Ana Sayfa Blog Sayfa 193

Kemalizm niye kaybetti? – Ceren Kenar

Hatırlayalım, çok uzak zamanlardan bahsetmiyoruz. Türkiye Cumhuriyetinin “ana ideolojisi” olan Kemalizm nasıl kaybetti? Birçok sebep sayılabilir Kemalist vesayetin Türkiye siyasetinde kurumsal olarak gerilemesini açıklamak için. Ancak muhtemelen en güçlü sebep Kemalizm’in bir iktidar alternatifi olmaktan çıkıp, 3. dünyacı, dünyadan ve gerçeklikten kopuk, dışlayıcılığını iyice vurgulamaya tercih etmeye başlayarak “ulusalcılık” adı verilen bir garabete dönüşmesi oldu.

Kemalizm aslında ideolojik olarak kaybetti. Makul olma kaygısından vazgeçti. Bir devlet ideolojisi olmaktan çıktı ve tuhaf bir protest hareket hâline geldi. Entelektüel ve kültürel üstünlüğünü kaybederken hırçınlaştı. Kapsayıcı bir şekilde kendini değişen dünya dinamiklerine adapte etmek yerine, içine kapandı. Fabrika ayarlarına döndü. 2000’lerin Türkiye’sini “millî mücadele” stratejileri ve ideolojisi ile yönetmeye talip oldu. Ve kaybetti.
Ulusalcı ideoloji bir parodi idi. Argümanlarını ciddiye alıp tartışmak bile mümkün değildi. Kemalizmin ideolojik lümpenlikte dibe vurmuş bir varyasyonuyken, birden tüm Kemalist doktrini esir aldı.

Fantastik komplo teorileri, ırkçılık üzerinden itibarsızlaştırma kampanyaları üzerinden çarpışa çarpışa geri çekilen, mevzi kaybeden Kemalizm’in yenilgisi “onurlu mağlubiyetler” kategorisinde olmadı bu yüzden. Okuyanın ağzında kekremsi bir tat bırakan, çoğu zaman ürkütücü ama bazen de komik teoriler ile tarihin karanlık bir odasına hapsoldu.

Neler söylenmedi ki ulusalcı kanaat önderleri tarafından…

Rahşan Ecevit, Güneydoğu’da İsraillilerin toprak alarak burayı da Filistin gibi ele geçireceklerini iddia etti…

Bu dönemde AK Parti’yi “Kürtleştirme” ve Kürtçü gösterme, ulusalcılığın “anti-AKP” diskurlarının en güçlülerinden oldu. Başbakanın danışmanlığını yapan Cüneyt Zapsu, Egemen Bağış ve Ömer Çelik’in Kürtlükleri ağızlara pelesenk oldu, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu şekilde güdüldüğü, yönlendirildiği ortaya konmaya çalışıldı. Cüneyt Zapsu’nun ise Bedirhani kökeni ise Botan Beyi Bedirhan Beylerinin Osmanlı’ya “isyan ettikleri” hatırlatılarak özellikle vurgulanmıştı. Zapsu, anne tarafının Rumelili olduğunu hatırlatarak kendini savunsa da, ulusalcıların gözünde özel bir konum edinmişti. Elbette, Zapsu’nun aynı zamanda Erdoğan’ın ABD bağlantılarını sağlayan ve ABD’yle ilişkilerini yürüten bir isim olması, onun Kürtlüğünün doğal neticesi olarak aynı zamanda ABD’nin uzantısı olarak konumlandırılmasını sağlayarak ulusalcı zihniyete “mükemmel komplo” imkânı sunmaktaydı. Yalçın Küçük’e göre aynı zamanda “İbrani asıllı” olduğunu da iddia ettiği Zapsu “Siyonizmin Türkiye komiseri Wolfowitz[‘in]… iki en yakınından” biri idi. Bu kurguda Tayyip Erdoğan bir kuklaydı. Kuklacı ABD, kuklanın ipleri ise onun dört tarafını sarmış “Kürt danışmanlarındaydı.”

