Ana Sayfa Blog Sayfa 194

LGBT yürüyüşüne yasak

Türkiye LGBT hareketi her yıl dünya çapında düzenlenen ve Onur Yürüyüşü adı verilen bir etkinliği bu yıl 26 Haziran’da yapacağını duyurdu. Alperen Ocakları İstanbul İl Başkanlığı bir basın açıklamasıyla yürüyüşe katılacak olanları açıkça tehdit etti. Başkan konuşmasında şu ifadelere yer verdi:

“Devlet yetkililerini bu ahlaksızlığa son vermek için göreve davet ediyoruz. Aksi taktirde tepkimiz çok net ve sert olacaktır. Sayın devlet yetkilileri bunlarla bizi uğraştırmayın. Ya gereğini yapın ya da biz gereğini yapacağız. Biz her şeyi göze aldık, direkt yürüyüşü engelleyeceğiz.”

Normal koşullarda alenen ve açık bir tehditte bulundukları için ilgili kişiler hakkında bir kamu soruşturması başlatılması beklenir. Ancak ben böyle bir girişimden haberdar değilim. Diğer taraftan, Alperen Ocakları’nın bu açık tehdidinden sonra (aslında bu tehdide rağmen demek gerekir), Valiliğin yürüyüşü güvenlik gerekçesiyle yasakladığını öğrendik. Bunun üzerine Alperen Ocakları (mealen) “tavsiyelerine uyarak yürüyüşü engelleyen” devleti bu hareketinden dolayı takdir eden, alttan alta kendi başarılarıyla gururlanan ve tehdidi de sürdüren ikinci bir açıklama yaptı:

“Tüm bu çaba ve gayretlerimizin sonucunda, İstanbul Valiliği’nce yapılan açıklama; toplumda oluşan infial ve tepkiyi bir nebze olsun dindirmiştir ve ahlaksız eyleme izin verilmeyeceği anlaşılmıştır. Alperen Ocakları olarak böyle bir ahlaksız yürüyüşe izin vermediği için İstanbul Valimiz Sayın Vasip Şahin’e şahsım ve tüm camiam adına çok teşekkür eder, saygı ve şükranlarımı sunarım. Biz de milli reflekslerimiz çerçevesinde aldığımız eylem kararını askıya almış bulunmaktayız. Ancak hadisenin tekerrür etmemesi noktasındaki hassasiyetimiz devam etmektedir.”

Şimdi, Valiliğin bu kararında Alperen Ocakları’nın yaptığı açıklamanın bir etkisi olup olmadığını veya olduysa ne ölçüde olduğunu bilmiyoruz. Büyük ihtimalle son açıklama durumdan “güç ve itibar” araklamaya çalışma girişimidir. Lakin, böyle açık bir tehditten sonra gelen yasak, meseleyi “tehdidin işe yaradığı” şeklinde algılamayı epeyce kolaylaştıracaktır. Bu tür olaylarda, gerçekte sebebin ne olduğundan ziyade, sonuçta “ne olduğu”nun daha önemli hale geldiğini biliyoruz. Bu tür bir tehdide “rağmen” yürüyüşün yapılamayacak olmasının “mesaj yüklü” bir hareket olarak görülmesinin önüne geçebilmek çok zordur.

Vatandaşlarının güvenliğini sağlamak devletin temel görevidir. Ancak bu görevi yerine getirirken, “güvenlik adına” tehdit altındaki grupların “güven duygusunu” ortadan kaldıracak türden icraata girişmesi doğru değildir. Aksi halde bazı gruplar beğenmedikleri, karşı çıktıkları veya husumet güttükleri grup ve kimlikleri tehditle sindirip bastırmayı alışkanlık haline getirir.

Yürüyüş, DAİŞ gibi örgütlerin Türkiye’ye karşı yürütmekte olduğu terör saldırılarından endişe edildiği için “güvenlik gerekçesiyle” yasaklandıysa da durum değişmez. Üstelik, daha yakın tarihlerde Amerika’da LGBT’lilere yönelik Orlando katliamı yapılmışken, üstüne bu katliam İslami radikalizm üzerinden İslam ile ilişkilendirilmeye çalışılmışken, bu yürüyüşün güven içinde yapılması sembolik değer taşıyan bir olay haline gelmişti.

Bu yüzden gerekli bütün tedbirleri alıp yürüyüşün güven içinde gerçekleşmesini sağlamak gerekirdi. Yasaklanması, tehditlere boyun eğildiği, tehditler karşısında çaresiz kalındığı veya daha kötüsü, İslami kimliği ile meşhur olmuş bir hükümetin LGBT’lilere karşı tahammülsüz olduğu şeklinde değerlendirmelerin yapılmasına veya böyle bir algının oluşturulmasına hizmet edecektir.

Oysa LGBT hareketinin Onur Yürüyüşünü 2005 yılından bu yana düzenli olarak yaptığını öğreniyoruz. AK Parti hükümetlerinin en başarılı olduğu alanlardan biri, statükonun baskıladığı kimliklere siyasi alanı açması oldu. Açılan bu siyasi alanların korunması; çeşitli bahanelerle yeniden kapatılmaması veya daraltılmaması gerekir.

Eşcinseller hem sayılarının azlığı hem “marjinal” halleriyle ne toplumda ne devlette kendilerine kolayca yaşam alanı açabilecek bir grup değil. Hem psikolojik, hem sosyolojik, hem de siyasi olarak dünyanın pek çok yerinde baskı görüyorlar. Türkiye’de etkin ve güçlü bir siyasi grup veya hareket olma şansları fazla yok. Doğrudan cinsel kimlikleriyle ilgili taleplerinin kabul görmesi ve uygulamaya geçebilmesini bir yana bırakın; taleplerinin gündeme girmesi bile yakın ve orta gelecekte pek mümkün görünmüyor.

Toplum ve sistem karşısında en zayıf gruplardan biri olan LGBT’liler, senede bir yaptıkları bu yürüyüşle, siyasi arenada ve kamusal alanda kısa bir an boy gösteriyorlar. Yaptıkları, sadece, senede bir kere de olsa var olduklarını kamuoyuna (üstelik çok sınırlı bir kamuoyuna) hatırlatabilmek. Toplum ve devlet ise onların var olduğunu unutmak ister gibi tepkiler veriyor.

Ayıp, bu yürüyüşün yapılmasında değil. Eğer bir avuç insanın senede bir yaptığı bu yürüyüşü toplum olarak “tolere” edemiyor veya devlet olarak yürüyüşün güvenliğini sağlayamıyor isek, işte asıl ayıp buradadır.

Serbestiyet, 25.06.2016

Yanı başımızdaki üniversite öğrencileriyle buluşmayı bekliyor

Aslında bütün mesele engelleri kaldırmak, arz ve talebi buluşturmak.

Savaştan, iç savaştan veya darbeden dolayı ülkesinden ayrılmak durumunda kalan ve şu an Türkiye’de yaşayan Arap ülkelerinden çok sayıda akademisyen var. Ve sayıları binlerle ölçülen bu insanlardan ders almaya hazır on binlerce öğrenci.

Geriye sadece şekeri, unu, yağı birleştirip helva yapmak kalıyor.

Geçtiğimiz ay İstanbul Medipol Üniversitesi bünyesinde oluşturduğumuz “Medipolis – Akdeniz Araştırmaları Merkezi” tarafından düzenlenen “Türkiye’de Yaşayan Arap Ülkelerinden Akademisyenlerin Sorunları ve Çözüm Önerileri Çalıştayı”ndaki gündem maddelerinden biri de buydu.

Çok sayıda Türkiyeli ve Arap ülkelerinden akademisyenle sığınmacılık, göç ve üniversite konusunda çalışan uzmanın katıldığı çalıştayda Suriye, Mısır, Irak ve Yemen gibi ciddi altüst oluşlara maruz kalan ülkelerinden gelen akademisyenlerin sorunları masaya yatırıldı ve çözüm önerileri üzerine birlikte kafa yoruldu.

“Üniversitelerde Arapça öğretim veren bölümler açılmalı”

Çalıştay sonrası kaleme alınan raporda yer verilen önerilerinden biri, üniversitelerde dili Arapça olan bölümlerin açılması. Tıpkı İngilizce bölümler gibi.

“Türkiye’ye göç etmiş nüfus ve bu nüfusun öğretim üyesi ve öğrenci potansiyeli açısından büyüklüğü göz önüne alındığında, üniversitelerde Arapça eğitim yapan bölümlerin açılması acil bir ihtiyaç olarak gündeme gelmektedir. Bunun için YÖK’ün, bir bölüm kurulabilmesi için en az üç Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı öğretim üyesi ve yabancı öğrencilerin mevcudunun en fazla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı öğrencilerin sayısının yarısı kadar olması zorunluluğunu kaldırması yeterli olacaktır.”

Bu zorunluluğun da herhangi bir yasa veya yönetmelikten kaynaklanmadığı, “teamüle” dayandığı ifade edilen rapor, YÖK’ün bu fiili çekinceyi kaldırmasının yeterli olacağı tespitine yer veriyor.

Üniversitelerin bünyesinde -ABD’dekine benzer bir sistemle- dışarıdan sponsorla kürsü, bölüm, fakülte, enstitü kurulabilmesinin önündeki yasal engellerin kaldırılması; Arap üniversitelerine Türkiye’de akademik birim açabilme imkânının sağlanması da ciddi bir rahatlama sağlayacak.

“Arap üniversiteleri kurulmalı”

Ama fazlası da mümkün ve gerekli.

Üstelik bir kısım akademisyenin “biz işsiz kalırız” diye kaygılanmasına da gerek yok. Maddi bir yük de getirmediği gibi ülke ekonomisine katkı sağlama potansiyeli de var. Rapordaki ifadelerle:

“Hem akademisyenler için istihdam sağlanmış olacak, hem öğrenim çağında olan öğrenciler bundan istifade edecek, hem de bu üniversiteler, Türkiye’ye de ciddi bir prestij ve ekonomik katkı sağlayacak bölgesel düzeyde cazibe merkezleri haline gelecektir.”

Bütün akademik katkılarının ötesinde, İlahiyat Fakülteleri örneğinde yıllar boyunca Arapça dersi verip Arapça öğretemeyen bir ülkede, bu dili konuşan akademisyenlerin varlığını bir şans olarak görmek gerek.

Tarihin trajik bir kırılma anında ülkelerinden savrulan akademisyenleri öğrencileriyle buluşturmak, Türkiye’nin yükseköğretim kapasitesini geliştirmek ve sıkıntılı bir süreci herkes için avantaja dönüştürmek mümkün.

