toplum kesimlerine karşı olabiliyordu. Polis aldığı talimatla operasyonun altyapısını hazırlıyor ve bunu savcılığa gönderiyor. Bunu yapanlar Fetullahçı polisler. Gittiği savcı, o da Fetullahçı. Savcı dosyanın kapağını bile açmadan onu iddianameye çeviriyor ve götürüyor, hakime veriyor. Hâkim de Fetullahçı ve süratle mahkûmiyete hükmediyor. Yandım Allah, diyerek siz Yargıtaya koşuyorsunuz, Yargıtaydaki ilgili daire de  Fetullahçı. Bu sefer hızınızı almayıp Yargıtaydaki hakimleri şikâyet etmek için HSYK’ya koşuyorsunuz, orası da Fetullahçı. Dolayısıyla kopartılması imkânsıza yakın olan bir güç ve operasyon ağı kurmuşlar.

Diğer devlet dairelerinde de öyle, mesela FETÖ olarak bir bakanlığa,  diyelim ki Milli Eğitim Bakanlığına girdiniz. İlk olarak Milli Eğitim Bakanlığı Personel Dairesini kontrol altına almaya çalışıyorsunuz. İkinci olarak kontrol ettiğiniz şey bilişim sistemi, üçüncü kontrol ettiğiniz şey de üst seviye görevlilerin sekretaryası ve özel kalem müdürlükleri. Fetullahçıya karşı bir operasyon yapılacak, diyelim ki bir soruşturma süreci işletilecek. Bir dosyaeftiş heyetine gönderilecek, teftiş Heyeti de ellerinde, bu durumda dosya orada kapatılıyor. Mesela mahkemelerde de çok ilginç bir durum vardı. Savcılarla, hakimlerle yetinmediler, mübaşirler de, katipler de Fetullahçıydı. Çünkü katipler asıl dosyaları tutan insanlar, oraya giren evrakları kaybedebilecek, yok edebilecek olan onlar.

Askeriyede de aynı şekilde çalıştılar. Genelkurmay Başkanlığının açıklaması vardı ya “yüzde 1.5 katılmıştır darbeye” diye, çok talihsiz ve saçma bir açıklama. Genel asker sayısına oranla yüzde 1,5’a ulaşabilirsiniz, ama bu yanlış olur. Askeriye açısından bakılması gereken şey yetki havuzudur. Yetki havuzunun ne kadarı Fetullahçılar istikametinde hareket etmiş? General seviyesinde en az yarısı, bu korkunç bir şey. Bunların arasında Fetullahçı olmayanları vardır, Atatürkçü olanlar vardır mesela, Tayyip Erdoğan nefretinden darbeye katılmış olanlar vardır. Bir kısım asker korktuğu için, yani büyük bir güç olduğu için FETÖ’nün paralelinde hareket etmiş olabilir, bir kısmı zaten sonucu beklemiştir vesaire, ama generallerin yüzde 50’sinin bu grup tarafından kontrol edilmesi demek ordunun aşağı yukarı tamamıyla kontrol edilmesi demektir. Böyle bir yapıyla karşı karşıyayız.

Darbenin diğer aktörleri kimlerdir? Şüphesiz Batı burada bir rol oynamış olmalıdır, en başta da aklımıza Amerika Birleşik Devletleri gelmelidir. Çünkü Amerika bir müttefikine savaş açtığı belli olan bir kimseyi yıllardır ülkesinde tutuyor ve barındırıyor. En azından bu bakımdan bir kabahati, bir suçu var demektir. İade taleplerine karşı verdiği cevaplar da Gülen’i korumak istediğini gösteriyor. Darbecilerin İncirlik’i kullanması başka bir soru işareti yaratıyor, ama biz tabii özellikle somut delillerin olduğu şeylere bakmak mecburiyetindeyiz. Somut delillere bakarak, işte bu Fetullahçıların teşhis edilmesi ve tasfiye edilmesi gerekiyor. Böyle bir darbe eğer başarılmış olsaydı buna ortak olacak kesimleri biliyoruz. Cumhuriyet Halk Partisinin tabanının en az yarısının darbeye alkış tuttuğunu düşünüyorum ben aleni veya içten içe.

MKB – Temas etmek istediğim konulardan biri de bu. Bu darbe başarıya ulaşmış olsaydı, cumartesi sabahı siyasi ve sosyal olarak nasıl bir Türkiye’ye uyanmış olacaktık? Toplumun farklı kesimleri bu gelişme karşısında nasıl bir tutum takınacaktı?

AY – Darbe gerçekleşmiş olsaydı hemen ertesi gün şöyle diyeceklerdi: “Darbe kötüdür, ama…” Bu Menderes için de söylenmişti, maalesef CHP zihniyetinin ciddi bir bölümü aşağı yukarı bu çizgide. Korkunç bir Türkiye’ye uyanacaktık. Sadece bir diktatörlüğün kurulması değil, Türkiye’de bir iç savaşı çıkması veya Türkiye’nin parçalanması da söz konusu olabilirdi. Çünkü ortaya çıkanlar, mesela, PKK’ya operasyonlarla ilgili bilgi verildiğini gösteriyor. Tahmin ediyorum ki binlerce kişi infaz edilir, binlerce kişi hapse atılırdı. Her türlü hak ve özgürlükler ortadan kalkardı. Batının bunu anlayamaması çok komik; Batıda, Türkiye demokrasi yahut da İslamcı bir rejime düşmeme yolunda son şansını kaybetti türünden yorumlar yapıyorlar. Bu tamamen saçma, ortaya bir adi diktatörlük çıkacaktı ve öyle görünüyor ki Batı bunu alkışlayacaktı. Bunu nereden biliyoruz? Mursi olayından biliyoruz. Mursi’ye yaptıkları muamelenin aynısını Tayyip Erdoğan’a yapacaklardı. Bereket yapamadılar, dolayısıyla Türkiye’de darbenin önlenmesi demokrasiyi kurtarmıştır. Darbenin başarılı olamaması demokrasiyi ortadan kaldırma tehlikesi yaratmış değildir, tam tersi doğrudur.

MKB – Biraz sizin bireysel tecrübenizden de faydalanmak için soruyorum. Şimdi FETÖ denilen bu yapı ile geçmişte, Türkiye’nin toplumsal gruplarının neredeyse tamamı, siyasal partileri, STK’ları ve AK Partinin kendisi bir tür ilişki tesis etti. Ayrıca liberaller de geçmişte bunların yayınlarında yazdı, televizyonlarına çıktı. Ama bildiğim kadarıyla siz bir zaman buna bir son verdiniz. Son vermenizi sağlayan şey ne oldu? Neden bu cemaatle hareket etmenin artık doğru olmadığı kanaatine vararak yollarınızı ayırdınız?

AY – Aslında biraz geç anladığımı söyleyebilirim. Benim en azından 7 Şubat 2012’de uyanmam lazımdı. 7 Şubat 2012 ilk açık operasyonuydu FETÖ’nün ve çok önemliydi. O da bir darbeydi aslında, MİT Başkanı üzerinden Başbakana ulaşacaklar ve AK Parti’yi kontrol altına alacaklardı. O zaman uyananlar bizden daha öngörülülermiş. Ben 17-25 Aralıkta birkaç saat içerisinde bu girişimin darbe teşebbüsü olduğunu anladım. Bu konuda Oral Çalışlar benden daha hızlı, o daha 10 dakika içerisinde anladığını söylüyor. Oral, “Çevirdim radyoyu, gidiyordum arabada, hemen anladım bunun darbe teşebbüsü olduğunu” diyor. 17–25 Aralıkta niyetlerini açıkça görmüş olmakla birlikte daha öncesinde de Fetullahçılara karşı bir huzursuzluk, bir rahatsızlık vardı bende. Mesela belki 20 defa yurtdışındaki okulları ziyaret etmeye çağırdılar. Her seferinde bir gerekçe buldum ve gitmedim. Zaman Gazetesinde 5 sene haftada bir yazdım, birkaç defa gittim. Hiçbir zaman oradaki hava bana böyle samimi ve kucaklayıcı bir hava gibi gelmedi.

Şimdi geriye dönüp baktığımda aslında bazı işaretlerini görmüş olmam gerektiğini, ama göremediğimi düşünüyorum. Mesela, 2013 Temmuzunda bir iftar yemeğine gittim. Etyen Mahçupyan’la beraber gittik Zaman Gazetesindeki programa. Gezi olaylarından söz edildiğinde Zaman Gazetesinin önde gelenlerinin yüzlerindeki ve gözlerindeki öfke, özellikle Tayyip Erdoğan’a yönelik nefret ve kin çok açıktı. Ben bu tutumu anlamlandıramamıştım. Orada Etyen Mahçuplan’la ben bir tarafa, geri kalan köşe yazarları ve gazete yöneticileri başka bir tarafa düştü. O zaman orada hissettim ki, Etyen’le gözlerimizle konuştuk âdeta, “biz buraya ait değiliz, burası başka bir ortam”. O toplantıda Şahin Alpay gazete yönetimine hitaben “emredin yapalım, söyleyin yapalım” filan gibi şeyler söylemişti. O zaman bana tuhaf gelmişti, ancak dediğim gibi anlamlandırmakta geciktim. Ta ki 17 – 25 Aralık’a kadar.

Biraz önce bahsettim FETÖ’ye karşı bu huzursuzluk nedeni ile Abant toplantılarına gitmiyordum. Hem bireysel hem de kurumsal olarak (LDT) bu toplantılara karşı bir mesafemiz oldu. Abant Toplantılarını Liberal Düşünce Topluluğu ile beraber yapalım diye çok ısrar ettiklerini hatırlıyorum. Şöyle teklifleri oluyordu: “İki kuruluşun ismi olsun, siz hiçbir şey yapmayın, bütün külfeti biz üstlenelim”. Kabul etmedik. Şimdi çok isabetli olmuş diye düşünüyorum bu davranışımızın. Çünkü bu örgütün ideolojik olarak bize yakın olması zaten mümkün değil. Bu örgütün aslında ideolojisinin, fikrinin olması mümkün değil. Hatta dini de yok. Bunların İslami bir söylem kullanmaları, Türkiye’de toplumun ana aksının muhafazakar ve Müslüman olmasından dolayıdır. Yoksa din birinci derecede öne çıkarttıkları bir şey değil. Bu örgütün tek ideolojisi kendi hakimiyetleri; kendileri ve diğerleri var. Her grubu, kurumu ve kamu kuruluşunu ele geçirmeyi; sivil toplum içerisinde de her yerde bulunmayı veya en azından manipüle etmeyi amaçlayan bir yapı bu. Politikaları bu, yani solcu olabilir bunlar; liberal de, feminist de olabilir; öbür taraftan Atatürkçü olup CHP’li de görünebilir, ülkücü de olabilirler. Verilen talimatlara bağlı olarak her kalıba girebilir, her şey olabilirler.