Bu dönemde “AKP-ABD-Kürtlük şeytan üçgeni” içine Yahudilik ve İsrail de eklenecekti. AK Parti, ulusalcı muhayyilenin gözünde ABD maşası olduğu kadar İsrail’in de maşasıydı. Özellikle 2004 yılında ABD’deki en etkin Yahudi örgütü “İftirayla Mücadele Birliği” (Anti-Defamation League) tarafından Holocaust’a karşı Yahudilere sahip çıkanlara verilen Cesaret Ödülü’nü II. Dünya Savaşı’ndaki tavrı ve Türk diplomatlarının yardımlarına binaen “Türkiye halkı” adına Tayyip Erdoğan’a vermesi, ödül Erdoğan’ın şahsına verilmiş gibi sunularak Erdoğan’ın Yahudiliğe ve Siyonizme hizmetinin ispatı olarak yansıtıldı. İnternet videolarından bloglara bir ulusalcı kült oldu. Bu ödül Yahudilere soykırım sırasında yardım etmiş Yahudi olmayanlara verildiği hâlde, Erdoğan’ın “bu ödülü alan tek Yahudi olmayan kişi” olduğu iddiası bu şehir efsanesinin öldürücü darbesi oldu.

Türkiye’de bu dönemde en önde gelen ulusalcı nefret imgelerinden olan ve aşağılayıcı bir şekilde “aşiret reisi” olarak bahsedilen Barzani de bu kampanyadan payına düşeni aldı. Önce uyduruk bağlantılar ile Barzani’nin Yahudi olduğu “kanıtlandı”. Daha sonra Türkiye’nin Irak Kürdistan’ı ile geliştirmeye çalıştığı ilişkiler Irak Kürdistan’ı İsrail bağlantısı ile açıklandı.

Ulusalcılığın komplocu zihniyeti sadece siyasetle sınırlı kalmayacaktı. 2009 sonbaharında Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) ile ilgili yönetmeliğin hazırlanmasıyla bu konuda da ilginç teoriler ortaya çıktı. “GDO bir silahtır ve egemenliğimizi yok etmeye yöneliktir”, “Amaç gıda açlığı ile dünyayı terbiye etmektir” argümanları ile “Gıda emperyalizmi” ulusalcı jargonun popüler terimlerinden biri hâline geldi. Bu hormonları (ve tohumları) kullandırtarak İsrail’in Türkiye’de ekili alanları çoraklaştırma projesi uyguladığından, hormonlu sebzelerin iktidarsızlığa ve kısırlığa neden olarak Türk nüfusuna karşı bir tehdit oluşturduğuna sayısız komplo teorisi üretildi. İlluminati’nin ya da dünya kartellerinin/Batı’nın gelecekteki kaynak ve gıda kıtlığına karşı tedbir olarak dünya nüfusunu iki milyar azaltmaya karar verdiği ve bu doğrultuda salgın hastalıklar yaydığı gibi ithal biyolojik komplolar da çeşitli ulusalcı cenahlarda ilgi gördü. Oktay Sinanoğlu’na göre “Bir avuç insanlık düşmanı küresel Kraliyetçi… dünya nüfusunun azaltılmasını kendilerine… amaç edin[miş,] hastalık taşıyan bozuk ilaç ve aşılarla da insanlar… toplu hâlde hasta edil[mişlerdir.]”

Ulusalcılığın en gözde hedefi ise Sabetaycılar oldu. Sabetaycılık ulusalcılar için açıktan Yahudi olmayan kişileri de itibarsızlaştırmak için mükemmel bir araç oldu. Başta Yalçın Küçük ve Soner Yalçın Sabetaycı avına çıkarken, ulusalcılar “liberal hainler”i Sabetaycı olmakla teşhir etmekle kalmamışlar, bizzat İslami kesimin kanaat önderlerini, şeyhleri ve önde gelen bazı AKP’lileri Sabetaycı, Soner Yalçın’ın verdiği isimle “Beyaz Müslüman” olarak itham etmeye başlamışlardır.(*)

Kemalizm’i eleştiren, AK Parti’yi öven isimlerin şecereleri çıkartıldı ve hepsinin Yahudi olduğuna kanaat getirildi.