Çalıştayın haberine ve oradan üretilen raporun Türkçe, Arapça ve İngilizce versiyonlarına şu linkten ulaşabilirsiniz:

http://www.medipol.edu.tr/Haber/1094/%E2%80%9CTurkiye-de-Arap-universiteleri-kurulmali%E2%80%9D.aspx

Serbestiyet, 26.06.2016

Hendeklerin ardından (4)

PKK’nin hendek savaşlarındaki başarısızlığını gerekçelendirmek için ileri sürülen iki argüman var: Biri, PKK’nin halkın devlete karşı ayaklanacağına duyduğu güvendir. Buna göre, PKK 7 Haziran’da elden edilen % 13’lük oyu, hendek ve barikatlara bir destek olarak yorumladı. Bir de PKK üst yönetimine şehirlerden gönderilen raporlar var. Gerek yazılı olarak iletilen raporlarda ve gerek yüz yüze yapılan görüşmelerde halkın ayaklanmaya hazır olduğu belirtildi. PKK de bu raporlara ve bilgilere itimat ederek savaşı şehirlere taşıdı.

Bunun gerçeğe tekabül ettiği kanısında değilim. Zira HDP’nin seçim zaferini, halkın siyaseti öne çekmek iradesinin bir yansıması olarak görülmesi gerektiğini anlatan birçok analiz yazıldı, çizildi. PKK’nin bunlardan haberdar olmadığı düşünülemez. Kaldı ki uzun boylu analizlere bile gerek yoktu. Halkın arasında yapılacak küçük bir gezinti, insanların savaştan bezdiğini, problemlerin siyasi olarak çözülmesini talep ettiklerini ve oylarıyla da bunun önünü açmak istediklerini görmek için yeterdi. Gözünü gerçeklere kapatmayan herkes, halkın demokratik siyasete arka çıktığını görebilirdi. Bunun “savaşa onay” olarak okunmasının imkanı yoktu.

Keza, PKK’nin kentlerden gönderilen raporlara bel bağlayarak savaşı başlattığı da çok su götürür. PKK merkezine yerelden her zaman çok sayıda rapor gelir. PKK yönetimi bir karara varmadan önce, bu raporları çeşitli kaynaklara doğrulatır. Yani “Halk, savaşı bekliyor” diyen bir rapor aldığında alelacele harekete geçecek bir örgüt değildir. Raporlar gelir ama salt bunlara dayanılarak harekete geçilmez.

Nitekim PKK’nin eski yöneticilerinden Hüseyin Turhallı, eskiden beri örgüte bu tarz raporların geldiğini ama bunların sadece zamanlama üzerinde etkili olabileceğini belirtiyor:

“Mesele sadece bu raporlar değil. Rojava ayağı var, bir ihtimal dışarıdan verilen bir umut var. Tabii bir de devletin kışkırtmalar var. Raporlar ancak ve ancak zaman üzerinde etkili olur. PKK’de bir plan ve program varsa raporlar sadece onun zamanını belirler.” [1]

PKK’nin beklemediği hamle!

Bir diğer argüman ise, PKK’nin devletten bu kadar sert bir hamle beklemediğidir. Bizatihi PKK yöneticilerinin sözlerine atıf yapılarak savunuluyor bu argüman. Önce 29 Mart’ta Murat Karayılan, şehirlerdeki hendek stratejisinin yanlış olduğunu ifade eden bir açıklama yaptı. Karayılan’a göre “Şehirlerde bu düzeyde bir savaş yaşanmasına gerek yoktu.”

Akabinde Duran Kalkan’ın beyanı geldi. “Ağır bir bilanço oldu. Bu düzeyde saldırı beklemiyorduk; yanılmışız, hata yapmışız. Düşman da olsa karşımızdaki güçlerin insan olduklarını sanıyorduk” diyen Kalkan öngörülerin doğru çıkmadığını belirtiyordu.

Bu argümanın da olan-biteni açıklayabildiği kanısında değilim. “Devletten bunu beklemiyorduk” tarzı açıklamalar iki sebepten ötürü inandırıcılık taşımıyor: Bir kere, PKK bu kadar naif bir örgüt değil. Devletle 40 yıldır savaşıyor ve devlet PKK’yi ne kadar tanıyorsa PKK de devleti o kadar iyi tanıyor. PKK, hangi damarına bastığında devletin ne tür tepki vereceğini herkesten çok iyi biliyor. Nizamettin Taş, bunu çok açık bir şekilde ortaya koyuyor:

“Devlet çok mecbur kalırsa uçağı kaldırırdı. Devlet gelir tankla yıkar gider. İsterse on dakika içinde bitirir. Bu tür ayaklanmalarda istediğin kadar kahramanca savaş. Sen kendini tecride, ölüme yatırmışsın. O a geliyor zamana yayıyor ve bütün Kürtler bir daha ayaklanma çıkarmasın diye gözdağı veriyor. Devlet ‘ayaklanırsan sonun böyle olur’ demeye getiriyor. Sonradan bazı PKK yöneticileri özeleştiri verdiler.’Biz Türkiye devletinin bu kadar vahşi olduğunu bilmiyorduk’ dediler. PKK 40 yıldır Türk devletinin soykırım uyguladığını söylüyor, bunu nasıl bilmeyecek? Devlete karşı ayaklanacak o da merhametli mi davranacak? Bunu bilmeyecek kadar bilinçsizler mi? Tam tersine çok iyi biliyorlar.”[2]

İkincisi, PKK’nin göz önündeki tahribata rağmen şehir savaşlarını sürdürmedeki kararlılığıdır. Sur ve Cizre’de çatışmalar nihayetlendiğinde ortaya bir savaş enkazı çıkmıştı. Devletin artık nasıl davrandığı belli olmuştu. Eğer sorun Kalkan’ın ifade ettiği gibi sorun devlet şiddetini öngörememek olsaydı, devletin bu reaksiyonu tahlil edilir ve savaş diğer şehir merkezlerine taşınmazdı. Ancak öyle olmadı, PKK aynı stratejiyi, Nusaybin, Yüksekova ve Cizre’de de sürdürdü.

“Pardon!”

Bu itibarla, PKK’nin şehir savaşı tercihi, yerelin merkezi yanlış yönlendirmesine ve PKK’nin devletin karşı atağını iyi hesap edememesine bağlanamaz. PKK’nın ana bir hedefi vardı; bu hedefe ulaşmak için izlenen yolda meydana gelen kayıplar ve yıkımlar ödenmesi gereken bir bedel olarak düşünüldü. Lakin hedefe varılamadı ve her açıdan büyük bir tahribat yaşandı. Bu da bir sorgulamayı kaçınılmaz kıldı.

Zannım o ki; bu iki argümanın piyasaya sürülmesindeki gaye, PKK merkezi yönetiminin sorumluluğunu perdelemek veya en azından azaltmaktı. Fakat ortaya çıkan tablo o kadar ağır oldu ki, bu tür bir sorgulamanın önüne geçilemez. Altan Tan’ın deyimiyle “7 bin Kürt genci hayatını kaybetmişse sadece ‘pardon’ diyemezsiniz.”[3] Şehir savaşlarına karar verenler, er ya da geç, bunun sorumluluğunu üstlenmek mecburiyetinde kalacaklar.

Devam edeceğim…


[1] Söz konusu argümana ilişkin bir haber analiz için bakınız: Mahmut Bozarslan, PKK şehirlere nasıl geldi?, http://www.al-monitor.com/pulse/tr/contents/articles/originals/2016/03/turkey-why-pkk-carry-clashes-cities.html

[2] BasHaber, Sayı 105, 06-12 Haziran 2016, s. 8-9.

[3] Kübra Par ile yaptığı röportajda Altan Tan, PKK yöneticilerinin görevi bırakmaları gerektiğini belirtiyor: “Bunun (PKK’nin şiddete dönmesinin) hiçbir izahı yok. Cumhurbaşkanı’nın, AK Parti’nin, devletin işine geleceğini bile bile PKK şiddet sarmalına girdi. Bunun Ortadoğu’daki geliş¬melerden, uluslararası müdahalelerden kaynaklandığı söyleniyor. Belki bu çatışmalar¬dan sonra devletin bazı adımları atmaya mecbur edilebileceği düşünülüyordu. Ama sonra bir PKK yetkilisi “2016 yılında devletin bu kadar sert bir şekilde üzerimize geleceğini düşünemedik” dedi. Bu özrü kabahatinden çok daha büyük bir ifadedir. 7 bin Kürt genci hayatını kaybetmişse sadece “pardon” diyemezsiniz. Bunu görememiş ve hesaplayamamışlarsa görevi bırakmaları lazım.”http://www.haberturk.com/gundem/haber/1252584-altan-tan-kurt-siyasetinde-bir-yol-ayrimindayiz

Serbestiyet, 26.06.2016

Hendeklerin ardından (3)

PKK’nin şehir savaşlarında başarıya ulaşabilmesi başlıca iki şarta bağlıydı: Birincisi, halkın bu hendek, barikat ve silahlı özyönetim stratejisine destek vermesiydi. İkincisi de, devletin zaaf göstermesiydi. Fakat her iki mevzuda da işler PKK’nin istediği gibi gitmedi.

İlk olarak halk, PKK’nin ummadığı bir kararlılıkla, çatışmaların kent merkezine taşınmasına tepki gösterdi. Hendeklerin ve barikatların arkasında durmadı, silahlı özyönetim ilanlarına iltifat göstermedi. Halk silahlar patladığı andan itibaren halk evini barkını terk etti ve yollara düştü. Göç etmek mecburiyetinde kalanların iki önemli özelliği vardı:

– Biri, kahir ekseriyetinin HDP seçmeni olmasıydı. Yoğun çatışmaların yaşandığı ilçelerde HDP’nin oy oranı % 80 seviyelerinde seyrediyordu.
– Diğeri ise, ekonomik piramidin en alt basamağındaki kesimini oluşturmasıydı. Çoğu, 1990’larda devletin uyguladığı zorunlu göç politikasının kurbanlarıydı. Geçmişte de, bugün de yaşamlarını çok güç koşullar altında sürdürüyorlardı.

PKK belki biraz da bu sosyolojiye güvenerek, çatışmaları başlattı. Ancak halk çatışmalara katılmayı reddetti. Halkın ret kararı, dört sebebe bağlanabilir:

a. PKK’nin hedefi ile uyguladığı metot arasındaki uyumsuzluk devasaydı. Zira PKK bağımsız bir devleti reddediyor, dahası bağımsız bir Kürt devletini gericilik olarak nitelendiriyordu. Bazen özerklik, bazen de “özyönetim” diyor, ama nihayetinde Türkiye ile birlikte yaşamayı öngörüyordu. Bir özerklik için şehirleri harabeye çevirmenin ve binlerce insanı ölüme göndermenin ise halk nezdinde bir izahı yoktu.

b. Çözüm süreci, bu meselenin çözümünde başka bir yolun mümkün olduğunu göstermişti. İnsanlar barışın tadını almıştı. Siyasete güvenildiğinde ve demokratik mekanizmalara ağrılık verildiğinde, dün “olmaz” denilen birçok şeyin bugün “olduğunu” tecrübe etmişti. Kaldı ki ortada siyaseti güçlü kılacak birçok kaynak (parlamento, belediyeler, medya ağı, sivil toplum kuruluşları, vb.) mevcuttu. PKK ve HDP’den istenen ve beklenen, eldeki bu imkânların siyasete teksif etmeliydi. PKK’nin bunu yapmak yerine silaha davrandı, halk da bunu tasvip etmediğini açığa vurdu.