Tabi zaman içinde anladık ki Liberal Düşünce Topluluğu da bunların takibinde. LDT’nin insan gücü fazla değil, mali kaynakları ok mesabesinde. Yani Topluluktan operasyonel olarak alabilecekleri bir şey yok. Ancak LDT’nin ülkede bir ağırlığı ve özellikle Batı entelektüel çevreleriyle teması var. Savunduğu fikirler ve değerler Batıda itibar görüyor, ilgi çekiyor. Eğer ele geçirebilirlerse onların meşruiyet algısına hizmet edecek bir birikim var Liberal Düşünce Topluluğunda. Bugün, “cemaatten ama liberal” olduğunu zannettiğimiz bazı arkadaşların, tek gerçeklerinin cemaat/FETÖ olduğunu biliyoruz.

Bir de kripto tipler var. Bunları tanımak ve tespit etmek tabii ki çok zor. FETÖ ile ilgili renk vermeyen bu tiplerin zaman içinde bizimle temas edip LDT hakkında raporlar verdiklerine kuşkum yok. Bazı konuşmalarımızı kaydetmişler, hangi durumda ne işe yarayacağımızla ilgili planlar mutlaka yapmışlardır. Nitekim 17-25 Aralıktan sonra işler kesinleşince Liberal Düşünce Topluluğunun kendileri tarafında saf tutmasını ve seçilmiş, meşru demokratik hükümet karşısında ve kendileri tarafında cephe almasını istediler. Bu gerçekleşmeyince, yani LDT, hükümet ve FETÖ arasında bir tercih yapmak gerekirse bu tercihi meşru olandan yana yapacağını gösterdiğinde, başka şeyler ortaya çıktı.

MKB – Burada özellikle LDT etrafında toplanan bir grup liberal ve onlar arasında bir yarılmadan da bahsediyoruz. Hemen 17-25 Aralık sonrasına denk geliyor bu yarılma. Aynı tutum farkını 15 Temmuz darbe teşebbüsünde de gördük. Liberallerin ciddi bir kısmı, hem Ankara hem İstanbul’da sokağa çıktı, kesin ve net olarak darbeyi telin etti. Ancak Türkiye’de liberal olarak bildiğimiz, entelektüel birikimlerine uzun zaman saygı duyduğumuz kimselerin birçoğu cemaate açtıkları o geniş alan nedeniyle, “böyle darbe olmayacağı”, “darbe ve mevcut demokrasi arasında bir tercih gerekmediği” gibi eşsiz fikirlerini paylaşmaya başladılar. Liberaller içerisindeki bu derin yarılma açısından soruyorum, o grubun görmediği ya da görmek istemediği nokta neydi? FETÖ ve hükümet arasındaki bu gerilimde, neden böyle bir duruş sergilemek istediler de meşru olanın yanında durmak konusunda tereddüt ettiler?

AY – Kavganın ana aksının ne olduğunu kavrayamadılar. Burada kavga meşrulukla gayrimeşruluk arasındaki kavgadır. AK Parti iktidarı mükemmel bir iktidar değil, yani her parti, her hükümet gibi iyi tarafları da var, kötü tarafları da var. AK Partiyi eleştirmek de, muhalefet etmek de meşru ve bir hak. Ama bu muhalefetin meşruiyet ve demokrasi sınırlari içerisinde kalması lazım. Bunu göremedi bu arkadaşlar. Gülay Göktürk Hanım bir konuşmada çok iyi ifade etti: “Meşru olanla gayrimeşru olan arasında bir çatışma varsa, bir liberalin pozisyonu meşru olanın yanında yer almaktır. Ayrıca eleştirilerini yapmaktır meşru olana, gayrimeşru olanın yanında yer aldığınız zaman siz de gayrimeşru duruma düşersiniz”.

Şimdi arkadaşların bir kısmı anlıyoruz ki tetikçi, yani bunlar muhtemelen cemaatin adamı. Bunlar liberal kılığına girmiş FETÖ tetikçileri. Onlara verilen görev liberal çevrelerde dolaşmak, oraları FETÖ’nün operasyonlarına eklemlenmek, liberalleri manipüle etmek, bir de liberal bir cepheden hükümete ateş etmek.

Bir kısmı ise son derece naif kimseler. Olguları okuyamayan, olayları okuyamayan, büyük entelektüel birikimi olsa bile günlük olayları analiz edemeyen arkadaşlar. Burada da akademik zekayla sosyal zekayı birbirinden ayırmak lazım. Akademik zekaya ve parlak bir beyne sahip olabilirsiniz, ama aynı zamanda gündelik olayları ve siyasal gelişmeleri okumakta çok saf olabilirsiniz. Bu, akademisyenlerde genel olarak karşılaşılan bir problemdir zaten, bir süre sonra akademisyenler dünyayı kitaplardan ibaret zannetmeye başlarlar. Böyle bir problem var maalesef.

Bir kısmı ise kibrinden, “ben yanılmam” duygusundan, kendi kendisine tapmasından, narsist olmasından bu hataya düştü. Bu tipler mesela kendilerini uyaran kimselerin uyarılarına hiç dikkat etmedi ve önem vermedi. Söylenenlerde bir doğruluk payı olabilir diye düşünmediler. Argümanları çürütülse bile inadına onları savunmaya devam ettiler. FETÖ’yü hükümet karşısında son derece sivil, ılımlı İslam’ı temsil eden bir grup olarak lanse ettiler. Batıya da böyle ifade ettiler maalesef. “Devlet içerisinde örgütlenen bir grup nasıl sivil olabilir?” sorusunu kendilerine hiç sormadılar. Ana gücü devlet memuru sıfatına sahip ve devlet imkânlarını ve otoritesini kullanan bir yapılanmanın sivil olmayacağını ısrarla görmediler. Bu tür şeylerden dolayı da tabii komik duruma düştüler. Yazık oldu. Ancak onlara yazık olmasından daha büyük sonuçları var bu naifliğin, narsistliğin. Türkiye’de liberalizmin itibarı çok sarsıldı, çok büyük darbe yedi. Bir de diğer yandan AK Parti’ye yakın liberalizmin ne olduğunu bilmeyen ve liberal olanla olmayanı ayırt etmeyen, ama şahsi öfkesinden hareket ederek bütün liberalleri darbeci olarak göstermeye çalışan bir grup var. Bir de böyle bir problem var. Onlar mesela, Liberal Düşünce Topluluğu ve Liberal Gençlik Derneği’nin 15 Temmuz darbesi karşısındaki hareketliliğine çok şaşırdılar, anlayamadılar ne olduğunu.

Zamanla bazı itiraflar geleceğini düşünüyorum, zaten gelmeye de başlıyor. Bir kısmı da manevra alıyor bunu da fark ediyorum. Ama bir de işin manevi kısmı var. Benim gönlümde birçoğu mahkûm durumda zaten. Şundan dolayı söylüyorum, bunların birçoğuna benim bir şekilde emeğim geçmiştir, arkadaş olarak veya hoca olarak emeğim geçmiştir. Maalesef, bu da utanç verici bir durum, bu durumun liberaller tarafından ileride yazılması, incelenmesi lazım. Geçmişte Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti’nde yaşanan tartışmanın bir benzeri aslında vuku bulan. 1950’lerin sonlarına doğru Hür Fikirler içindeki liberaller CHP çizgisine gelmiş, Demokrat Parti’ye CHP adına ve kafasıyla muhalefet etmiş. Ali Fuat Başgil Derneği Ahmet Emin Yalman’a bırakıp gitmiş. Ali Fuat Başgil gidince Hür Fikirler hürriyetperver çizgisini tamamen yitirmiş ve sonrasında da fikir hareketi niteliğini de kaybedip silimişi. Bugün daha şanslı bir dönemdeyiz. Ana gövde olarak Liberal Düşünce Topluluğu sağlam, basiretli bir pozisyon aldı, durduğu yer doğruydu ve liberalizmin haysiyeti biraz kurtarıldıysa veya kurtarıldığı kadarıyla LDT tarafından kurtarıldı.

MKB – 16 Temmuz ertesinde Türkiye’yi nasıl görüyorsunuz? İlk önce olağanüstü hal ilan edildi ve özellikle TSK’nın yapısıyla ilgili ciddi kararlar alındı. Türkiye’nin bu yapısal dönüşümü devam ettirebileceğini, iktidarın bu yapısal dönüşümü sonuçlandırabilecek enerjiye sahip olduğunu düşünüyor musunuz? Bir de bu gelişmeler Türkiye’yi daha demokratik bir noktaya taşıyacak mı? Biliyorsunuz bu konuda Türkiye’nin son şansını kaçırdığı ve daha otoriter bir yere doğru sürükleneceği yönünde değerlendirmeler yapılıyor.

AY – Evet bazıları bu değerlendirmeyi yapıyor “Tayyip Erdoğan’ın önünde hiçbir engel kalmadı, daha otoriterleşmeye gidecektir”, diyor. Bence tam tersi doğdu. Siyaseten bir liderin güçlenmesi ayrı bir şey, otoriterliğe kayması ayrı bir şey. Aksine, AK Parti daha demokratik çizgiye doğru gitmek zorunda kalacaktır. Son bir ay içerisinde yaşanan olaylar beni doğruladı. Diğer partilerle kurulan ilişkiler, söylemdeki tazelik ve yumuşama hep beni doğruladı.