Türkiye değişiyordu ve Kemalizm demode hâle geliyordu. Ulusalcılar bununla mücadele yöntemi olarak Kemalizm’i sorgulamak ve bir revizyon arayışına gitmektense, komplo teorilerinde medet umdular. İdeolojik hasımlarına argümanla cevap vermek yerine ulusalcılar belaltı salvolar ile itibarsızlaştırma kampanyasına dahil oldular. Ve kaybettiler.

Zira Türkiye halkı dünyaya entegre olmak istiyordu, demokratikleşme talep ediyordu. Bazen TSK’ya bağlı Psikolojik Harp Dairesi Başkanlığı tarafından üretilen bu komplo teorilerine, bu itibarsızlaştırma kampanyalarına itibar etmedi sağ seçmen. Tarihi anlatısında NATO üyeliğini büyük bir başarı olarak gören Türkiye sağı için bu 3. dünyacılık çekici gelmedi.

Şimdi de gelmesi için bir sebep yok.

Türkiye zor bir bölgede, son derece inişli çıkışlı bir dönemi atlattı. Bu süreçte belli güçlerle ihtilaflar yaşadı, bazılarını çözdü, bazılarını minimize etmeyi başardı.

İçeride ve dışarıda siyasi mücadelenin tonu sertleşirken, AK Partiyi temsil eden kanaat önderleri de bu çatışmada elbette mevzi aldı.
Fakat bu mevzi alma işini fazlasıyla abartanlar Kemalizm’in yaşadığı akıbeti hatırlatmıyor değil.

Hükümet temsilcilerinin toplumsal uzlaşı mesajı verdiği bir dönemde, çatışma ve kavga dışında bir yol önermeyenlerin yukarıdaki ibretlik kıssadan alacağı dersler var gibi görünüyor.

…..

(*) Bu minvalde Doğan Gürpınar’ın Ulusalcılık üzerine yapılmış nadir çalışmalardan olan ve Kitap yayınlarından çıkan “Ulusalcılık-İdeolojik Önderlik ve Takipçileri” önemli bir kitaptır.

Türkiye Gazetesi, 11.07.2016

Antidepresanlar

0

Antidepresanlar Hangi Durumlarda Kullanılır?

– Depresyon

– Panik Bozukluk

– Agorafobi

– Sosyal Kaygı Bozukluğu (Sosyal Fobi

– Obsesif Kompulsif Bozukluk

– Travma Sonrası Stres Bozukluğu

– Genelleşmiş Kaygı (Anksiyete) Bozukluğu

– Hastalık Hastalığı

– Psiko-somatik Hastalıklar

– Kanser başta olmak üzere, birçok fiziksel hastalığa eşlik eden depresyon ve kaygı bozukluklarında

– Alkol ve madde kulanım bozukluğu sonucu gelişen depresyon ve kaygı bozukluklarında

– Ağır geçen “Adet öncesi gerilim” durumlarında,

– İnternet, kumar, aşk, pornografi ve yalan söyleme bağımlılıklarında

– Psikoz hastalarında (şizofreni gibi…) gelişen depresyon durumlarında

– Hamilelik ve doğum sonrası dönemde gelişen depresyon durumlarında,

– Arka planda kaygı ya da depresyon olup, kliniğe kekemelik ya da tik bozukluğu gibi yansıyan bazı durumlarda kullanılır.

Antidepresanlar Ne Süreyle Kullanılmalı?

Antidepresanın ne amaçla kullanıldığına, psikiyatrik tablonun derecesi ve süresi, tekrar edip etmediği, genetik bir yatkınlığın olup olmaması, eşlik eden başka ruhsal ya da fiziksel bir hastalığın olup olmadığı, psiko-sosyal stresör faktörlerin olup olmaması ve derecesine göre süre değişir. Gittiğimiz hekimle bunları detaylı konuşup, ona göre süreyi tahmin etmek gerek. Her bireyin yukarıdaki parametreleri farklı olduğu için tedavi süresi de farklıdır.