“Hendek kazmak bir delilik”

c. Sosyoloji yerinde durmuyor değişiyordu. Kürt illerinde gözle görülür bir orta sınıflaşma vardı. Kentler yeniden inşa ediliyor, yeni ve modern semtler doğuyor, alım gücü yükseliyor, mobilizasyon artıyordu. Ekonomik açıdan ortanın altında yer alanlar da, yaşam standardını yükseltmeyi ümit ediyordu. Orta sınıflaşmanın tesiri iki yönlüydü: Bir taraftan kimlik taleplerini (anadil, yönetime katılma, vb.) keskinleştirdi. Diğer taraftan da kitlelerin militanlaşmasının önüne set çekti. Kürtler taleplerinin arkasında duruyordu. Ama bunun için şiddeti değil, siyaseti tercih ediyorlardı.

d. Hepsinden mühimi halk kırk yıldır mağduru olduğu çatışmanın kazandırdığı deneyimden süzdüğü bilgi ile bu yolun bir yere varmayacağını biliyordu. Yine en büyük zararı kendilerinin ve çocuklarının göreceğini, kendi hayatlarının bir felakete dönüşeceğini hissediyordu.

Çatışmaların yaşandığı dönemde New York Times muhabiri Robert F. Worth, bölgeye gelip PKK’lilerin arasına karıştı ve hendeklerin gerisindeki hayatı 19 sayfalık bir haberle gazetesine taşıdı. Worth haberinde, bazı PKK’lilerin yapılanların yanlış olduğunu kendisine itiraf ettiğini söylüyordu:

“Hendeklerin arkasında geçirdiğim sürede PKK içinden sessiz de olsa çatlak seslere şahit oldum. Bunlardan biri 24 yaşındaki bir kadın keskin nişancıydı: “Kobani’de savaşırken sonuç alacağımızı biliyorduk. Burada bir sonuç alamazsınız. Ben sonuç getirmeyen bir şey için ölmek istemem. İnsanlar soruyor: Bu hendekleri kazmak doğru muydu?”

Worth’a göre, dokuz aylık çatışmaların ardından Kürt vatandaşlarının çoğu ve özellikle orta sınıf Kürtler “PKK’nin hendek kurup devlete karşı isyan etme stratejisinin bir delilik olduğunu” düşünüyordu. “Cizre’deki esnaflardan biri yıkılan evini göstererek, ‘Gençler hendek kazmaya başlayınca onları ikaz ettik yapmayın dedik, bize sizi koruyacağız dediler. İşte sonuçlar ortada” diye konuştu.”

Devletin cevabı

İkinci olarak, PKK’nin çatışma tercihi, zafiyet bir yana, devlet tarafından şevkle ve heyecanla karşılandı. Zira devlet, çözüm süreci boyunca sahayı PKK’ye fazla kaptırdığını düşünüyordu. PKK’nin kamu güvenliğini ihlal etmesinden ve hâkimiyet alanını genişletmesinden de rahatsızdı. PKK’nin paralel bir devlet erki gibi faaliyet göstermesini devlet –varlığına ve vasfına yönelik- bir tehdit olarak kodladı. PKK silaha davranmasını fırsat bilerek bu tehdidi bertaraf etmek için tüm güçlerini sahaya sürdü. Ülke içinde ve dışında PKK’ye karşı çok yoğun operasyonlar yaptı. Şehirlerde hendek ve barikatları kaldırdıktan sonra, kırsala döndü.

Şehir savaşları esnasında Irak ve Suriye analojileri yapılıyor ve bilhassa PKK’nin Suriye’deki kazanımlarına atıfla Türkiye’deki stratejisine bir haklılık çerçevesi oluşturulmaya çalışılıyordu. Oysa Irak ve Suriye ile Türkiye’nin karşılaştırabilmesinin olanağı yoktu. Her iki ülkede Kürtlerin güce dayalı araçlarla kendi bölgelerinde teritoryal bir egemenlik kurmalarını sağlayan üç dinamik vardı:

– Merkezi devlet, varoluşsal bir krize düşmüştü.
– Kürtlerden ziyade ülke genelinde bir siyasi istikrarsızlık ve ayaklanma vardı.
– Uluslararası güçlerin doğrudan bir müdahalesi söz konusuydu.

Her üç dinamik açısından da Türkiye farklı bir noktada. Güçlü bir merkezi devlet var. Hükümete karşı genel bir başkaldırı bahis konusu değil. Devlet, uluslararası arenada güçlü bağlar sahip. Türkiye, NATO üyesi ve dünyanın en büyük 17. ekonomisi. Dolayısıyla Irak ve Suriye’de iş gören yöntemlerin Türkiye’de iş görmeyeceği belliydi.

Başarının ölçütü

Nitekim görmedi. PKK; başarılı olamadı. Burada “başarı” derken bir hususun altını çizmek gerekir. Sanrım PKK yöneticilerinin başarıdan kastı, orduyu tamamen yenmek değildi. Herhalde onlar da, devleti bütünüyle bölgeden çıkaracaklarını, bir ya da birkaç yerde yönetimi bütün boyutlarıyla ele geçireceklerini, devlet güçlerinin giremediği ve kelimenin gerçek manasında kurtarılmış bölgeler oluşturabileceklerini düşünmemişlerdir. Bunun imkânsız olduğunu bilebilecek tecrübeye sahiptirler.

Kanımca PKK’nin amacı, bir ayaklanma tablosu ortaya çıkarmaktı. Sivillerin kitleler halinde devlete isyan ettiğini gösteren bir manzara yaratılabilse, PKK gayesine ermiş olacaktı. Bu Türkiye’yi hem içerde, hem de dışarda çok zorlayacak, köşeye sıkıştıracak ve PKK’nin elini güçlendirecekti. Ancak bu da olmadı, PKK bu hedefine de varamadı.

Devam edeceğim…

[1] http://www.serbestiyet.com/Gundem/hendek-kazmak-hataydi-690472

[2] (Bu konuda daha ayrıntılı bir okuma için: Cuma Çiçek-Vahap Coşkun; Dolmabahçe’den Günümüze Çözüm Süreci: Başarısızlığı Anlamak ve Yeni Bir Yol Bulmak, Barış Vakfı Yayını, Nisan 2016, https://tr.boell.org/sites/default/files/nisan_raporu_turkce.pdf)

Yargı bürokratları tahakkümü

0

Yargıyla ilgili tartışmalarda doğruluğundan şüphe edilmeden dile getirilen bazı görüşler var. Deniyor ki yasama, yürütme, yargı üç eşit kuvvet olarak birbirinden ayrılmalı. Siyaset –yani yasama ve yürütme- yargı üzerinde hiçbir tesire sahip olmamalı. Yargının işleyişine asla veya hemen hemen asla karışmamalı.

Meseleye egemenlik açısından bakan bazıları da egemenliğin yargı tarafından da kullanıldığının kabul edilmesinin şart olduğunu söylüyor. Bu açıdan yargıyı yasama ve yürütmeyle aynı seviyede, hatta daha üstün görüyor.

Kuvvetler ayrılığı özgürlük, demokrasi ve anayasal yönetim geleneği tarihinde özel bir yer işgal etmekte. Bugün demokrasinin kuvvetler ayrılığını gerektirdiğini tereddütsüz kabul ediyoruz. Biliyoruz ki kuvvetler ayrılığı demokrasiden önce bireysel özgürlüğü korumak isteyen liberalizmin talebiydi. Liberal yazarlar kuvvetler ayrılığına çok umut bağlamıştı. Umutların ne kadar karşılık bulduğu tartışılır. Kuvvetler ayrılığının özgürlüğün korunmasına hiç katkısı olmadığı elbette söylenemez. Ancak, kuvvetler ayrılığı beklendiği ve umulduğu kadar etkili olamadı. Nitekim, büyük filozof F. Hayek Hukuk Yasama ve Özgürlük adlı eserine bunu vurgulayarak başlar.

Yargının toplum adına adalet dağıtmakla mükellef olduğu açık bir gerçek. Bu yüzden yargı toplumu takip ediyor, toplumda egemen adalet anlayışını tecelli ettiriyor olmalı. Ancak, Türkiye’de acı sonuçlar verdiğini bildiğimiz bir problem var: Yargının toplumla bağının olmaması ve demokratik meşruiyetinin sağlanamaması. Bununla iç içe geçmiş bir sorun olarak denetlenememesi.

Kemalistler eskiden yaptıkları anayasal düzenlemelerde egemenliğin topluma ait olduğunu ve bu egemenliğin ilgili organlar aracılığıyla kullanıldığını ileri sürmüşlerdi. Şimdi bakıyorum Taha Akyol’un da dâhil olduğu bir grup hukukçu aynı tezi savunuyor. Bunu yaparken kitaba göre konuşuyor ve alandaki durumu ve sorunları denklem dışına atıyor.

Yargı toplum adına egemenliği kullanıyorsa bu hakkı ve yetkiyi nasıl almıştır? Toplum egemenlik hakkını ve yetkisini yargı memurlarına nasıl devretmektedir? Yasama ve yürütmede görev yapanlar yanılabildiğine, kasıtlı kasıtsız hatalar yapabildiğine göre yargı mensuplarının da yanılması ihtimal dâhilinde değil midir? Yoksa yargı memuru olanlar mucizevi biçimde tüm insani zaaflardan arınmakta mıdır?

Yargı neticede bürokratik bir organizasyona dayanıyor. Memurlarla çalışıyor. Bu memurlar atamayla geliyor. Demokratik organların bu atamalar üzerinde hiç yetkisi olmazsa ortaya yargı bürokrasisinin kendini yeniden ürettiği ve demokratik sistemi zaafa düşürecek bir kooptasyon sistemi çıkabilir. Başka ülkeler için ilgisiz görünebilir ama bu Türkiye için çok ciddî ve kâğıt üzerinde kalmayıp yaşanmış ve halen yaşanmakta olan bir problem.