Biraz spekülatif olmak pahasına şunu ifade etmek lazım, ordusu olan her ülkede darbe tehdidi vardır, İngiltere’de de vardır, Amerika’da da vardır. Darbe tehlikesini sıfırlanmış bir devlet yoktur. Bununla beraber 15 Temmuz direnişinden sonra darbe yapmak çok zorlaşmıştır Türkiye’de. En büyük garantimiz toplumun bu konuda bilinçlenmiş olmasıdır. Toplum bir şanlı destan yazdı, şanlı bir direniş gerçekleştirdi. Ben bunu İngiliz Şanlı Devrimiyle benzeştiriyorum. Hatta Fransız İhtilaliyle bile benzeştirilebilir daha olumlu anlamda. Toplum özgüven kazandı, rüştünü ispat etti ve bir darbeyi önleyebileceğini gösterdi. Bundan sonra darbe yapacaklar iki defa, üç defa, dört defa düşünmek mecburiyetinde kalacaktır. En büyük garantimiz de budur. Şüphesiz, hükümetin bazı yapısal ve kanuni tedbirler alması lazım, ama darbe bir zihniyet meselesidir. Elinde silah olan darbe yapmak isterse, darbe yapmaya kalkışacaktır. Mühim olan şey o kişinin zihniyetini etkilemek ve dönüştürmektir. Yani elinde silah olan amir olamayacağını, siyasetçinin emrinde olduğunu öğrenmeli ve içselleştirmelidir. Batı ülkelerinde bu bizden daha iyi başarılmıştır. Bu anlamda kuvvet komutanlıklarının Savunma Bakanına bağlanması, vesaire gibi şeylerin faydası olabilir, ama tek ve kesin çare değildir. Uzun vadede asıl çare toplumun bilinçlenmesidir. Ben bu yaşananların toplumda muazzam bir siyasi kültür değişimine sebep olacağını tahmin ediyorum. Demokrasi nöbetlerinde gördüğüm bu. Sıradan insanların olduğu yerlerde geziyor, nöbetlere katılıyor, insanların hallerine, tavırlarına bakıyorum; hakikaten Türkiye’nin ana gövdesi olan dindar muhafazakâr kitle çok bilinçlendi.

Ortalama insan demokrasiyi bizim yaptığımız gibi kitaplar üzerinden öğrenmiş değil ve bu hayatın normal seyrine de uygun. İnsanlar demokrasiye olan inançlarını kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı gibi teorik açıklamalar üzerine kurmuyor. Şöyle düşünüyor: “Benim seçtiğim bir lider var, bu lidere karşı silahlı bir hareket var. Benim bunu önlemem lâzım.” Yani birçok insan Tayyip Erdoğan’ı kurtarmak için harekete geçiyor, ama aslında kurtardığı demokrasi, Tayyip Erdoğan değil. Neyi kurtarıyor? Kuralı kurtarıyor, yani seçimle gelen seçimle gider kuralını kurtarıyor. Bu anlamda bu badireden kurtulmamızı Tayyip Erdoğan’a, onun liderliğine ve bu çağrıya kulak veren insanlara borçluyuz. Dolayısıyla bu yaşananlar siyasi kültürde derin izler bırakacaktır. Bu muazzam bir kazançtır Türkiye için. Türkiye demokrasisi bundan sonra daha sağlam siyasi kültür temellerine oturacaktır. Yapısal şeyler tartışılır, yani ordu öyle mi yapılansın, böyle mi yapılansın, istihbarat nasıl olsun gibi şeyler tartışılır. Bundan sonra da tartışılacaktır. Ama uzun vadede en önemlisi siyasi kültürdeki değişiklik ve iyileşmelerdir.

Sivil toplum, siyasi partiler bu yaşananlardan çok şey öğrendi. AK Parti teşkilatları bir darbe savar gibi çalıştı: sıradan insanlar tesadüfen öğrendikleri yöntemler bir-iki saat içerisinde bütün Türkiye’ye yaygınlaştırdılar. Çöp kamyonlarıyla, ağır iş makinalarıyla kışlaların çıkışını kapatmak gibi pratik şeyler. Bir de takdir etmek lazım insanları, kimse maske takmadı. Kimse taşkınlık yapmadı. İnsanlar silahsız olarak ve çok büyük risk alarak sokaklara çıktı. Egzozları tıkayarak, branda çekerek tankları durdurdu. Muazzam bir şey bu, dünya için de alınacak dersler vardır. Buradan aslında destanlar türetilmeli, kahramanların hikayeleri yazılmalı. Umarım yapılacaktır.

 

MKB – Siz uluslararası kuruluş ve örgütleri de takip ediyorsunuz. Bunlar içinde ilginç tepkiler veren kuruluşlar oldu. Bunlardan biri de İnsan Hakları İzleme Örgütü. İnsan Hakları İzleme Örgütü darbe girişiminden sadece bir gün sonra daha Jandarma Genel Komutanlığındaki askerler polisler tarafından yeni teslim alınmışken, onların sistematik olarak kötü muamele gördükleri, hatta tecavüze uğradıklarına ilişkin paylaşımlarda bulundu. Suriye’de yaşananlar konusunda aylarca bekleyen bir örgütün bu aceleciliğini neye yoruyorsunuz?

AY – Bunu Batıdaki önyargı ve FETÖ örgütünün etki gücüne bağlıyorum. FETÖ ağından adamlar bulunabilir buralarda; en azından bilgileri onlar sağlıyor olabilir. Şüphesiz, insanların kötü muamele görmesini istemiyoruz, ama insanların kötü muamele gördüğünün anlaşılması da genellikle biraz zaman alır. Peşinen böyle bir şey olduğunu varsaymak bir operasyon gerçekleştirdiğini gösterir. Bir de bu örgütlerin samimi olabilmeleri, inandırıcı olabilmeleri için aynı zamanda darbe teşebbüsünü de kınamaları gerekir. Hiç inandırıcı olabildiklerini görmedik bu konuda. Benim bildiğim kadarıyla, 250’ye yakın insan öldürülmesine ve binlerce insan yaralanmasına rağmen dünyanın etkili insan hakları örgütleri düzgün bir açıklama yapmadı.

MKB – Sizce Türkiye artık nasıl bir yer? Genel olarak değerlendirdiğinizde yaşadığımız bu büyük badire sonrasında sizin, bu ülkeye ve bu millete karşı hisleriniz nedir?

AY – Açıkçası zaman zaman “bu ne biçim millet, bu nasıl bir toplum” gibi şikayetlerim, serzenişlerim herkes gibi benim de olurdu. Ancak bugün şöyle düşünüyorum “Vallahi bu millet çok büyük bir millet, gençlik de çok büyük bir gençlikmiş”. “Bu gençlik hiçbir şeyle ilgilenmiyor, dünyadan haberi yok, asosyal, apolitik”, diyorduk, öyle değilmiş. Bu gençler sokağa çıktılar. Gülay Göktürk’le bir şöyle bir konuşma geçti aramızda sonraki günlerde: “İnsanların, o genç çocukların tekbir getirerek sokağa çıkması, ölümü göze alması, tankın üstüne yürümesi, tankı elleriyle durdurmaya çalışması, bunlar göz yaşartıcı şeyler, muazzam şeyler. Bu toplumun artık bir destanı var. Yani şanlı bir toplum haline geldi. Dolayısıyla bugünlerde bu toplumun parçası olmak hakikaten harika bir şey, güzel bir şey”.

Bu yaşananların unutulmaması lâzım. Bu konu da son derece önemsememiz gereken şeylerden biri. Hem olayın hafızalarda tutulması, hem de kendilerini bizler için feda eden bu insanların hatıralarının yaşatılması lazım. Belgesellerin hazırlanması, romanların yazılması, filmlerin çekilmesi gibi şeylere ihtiyaç var. Akademisyenlerin de bu işi akademik olarak ele alıp bu halkın direnişini, motivasyonlarını anlamaya yönelik çalışmalar yapması gerekir. Bu insanları hakikaten unutturmamalıyız, bu insanlar bizim için canlarını feda ettiler. Bugün biz özgürce konuşabiliyorsak işte bu ölen, yaralanan insanlar sayesindedir. Onlara büyük bir vefa, en azından gönülden bir teşekkür borcumuz var. Bunu unutmadan, bu bilinçle hareket etmek gerekir. Ömer Halisdemir örneğinde olduğu gibi mesela, toplum da, devlet de bu konuda gereken hassasiyeti gösteriyor diye düşünüyorum. Sosyal medyadaki mesajlara, paylaşımlara bakıyorum, Ömer Halisdemir ve diğer şehit ailelerine yapılan ziyaretlere bakıyorum seviniyorum, umutlanıyorum.

MKB – Hocam, Tezkire Dergisi adına çok teşekkür ederim, sağ olun, sorularımızı cevapladınız.

AY – Ben teşekkür ederim.

Ütopik ve Aydınlanmacı Sosyalizm

[box type=”info” align=”aligncenter” class=”” width=””] Serinin diğer yazıları:
1. Sosyalizmin Hristiyan Kökleri
2. Ütopik ve Aydınlanmacı Sosyalizm
3. Proudhon mu Marx mı?[/box]

İlk örneklerini sınırlı ölçüde Antik Yunan’da bulan sosyalizm, Orta Çağ’da Hristiyan ‘Heretik’ gruplarda ve Reformasyon’da yeni şekiller ve özellikler kazandı. Antik Yunan’daki I. Ütopik Dalga’nın ardından, Aydınlanma boyunca, II. Ütopik Dalga hem edebî hem felsefî çalışmalarda boy gösterdi.  More (1516) ve Campanella (1602) gibi günümüz okurunca bilinen ütopyacılar yanında Gerrard Winstanly (“The Law of Freedom”) (1652), Denis Vairassse, Fenelon, Fontennelle, Restif de La Brettone gibi isimler ütopya ve romanlarda kendi sosyalizm anlayışlarını açıkladı. Aydınlanma Çağı’nda sosyalizmi anlatan felsefî eserler ise Jean Merlier, Morelly, bir ölçüde Diderot, en önemlisi Deschamps gibi isimlerden geldi. Fransız Devrimi esnasında bu sosyalist tasavvurlar uygulama planlarına dönüştürülmek istendi ve bunda Phlippe Buonarrotti ve François Emile Babeuf başrolü oynadı.

Böylece Orta Çağ sosyalizmi bir dönüşüm geçirdi ve Shafarevich’e göre, dört özellik kazandı.

