Bunun bir açıklaması olmalı. Türkiye tarihinde oyunu artırarak üst üste üçüncü defa seçim kazanan ilk parti olan AK Parti’nin başarısının sırrı ne?
Öncelikle şu tespiti yapalım: AK Parti, toplumun krizler karşısında tepkisini göstermek için yöneldiği bir parti değil. 2002 seçimlerindeki başarısı ekonomik kriz ve hatta 28 Şubat’a toplumun bir tepkisi olarak okundu. 2007 başarısının arkasında da 27 Nisan bildirisini ve cumhurbaşkanlığı krizini gördük. Seçmen ya eski düzen siyasetçilere veya siyasete müdahale eden askerlere KARŞI AK Parti’ye oy vermiştir dedik. Ama 12 Haziran seçimlerinde artık oylar ne şuna ne buna KARŞI verildi, oylar AK Parti İÇİN verildi. Daha doğrusu AK Parti kimliğiyle özdeşleşen Tayyip Erdoğan’ı seçti insanlar.
Yani, AK Parti yalnız ‘laiklik-muhafazakârlık’ gerginliğinin egemen olduğu, toplumun kutuplaştırıldığı zamanlarda kazanmıyor seçimleri, normal seçimleri de kazanıyor. Ne ideolojik bir dil durdurabiliyor AK Parti’yi ne de normalleşen siyaset zemininde hizmet ve performansa dayalı rekabet. Hepsinin üstesinden gelmeyi başarıyor.
Bence Tayyip Erdoğan’ın birinci sırrı, partisinin kaderiyle Türkiye’nin kaderini eşleştirebilmesi. Türkiye geliştikçe, büyüdükçe AK Parti de büyüyor. Yeni orta sınıflarıyla, sivil toplumuyla, şirketleriyle, eğitim kurumlarıyla, gençleriyle Türkiye kazandıkça AK Parti de kazanıyor. AK Parti ‘yükselen Türkiye’nin taşıyıcı aktörü. Toplum, önünü açan bu partiye destek veriyor kendi önünü açmak, umudunu gerçekleştirmek adına. Çöken bir AK Parti’yle kendi geleceğinin, umudunun, refahının, kazancının da çökeceğini düşünüyor. Yani AK Parti siyasi desteğini toplumun gelecek beklentisine sigorta ettirmiş durumda. Kazanmak isteyen, yükselmek, özgürleşmek isteyen toplum AK Parti’ye seçim kazandırıyor önce. Ardından da kendisinin ‘daha iyi, daha güvende, daha müreffeh’ olacağını biliyor. Yani, AK Parti için tam bir ‘kazan-kazan’ durumu.
Yoksa iktidarının dokuzuncu yılında oyunu artırarak nasıl iktidar olabilirdi AK Parti? Üstelik içte çok daha doğru bir muhalefet dilinin geliştirildiği, dışta eleştirilerin zirve yaptığı bir dönemde…
Gelelim AK Parti’nin ikinci sırrına: AK Parti, 1950’den beri hiç seçim kaybetmeyen bir toplumsal kitleye yaslandı, onu arkasına aldı. Bunlar dindar, kalkınmacı, biraz milliyetçi, aynı zamanda epeyce demokrat çünkü ceberut devletin sillesini yemiş ‘çevre’nin insanları… 14 Mayıs 1950’den beri hiç seçim kaybetmedi bu kitle, hele CHP’ye karşı.
Tayyip Erdoğan boşuna ‘Milli Görüş’ gömleğini çıkarmadı. Menderes ve Özal’ın arkasında kendisini Türkiye demokrasi tarihinin üçüncü yıldızı olarak sebepsiz öne çıkarmadı. İkili bir yapıda 1950’den beri gelen geleneğin ve toplumsal aktörlerin sözcülüğüne soyunarak CHP’ye, yani ceberut devleti, jakoben siyaseti ve kayırmacı ekonomik politikaları temsil eden bir partiye karşı çok büyük ve dinamik bir kitleyi etrafında toparladı.
Böyle bir parti ‘öte taraf’ tarafından seçimlerde yenilemez. Ne kriz anlarında ne de normal siyaset döneminde. Çünkü aslında kazanan bir parti değil sadece, çok geniş bir toplumsal kitle. 1950’lerde de, 1960’larda da, 1980’lerde de aynı parti kazandı seçimleri aslında… Ve 2002’den beri kazanan yine aynı parti. İsimler ve liderler değişiyor, ama kazanan hep aynı parti; demokrasi, refah, adalet ve modernleşme isteyen dindar, demokrat ve kalkınmacı kitlelerin zaman içinde değişen partileri…
Ve AK Parti’nin son sırrı; lideri, liderinin özgünlüğü, özgünlüğünü yaratan ‘hikâyesi’. Bu, Tayyip Erdoğan’ı ‘hakiki’ bir insan ve politik figür yapıyor. Kendi hikâyesinde Türkiye’nin, halkın, sıradan insanların mücadelesini ve ‘yükselişi’ni temsil ediyor.
Erdoğan’ın bu sırrı, bizi daha büyük bir sırra ulaştırmalı; demokrasiyi, milli iradeyi, halk egemenliğini geri alınamaz biçimde kurumsallaştırmak ve derinleştirmek. Altmış yıllık bir siyasal mücadele böyle taçlanır…
Zaman, 14.06.2011