Kemalistler seçilmiş iktidarları bürokratik örgütlerle kuşatmış ve sınırlamıştı. Yargı organları bunlardan biriydi. 2010 referandumu öncesinde HSYK Kemalistlerin kontrolü altındaydı. HSYK koruması ve baskısı sayesinde demokratik iktidarlar yargı tarafından baskı altına alınmakta veya terbiye edilmekteydi. Daha sonra durum değişti. Yargıdaki Kemalist vesayet kırıldı, ama bu vesayetsizlik anlamına gelmedi. Tam da tersine, daha gizli, sinsi ve derin bir vesayet kuruldu. Bunu gerek Balyoz, Ergenekon, Casusluk davalarında gerekse 17/25 Aralık’ta tüm toplum gördü. Bazı yargı mensupları, HSYK üyeleri de bunu sık sık dile getirmekte. En son Ergenekon davasından hile ve desiseyle uzaklaştırılan hâkim Köksal Şengün verdiği iki röportajda bu hususları dile getirdi. Şimdi Taha Akyol gibi düşünenlere sormak lazım: Bu yeni ve derin kooptasyon mekanizması nasıl kırılabilirdi? Hükümet ve yasama müdahale etmeseydi bu yapılabilir miydi? Yürütmenin ve Yasamanın müdahalesi bu durumda haksız, gayri meşru ve yanlış mı? Öyleyse sizin öneriniz ne? Bu durumu görmezden mi gelelim yoksa teslim mi olalım? Daha iyi bir yol fikriniz varsa lütfen açıklayın, bizi ondan mahrum bırakmayın.

Türk demokrasisinin en büyük handikapı ana muhalefet

Bir ülkede demokrasinin sağlıklı bir şekilde işleyişi her şeyden önce muhalefete bağlıdır. Esasen her rejimde iktidar partisi mevcuttur, fakat muhalefet partileri sadece demokrasilerde söz konusudur. Muhalefetsiz bir demokrasiden söz edilemez. Burada sözü edilen sahici muhalefettir. Yani geçmişte bazı totaliter ve otoriter rejimlerde de binde iki ya da üç oy alan partiler mevcut idi, ama bunların varlığı demokrasinin mevcudiyeti için yeterli değildi. Bu vesileyle ileri demokrasilerde ana muhalefet de iktidar partilerine yakın düzeyde güçlüdür. Nitekim ana muhalefet partisi iktidar kadar ya da ondan daha güçlü olduğu zaman iktidar el değiştirir. Demokrasilerde muhalefetin gücü, esasen iktidar-muhalefet ilişkilerinin düzenlendiği hukuki yapı yanında, muhalefetin iktidarın el değişmesini sağlayacak düzeyde halkın belli kesimini ikna edici politikalar üretmesine borçludur. İktidar değişimini sağlayacak düzeyde güçlü muhalefet partilerinin olmayışı, demokrasi açısından ciddi bir handikaptır.

Türkiye’de demokrasiye geçildiği günden bu yana iktidar muhalefet ilişkileri hep gerilimli olmuştur. Bazen bu gerilimler toplumsal kamplaşmalara sahne olmuş, bazen de neticesi askeri darbelere kadar varmıştır. Bazen bu gerilimler iktidar partilerinden tetiklenmiş ise de, çoğu kereler ortamı geren fiil ve söylemlerin ana muhalefetten geldiği söylenebilir.

İktidar olmama çabası

1950-1960 arası dönemde her ne kadar DP bazı baskıcı politikalara yönelmiş ise de, bu yıllarda CHP’nin ortamı en uç düzeyde gerici yönde söylem ve eylemler geliştirdiğini de unutmamak gerekir. Etki tepkiyi doğurmuş, neticede sistem kitlenmiş, son durak 27 Mayıs olmuştur. Dönemin ana muhalefet partisi olağan demokratik usullerle iktidara gelemeyeceğini anlayınca, ortamı gererek iktidardaki partiyi tepki kabilinden politikalar uygulamaya sevk etmek suretiyle, 27 Mayıs cuntacılarına müsait bir zemini sağlama yolunu tercih etmiştir. Gelelim son zamanlarda olanlara. Bir siyasi parti olarak iktidar olmayı amaçlaması gereken CHP, olağan demokratik usullerle iktidar olmamak için iki şeyi ısrarla yapıyor.

Birincisi, CHP’liler, iktidara geldikleri zaman ne yapacakları konusunda hiçbir şey söylemiyor. Sadece “yaptırmam da yaptırmam” siyaseti yürütüyorlar. Bir zamanlar DP zamanında yapılan barajlar sebebiyle “bu kadar elektriği ne yapacaksınız, toprağa mı vereceksiniz” söylemi geliştirerek modern Türkiye’nin ve sanayileşmenin ana damarı olan enerji sektörüne karşı çıkıyordu. CHP, İstanbul trafiği için hayati derecede işlev gören ilk Boğaziçi köprüsüne de karşı çıkmıştı. Bunların sayısını çoğaltmak mümkündür.

Bu siyasetin adı “İttihatçı siyaset”tir. Bir zamanlar İttihat ve Terakki Cemiyeti, Sultan Abdülhamid’in saltanatı döneminde sadece Abdülhamid’i yıkmak politikasına odaklanmıştı. İktidara gelirlerse ne yapacakları konusunda hiçbir hazırlıkları, bu yönde bir politikaları mevcut değildi. İttihatçılar sadece yıkıcı muhalefet yaptıkları için, Abdülhamid iktidardan indiği zaman ülke yönetimine geçtiklerinde hiçbir politikaları mevcut değildi. Nitekim bu politikasızlığın neticesi, kısa sürede Osmanlı Devleti’nin yıkılması oldu. Benzer siyaseti CHP, geçmişte de günümüzde de sürdürmeye devam ediyor. Başkanlık sistemini getirtmem diyor; ama yerine ne getirecek bellisiz. Sadece parlamenter sistemin güçlendirileceğinden söz ediyor ama bu, içi tamamen boş bir ifadedir. Başkanlık sistemi de en az parlamenter sistem kadar demokratik bir hükümet sistemidir, ama CHP, bu sistemle Türkiye’ye diktatörlüğün geleceğini söyleyerek, bilinçli bir şekilde hakikatin ters yüz edilmesi yönünde algı oluşturuyor. AK Parti 2023, hatta 2070 hedeflerinden söz ederken, bu hedeflere ulaşmayı sağlayacak yönde politikalar geliştirirken, kendisini bu hedeflere odaklamışken, ana muhalefet partisinde hiçbir söylemi yok. Unutmadan bir tek vaadine temas edeyim: “Yasama dokunulmazlığını sadece kürsü dokunulmazlığı ile sınırlandırmak”. CHP’liler bu vaadinde de tutarlı değil. Çünkü daha önce bazı milletvekilleri tutuklandığı için söylemedikleri söz kalmadığı gibi, şimdilerde de yasama dokunulmazlığı kaldırıldığı için AYM’nin kapısını aşındırıyorlar. Kısaca bu vaadlerinde bile kimseyi ikna edemiyorlar. Ana muhalefetin yakın gelecekte iktidar olabilmesi için seçmen tabanını genişletici yönde politikalar geliştirmesi, bazı seçmen tabanlarını kendisine çekecek yönde ikna edici fiil ve eylemlerde bulunması gerekir. Şu bir gerçektir ki, dindar muhafazakâr kesim hala CHP’nin laikçi politikalarından korkuyor. CHP, ılımlı ve demokratik laiklik politikaları geliştirme çabasına hiç girmiyor. CHP’nin bu politikalarla tek başına iktidar olabilmesi, yüzde 24-26 bandında olan oy tabanını yüzde 40’lara taşıması yakın gelecekte pek mümkün ve muhtemel görünmüyor.

İkincisi, aynı CHP, şimdilerde ortamı, toplumu terörize edici fiil ve söylemleri sıklıkla ve şiddetle kullanmayı sürdürüyor. Ben burada sadece birkaç örneğe yer vereceğim. Kılıçdaroğlu, CHP’nin AK Parti iktidarı tarafından Türkiye’ye Başkanlık sistemini getirtmesine müsaade etmeyeceğini, CHP’nin kanı akmadan başkanlık sisteminin getirilemeyeceğini söylüyor. Şayet bir sistem demokratik ise, bu sistemin gelmesine kan dökülmesi pahasına direnç göstereceğini söylemek, demokrasinin şirazesinden çıkarılması demektir. Her bir siyasi çoğunluk, demokratik usullerle bazı değişiklikler yapar, muhalefet partileri olağan demokratik usullerle buna mani olmaya çalışır, mani olamadığı zaman da hesabını seçimlerde halktan alacağı destekle sorar. Demokratik sistemle uyumlu bir değişikliğe, kanlarının akıtılması pahasına hukuku zorlayacak şekilde karşı çıkmak, demokrasinin usullerini bozmak demektir. Diğer yandan, kısa bir süre önce, CHP lideri, bir televizyon kanalında hiçbir ayrım gözetmeksizin PKK’lı teröristleri de ziyaret ettiklerini söyledi, bir ya da iki gün sonra da bir şehit cenazesine iştirak etti. Önce şehit bayan polisin eşi cenazede CHP lideri ile yan yana olmak istemedi, sonra bir kişi CHP liderinin önüne mermi fırlattı, daha sonra da CHP liderine yönelik tepkiler ortaya konuldu. CHP liderine mermi fırlatılmasını tasvip etmek kesinlikle mümkün değildir. Fakat bir parti liderinin önce PKK’lı teröristleri ziyaret ettiğini söyleyip, daha bu sözün kulaklardaki yankısı gitmeden, PKK’lı teröristler tarafından şehit edilen bir cenazeye iştirak etmesinin, o cenazede şehit yakınlarını ve cenazeye iştirak edenleri nasıl etkilediğini çok iyi tahlil etmek gerekir.

CHP liderinin, PKK’lılar tarafından şehit edilen birisi için düzenlenen cenaze namazına iştirak etmesinin bu aile üzerinde ne tür bir tahribat meydana getireceğini çok iyi anlamak lazım. Bu üç türlü anlaşılabilir: Birincisi ilmel yakin anlamak; yani şehit ailelerinin bu durumdan duyacakları rahatsızlığın ne olabileceğini kitaplardan okuyarak ya da birilerinden duyarak öğrenmek ve bilmek. İkincisi, aynel yakin; yani şehit ailelerinin duydukları ıstırabı görerek anlamak. Üçüncüsü, hakkel yakin; yani bizzat bir yakını şehit olduğu için anlamak. Yakınları şehit olmayan birisi, bu ortamda şehit yakını ailenin neler hissettiğini hakkıyla anlayamaz. CHP lideri anlaşılan bir yakını şehit olmadığı, dahası bir şehit yakınının neler hissettiğini ilmel yakin ve aynel yakin de bilmediği için, meşhur sözünü söyledikten sonra cenaze merasimine iştirak etti; bir de pişkin pişkin bana nasıl bu tepki verilir diye bu tepkiye şiddet tonu çok yüksek karşı tepkiyi verdi. CHP’liler bununla da sınırlı kalmadı, bundan sonra her şehit cenazesine iştirak edeceklerini söylediler. CHP lideri bir adım daha ileri giderek şehit cenazesinde kendisine tepki verenlerin Müslüman olmadıklarını söyledi.