  1. Orta Çağ ve Reformasyon boyunca sosyalist fikirler, en azından formel olarak, dinî hareketler içinde gelişmişken, II. Dalga’da ütopyacı sosyalizm dinden koptu ve tedricen dine düşman oldu. More ve Campenalla’da Hristiyanlığa karşı bazen yabancılaşma bazen ironik bir tavır vardı. Winstanley ise çağındaki dinlere açıkça düşmandı. Deschamps dini toptan reddetti, Tanrı’nın insan icadı olduğunu, insanın bastırılmasının sonucu ve baskının aracı olduğunu ilan etti. Meslier dünya görüşünü dinlere ve Hristiyanlığa, özellikle İsa’ya nefrete dayandırdı.
  2. Orta Çağ mistisizmden tüm tarihi kapsayan düzenli bir evrim olduğu fikrini aldı. Ancak, mistiklerin bu süreçte gördüğü sürükleyici güç ve gayenin -Tanrı bilgisi ve Tanrı ile birleşme- yerine ilerlemeyi tarihin motive edici gücü olarak kabul etti ve insan aklını ilerlemenin üstün ürünü olarak kabul etti.
  3. Tarihî sürecin üç safhası -insanın düşüşü, daha mükemmel hâle gelişi ve orijinal duruma dönüşü- mitlerini muhafaza etti. Bu çerçevede tüm sosyalist doktrinler şu unsurları kapsar:
        – Özel mülkiyet denilen ilk günah tarafından tahrip edilmiş olan ilkel  ‘doğal durum’ veya ‘altın çağ’ miti.
        – Mevcut durumun kınanması. Çağdaş toplum tedavi edilemez biçimde bozulmuş, gayri âdil, anlamsız, parçalanmaya hazırdır. Ancak onun kalıntıları üzerinde insanlara her mutluluğu garanti edecek bir yeni sosyal yapı inşa edilebilir.
        – Sosyalist ilkeler üzerine inşa edilmiş, bütün yetersizliklerin ortadan kalkacağı bir yeni toplum kehaneti. Bu, insanlığın ‘doğal hâl’e, Morelly’nin dediği gibi bilinçsiz Altın Çağ’dan bilinçli Altın Çağ’a dönmesinin yegâne yoludur.
  4. Orta Çağ heretikleri tarafından ruhun maddenin gücünden kurtulması olarak anlaşılan ‘kurtuluş’ fikri çağdaş toplumun ahlâkından, sosyal kurumlarından, hepsinden önemlisi özel mülkiyetten kurtulma arayışına dönüştürülür. Başlangıçta bu kurtuluş sürükleyici gücünün akıl olduğu kabul edilir, fakat tedricen onun yeri halk ve fakirler tarafından alınır. Buonarroti’ nin ‘Conspiracy of Equals’ında bu konsept tamamlanmış hâldedir. Sonuç olarak  ‘geleceğin toplumu’nun inşası planında yeni somut özellikler belirir: Terör, zenginlerin varlıklarının fakirler tarafından zorla alınması, mobilyaların – eşyaların gasp edilmesi, borçların ilgası vs…

Ütopik ve aydınlanmacı sosyalizm 20. Yüzyıl sonlarında çöktü. Bu gerek sosyalistler gerekse sosyalist olmayanlar tarafından beklenmeyen bir vakaydı. Pek az kişi sosyalizmin çökeceğini, çökmeye mahkûm olduğunu görebildi. Hatta sosyalizmin asla çökmeyeceği ve bir girdiği yerden bir daha çıkmayacağı kanaati çok yaygın ve baskındı. Bunun sebebi sol teorinin müthiş hâkimiyetiydi. Dünyaya ‘neo-liberalizmin’ egemen olduğu yolundaki bütün laf kalabalığına rağmen, sol teorinin hâkimiyeti ortadan kalkmadı. Özellikle entellektüel muhitlerde hâlâ baskın. Ne yazık ki çoğu zaman bunun farkına bile varılmıyor. Sosyalizme karşı olduğunu sanan birçok insan sosyalist kavramlarla, konular ve yazarlarla zaman harcayıp duruyor.

15 Temmuz Zaferi ve Kapitalizme Övgü

15 Temmuz’daki darbe girişiminin bertaraf edilmesine yardımcı olan, kişiler, gruplar, araçlar, değerler ve motivasyon unsurları tartışılmaya devam ediyor. Bir süre daha bu tartışma sürecektir zira, darbeye direniş demokrasi tarihimizin en önemli olayıdır.

Ünsal Çetin, 09 Ağustos 2016 Hür Fikirler internet sayfasında yayınlanan yazısında; “Liberal Vizyonun Zaferi Olarak 15 Temmuz” adlı harikulade bir yazı kaleme aldı. Çetin, yazısında; 15 Temmuz zaferinin arkasında Türkiye’nin özellikle 1950’den beri ağır ağır yol aldığı liberalleşme vizyonunun olduğunu iddia ediyor. Yine genç kalem Mustafa Ali Aykol da 23 Ağustos 2016 günü yine Hür Fikirler’de yayınlanan yazısında “Bir Cep Telefonu Darbeyi Önleyebilir mi?” başlıklı yazısı ile kapitalizmin ürettiği cep telefonunun darbecilerin nasıl başının belası olduğunu anlattı. Bilmem ne kadar farkındayız bilmiyorum ama darbeyi bertaraf eden gücün yanında kapitalizmin ürettiği değerler, araçlar ve bireysel cesaret vardı.

Daha baştan kapitalizmin ürettiği araçlar darbe yapmayı, daha doğrusu başarılı olmayı zorlaştırdı. El konulması gereken sayısı belirsiz TV vardı. Tutulması gereken çok yol vardı. Bitti mi? Hayır, girişim başladı, internetle, mobil telefon ağlarıyla, facebook ve twitter ile mücadele etmek, onları da kontrol altına almak gerekiyordu. Tabiî ki başaramadılar, kapitalizmin buluşları, icatları darbecilerin yetersiz, çaresiz kalmalarına yol açtı. Bütün bu araçları bizlere kazandıranlara şükran borçlu değil miyiz? Küçük bir çocuk (Hande Fırat’ın kızı) yaratıcı bir grup tarafından icat edilen bir akıllı telefon uygulamasını annesine öğreterek darbecilerin hesabını bozan Erdoğan’ın çağrısını dünyaya duyurmadı mı? Telefon, internet gibi olağanüstü keşiflerin yeni inovasyonlarla daha kullanışlı, daha hızlı olmasını sağlayan kapitalizmin çılgın gençlerine şükran borçlu değil miyiz?

Ünlü iktisatçı M. Friedman; “kapitalist bir ülkede, sosyalizmi savunabilirsiniz, ama sosyalist bir ülkede kapitalizmi savunamazsınız” der. Bu cümleyi şöyle manipüle edelim: “Kapitalist bir ülkede darbeyi savunabilirsiniz, askerî darbe altında ise diğer şeyleri asla!” Kapitalizmin ürettiği değerlerden birisi de bireysel cesaret ve faydacılıktır. Bireyci bir toplum gerçek anlamda özgürdür. İşte o gece darbeye karşı koyma direnci kapitalist bir topluma evrildiğimiz için mümkün oldu. Özgür bireyler olarak askerî darbe altında yaşamak istemeyenler, cesaret ile onların (darbecilerin) üzerine gittiler. Kapitalizmin özünü bireyci faydacılık oluşturur, buna göre birey kendi faydasına olanı çok iyi bilecek konumdadır. Askerî yönetimin kendi yararına olmadığına inanlar bir şekilde darbeye karşı koydu. Özgürlük isteği, kendi yaşamına hâkim olma arzusu galip geldi. Erkekler, kadınlar ve çocuklar, bir grubun hareket etmesini beklemedi, cemaatim, sendikam, meslek örgütüm, komşum “ne der” diye düşünmedi, beklemedi kendini sokağa attı. İşte bu kapitalizmin bizlere kazandırdığı cesaret ve ferasettir.

İdeolojik olarak kapitalizm düşmanı yapılmış çok insan var. Ancak bu tarihî olayda kapitalizmin araçları, ürettiği değerler ve bireysel cesaret bizleri, ülkemizi postal altında yaşamaktan kurtardı. Kapitalizmin beşiği olduğu zannedilen bazı ülkelerin (ABD vb Batılı ülkeler) devletlerinin darbe girişimi sırasındaki tutumları kapitalizmin bizlere sağladığı araçların, değerlerin ve üstün cesaretin değerini düşürmez. Teşekkürler kapitalizm!

Sosyalizmin Hristiyan kökleri

[box type=”info” align=”aligncenter” class=”” width=””] Serinin diğer yazıları:
1. Sosyalizmin Hristiyan Kökleri
2. Ütopik ve Aydınlanmacı Sosyalizm
3. Proudhon mu Marx mı?[/box] Değerli meslektaşım Doç. Dr. Bengül Güngörmez, siyaset felsefesi sohbetlerimiz esnasında, sıklıkla, Batı’da bütün siyasî felsefenin ve ideolojik tartışmaların temelinde teolojinin yattığını söyler. Yakınlarda okuduğum iki kitap Bengül’ü doğruluyor. İlginçtir, kitapların ikisi de geniş anlamda sol üzerine. İlki, Eric von Kuehnelt–Leddihn’in ilgili çevrelerde bir efsane hâline gelen Leftism (Solculuk) adlı çalışması. İkincisi ise ünlü Rus-Sovyet matematikçi Igor Shafarevic’in The Socialist Phenomenon’u (Sosyalist Fenomen). (Meraklılar için, KL’in kitabı mises.ogr’dan e-kitap olarak hayli ucuz bir fiyata temin edilebilir. Shafarevic’in kitabı ise, internet ortamında – GoogleBooks bedava indirilebilir).

IS’in kitabı, benim gibi sosyalist olmadığı hâlde sosyalizm üzerine geniş okumalar yapmış meraklı biri için dahi sürprizlerle dolu. Modern okuyucu sosyalizmin modern (Aydınlanma çağı ürünü ) bir ideoloji olduğunu düşünmeye meyillidir.  Bunun yanlış, en azından eksik, olduğunu, IS, ayrıntılı biçimde gösteriyor. Bu yazıda, bu büyük yazarın bazı tespit ve yorumlarını kendi görüşlerimle kararak özetlemek istiyorum.