Antidepresanları Hangi dozda Kullanmalı? Ne Zaman Değiştirmeli ve Ne Zaman Kesmeli?

Mümkün olduğu kadar düşük doz başlayıp, yavaş yavaş tedavi dozuna doğru çıkılmalı.

Her bireyin ve her hastalığın tedavi dozu değişkenlik gösterebilir. Ama ilaçların maksimum çıkılabilecek dozları sabittir. Bunun aşılmaması gerekir.

Bir diğer önemli kural tedavi dozunda ve tedavi süresince (yeterli süre) ilaç kullanılması gerektiğidir.

Bir ilacın iyi gelip gelmediği, tedavi dozunda kullanılmak koşuluyla, en aşağı iki ay süresince kullanılmasıyla anlaşılır. İlaçlar zaten iki üç haftada ancak etki etmeye başlar. Bu nedenle, ciddi uyumu bozan bir yan etki yoksa ilacı 2 aydan önce değiştirmemek en iyisidir.

Bazen iki üç denemede de sonuç alınamayınca, tedavide farklı kombinasyonlar, güçlendirme yöntemleri devreye sokulabilir. İki antidepresan beraber verilebilir. Vitamin, omega 3, tiroid hormonu gibi farklı seçenekler de düşünülebilir. Çok dirençli durumlarda, yani hiç yanıt alınamayan durumlarda elektro Şok yöntemi, TMS gibi yöntemler devreye sokulabilir…

İlacı kesme durumuna çok ciddi karar vermek lazım. Yukarıda saydığım parametreleri dikkate alarak karar vermek gerek. Bazı hastalarımız, birazcık düzelince, bizlere danışmadan ilaçlarını azaltabiliyor ya da kesebiliyorlar, birkaç hafta ya da ay sonra hastalık geri gelebiliyor. Bu ilaçlar çok güvenli ilaçlardır. Uzun yıllar, hatta gerekiyorsa ömür boyu da kullanılabilirler.

Keserken acele etmeden ve yavaş yavaş azaltarak kesmek doğrudur. Kesilme sendromuna karşı geçici, yardımcı ilaçlar gerekiyorsa kullanılabilir…

Antideprasanların Olası Yan Etkileri

Antideprasanlar günümüzde en sık kullanılan ilaçlar arasına girdi. SGK verilerine göre; 2008’de 17 milyon kutu olan sayı 2013’te 38 milyon civarına çıkmış. Hasta müracaatları da üç katına çıkmış…

Ne kadar yerli yerince kullanılıyor bu tartışmaya girmeden; başlarken, kullanırken ve keserken ortaya çıkabilecek olası yan etkilerinden söz etmek istiyorum. Özellikle, sık kullanılan yeni kuşak ilaçlarla ilgili bilgi vereceğim. Tabiî ki, bu yan etkilerin çok sık olduğu ve herkeste görülebileceği demek değildir.

  • Başlarken olası etkiler: 

Aşırı serotonin (halk arasında mutluluk hormonu deniyor) salgılanması sonucu; ateş basması, terleme, yanma, sıkıntı, huzursuzluk, yerinde duramama, kaygı, kendine ve çevresine yönelik şiddete eğilim, mide-bağırsak sisteminde hızlanma, bulantı, kusma ve ishal durumları. Hasta kaygılıysa, kaygısı daha da şiddetlenir. Tedavi uyumunu bozan bu duruma “serotonerjik sendrom” denmektedir. İlacı hemen kesmek en iyisidir. Bazı hekimler bu yan etkilerin baştan olmaması için ya da ortaya çıktığında geçici olarak yeşil reçete ilaçları verebilirler, bu da tercih edilebilen bir yöntemdir.