Manevi dokuyu tahrip

CHP liderinin bu sözleri en üst perdeden şehit cenazelerini sabote etmektir. Bu, şehit ailelerinin yüreğini dağlayan sözünün tahrip gücünü görmeksizin, şehit cenazelerinde bundan sonra yaşanması muhtemel gelişmelerden hem siyasi medet ummak, hem de bu yolla toplumun en hassas manevi dokusunu tahrip etmektir. Aklı başında, millet ve toplumsal uzlaşı taraftarı olan bazı CHP’lilerin bunu Kılıçdaroğlu’na hatırlatması gerekiyor.

CHP liderinin bunlara ilaveten Türkiye’nin geleceğini inşa etmek üzere geliştirdiği bir diğer politika da AK Parti’lilere ve Cumhurbaşkanı’na sürekli hakaret etmek.

Tekrar ifade ediyorum, Türkiye’nin her yönden kartopu gibi büyüyebilmesi, her şeyden önce muhalefetin güçlenerek siyasi iktidarı zorlamasına bağlıdır. Unutulmasın ki, rahmetli efsanevi boksör Muhammed Ali’nin dünya ağır sıklet boks şampiyonu olması ve uzunca yıllar şampiyonluğunu muhafaza etmesi, rakiplerinin kendisini zorlamasına bağlıdır. Maalesef, ana muhalefet partisi CHP, yakın gelecekte iktidara gelmesini sağlayacak politikalar ortaya koymaktan çok uzak olduğu gibi, bir de sürekli toplumsal barışı sabote edici fiil ve söylemler geliştiriyor. Kısaca “Ben iktidar olamasam da, mevcut iktidara da bir şeyler yaptırmam; yaptıklarım toplumsal dokuyu tahrip de etse, bu uygulamalara devam edeceğim” diyor. Türk demokrasisinin en büyük handikapı, CHP’nin Türkiye’nin geleceğini sabote eden, toplumsal dokuya zarar veren, siyasi iktidarı umut verici politikalarla zorlamak bir yana, sistemi kilitleyen uygulamalara yönelmesidir. Umarım CHP içerisindeki sağduyu sahibi üyeler bu durumu fark ederler de, CHP’nin Türkiye’yi daha ilerilere taşıyacak, bir diğer ifadeyle ekonomik, siyasi vb. alanlarda rekorlar kırmaya zorlayacak güçlü muhalefet haline getirecek, belki de iktidara taşıyacak yönetimleri partinin başa getirirler. Bu, hem toplumsal barış açısından, hem de Türkiye’nin geleceği açısından faydalı olacak. Türkiye’nin bu yönde fiil ve söylemler geliştiren, politikalar üreten bir ana muhalefet partisine ihtiyacı var.

Star Açık Görüş, 18.06.2016

CHP’nin ecinnileri

Kemal Kılıçdaroğlu’nun hala tartışılan bir kaset operasyonuyla Deniz Baykal’ın yerini almasıyla kolay yoldan CHP’nin yenileneceği ve değişeceği varsayımı aradan geçen altı yılda çökmüş durumda. Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığında geçen son altı yıl, bugün itibarıyla ‘Yeni CHP’ iddiasının ve umudunun tükendiği dönem olarak tarihe geçmiş durumda. Bu dönem CHP içinde hizipleşmenin arttığı ve parti içi güven sermayesinin azaldığı bir zamanı da ifade ediyor. CHP artık Türkiye’nin temel meselelerinde bir parti programı ve ideolojisi etrafında bir arada siyaset yapan bir parti hüviyetini kaybetmiş durumda.

Tek önceliği ve ortak yönü, Erdoğan ve AK Parti karşıtı cephede meşru veya gayrimeşru mümkün bütün yol ve yöntemlerle strateji üretmek olan CHP, “bölünmüş parti” karakterini taşıyor. Kılıçdaroğlu bir genel başkan olarak bu bölünmüş partiyi yönetebilecek ve bir arada tutabilecek bir performans gösteremiyor. Kılıçdaroğlu ve hizbi bu başarısızlığı örtmek ve parti içi hizip çatışmasını engellemek için, Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı üzerinden gerginlik ve kriz çıkarmak dışında bir seçenek üretemedi. Ancak bu seçenek o kadar çok ve hoyratça kullanıldı ki, Kılıçdaroğlu ve hizbi “yalancı çoban” konumuna düşmüş durumda. Nitekim son olarak şehit cenazelerinde yaşanan gerginlik, Kılıçdaroğlu’nun artık kendi hizbi dışındaki CHP’yi harekete geçirmekte zorlandığını gösterdi.

Karşıtlık dozunu artırmak

CHP Kılıçdaroğlu’nun hizbi dışında kabaca Ulusalcı/Kemalistler ve sosyalist sola/ HDP’ye yakın duran üç hizbe bölünmüş durumda. Kılıçdaroğlu’nun hizbi dışında kalan hiziplerin de CHP’nin değişmesi ve yenilenmesi bahsinde tutarlı bir program ve kadroya sahip olduklarına ilişkin bir işaret yok. Kılıçdaroğlu hizbinin parti içindeki iktidarını devam ettiren de bu durum zaten. Diğer hizipler de CHP için bir umut vaat etmiyor. Hatta tam aksine diğer hiziplerden herhangi birinin parti içinde iktidara gelmesi halinde, CHP’nin gerçekten bölünmesinin önünü açabileceği endişesi ağır basıyor. Kılıçdaroğlu ve hizbi, biraz da bu endişe dolayısıyla partideki iktidarlarını devam ettirebiliyor. Ancak Türkiye’nin temel meselelerine ilişkin yaşanan krizler, Kılıçdaroğlu ve hizbinin elini zayıflatıyor ve CHP’deki merkezkaç eğilimleri güçlendiriyor. Bu durumu örtmek ve parti içindeki iktidar mücadelesini engellemek için ise Erdoğan ve AK Parti karşıtlık dozunu artırmak dışında bir formül bulunamıyor.

CHP kendi içindeki ve Türkiye’deki probleme müdahale etme kabiliyetini kaybettikçe, parti dışındaki ve hatta ülke dışındaki gelişme ve krizlere umut bağlayan irrasyonel bir siyasete savruluyor. CHP’ye akıl veren kurmaylar, demokratik seçim kampanyalarından Mısır’daki Sisi darbesine kadar birbiriyle telif edilemeyecek seçenekleri her hafta model olarak öneren bir çaresizlik içinde savruluyor. Her başarısızlık CHP kurmaylarını ve CHP genel merkezini asabileştiriyor ve giderek dengesini kaybeden bir reaksiyonerliğe hapsediyor. Öyle ki giderek intihar bombacısı haleti ruhiyesi içinde, kendilerini yok ederek karşı cepheye azami zarar verecek strateji okumaları yapıyorlar. Toplumla, rakip parti ve zümrelerle yaşanan kutuplaşma ve çatışma giderek parti içinde taşınıyor. Başarısızlığın sebebi giderek daha yakınlarda, parti içindeki hiziplerde, parti içindeki diğer kimliklerde aranıyor. Parti içindeki mücadele giderek bir iç savaş mantığıyla ele alınmaya başlanıyor.

Bu mantık, CHP’nin parti içinde ve dışındaki güven ve ikna kabiliyetine ciddi zarar veriyor. Böylece Kılıçdaroğlu ve hizbi başta olmak üzere, CHP’deki bütün hizipler fasit dairenin içine düşüyor.

CHP, siyasi tabloyu değiştirecek bir hamleyi kendi içinden yapamadıkça Ergenekonculardan Paralel Devlet Yapılanmasına, imzacı akademisyenlerden liselilere kadar her kesimden bir tür Mehdi bekler gibi irrasyonel bir pozisyona savruluyor. Bir arada olamayacak aktörlerle hızla müttefik olabilen CHP, birbiriyle telif edilemeyecek argümanları peş peşe savunmaktan çekinmiyor. Bu durum aslında CHP’nin kuruluş döneminin tarihine ve mantığına uygundur. CHP krize girdikçe kuruluş dönemindeki reflekslerine dönüyor. Ancak CHP kuruluş döneminde bir iktidar partisiydi ve devletin partisiydi. Dolayısıyla bu savruluşları izah etmesine gerek kalmayacak bir iktidara sahipti. O dönemde CHP kimseye hesap vermeyen, tam aksine muhaliflerden topluma herkese hesap soran bir pozisyona sahipti. CHP çok partili hayata geçtikten sonra da “kendi muhalefette fikirleri devlette iktidarda” kalmayı başarmıştı. Bugün ise CHP her anlamıyla muhalefette… CHP ve Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu artık yaptıklarının hesabını vermek ve gerekçelerini izah etmek durumunda olduğunun farkında… Arkasında bürokratik iktidar ve devletin itibarı yok. Bu yüzden de CHP, bu savruluşlarının gerekçelerini topluma ve kendi tabanına anlatmak zorunda kalacak.

CHP bugün hayatın normal akışı içerisinde birbirine selam vermeyecek, hatta yüz yüze geldiklerinde kavga edecek aktörleri çatısı altında toplamış durumda. Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı üzerinden bir araya gelen bu aktörler, açık bir başarısızlıkla karşı karşıyalar. CHP, politik sabır ve meşruiyet isteyen demokratik siyaseti değil, gayrimeşru yöntem ve aktörlerle hemen, acil, kesin bir devirme siyaseti arasında ikincisini tercih etti. Bu siyasette başarısızlık halinde “Kurtlukta kural düşeni yemektir” hükmünün uygulanacağının farkındadır. Bu kurala göre tasfiye edilen Deniz Baykal’ın yerine getirilen Kemal Kılıçdaroğlu, kuralın şimdi de kendisi için işlediğinin farkında. Bu yüzden bir yandan hala işe yarabileceğini diğer yandan da kendisinin gidişinin maliyetini kuralı uygulayıcılara hatırlatmak istiyor. Kılıçdaroğlu’nun açıkça üstelik hanım bir siyasetçiye küfretmesinin,  “Başkanlıktan kan çıkar” demesinin ve iktidarı sokak hareketleriyle tehdit etmesinin sebebi oyunun bu kuralında yatmaktadır.