IS’e göre sosyalizmin ilk kökleri Antik Yunan’da karşımıza çıkar. Hem Plato ve Aristo’nun hem de başka bazı isimlerin felsefî ve edebî eserlerinde bunun izleri görülebilir. Aynı dönemde, küçük çaplı sosyalizm pratiği denemeleri de olmuştur. Ancak, sosyalizmin, tabiri caizse, ete kemiğe bürünmesi Orta Çağ’da ve daha ziyade Hristiyanlık içinde ve etrafında vuku bulmuştur. En kestirme ifadesiyle, Orta Çağ, Antik Yunan’daki teorik, skolastik doktrini bir toplanma noktasına ve geniş popüler hareketlerin arkasındaki motivasyona dönüştürdü. Orta Çağ’ın Hristiyan sosyalizmi, ağırlıklı olarak İsviçre, Kuzey İtalya, Güney ve Kuzeybatı Almanya gibi yerlerde ve Taboritler, Catharlar, Waldenseler, Free Spiritciler, Anabaptisler ve benzeri heretik (sapkın) hareketlerde belirdi.

IS sosyalist hareketlerin değişebildiğine, toleranssız, tahrip edici bir karakter kazanabildiğine işaret ediyor. Yazara göre, sosyalizmin genel özellikleri şöyle sıralanabilir. Birincisi, sosyalist ideoloji bir nihaî çöküşün, eski dünyanın bir yıkılışının ve yeni bir düzenin başlayışının gelmekte olduğu fikrini taşır. Bu çöküşle kötü güçlerin sonu gelecek, ‘seçilmiş’ insanların egemenliği tesis edilecektir.  İkincisi, sosyalizm, Orta Çağlar’da kazandığı, esas itibariyle din adamı Fiore’li Joachim’den gelen bir üniversal tarih anlayışına sahiptir. Sosyalist idealin gerçekleşmesi, Platon’un anlayışında olduğu gibi bir bilge yöneticinin kararıyla bağlantılı değildir, bireylerin iradesinden bağımsız, bütün tarihi kuşatan, önceden belirlenmiş bir süreçtir. Buna bugün determinizm diyoruz.

Üçüncüsü, Orta Çağda bir organizasyon yapısı belirdi. Bu yapı iki halkalıydı. Merkezde doktrinin bütün özelliklerinden haberdar bir liderler kadrosundan müteşekkil bir halka onun etrafında ve sosyalizme tam olarak tarif edilmesi zor hislerle bağlı çok daha geniş bir ikinci halka. Dördüncüsü, Orta Çağda sosyalizmin gelişmesinde liderlik rolü yeni bir birey tipi ortaya çıkardı. Klasik düşünürün yeri ateşli ve yorulmak bilmez popüler yazar ve organizatör, yıkmanın teori ve pratiğinde uzman kişi tarafından alındı. Bu kişi, başarılı göründüğü zaman tükenmez bir enerjiye sahiptir, fakat şansı aleyhine döndüğü zaman değersiz ve dehşete düşmüş bir hiçtir.

Orta çağlarda, sosyalist ideoloji sıkı şekilde Hristiyanlığa bağımlıydı. Neredeyse bütün sosyalist hareketlerde eşitlik fikri insanların Tanrı önünde eşit olması fikri üzerine kuruldu. Sosyalizm tarihî bir hedef, dünyanın günahkârlığı, dünyanın sonunun gelmesi ve nihaî yargılama fikirlerini Hristiyanlığa borçludur. Bunun sebebi yalnızca o dönemde genel tarihî konseptleri izah etmek için kullanılabilecek mevcut dilin dinin lisanı olması değildi; Hristiyanlıkla sosyalizm arasındaki daha derin bir etkileşimdi. Hristiyanlık ve sosyalizmde belli ilişkili unsurların mevcudiyeti  (özel mülkiyetin ve evliliğin ilgası) sosyalist ilkeleri Hristiyanlık içinde gerçekleştirmeye çabalayan manastır (monestary) fenomeni tarafından gösterilmektedir.

IS’in bu tespitleri başka bazı yazarlar tarafından da tekrar ve teyit edilmiştir. F. A Hayek’in sosyalizm yorumları, l. Berlin’in Marx biyografisi ilk akla gelenler… KL’den zaten bahsettim. Anarko- kapitalist M. Rothbard’da da bu istikamette bazı bilgi ve yorumlar bulmak mümkün. Kısacası, 19. ve 20. Yüzyıl’da kendisi bir seküler dine dönmüş olmakla birlikte, sosyalizm, bugün bildiğimiz birçok görüşünü Hristiyanlıktan almıştır.

Miroğlu: Hendekler darbeye hazırlıktı

Gülen yapılanmasının darbe girişimi üzerinden yaklaşık 3 ay geçmesine rağmen konu hâlâ Türkiye’nin en önemli gündem maddesi. Ancak değişmeyen bir madde daha var; PKK. Darbe girişimi sonrasında Gülen yapılanması ile PKK arasındaki bağlantıya ilişkin çok sayıda iddia dile getirildi. AK Parti’li Orhan Miroğlu da bu bağlantının var olduğuna inanan isimlerden biri. Al Jazeera’nin sorularını yanıtlayan AK Parti Mardin milletvekili Orhan Miroğlu, darbe girişimi sürecinin bölgede kazılan hendeklerle başladığı görüşünde. Kürt sorununa ilişkin hem bölgesel gelişmeleri hem de hükümetin yaklaşımı ile birlikte Türkiye içindeki durumu da değerlendiren Orhan Miroğlu’na göre Abdullah Öcalan bugünkü mantıkla denklem içine giremez.

Siz 15 Temmuz gecesi Meclis’teki milletvekillerinden biriydiniz. O dehşet anlarını Meclis çatısı altında yaşadınız. Yaklaşık 3 ay geçti üzerinden. Operasyonlar devam ediyor, bir yandan da açığa almalar, gözaltılar, tutuklamalar. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu süreci?

Benim tüm geçmiş darbeler dönemine ait bir hafızam var, o gece olup bitenlere bütün bu hafıza üzerinden baktım. 12 Mart, 12 Eylül 28 Şubat, Nisan Muhtırası ve şimdi de 15 Temmuz..15 Temmuz hiç birine benzemiyor. Darbe girişimi demiyorum ben, Türkiye’yi işgal ve Türkiye’de bir etnik çatışma ortamı yaratma hatta mezhep üzerinde de bir çatışma yaratıp ülkeyi küresel güçlerin bir egemenlik alanı olarak yeniden dizayn etmek çabası olarak görüyorum. O gece tabii herkes gibi ben de ilk haberleri,  televizyonda izledim, darbe olduğu anlaşılınca da, kızımla birlikte Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne geldim. Meclisi birkaç defa bombaladılar, Meclis’in işgal edilip edilmeyeceğine dair çok sorular vardı aklımızda. Ama dışarıda eylemlere katılan arkadaşlarımız bize moral veriyordu. Merak etmeyin halk olaya el koydu ve Genelkurmay Başkanlığı ile Meclis halkın kuşatması altında diyorlardı. Türkiye 15 Temmuz’dan sonra yepyeni bir sürece girdi. Darbeyi halk engelledi. Sayın Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın açıklamaları çok önemli ve cesaret vericiydi ama 241 insan kendini feda etmese, bedenini canlı kalkan haline getirmese bu insanların daha fazla tahribat yaratması söz konusu olurdu.

Başarılı olamayacakları ortadaydı diyorsunuz siz de. Ortada arka arkaya yapılmış, halkın büyük oranda sandığa gittiği ve nerede durduğunu ortaya koyduğu seçimler var. Bu girişimi neye güvenerek yaptılar?

Bu cesaretin ben küresel bir cesaret olduğunu düşünüyorum. FETÖ’nün 30-40 yıl örgütlenerek, iktidarı ele geçirme ve bir daha bırakmama girişimi olarak görüyorum. Bu işlerin peşinde olan insanların bir ülkenin hakikatlerini çok da iyi değerlendirebildiklerini düşünmemek lazım.. Her zaman yanılgı içinde olurlar. Bu örgüt de bu yanılgıyı yaşadı bence. Türkiye’de halk dediğimiz güç artık darbeler meselesine belli bir hafıza üzerinden bakmayı öğrenmişti, hesaplanamayanlardan biri buydu. Bir de bunun dışında bence FETÖ, Doğu ve Güneydoğu’da şu an içinde bulunduğumuz hâle çok güvendi. Her gün şehitler geliyor, hendekler üzerinden çok kötü tecrübeler yaşandı. Aslında Haziran seçimlerinde 80 milletvekili almış olmasına rağmen HDP-PKK politik hattının tekrar yüzünü çatışmaya ve şiddete yöneltmesinin de bir biçimde darbeye hazırlık amacıyla olduğunu görüyoruz. Yani, “Bu girişim başarılı olsaydı bundan en kârlı çıkacak örgüt benim” diye düşündü PKK. Zaten bu “darbe mekaniği” tanımlaması son bir iki yıldır hatta çözüm sürecinde de İmralı’da da bayağı üzerinde durulmuş bir kavram.

Bu Öcalan tarafından çok sık kullanılan bir kavramdı…

Heyet ile görüşmelerinden çıkan metinler kitaplaştırıldı. Onları baştan sona okudum ben. Orada hemen hemen her görüşmede bir darbe sürecinden bahsediliyor. Türkiye’nin Suriye’de yanlış yaptığından bahsediliyor.

Bilerek mi yoksa..

Orada öyle ifadeler var ki, ben okuduğumda çok şaşırdım. Abdullah Öcalan nasıl bu kadar net konuşabiliyor diye. Yani bir darbenin neredeyse habercisi gibi, darbenin kaçınılmaz olduğuna vurgu yapan ifadeler. Ama tabii bu darbenin kaçınılmaz olduğunu söylemek başka bir şey, bu darbeyi FETÖ ile ilişkilendirmek başka bir şey. Abdullah Öcalan’ın muhtemel bir darbeyi özellikle  FETÖ ile ilişkilendirmesi de ayrıca çok dikkat çekici. Dolayısıyla bu kriz dönemi Türkiye’de bir hafta bile sürseydi şu olurdu; PKK tüm silahlı güçlerini şehirlere çekerdi. Bütün küresel güçlerin de dikkate alacağı, “Türkiye darbe süreci yaşıyor. Doğu-Güneydoğu’da güvenlik sağlanamıyor. Bunu sağlamak için bu güçleri şehirlere gönderdik” diye bir açıklama yapardı. Suriye meselesi ile ilgili son zamanlarda küresel güçlerin ilişkilerine baktığınız zaman böyle bir açıklamanın desteklenebileceğini düşünmek lazım. Batı, PKK’nin şehirlere inmesini güvenin kalmadığı bir ülkede hak olarak görebilirdi.