  • Antidepresanları kullanırken çıkabilecek yan etkiler:
  1. İlk etapta çıkabilecek yan etkiler:

– Birinci madde de söz ettiğim “serotonerjik sendrom”

– Aşırı esneme, diş sıkma, halsizlik, uykuya meyil ya da uykusuzluk, baş ağrısı, hafif bulantı ve iştahsızlık

  1. Alışıp kullanmaya devam ederken çıkabilecek yan etkiler:

– Tatlıya karşı aşırı istek duyma, aşırı yemek yeme ve kilo alımı

– Küçük bir kesimde ise iştah da azalma ve kilo kaybı

– Cinsel isteksizlik, orgazm olamama, erkeklerde ereksiyon sorunu ve boşalamama.

– Geçici unutkanlıklar, dalgınlıklar.

– Umursamamazlık, aşırı rahatlık, kafayı bir şeye takmama hali,

– Cesur, pervasız, bazen patavatsız olma durumları,

– Aşık olma istekleri,

– Kişide duygudurum bozukluğu eğilimi varsa “Manik Atak” ortaya çıkabilir. Aşırı konuşma, aşırı enerjik olma, uykusuzluk, aşırı özgüven, sürekli gezme-tozma, eğlenme hali, aşırı para harcama, karşı cinse ilginin artması, seksüel istekte aşırı artış ortaya çıkmışsa, bu ilaca bağlı manik ataktır. Mutlaka ilacın kesilmesi gerekir ve doktorla hemen irtibat kurulmalı. Ailesinde manik atak yaşayanların antidepresanları mutlaka doktor eşliğinde dikkatli kullanmaları gerekir.

– Uzun süreli kullanımlarda, özellikle kadınlarda kemik erimesi,

– Bazen adet düzensizlikleri,

– Çenede kasılma, diş sıkma ve gıcırdatma,

– Kabızlık, aşırı terleme, görmede bulanıklık,

– Bazı ilaçlar tansiyonu yükseltebilir. Tansiyonu yüksek olan hastalarda içeriğinde Wenlafaxin, Duloxetin ve Paroxetin olanlar yerine başka ilaç tercih edilmelidir.

– Uzun süreli kullanımlarda; ilaca karşı bağışıklık gelişebilir. Etkisini yitirebilir. Hatta şikâyetlere sebep olabilir. Hastalık tekrarlayabilir. Bu durumda da ilacı kesip başka ilaca geçmek gerekir.

3- İlacın Birden Kesilmesinin Yol Açtığı: “Kesilme Sendromu”:

Bazı hastalar “iyileştim” düşüncesiyle “pat” diye ilacı keserler, bazen de tecrübesiz doktorlar “pat” diye keserler. Yüzde 5 kadar hastada bir şey olmaz. Geri kalanlarda şu belirtiler olabilir: Şiddetli baş dönmesi, başta elektriklenme, baş ağrısı, tansiyon yükselmesi, aşırı duygusallık, ağlama, sinirlilik, tahammülsüzlük, Şiddete eğilimde artış, hatta intihar ya da cinayet işleme davranışı, bulantı kusma, iştahsızlık, yorgunluk, kramplar, uyuşma ve karıncalanmalar, ateş basmaları olabilir. Bu ciddi bir durumdur. Onun için asla ilaçlar birden kesilmemeli! (Bunun bir istisnası Prozac’tır.) Böylesi durumda hemen aynı ilaç alınırsa tablo bir iki günde düzelir…

Antidepresanlarla İlgili Dikkat Edilmesi Gereken Başka Hususlar:

–           Doktor önerisi olmadan asla kullanılmamalı,

–           Asla birden kesilmemeli,

–           Tedavi bitmeden ilaç bırakılmamalı,

–           İlaçlar bağımlılık yapmaz.

–           Hiçbir organ ve sistemde hasar meydana getirmez.

–           Bütün yan etkiler geçicidir, kalıcı değildir.

–           İlaç kullanırken mutlaka, iyi de olsak belli aralıklarla doktorumuzla görüşmeliyiz.

–           Uzun süreli kullanımlarda yıllık kontrol yaptırılmalı.

–           Başka ilaçlar kullanacaksanız, mutlaka doktorunuza danışmalısınız.

–           Antidepresanlar; bağışıklık sistemini güçlendirir. Kanser dahil birçok hastalığın oluşumun engelleyebilir veya hafif atlatmanıza vesile olabilir.