Kılıçdaroğlu ve CHP, iktidarı ele geçirmek için şeytanla dahi işbirliği yapabileceğini göstermiş bir sicile sahip… Şeytanla işbirliği büyük güçlerle işbirliği yapmak gibidir: Kazanırsanız büyük payı büyük güç alır, kaybederseniz maliyeti büyük güç size ödetir. CHP ve Kılıçdaroğlu şimdi şeytanla yaptığı ittifaka rağmen kaybetmenin ağır faturasıyla karşı karşıya…

Kılıçdaroğlu “arabayı devirdiği” için artık kendisine yol gösteren çok oluyor. Gün geçmiyor ki parti içinden dışından Kılıçdaroğlu’na bir eleştiri yapılmasın, bir akıl verilmesin… Bu kervana en son Kılıçdaroğlu’nun siyasetbilimi doktorası yapan oğlu da katıldı. CHP’ye sokaklardan uzak durun ve seçmenlere ulaşmak için evlerle gidin diyen Kerem Kılıçdaroğlu, CHP’nin tarihi, ideolojik,  sosyolojik açmazlarından hiç bahsetmiyor. CHP bu problemlerle seçmenin evine girdiğinde bir kez daha yüzleşecek. Çünkü CHP kadrolarının ezici kısmı gittikleri evlerin yüzde 80’inde kendilerini tutamayıp seçmenlerin hayat tarzıyla kavga edecek. Bu bakımdan CHP kadrolarının evlere gitmesinin, CHP’nin oyunu artırmaktan ziyade azaltacak sonuçlar vermesi kuvvetle muhtemeldir.

Kreşlerde de örgütlenmeli

Görüldüğü üzere CHP henüz propaganda tekniklerinden öteye program, ideoloji, tarih, sosyoloji katmanlarına geçebilmiş değil. Bütün akademik hayatlarını darbe ve sokak hareketleriyle hükümet devirme teknik ve stratejilerine hasretmiş CHP’nin organik aydınları, CHP’nin normal ve demokratik bir parti olmasının önündeki temel engele dönüşmüş durumda… Bu yaz yeni darbe ve devrim teknikleriyle yeni akademik döneme hazırlanan CHP’nin organik akademisyenlerinin, liseler yetmez kreşlerde de eylemci bebeler örgütlemeliyiz şeklinde yeni ve parlak fikirlerle şeytanlarla anlaşmayı denemeleri muhtemeldir. Kendi pozisyonlarını “cinnet siyaseti”yle açıklayan CHP’nin organik akademisyenleri varken Kılıçdaroğlu’nun ve CHP’nin burunlarını demokrasi oyununa sokmasını uzunca bir süre beklememeliyiz. Ancak CHP tabanının talep ve şikayetlerinin cinnet siyasetini, ecinni akademisyen ve siyasetçileri ilanihaye taşımasının mümkün olmadığını unutmamak lazım. CHP’liler şeytandan önce ecinni akademisyen ve siyasetçileri taşlayarak, bu ecinni taifesinin ve şeytanın şerrinden kurtulmadıkça amellerinin demokratik karşılığı seçim sandığında bir kere daha yanmak veya bu sefer çarpılmak olacaktır.

Star Açık Görüş, 18.06.2016

“Doğrunun siyaseti” yanılsaması

Türkiye’de hatalı bir siyaset anlayışı var. Siyaset “doğru”nun hayata geçirilmesi olarak görülüyor. Bu anlayışa göre iç ve dış siyaset alanında yürütülmesi gereken “doğru”nun ne olduğu açık ve bellidir. Doğru politikalar, demokratik sistemin politika oluşturma ve yürütme üzerinde oy veya diğer mekanizmalar yoluyla kurduğu kontrol düzeyine bakılmaksızın, bunlar tarafından engellenmeksizin veya bu sistemlere takılmaksızın uygulanmak zorundadır. Çünkü doğru olmaları, bu politikaların yürütülmesi için tek başına yeterli gerekçedir.

Buna göre, eğer o politikalar uygulanmıyorsa “doğru”dan vazgeçilmiş veya doğru olan göz ardı edilmiş, yerine yanlış olan konmuş olmalıdır. Yöntem ne olursa olsun eğer “doğrunun siyaseti” yerine “yanlışın siyaseti” uygulanıyorsa ortada bir gayri meşruluk veya kabul edilemez bir durum var demektir.

Belki bir örnekle ne demek istediğimi daha iyi anlatabilirim. Gezi olaylarının çıkış noktası olan Gezi Parkı’nın akıbeti konusunda buna benzer bir durum yaşadık. Parkın olduğu gibi korunmasını isteyenler bu konunun bir referanduma dönüştürülmesi önerisini reddettiler. Gerekçe ise, mealen, söz konusu alanın AVM veya kışla olarak betonlaştırılması yerine ağaçlarıyla yeşil bir çevre olarak korunmasının “doğru” politika olduğu idi. Doğru olanın tartışılması, pazarlık konusu yapılması veya oylamaya sunulması reddediliyordu.

İlk duyuşta kulağa haklı geliyor. Gerçekten de eğer ortada bir doğru varsa bunun tartışılması ve pazarlığa tabi tutulması anlamsızdır. Ne var ki burada ilk duyuşta es geçilen husus, aynı konuda başkalarının da “doğruları” olduğu gerçeğidir. Doğrunun siyasetini yaptığını düşünen bu aktörler, sonuçta “kendi doğruları” olan ötekiler ile aynı sahneyi paylaşmak zorunda olduğumuz gerçeğini gözardı ediyorlar.

Kendi politikasını geçerli tek doğru kabul eden ve herhangi bir rekabeti reddeden bu anlayış, esas itibariyle bizde daha çok sol siyasetin bir hastalığı olarak karşımıza çıkıyor. Bunun iki temel sebebi var. Bunlardan başat olanı solun yaslandığı ideolojinin esas itibariyle insan için bilimsel olarak belirlenmiş tek hakikatin varlığı fikrini içeriyor olmasıdır. Bu tek hakikat evrene, dünyaya, topluma, insana ve insanın nasıl yaşaması gerektiğine dair neredeyse her soruya cevap veren kapsamlı bir görüşü içeriyor. Bu tek hakikatten türetilen politikalar ise insan için doğru olanı buyuran tartışılmaz bilimsel gerçeklerin ifadesi ve insanın kurtuluşunun anahtarı olarak görülüyor.

İkinci sebep ise, resmi ideolojinin ve vesayet kurumlarının esasen çağdaşlaşma ve laiklik kavramlarıyla ifadesini bulan ve daha ziyade CHP ideolojisi ile örtüşen bir tür sol anlayışı uzun süre desteklemesinde yatıyor. Hükümette olmasa bile devlet iktidarında kısmen pay sahibi olduğu hissi, solu ötekilerin de “kendi doğruları” olduğu gerçeğiyle yüzleşmekten alıkoydu. Ötekilerin doğrusunu tanıma ve görmeye zorlayacak ciddi bir karşılaşmaya her girdiği durumda, aldığı yenilgi sistem tarafından telafi edildi — tâ AK Parti’nin kalıcı zaferine kadar.

Bu iki durum solun seçmenle ve demokrasiyle olan ilişkisini de olumsuz etkilemekte. Tek hakikatten kaynaklanan doğru politikayı ellerinde tuttuklarına inananlar, seçmeni rakip politikalar yerine kendi politikalarını tercih etmesi için ikna etmeye veya tavlamaya çalışmak için fazla bir motivasyona sahip değiller. Onun yerine siyasi eylemi, seçmeni doğru olan konusunda eğitmek, aydınlatmak ve belki terbiye etmek olarak pratik ettiler. Politikalarını rakiplerini dikkate alarak seçmen için, seçmene göre “biçimlendirmek” yerine, seçmeni politikaları için “biçimlendirmeye” giriştiler. Çoğunlukla da başarısızlık ve hayal kırıklığı yaşadılar. Politikalarını ve kendi tutumlarını masaya yatırmak yerine, sorumluluklarını seçmene yüklediler.

Bu durum, solun kendi ötekisine karşı sergilediği zaman zaman aşırıya kaçan öfke, kindarlık ve kibir duygularının da sebepleri arasında yer alıyor olabilir. Baktığınız bu yerden, açıkça doğru olan şeye itibar etmeyen, yanlışı yaşayan ve yanlış olanda ısrar eden insanları “kötü” veya “ahmak” bulmak kolaylaşır.

Yine siyaset yapmayı kategorik doğruların hayata geçirilmesi olarak gören bu hatalı kavrayış, solu uzlaşmaz, “ya hep ya hiç”çi bir politik tutuma mahkum etti. Bu tutum ise demokratik siyaset içinde solun etkinliğini, genişlemesini ve yaygınlaşmasını engelledi. Seçmenle sağlam, sahici ve inandırıcı bir ilişki kurulamadı.

Demokratik siyasetin işleyişine uygun hareket etmeye zorlandığında (arka arkaya gelen seçim başarısızlıkları gibi), ne kendisini ne de seçmeni inandıramayan “çarşaflı kadınlara parti rozeti takmak” gibi yapmacık, acemice ve kalıcı olamayan hamleler geldi. Çünkü “öteki seçmen” dikkate alınması gereken yetişkin ve saygın biri olarak değil, şekerle kandırılabilecek saf bir çocuk veya kandırılmaya müsait bir cahil olarak görüldü.

Tek hakikat ile ilgili Platon’un meşhur mağara benzetmesi vardır. Dünyadaki sıradan insanlar dışardan ışık gelen mağaranın ağzına sırtlarına dönerek oturmuşlar, mağaranın duvarlarına yansıyan gölgeleri seyretmektedirler. Sıradan insanlar asılları, hakikatleri mağaranın dışında (idealar evreninde) olan şeylerin sadece gölgeleri ile yetinmekte ve onları gerçek zannetmektedir. Oysa sırtlarını dönmek yerine yüzlerini ışığın geldiği tarafa çevirseler, her şeyin ideal, mutlak ve hakiki hallerini görebilecek, böylece doğrunun ne olduğunu bilebileceklerdir. Ancak bu iş sadece bir veya birkaç bilgenin üstesinden gelebileceği zorlu ve meşakkatli bir iştir. Dünyevi hazlara düşkün avam halk ise bu zorlu işe hiç yanaşmaz.

Bilge hakikatin ve doğrunun bilgisine ulaşır; ancak kitleler dünyanın süfli işleri ile oyalanmaktan memnun ve cahil kalırlar. Bilgenin elinde tuttuğu hakikatten kaynaklanan “doğru”su ile avamın gölgelerden kaynaklanan “doğru”su eşitler olarak aynı yarışa sokulabilir mi hiç! Platon için demokrasi bu yüzden yoz bir rejimdir; avamın iradesi hilafına hakikati hakim kılacak ve doğru olanı yapacak bir rejim ise ideal olandır.

İşte bizdeki sol da kendini adetâ idealar evrenine vakıf olan bilge zannediyor. Kibirli, halktan kopuk görünmesi de; (Doğu Bloku’nun çöküşünden, Venezuela’daki son felakete kadar) arka arkaya gelen onca başarısızlık ve yenilgiye rağmen ortalıkta hiç bitmeyen bir özgüven ve haklılık iddiasıyla dolaşması da bu yüzden olmalı!