“Kürtlere ve Alevilere daha fazla güvenmek gerek”

HDP de bu hesapların bir parçası mı sizce?

Parçası mı değil mi bilemem, soruya evet demek, aşırı bir değerlendirme olur. HDP tabanı böyle bir oyuna karşı çıkardı, HDP yöneticilerinin içinde bu oyuna gelmeyecek çok insan olduğunu biliyoruz. Ama PKK’nin bu işin bir parçası olduğunu rahatlıkla düşünebiliriz. Hendek süreci, Türkiye’de darbeye hazırlık ortamıydı.. Diyelim ki 300-400 bin insan hendek çatışmaları sırasında bölgeyi terk etmese, PKK ile devlet arasındaki çatışmalara müdahil olsa, güvenlik güçlerine karşı tavır alsalardı, darbeye kimsenin pek de itiraz edemeyeceği geniş bir “meşruiyet” alanı inşa edilmiş olacaktı. Oturup aralarında bir anlaşma yaptılar mı, yapmadılar mı ben onu bilemem ama PKK’nin hendek stratejisinin darbe girişimine zemin hazırlamaktan başka bir işe yaramadığını da bugün artık görüyoruz. Bu şekilde düşündüğünüz zaman darbeden çıkan en önemli siyasi sonuç nedir diye sorarsanız; bence artık devletimizin de partilerimizin de bölge halkına çok daha fazla güvenmesi gerektiğidir. Kürtlere ve Alevi halka çok daha fazla güvenmek gerekir.

Neden?

Çünkü her iki halk kesimi de bence bu darbe sürecinde ve PKK’nin başlattığı hendek savaşları sürecinde çok önemli bir siyasi tavır ortaya koydular ve karşı pozisyon aldılar. Eğer hendeklerde Kürtler PKK’yi destekleseydi, biz Allah korusun çok büyük ölümleri göze alarak ancak Cizre’ye , Nusaybin’e müdahale edebilecektik. Evet çok sayıda sivilin de öldüğünü biliyoruz hendekler sürecinde, Onların da hakkı, hukuku mutlaka karşılanmalıdır.

Yani HDP’ye oy veren insanlar FETÖ’ye mesafeli ama HDP ve PKK FETÖ’ye mesafeli değil mi demek istiyorsunuz?

Evet halkın duruşu başka. Ve FETÖ hiç bir zaman halkın bakışını değiştirememiştir. Zamanında FETÖ’nün okuma salonlarından bahsedilirdi Diyarbakır’da. Çok çalıştı, çabaladı, ama hiç bir zaman Batı’da olduğu gibi yaygın ve geniş bir örgütlenme ağı bulamadı bölgede. AK Parti’nin oradaki siyasi kurumsallaşması ve Kürt meselesinde oynadığı rolün bunda önemi var. FETÖ bölgede  geniş bir örgütlenme yapabilseydi risklerimiz artardı. O bakımdan devletin o geleneksel güven problemini düşünmesi lazım. Neyi konuşuyoruz mesela? Binlerce insan tasfiye edilirken kriterlerimiz ne olacak?

Size de çok şikayet geliyor mu?

Epey geliyor. Biz mağdur  olduğuna inandıklarımızı ilgili kurumlara bildiriyoruz. Mesela HAK-PAR’a yakın 30 öğretmen arkadaşımızın açığa alındığını biliyoruz, Mardin’de bu şekilde açığa alınmalar var. HAK-PAR’a yakın olup olmamak değil mesele tabii, HDP’ye de yakın olabilir öğretmen arkadaşlarımız, fakat bu derse girmeme, Ankara Garı’ndaki katliamı protesto etme gerekçesiyle görevden uzaklaştırılan arkadaşlarımızın haksızlığa uğradığını düşünüyorum ben. Ben öğretmen olsaydım IŞİD’in gerçekleştirdiği katliamı protesto etmek için bir şeyler yapardım. Kendi ilçem olan Midyat’ta HDP’ye yakın öğretmen arkadaşları da biliyoruz. Savcılıklardan bu arkadaşlarımızın hakkaniyetle ve iyi araştırılmalarını talep ettik. Sadece HDP’ye yakınlık böyle bir sonuca yol açmamalı. Ama bölgede şöyle bir gerçekliğimiz de var; dağa militan gönderilmesini kolaylaştıran bazı öğretmenlerimiz de var maalesef. Kürt aydınları ve sivilleri arasında da teröre ve şiddete sağlıklı olmayan bir bakış açısı var. Meselâ, hepimiz demokratik mânâda yayın yapacak bir gazetenin kapatılmasına karşı olabiliriz ama bu gazete eğer PKK’nin yayın organı gibi çalışıyorsa burada bir sorun var demektir. Şiddet ve teröre yayın düzeyinde toleransla yaklaşılması çok da kabul edilebilir bir şey değil. Aslı Erdoğan, mesela Gündem gazetesinde yazıyordu. Gündem gazetesi PKK’nin yayın organı niteliğindedir. Bu demokratik bir yayıncılık değil. Oysa HDP’ye yakın bir gazetenin var olması faydalıdır.

“Zana neden hiç konuşmuyor?”

Var mı böyle bir ayrım?

Var, çünkü HDP’de dahi biraz daha farklı düşünen insanlara karşı bile ayrımcılık yapılıyor. O insanların itibarsızlaştırılması yönünde yayıncılık yapılıyor. Mesela Leyla Zana ne kadar yer alabildi o medyada? Neden Leyla Zana hiç konuşmuyor mesela? O konuşmuyorsa bu süreçte ne zaman konuşacak? Leyla Zana’nın o televizyonun, gazetenin görüşleri ile arasında büyük bir fark var. Örgüt Leyla Zana’nın konuşmasını istemiyor. Leyla Zana da konuşmak istemiyor, çünkü muhtemeldir ki konuştuğu zaman bu olup bitenlere çok farklı yaklaşacak, örgüt tarafından daha da itibarsızlaştırılacak. Yani Aslı Erdoğan için söylüyorum böyle kanlı bir örgütün medyasında yazı yazmak çok farklı bir şey, Kürtlerin haklarına sahip çıkmak, HDP’nin parlamentodaki mevcudiyetini savunmak farklı bir şey.

Kürt aşiretleri meselesi tartışıldı geçen hafta. Siz bununla ilgili rahatsızlık dile getiren isimlerden birisiniz. Sizi rahatsız eden nedir tam olarak?

Ben başından beri bu 15 Temmuz darbe sürecine, “Ergenekon, Balyoz hakikati üzerinden bakılamayacağını” savunan isimlerden biriyim. Bu davalardan yargılanan insanlar devletin bir çok kurumunda yaşanan boşlukları doldurma gayreti içine girdiler. Bunu saklamıyorlar da. Bu arkadaşların Kürt meselesine dair çok güçlü bir hafızaları var. “İkinci bir kalkışma olacak. İngilizler Kürt aşiretlerinin borçlarını ödüyor” diyen kişi Atila Uğur. Bu kişi, Şam’da Abdullah Öcalan ile altlı üstlü yaşamış biridir. Öcalan’ı sorgulayanlardan biridir. Öcalan’a gidip,  “PKK’nin hepsi Türkiye’yi terk etmesin. 500’ü burada kalsın” diyen İmralı ekibinin içindedir. Kızıltepe’de görev yaptığı dönemde faili meçhullere adı karışmış biridir, hakkında soruşturmalar açılmıştır, şimdi kalkıyor Kürt aşiretlerini kanıtlayamadığı bir takım suçlamalarla zor durumda bırakmaya çalışıyor. .

Bu iddiayı ortaya atarken amacı neydi sizce?

Siyaseten inandığı düşüncelere ve partisine  alan açmak. Bu alanı Kürtler  üzerinden açabilirim diye bir düşünce ile hareket ediyor. Bir istihbarat aldığını iddia ediyor. Devletin hiç bir istihbarat kurumuyla ilgisi yok. Sonra Başbakan ikinci kalkışma iddialarının FETÖ iddiası olduğunu söyledi.  Cumhurbaşkanımız da “uyanık olalım ama darbe olacakmış gibi bir beklenti içinde olmak bu ülkeye zarar verir.” dedi. Ben de  dedim ki, “Kemalistler ve ulusalcı kesimler siyasi kriz dönemlerinde hep Kürtler üzerinden bir takım açıklamalar yaparlar ve bir sonuç almayı umarlar.” Zaten biz bu dönemde hem HDP’ye hem de AK Parti’ye yakın duran aşiretlerin Türkiye’ye bağlılık açısından aralarında bir mutabakat olduğunu görüyoruz. Bizim muhafazakâr medyanın da bu konuya, 15 Temmuz’a “Ergenekon ve Balyoz” üzerinden bakmaması lâzım. Bu konuyla birlikte bir kez daha ortaya çıkan bir gerçek var. Kürt meselesi her tür kriz anında Türkiye’nin uluslararası güçler tarafından kullanılabilecek zayıf bir noktası gibi duruyor. Birtakım örgütler bu meseleyi kullanabileceğini düşünüyor. 

Çözüm için çok yol denendi ama sorun kritik pozisyonunu koruyor. Son dönemde Kürt meselesi konusunda bir dönüşüm yaşandı ama PKK halen varlığını sürdürüyor. Nasıl çözülecek bu iş?

Çok doğru. Bu mesele Türkiye’de çok farklı bir merhaleye taşındı. PKK, devleti milada dönüşe zorlamak istiyor. Yani devletin Kürt kimliğini inkârı, demokratik ve siyasi manada çözüm olmaması, bölgenin ekonomik anlamda yoksulluğunun sürdürülmesi anlamında milada dönüş... PKK aslında tüm stratejilerini devleti bu milada dönüşe zorlamak için hayata geçirdi ama başarılı olabildi mi? Hayır. Çözüm süreci ile geçen 2.5 yıla baktığımızda Abdullah Öcalan’ın devre dışı kalmış olması, örgütün izlediği Pan-Kürdist politikalar, yani Kürtlerin yaşadığı tüm coğrafyaları yönetme iddiası çerçevesinde baktığınızda HDP ve PKK’yi merkeze alan bir çözüm arayışının sonuç vermeyeceği kanaatindeyim.