Demokratik siyaset oyununda, sol aktörler kendilerini “mutlak doğru”yla değil, “kendi doğruları”yla pazarda yer alan ve mümkün olduğunca çok müşteriye kendi doğrularını satarak rakiplerine üstünlük sağlamak zorunda olan mütevazi birer “satıcı” olarak görürlerse, işleri biraz daha kolaylaşabilir.

Sağın “doğru olan”ın siyaseti ile ilişkisini başka bir yazıya bırakıyorum.

Serbestiyet, 19.06.2016

Hendeklerin ardından (2)

7 Haziran, PKK ve HDP için bir dönüm noktasıydı. Halkın siyasi mekanizmalara ve çözüme olan gösterdiği büyük teveccüh, PKK’yi bir seçim yapmak zorunda bıraktı. Her silahlı örgütün başına gelen PKK’nin de başına geliyordu; yola siyasetle mi, yoksa silahla mı devam edileceğine bir karar vermesi gerekiyordu.

Aslında, bu konuda PKK elini daha önceden açmıştı. 2013-Newroz’unda Öcalan, silahın miadını doldurduğunu, artık mücadelenin siyasi alanda verilmesi gerektiğini belirtmiş ve çözüm süreci de bu hat üzerinden ilerlemişti. Keza PKK’nin tepe isimlerinin tamamı da, defaten, sorunun silahla bitirilmesinin imkânının bulunmadığına ve çözümün mutlaka siyasette aranması gerektiğine dair açıklamalar yapmışlardı. Dolayısıyla 7 Haziran’dan sonra verilecek kararda bir sıkıntı olmaması icap ederdi. PKK, siyaseti güçlendirecek bir hamle de bulunmalıydı.

Ne var ki PKK, 7 Haziran’a beklentilerin hilafına bir tepki gösterdi. Seçim sonuçları hemen herkes tarafından “halkın, Kürt meselesinde inisiyatifin siyasette olmasını istediği” biçiminde tercüme edildi. İnsanlar, otuz yılı aşan çatışmalardan bezmişti. Bunun herhangi bir çözüm üretmeyeceği ve çıkmaz bir yol olduğu tecrübeyle sabitti. Çatışmalar bitmeli, siyaset ipleri eline almalı, öncelikleri belirleme ve karar verme mevkiine siyasetçiler geçmeliydi. Ezcümle, silahın yerini siyaset almalıydı.

Elbette herkes, PKK’nin HDP üzerindeki tesirinden haberdardı. Sorunun aşılması için PKK’nin HDP’lileşmesi gerekiyordu. Bunun yolu da güçlü bir siyasi temsilden geçiyordu. Altı milyon oyda, % 13’ü aşan destekte ve 80 milletvekilinde ifadesini bulan bu güçlü temsilden umulan, PKK’yi siyasi bir organizasyona dönüştürmesiydi.

PKK’nin hoşnutsuzluğu ve HDP’ye ayar

PKK, bu tablodan memnun olmadı. Sorunu çözme babında parlamentonun ve siyasetin iş görebilme ihtimalinin büyümesini PKK bekasına dönük bir tehdit olarak algıladı. Her meselenin halli için parlamentoyu ve siyaseti adres gösteren bir anlayışın hâkim olması halinde, kaçınılmaz olarak PKK’deki dağdaki varlığı ve elindeki silahı sorgulanacak, PKK kamuoyundan gelecek “Siyasetle bir çare bulmanın olanağı varken dağ başında işiniz ne?” sorusuna daha çok muhatap olacaktı.

Ortadoğu’da işlerin karıştığı ve bilhassa Suriye’de önüne bir fırsatın çıktığını düşündüğü bir vasatta PKK, kamuoyunun kendisine böyle bir taleple gelmesini istemedi. Öyle ki, seçimin hemen ardında elde edilen büyük başarıyı itibarsızlaştırdı. HDP’nin zaferin tadına varmasına müsaade etmedi. Yerli yersiz devreye girip HDP’ye ayar çekti. Kısa bir süre sonra da, ateşkesi bitirdiğini ilan etti, devrimci halk savaşı çağrısı yaptı.

PKK’nin önceliği Suriye

Çatışma, böyle bir fonda başladı. Siyaset korkusu PKK’nin tekrar silaha başvurmasının amillerinden biri. Ama PKK’nin şehir savaşlarına girmesi salt buna bağlanmaz. PKK’nin çatışma tercihini açıklamak için, bu fona işlenecek dört önemli nedenden bahsedilmelidir:

1. Ortadoğu’da tozu dumana katan gelişmeler PKK’nin önceliklerini ve Türkiye’ye dönük stratejisini değiştirdi. Müzakere yoluyla Türkiye’de Kürt meselesini çözmekten ise Suriye’deki hâkimiyet alanını korumak ve büyütmek PKK için çok daha öncelikli bir hal aldı. PKK, Suriye’de iç savaş konjonktüründe kısa bir sürede üç kantonun yönetimini eline geçirdi. Ancak bu kantonlar bir toprak bütünlüğü oluşturmuyordu. Kantonlar arasında IŞİD ve ÖSO’nun elinde tuttuğu alanlar da vardı. PYD, dış desteğin de yardımıyla, toprak birliğini sağlamak istedi. Bu, Türkiye ile PKK yeniden karşı karşıya getirdi. Zira Türkiye sınırında tümüyle PKK egemenliğinde bir yapılanmaya izin vermeyeceğini açıkça ilan etti ve buna uygun bir tavır aldı.

PKK, bana göre büyük bir yanlış içeren, Türkiye’nin bu siyasi tavrını fiili yönetimini tahkim etmesinin önündeki en büyük engel olarak okudu ve ateşkesi bitirerek sokak savaşını başlatan düdüğü çaldı. Böylece bunun karşısında yer aldığında maliyetin ne denli büyük olacağını göstererek Türkiye’yi kendi çizgisine zorlamayı hedefledi.

“Taşeron savaşı”

2. Türkiye ve PKK’nin Suriye’de ortak bir zeminde buluşamamaları çözüm sürecini de tıkadı ve tarafları farklı arayışların içine girmeye itti. Her iki taraf da, sahada etkili olan güçlerle daha sağlam bir ilişki trafiği kurmaya yöneldi. Sahadaki mevcut şartların daha avantajlı kıldığı PKK, Ortadoğu yeni ve karmaşık bir ağın içine girdi. 40 yıldır Türkiye’deki silahlı mücadelesinde kavuşamadığı desteğe, Suriye’de IŞİD’e karşı verdiği mücadele sayesinde erişti. Gerek gerek bölge devletlerinin (Suriye ve Irak) ve gerek bölge dışı güçlerin (ABD ve Rusya) desteğini arkasına aldı.

Türkiye’nin, PKK’ye arka çıkan bu güçlerin hepsiyle değişen oranlarda sorunları var. Ortadoğu’da kartlar yeniden karılıyor ve dengeler kökünden sarsılıyor. Böylesi bir düzlemde PKK’nin Türkiye’ye karşı sahaya sürülmesinde, bölge içi ve dışı güçlerin gayeleri ve bu doğrultuda PKK’yi yönlendirmeleri göz ardı edilemez.

PKK’nin dâhil olduğu ağın amacı, Türkiye’nin Ortadoğu’ya müdahil olmasını önlemek veya müdahalesini en aza indirmekti. PKK’nin şehir savaşı karşısında bütün ilgisini ve gücünü içe yöneltmek zorunda kalan Türkiye, yeniden şekillenmekte olan coğrafyadaki hadiselere yeterince tesir edemedi. Böylelikle amaç hâsıl oldu. Yani, Türkiye’yi bölgeden uzak tutma ve etkisini kırma siyaseti PKK eliyle icra edildi.

PKK’nin eski yöneticilerinden Nizamettin Taş, PKK’nin bu siyasetini “Rojava için Kuzey Kürdistan’ın feda edilmesi” olarak yorumluyor: “Kuzey Kürdistan’daki savaş, taşeron savaşıdır. Kuzey Kürdistan için sürdürülen bir savaş değildir. Rojava üzerine süren bir savaş vardır. Savaşan güçler Türkiye’yi denklemin dışına itmek için böyle bir savaş başlattılar. Bunu da PKK eliyle yaptılar. Amaç Türkiye’yi Ortadoğu denklemin dışında tutmaya çalışmaktır. Kuzey Kürdistan buna feda edildi.” (BasHaber, Sayı 105, 06-12 Haziran 2016, s. 8-9.)

Örgütsel dönüşüm

3. PKK, başlangıçta kır eksenli gerilla mücadelesine göre yapılan bir örgüttü. Ancak başlıca iki sebepten ötürü, kırsalda etkin bir mücadele yürütmenin imkânı kalmadı:

Sebeplerden biri sosyolojiktir. 1990’lardaki devletin uyguladığı zorunlu göç siyaseti, kırsal alanı hatırı sayılır miktarda zayıflattı. Toplum kaotik bir şehirleşme sürecinden geçti. Kentlerde yoğun ve dinamik bir genç nüfus oluştu. Bütün gençleri dağa çıkarmanın olanağı yoktu. PKK, şehirdeki gençleri silahlandırarak hem kenti/kendisine muhalif olan unsurları kontrol altında tutmayı, hem de devlete karşı mücadelenin kırsaldan kente çekmeyi amaçladı.

Diğer sebep ise teknolojiktir. Silah teknolojisinin hızına erişmenin olanağı yok. Bu gelişmeden PKK gibi öğütler de belli bir oranda istifade ediyor ama şüphesiz devletler kadar değil. Silah envanteri genişleyen ordular her geçen gün daha teknolojik silahlarla donatılıyorlar. Artık ordular araziyi çok daha rahat gözetliyor ve daha büyük bir atış gücüne erişiyorlar. Bu da ordulara, mücadele ettikleri silahlı örgütlere karşı muazzam bir avantaj sağlıyor.

Tüm bunlar Türkiye için de geçerli. Kırsalda, kır gerilla modeli ile PKK’nin kendi hedeflerine ilerlemesinin imkânı bulunmuyor. PKK kırda hareket alanı daralıyor ve gücü kırılıyor. Bu durum karşısında PKK, örgütsel yapısını yeniden tanzim ediyor ve şehirlere yöneliyor.

Cemaat yanılgısı

4. 7 Haziran’da elde edilen tarihi başarı HDP ve PKK’de bir özgüven zehirlenmesine neden oldu. AKP, uzun süren tek parti iktidarını kaybetmişti. Ülke içinde AKP’ye ve Erdoğan’a yönelik ciddi bir muhalefet oluşmuştu. Batı’da da gerek siyasi elitler ve gerek toplumsal kesimler düzeyinde bilhassa Erdoğan’a karşı büyük bir nefret dalgası kabarmıştı. Ayrıca AKP içinde de Erdoğan ve Davutoğlu arasında belli konularda ihtilaf olduğu da belli olmuştu.

HDP ve PKK bu tabloyu “AKP ve Erdoğan’ın sonu” olarak okudu. Altan Tan, 7 Haziran sonrası partideki ruh halini şöyle resmediyor: “Bizim 7 Haziran’dan sonraki siyasetimizde de, 7 Haziran gecesinden itibaren şöyle bir siyaset hâkim oldu, “Bu çözüm süreci durdu, masa devrildi, dolayısıyla önce Türkiye’de iktidarın değişmesi lazım. Yeni bir iktidar oluşturulması, bizim de onunla görüşmemiz lazım.” Bu fikir kulağa çok hoş gelebilir. Zaten şu an Türkiye’de Tayyip Erdoğan’dan nefret edenler zümresi var. Ben Tayyip Erdoğan ile siyaseten yollarımı 25 yıl önce ayırdım. Ama nefret etmek ayrı bir şey, bütün siyaseti bir şahıs bir parti üzerine indirgeyip onun karşıtlığı üzerinden bir cephe oluşturmak ayrı bir şey. Daha açık söyleyeyim, “Önce Tayyip Erdoğan gitsin, ondan sonra ne olacaksa olsun” Türk solunun da bir kısım Kemalistlerin de fikri sabitleriydi.” (http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/altan-tan-dindar-musluman-kurtler-buyuk-sikintida)

Bu ruh haliyle HDP, daha ilk akşamdan AKP’ye tüm kapıları kapadı. Selahattin Demirtaş “AKP’lileri asmayacaklarını ama yargılayacaklarını” söylüyordu. Sırrı Süreyya Önder, kendileri ile görüşmeye gelecek Başbakan Davutoğlu için “Gelir, kaçak çayını içer gider” diyordu. PKK’nin çatışmayı başlatmasının amillerinde biri de, gerçeklikle bağını koparmış bu özgüvendi. PKK’ye göre, AKP’nin kurtuluşu yoktu. AKP içten ve dıştan gelen baskılara karşı koyamazdı. Bir çatışma süreci, AKP’nin yıkılışını hızlandırabilirdi. Ve PKK, AKP’yi yıkan güçlerden biri olarak içteki ve dıştaki kazanımlarını derinleştirebilirdi.

Bu, 17-25 Aralık döneminde Gülen Cemaati’ni saran ruh haline çok benziyordu. Anılan dönemde Gülen Cemaati, yeterince güç berkittiğini düşünüyordu. O günlerde birçok Cemaat mensubuna göre; hükümet düşecek, AKP seçimleri çıkaramayacak ve Erdoğan da ülkeden kaçacaktı. Bundan hiçbir kuşkuları yoktu.

Benzer şekilde PKK’de Erdoğan’ın gidici olduğuna kanaat getirdiği noktada çatışmaların düğmesine bastı. Ancak -Cemaat gibi- PKK de yanıldı. Yaptıkları hamleler, Erdoğan’ı güçten düşürmek yerine, daha güçlü kıldı.

Meseleye buradan devam edeceğim.

Serbestiyet, 20.06.2016

Hendeklerin ardından (1)

Kürt meselesi, bir nevi, kaçırılmış fırsatlar tarihidir. Çözüm birçok kez kapıya kadar geldi, ama kimi vakit gereken cesaret gösterilmediği, kimi vakit de basiret bağlandığı için çözümün kapıdan içeri girmesi sağlanamadı. Taraflar bazen güçlerini abarttı, bazen şartları yanlış okudu ve her seferinde çözüm bir kez daha elden kaçtı.

2013-2015 yılları arasında devam eden 2.5 yıllık son süreç, hiç şüphesiz, memleketin yakın zamanlarda sahip olduğu en iyi hikâyeydi. Ne yazık ki onun sonu da mutlu bitmedi.

Süreç devam ederken dile getirilen bir endişe vardı. Buna göre, sürecin demokratik bir şekilde neticelendirilmesi için azami gayret sarf edilmeliydi. Eğer süreç akamete uğrar ve çatışmalar yeniden alevlenirse;

* Çatışmalar eskisinden çok daha şiddetli olacak ve
* Çatışmaların form değiştirip kırsaldan şehir merkezlerine kayacaktı.

Maalesef son bir yılda, bahse konu endişe misliyle gerçekleşti. PKK, savaşı şehirlere taşıdı. Binlerce insan hayatını kaybetti. Yüzbinlerce insan göç etmek mecburiyetinde kaldı. Kentler yerle yeksan oldu. Bölgede ekonomi çökme noktasına geldi. Psikoloji ve sosyal doku bozuldu. Siyasi hak alanı daraldı. Hukuki standartlar geriledi. Yani her açıdan büyük bir fatura çıktı.

Çıkmaz yola sürüklenmek

Ne yazık ki henüz çatışma ortamından çıkmış değiliz. Bombalı saldırılar, askeri operasyonlar bütün hızıyla devam ediyor. Bununla birlikte çatışma sahnesinde bir perde kapandı. Önümüzdeki günlerde tekrar denenmeye çalışılır mı bilinmez ama şimdilik şehir savaşları bitti. Doğal olarak bir muhasebe yapılıyor ve “PKK, neden bu yola girdi?” sorusuna yanıt aranıyor.

Hayati niteliği haiz bu suale cevap teşkil etme iddiasını taşıyan iki teori var: İlki, PKK’nin tuzağa düştüğü yönünde. Buna göre PKK, devletin kurduğu oyunu göremedi. Hendeklere, bir plan-program dâhilinde değil, bilinçsiz ve hazırlıksız bir şekilde düştü. Devlet organize bir şekilde sahadan çekildi, PKK’nin kendini “hâkim güç” olarak görmesini sağladı, birtakım ayak oyunlarıyla PKK’yi bu çıkmaz yola sürükledi. Kudret sarhoşluğuna kapılan PKK, devletin kurduğu kapanı fark etmedi ve kendini bir anda çatışmanın içinde buldu.

İkincisi ise, PKK’nin çatışmaya zorlandığı iddiasında. Buna göre, PKK’nin çatışmaya dair bir niyeti, çalışması ve hazırlığı bulunmuyordu. Devlet, sahadaki bazı pratikleriyle (7 Haziran öncesinde Ağrı-Diyadin’deki operasyon, Diyarbakır’da HDP mitinginde patlayan bomba, kale-kol yapımları, baraj inşaatlarına hız verilmesi, vb.) PKK’yi savaşa davet etti. “Zorlanma” teorisini savunanlar bu noktada kendi aralarında ikiye ayrılıyor:

* Kimi, devletin ısrarlı davetine rağmen PKK’nin buna icabet etmeyebileceğini belirtiyor. Bunlara göre, PKK bu davete kulaklarını tıkamayı becerebilmeliydi. PKK’nin en büyük hatası, devletin savaş çağrısı karşısında soğukkanlılığını kaybetmesi ve daveti tez canlılıkla kabul etmesiydi.

* Kimi de, devletin çatışmayı tahrik eden tavrı karşısında PKK’nin başka bir çaresinin kalmadığını ifade ediyor. Buna göre, bütün çıkışları kapatan devlet PKK’yi bilerek savaş meydanına itti ve çatışmaya icbar etti. PKK’nin başka türlü davranabilme ihtimali yoktu.

Kararlar ve sonuçları

Her iki teori de belli bir popülariteye sahip. Epey destekçisi ve alıcısı var. Lakin ben, bu teorilere katılmıyorum.

İlk olarak, Ortadoğu gibi zorlu bir coğrafyada 40 yıldır ayakta kalan, her geçen gün büyüyen ve küçük bir silahlı örgütten devasa bir yapıya dönüşen PKK’den söz ediyoruz. Böylesi bir çizgi herhangi bir konuda bir adım atarken kılı kırk yarar kolaylıkla tongaya basmaz. Yoksa Ortadoğu ateşinde varlığını sürdüremez, yanar gider.

Siyasi/askeri hareketler/liderler kendilerine bir hat çizerler. Menzile vardıklarında, bunu siyasi/askeri dehalarının enginliğine yorarlar. Başarısız olduklarında ise topu ve sorumluluğu başkalarına atarlar. Mesela Erdoğan –Gülen Cemaati, çözüm süreci, Suriye, vb. birçok konuda “Kandırıldım” dedi. İlginç olan, Erdoğan “Kandırıldım” dediğinde bundan bir mizah malzemesi çıkaranlar, nedense PKK’nin kandırıldığına veya tuzağa düşürüldüğüne gönül indirmeye pek meyilli durmaları.

Oysa gerçekte bir kanma ve kandırılma durumu yok. Ne Erdoğan kandırıldı, ne de PKK. Zamanında Erdoğan’a tüm bu konularda gerekli eleştiriler ve uyarılar yapıldı. Keza PKK’ye de, hendek işinde, gittiğin yolun yol olmadığı defaten söylendi. Lakin onlar, siyasetin çemberinden defalarca geçmiş aktörler olmalarına güvenerek, kendi bildiklerinden şaşmadılar, bazı kararalar verdiler ve şimdi de verdikleri bu kararların neticeleriyle yüzleşiyorlar. Olan-biten bu.

Hesaplı kitaplı tercih

İkinci olarak, PKK’nin çatışmaya mecbur kaldığı tezi de gerçeklerle örtüşmüyor. 7 Haziran’da HDP muazzam bir başarı elde etti. Bir kader anıydı bu; halkın siyasetin belirleyici olması gerektiğini istediğini haykırıyordu. Karar makamında olan PKK’ydi ve PKK’nin silahları geri çekip siyaseti öne çıkarmasının önünde hiçbir engel yoktu.

Daha önce birçok kere dile getirdim. Bir kere daha hatırlatmanın zararı yok. 8 Haziran’da PKK yönetimi çıkıp “Halkımızın seçimlerde verdiği mesajı aldık. Meselenin demokratik araçlarla çözülmesine dair iradesine saygı gösteriyoruz. Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleyi bitiriyoruz/durduruyoruz” minvalinde bir açıklama yapsaydı, devlet ne yapabilirdi? Velev ki devlet çatışma istiyor olsun, böylesi kesin ve kararlı bir siyasi duruş karşısında, devletin bütün çatışma potansiyeli absorbe edilmiş olmaz mıydı?

Fakat PKK bunu yapmadı, tam tersi bir yol tutturdu. Bana göre, PKK’nin “kandırıldığı”, “tuzağa düştüğü” veya “mecburiyetten ötürü” savaştığını söylemek, PKK’nin kurumsal aklını ve hafızasını küçümsemek olur. PKK, birtakım hesaplardan hareketle şehir savaşını tercih etti.

Bir sonraki yazıda bu tercihin altında yatan hesaplara değineceğim.

Serbestiyet, 16.06.2016