“HDP’nin çok değerli bir zemini var”

Şu anda Öcalan’ın mesajlarının da konuyu bir çözüme ulaştıramadığı görüldü…

Şu an esas olarak HDP’ye çok büyük bir görev düşüyor. Kürtlerle kurulacak münasebetlerde eğer karşımızda ilişki kurulabilecek bir muhatap aramamız gerekiyorsa o zaman HDP’nin son çözüm sürecinden başlayarak, Suriye politikası ve hendek politikası üzerinden kendini PKK tezlerine entegre etmesine bir şey söylememiz lazım. HDP ancak kendi içinde ciddi bir siyasi muhasebe yapıp PKK’ye rağmen Türkiye’de demokratik siyasi zemini korumaya dair bir irade sahibi olduğunu gösterirse bir çok şeyi konuşmak mümkün olabilir.

HDP’nin “PKK’ya rağmen” bir adım atacağına siz inanıyor musunuz?

Ben böyle bir şeyin olması gerektiğini düşünüyor ve  gerçekçi buluyorum. Selahattin Bey hep şunu diyordu, “Silahı PKK ile konuşun. Siyaseti ve demokrasiyi bizimle konuşun.” Âmenna… Şu an PKK ile silahı konuşma kapılarımız kapalı görünüyor. Buyursun HDP, demokrasi ve sivil siyaseti konuşalım, buna dair zemini hep beraber güçlendirelim. 

HDP ile demokrasi konusunda konuşma önündeki engel ne?

PKK şiddeti ve terörü…

HDP, PKK’yı kontrol edebiliyor mu? Durdurabiliyor mu?

Kontrol etmesini beklemiyoruz. Kendi zeminini kontrol etsin. Kendisinin çok değerli bir zemini var. Sivil toplum alanında, yerel yönetimlerde güçlü bir zemini var. Ama Kandil’in belediyelere atadığı  kayyumla aşamadı HDP.  O zaman devlet ne dedi, “Kayyum mu? Eh ben daha iyisini atarım” dedi ve öyle de yaptı..” Yani kayyum süreci PKK’nin belediyeler üzerindeki kayyum sürecine karşı bir alternatif olarak geldi. Eğer HDP’li belediyeler PKK doğrultusunda değil HDP doğrultusunda mesai yapsalardı, devletin kayyumunu kim onaylardı? Şu an hepimiz çok iyi biliyoruz ki, büyükşehirleri yöneten belediye başkanları filan değil. KCK sistemine bağlı bir mekanizma var, o yönetiyor. Bu gerçekleri gördüğümüz zaman şunu söylemek zorundayız; “Kardeşim. Ey HDP’liler. Siyasi zemininize sahip çıkın. Çok güçlü bir zemininiz var onun harcanmasına izin vermeyin, eh bunu bile yapamayacaksa HDP ne işe yarayacak?” Ama o ne yapıyor? PKK’nin ortaya koyduğu terör zeminini güçlendiren politikalar izliyor. Bunu Meclis’te de yaptı, bölgede de yaptı. Nusaybin’e hendek kazılırken, ‘Belediyeler bu işlere bulaşmayacak durun bir dakika’ diyemediler. Bunu deseydi, Kürt siyasetinde de bir kırılma yaşanırdı. Mesela Zana yalnızlaştırıldı,  Selahattin Bey, “Silahı PKK ile konuşun, demokrasiyi, siyaseti bizimle konuşun” dediğinde hemen ayar çektiler.

Kolay mı söz ettiğiniz bu koşullarda HDP’nin farklı bir tavır alması?

Mesele bu zaten. Siz bir şeyi değiştirmek istiyorsanız bu zorluklarla mücadele etmeniz ve net bir tavır almanız gerekir.

HDP’den bahsettiniz ağırlıkla, AK Parti ne yapacak?

AK Parti çok yol denedi. Ve hâlâ Kürt meselesinde HDP ve PKK’ye rağmen adım atmakla mükelleftir. Bunu kendini sınırlarını zorlayarak sürdürmek zorundadır. HDP’ye oy veren kesime de AK Parti’nin söyleyeceği, vaat edeceği şeyler olmalıdır. Biz bölgede halkı bir bütün olarak görüyoruz. Ekonomik ve siyasi çok önemli adımlar var. Bölgede büyük bir yatırım söz konusu şu anda. Doğru siyasi tutum ve Kürtlerin her alanda siyasi temsilini demokratik ve eşit bir biçimde sağlamak. Daha fazla PKK’lı öldürerek bu ülkede bu meselenin çözülme ihtimali hemen hemen yok gibi. Bu ülkede Abdullah Öcalan artı HDP mutabakatı ile siyasi zeminde ısrar etmek ve halka yaymak söz konusu olabilir. Yeni Anayasa’nın da Kürt sorununun çözümü konusunda önemli bir adım olacağını söylüyor AK Parti.

“Öcalan bu mantıkla denkleme giremez”

Peki son olarak Öcalan’a gelelim, bir mesaj verdi bayram öncesinde. Belki HDP tarafında ayrıntılı değerlendirme yapılmıştır ama kamuoyunda çok üzerinde durulmadı. Sizce ne anlam ifade etti?

Çözüm sürecinde Öcalan’ın kendisinden beklenen misyonu oynadığı kanaatinde değilim. Öcalan bence tıpkı PKK gibi, Suriye sürecinin Türkiye’deki PKK siyasi varlığına çok şey kazandıracağını, muhtemelen elini güçlendireceğini hesap etti. Ama olmadı. Görüşmelere baktığınızda Rojava’nın yeniden inşasından çok söz ediliyor. Öcalan hep düşündüğümüz gibi Suriye nedeniyle çözüm sürecinin feda edilmesine çok da karşı çıkmış görünmüyor. Eğer, “Durun bir dakika siz Suriye’deki haklarınız için mücadele edebilirsiniz ama bunun için çözüm sürecini feda etmenize gerek yok” deseydi bugün başka bir tablo ortaya çıkardı.

Öcalan bunu dese de PKK, O’nu dinler miydi?

Bunu dinlemeye  zorlanabilirdi. Bir şartla. HDP, bunun arkasında durmalıydı. . Tabii bir de uluslararası güçlerin taahhütleri var. Getirip altın tepsi içinde Rojava’yı PYD’ye sunanlar Türkiye için de bir şey düşünüyorlardı. PKK’nin bir yandan Türkiye içindeki savaşı sürdürmesini hiç kimse anlayamadı. Sen orada kendi haklarınla ilgili mücadele ediyorsan, Türkiye’yi neden karşına alıyorsun? Türkiye’de çözüm süreci sürseydi Türkiye’nin şu anda oradaki PYD varlığına ilişkin tutumu böyle mi olurdu? Hiç sanmıyorum. Hendekleri kazmış bu örgüt, hendekleri kazdığı ilçeleri Rojava’yla  birleştireceğim gibi olmayacak bir fikrin peşinden koşuyor.

Öcalan denklem dışına çıktı mı sizce?

Öcalan bu mantıkla denkleme giremez. Denkleme girmesinin en önemli koşulu, şartsız bir biçimde örgütünü Türkiye’yi terk etmeye davet etmesiyle olur.

Yapabilir mi? Yapsa da karşılık alabilir mi?

Karşılığını halkta alır. PKK de karşılığı olmayabilir. Ama şunu düşünmelidir ki, yapacağı her çağrının hendek stratejisini desteklemeyen Kürtler tarafında bir karşılığı olur. HDP’deki çözümden yana insanların Öcalan’dan beklentileri budur. PKK’ye yönelik, “Türkiye’ye karşı sürdürdüğün savaş yanlıştır” gibi bir açıklama Türkiye’de Kürt toplumunun yüzde 99’u tarafından desteklenir. Öcalan bu desteğin PKK ile olan ilişkilerinin kopmasından daha değerli olduğunu düşünmelidir artık.

Ben de bu noktada bunu soracaktım, PKK’yı yönetemeyen bir Öcalan Türkiye için ne ifade eder?

Çok şey ifade eder.  PKK’yi Öcalan’ın yönetmesi bu saatten sonra zor, ama HDP var ortada ve gelecek için HDP daha önemli. Kürt meselesinin HDP eksenli kısmıyla ilgili normalleşme. Bu, Demokratik eksende seyreden bir Kürt siyasetinin yola yeni bir anlayışla ve Öcalan’la beraber  çıkması demektir. PKK ile çözülecek bir şeyler yok mu, var elbette..Tabii ki silahsızlandırılması, yönettiği yasa dışı örgütlerin tasfiye edilmesi. Bu aşamadan sonra da PKK’nin şunu deme hakkı doğar, “Ben silahımı bıraktım. Bu aşamadan sonra beni nereye koyuyorsunuz?”

Yani PKK mı güçlü Öcalan mı güçlü?

Elbette ki Öcalan güçlü. Halk öyle görüyor..

Elinde silah olan PKK ama…

Elinde silah olan her zaman güçlü değildir. Köprüye çıkan tankı topu silahı, uçağı olan  insanlar mı güçlüydü, o insanların önüne çıkan silahsız insanlar mı?

Yani siz yine bir şekilde Öcalan’ın çözümün parçası olması gerektiğini mi düşünüyorsunuz?

Olabilir ama bu akılla değil, bu akılla olmaz.. İki tarafı idare ederek değil. Abdullah Öcalan’ın PKK’yi üzmeden, yani PKK’yi bir muhasebeye ve sonrasında da silahsızlanmaya davet etmeden Abdullah Öcalan’ın bir misyon oynama ihtimali yok bu ülkede.

Al Jazeera Turk, 5.10.2016

Yüklerle Vedalaşma Vakti

15 Temmuz gecesi hayatını kaybeden insanların sayısı an itibariyle 246. Yaralananların sayısı 1154. Ne yazık ki gün geçtikçe bu iki rakam arasında canımızı daha da yakan değişiklikler oluyor. O yüzden atlattığımız şeyin toplumsal “bilançosu”nu hâlâ daha bilmiyoruz.

15 Temmuz gecesinden beri 9 kilo aldım. Çok seviyor olmama rağmen film izleyemiyor, başladığım kitapları kendimi zorlaya zorlaya bitirebiliyorum. Köpeğim ne zaman tankvari gürültü çıkartan bir araç sokaktan geçse cama gidip bakıp sonrasında hemencecik saklanıyor. Mahalledeki komşularımla seviyeli olagelen ilişkimin düzeyini sıfıra indirdim ama o gece tepki gösteren taksiciler ve kapıcımla kelimenin gerçek anlamıyla “ölümüne kankayız.” Arda ve Harun’dan fiziksel olarak uzak olduğumda huysuzlanıp, huysuz sevgililer gibi nerelerde olduklarını merak ediyorum. Çünkü yanyana değil iken bir şey olur da biraraya gelemezsek ne yaparım? Arada bir kere mahallede elektrikler kesildi, bir kere sosyal medyada söylentiler gezindi. Onda da uyumayıp Semizotu’yla mahalleyi bekledik. İçimden “Neyse hiç olmazsa kapıcı Cemal’in evine inerim” diye içimden geçirdim. Bu da benim şahsî bilançom.

Tek çocuk olanlar bilir, “doğal arkadaş” olan kardeş sahibi olmamanın getirisi arkadaşlığın koşullu olduğunu ilk günden itibaren bellemektir. Arkadaşlarınızı hoş tuttuğunuz sürece sizinle arkadaşlardır, ailenin yerine geçerler kabul ama ailenizi istemeseniz de değiştiremezsiniz, arkadaş öyle değildir. O yüzden de arkadaşların hayattaki hassasiyetlerini dikkate almanız gerekir ki hâlâ “arkadaşım” diyebilin.

15 Temmuz’dan sonraki şahsî bilançomda değişenler yalnızca yukarıdakiler kadar değil, bir kısmı gecenin ilk anlarında, çoğunluğu o hafta olmak üzere daha öncesinde Gezi’de yaşadığım yolları ayırma süreçlerini yaşadım. İlki olmadığı için şaşkın değilim ancak tabiî ki hüzünlendim.

Üstünden iki ay geçmiş olup da bu ani değişikliklere yenilerini ekleyeceğimi düşünmezken fark ediyorum ki aynı çevrede olduğum kimi insanlar o gece ben tank ile karşılaştıktan beş dakika sonra beni arayıp “kızım bunlar bir tiyatro yeaa” diyen arkadaşım kadar dürüst değil. En azından o ne düşündüğünü pat diye söylemişken, kimileri onu söyleyecek kadar bile cesaretli değil. Onun yerine “tabiî ki darbe çok kötü bir şey ama şimdi bu süreci sakince analiz etmek gerekirse” diye başlayan ve zihnimden silemediğim görüntüler arasında devamını dinlemediğim analizleri devam ettiren bir tablo çiziyorlar. Dinlemiyorum, evet. Adeta bir kulağımdan girip diğerine varmadan bir yerlerde kayboluyorlar. Ben kendi canımı kaybetmekten, sevdiğim insanların canlarının yitmesinden korktum. Yitenlerin ailelerinden de bu korku yüzünden utandım. Bu anlamsız cümleleri zihnimde tutmama gerek mi var?

Her insan kendi davranışlarından mesuldür, kimsenin o gece ne yapıp yapmadığını tartmak, sorgulamak haddime değil. Ama bu “sakince” analizleri devam ettiren arkadaşların o geceyi televizyon ekranı önünde geçirdiklerini biliyor olmak bir başka sonuca ulaştırıyor beni. O gece sokağa çıkmış hiç kimse, bir tanesi bile şu anda sakin değil. Öfke ile kudurup camları, pencereleri devirmiyor olmaları siz “halka dışarıdan şöyle bir baktım”cıların konuşmalarını dinlediklerinde için için kendilerini yemediklerine delâlet değil. Kaldı ki bu insanlar siz bu analizleri hiç kıpırdamadığınız koltuğunuzdan yapın diye 29 gününü sokakta geçirmiş değil.

Sosyal çevresi ile siyasî görüşü uyuşmayan bir insan olarak ben köprüleri yakmaya ve hatta bazı zamanlarda tükürdüğümü yalamaya alışkınım, hiç sorun değil. Ama aynı siyasî görüşte olduğum insanların yalnızca o gece dışarı çıkmamış olmalarının gözlerine indirdiği puslu camı da kaldırmaya takatim yok açıkçası. En sade hâliyle, o gece dışarı çıkan arkadaşlarınızın kendilerini nasıl hissettiğini anlamadan konuşmanız gücüme gidiyor.

Sanırım hayata televizyon ekranına bakmak ilişkilerde de en sonunda mavi ekranı getiriyor.

Vatan’ı Beklemek

Annem, halam ve teyzem, içinde bisküvi, yemek ısmarlama geçen komik bir hatıra… Annem hatırayı nakletmeye şu cümleyle başladı: “Hani vatanı bekliyorduk ya…” Kasdettiği şey, 15 Temmuz sonrası meydanlarda tuttuğumuz nöbetler… O an “Demokrasi Nöbetleri” tamlaması aklına gelmedi fakat esasında o tamlamanın kasdettiği şey buydu: Vatanı beklemek!

15 Temmuz öncesinde, kendi aramızda işi biraz da şakaya vurup konuşurken birbirimizi sınadığımız bir şaka geliyor aklıma, Yasemin “eğer bir şey olursa kimse beni evde tutamaz, ona göre” deyip çıtayı yükseğe koyuyor, ben de en fazla “şarj makinasını unutmayalım” diyerek lojistik bir şerh düşüyordum, o kadar; “bir şey olduğunda” ne yapacağımıza dair bir fikir ayrılığı veya belirsizlik yok, en ufak bir hareketlenmede karşılarına dikileceğiz. Kimin karşısına dikiliyoruz peki? O kısmı çok önemli değil, zira feriştahı gelse fark etmez, “bir daha asla” derken eyyamcılıktan değil, gerçekten öyle hissettiğimiz için ve gerekleri her neyse, ki bunun ucunda ölüm olsa bile, yapmaya hazır olduğumuzdan söylüyoruz. Gelecekler, onu biliyoruz.

Darbe olduğuna kanaat getirdikten sonra, henüz Başbakan’ın açıklaması bile gelmeden, evde kararlaştırdık, internetin kesilmesi veya şarjlarımızın bitmesi ihtimaline karşı tweetlerimizi atıp çıkmaya karar verdik. O sırada herkes kendince son yapması gerekenleri yaptı, Yasemin kimlik numaralarımızı ve avukat arkadaşımızın telefon numarasını başka bir arkadaşına gönderdi, başımıza gelecekleri takip edebilsin diye. Kardeşim aradı, “Durum nedir abi?” dedi, “Darbe oluyor, direneceğiz, ucunda her ihtimal var. Ben bugün dışardayım, sen çocuklarla kal. Sabah haberleşiriz, hayattaysam ne alâ, haber alamazsan durum bu, hakkını helal et.” dedim, helalleştik, kapattık. Annem aradı, ağlayarak “Burayı bombalıyorlar, siz nerdesiniz? Gurban oliym dikkatli olun, he mi?” dedi. Tamam anne merak etme dedim kapattık.

Biraz sonra tweetlerimizi attık ve çıktık.

O geceye dair yaşadıklarımızı düşünürken en net tahlil şu oluyor, ölümden döndük. 250 insan öldü, biz ölmedik. Eğer kalkışma devam etseydi muhtemelen biz Cumartesi günü ölecektik, çünkü kimsenin eve dönmeye niyeti yoktu, Cuma gecesi Kızılay’a ulaşamadığımız için hayatta kaldık ama Cumartesi eninde sonunda oraya gidecektik. Daha da net olanı şu, sosyal çevremizdeki herkes muhtemelen bir ay içinde ya direnirken ölecekti ya da bir şekilde öldürülecekti. Çünkü ben öldükten sonra kardeşimin evde oturacağını düşünmüyorum.

Benim “ihtimal” olarak söylediklerim o gece 250 insanın ailesi için gerçekleşti. Yüzlerce ocak yangın yerine döndü. Gün geçtikçe bazılarının hikâyelerini duyuyoruz, her seferinde yeniden perişan oluyoruz. İnsanlar o gece üzerlerindeki elbiselerini giyemiyor.

Şimdi bana soruyor, neden bu kadar sinirleniyorsun?

17-25 Aralık’a darbe dediğimizde “Neden bu kadar abartıyorsun?” sorusuyla 15 Temmuz’a kadar geldik, tepemizden bomba yağarken bile bazı ahlâksızları bunun bir tiyatro olmadığına inandırmaya çalışanlar vardı. Darbe ihtimalinin artık tarihe karıştığından hareketle komplocu, AKP’nin otoriterleşmesine zemin hazırlayıcı yalakalar olarak endişelerimize Cemaat’in içini boşalttığı “hukukun üstünlüğü”, “ifade hürriyeti” gibi argümanlarla karşılık verip işi tepemizden bomba yağana kadar getirenler şimdi neden sinirleniyorsun diyor. Sen geniş geniş konuşabilesin diye 15 Temmuz gecesi 240 insan öldü, 2 bin insan yaralandı, o yüzden azcık asabiyim, kusura bakma diyorum artık.

15 Temmuz gecesi Kazan’da insanlar toplanıp Akıncı Hava Üssü’ne gitmeye hazırlanırken kalabalıktan birisi bağırıyor: “Arkadaşlar bu gece bu işi hallettik hallettik, yarın yok zaten bize!” İşte buydu o gece dışarı çıkarken hissettiğimiz, yarın zaten her halükârda yok, bu gece ne yaptık yaptık, sonrasını kimse bilmiyordu.

Son tahlilde, 15 Temmuz gecesi insanlar “vatanı bekledi” ve tehlikede olan şey “vatan”dı. O gece o insanlar vatanı kurtardı. Şimdi bu hissi hafifsediğinizde insanların neden öfkelendiğini soruyorsanız cevabı basit: Bu topraklarda insanların çoluk çocuğunu dahi düşünmeden canını ortaya koyduğu tek bir şey vardır, o da vatan! Çünkü eğer vatan yoksa, çoluk da yoktur, çocuk da yoktur, Kazanlı vatandaşın dediği gibi, kısaca “yarın” yoktur.

İnsanların öfkelerini hafifsemeyin, çünkü bu öfke şimdiye kadar bu memleketin gördüğü en haklı öfke. Ve haksızlıklara duyarlı olurken, size bu haksızlıklara duyarlı olabilecek sükûneti o gece dışardakilerin sağladığını unutmayın.