–           Antidepresanlar arada bir kullanılacak ilaçlar değildir!

–           Gerekirse, tıpkı tansiyon şeker ilaçları gibi ömür boyu da kullanılabilirler.

İnsaf

Doksanlı yıllarda çocuk olmak demek Pazar günleri akşamüstü banyo yaptıktan sonra anneniz saçınızı kuruturken “Bizimkiler” izlemek demekti.

O yüzdendir ki, bazı toplumsal olayların anlaşılmasında “mahalle” metaforunun kullanılmasının belirli bir neslin daha rahat kavraması için gerekli olduğunu düşünüyorum. Lütfen aşağıdaki durum betimlemesini bazı şeyleri size ancak metafor ile anlatabilecek kadar dehşete düşmüş olmanın özeti olarak ele alın. Zira bir kısım insanın hayatının tehdit edilmekte olduğu bu kadar vahim bir olaya yönelik sarf ettiğiniz cümleler “önce kendi insanımız” diye başladıkça beni sizden de, kendi insanımızdan da, kendimden de soğuttu.

Zamana yenik düşmemiş, zamanla genişlemiş, belki biraz değişmiş ancak köklerinin izlerini taşıyan bir mahalleyi gözlüyor olduğumuzu düşünelim. Başından sonuna kadar bir anda gözlememizin zor olacağı kadar uzun ve katmanlı bir mahalle olması da cabası olsun. Bu mahallenin bazı binalarında yaşayanlar aynı dili konuşuyorken yanyana düşen tüm binalarda ortak bir dilin olduğunu söylemek güç. Ancak aynı mahallede yaşamanın getirdiği ortak bir anlayış mahallenin kurulduğu ilk güne nazaran daha da kuvvetli.

Mahallenin oturaklı binalarınca hâlâ “gelişmekte olan” bir bina Türkiye. Bir tarafı son derece “modern” esintilere sahip, binanın temellerine baktığınızda köklerinin sağlam olduğunu ancak ilginçtir ki her bir katının diğer kat sahiplerine adeta inat edermişcesine farklı tasarlandığını görüyorsunuz. İçindeki farklılıklara rağmen gerçekten de gelişmekte olan bir bina ama bu. Tarihsel olarak bakılınca bazı kat maliklerinin yöneticiyi indirmek için güvenlik görevlileri ile bir oldukları zamanlar unutulmamış, kapıcıların eşlerinin kıyafetinin tüm apartmana dert olduğu, kapıcılıktan öteye gidilmesine izin verilmeyen bir kesimin çalışması ile son 15 yıldır gelişmekte olan bir bina. İşte ne olduysa o son 15  yılda olmuş, mahalledeki futbol maçlarında, güzellik yarışmalarında, düzenlenecek oyunları hangi binanın üstlenmesi gerektiğinin belirlenmesinde diğer binalardan farklı olarak tüm binanın birlikte hareket etmeye başlamadığı görülmüş.

“Mahalle” kavramının insana bir huzur verdiğinin farkındayım ama bu tür bir metaforda huzurun karşılığı yok, unutmayın. Mahallenin bir tarafı her daim bir dinginlik içinde yer alırken bir tarafı hep alevlerle ayakta. İşte “Türkiye” binasının nev-i şahsına münhasır özelliklerinden bir diğeri de burada ortaya çıkıyor. Binada yetişmekte olan gençlere öğretmenlerinin tarih dersinde tıpkısının aynısı olacak şekilde tekrarladığı gibi: “Türkiye jeopolitik konum açısından oldukça önemli bir yere sahip.” Binanın içinde yetişen bir çocuk şanslı gerçekten. Daha kuzeydeki çocuklar gibi sakinlikle, akşam aileleri ile eline çekirdek alarak izlemiyor mahalle savaşlarını. Yanıbaşındaki bina yandıkça onun da yüzü alazlanıyor çünkü.

Ne kadar uzaktan bakmaya çalışılırsa müdahale edilecek durumlar, bir o kadar yakınlaşıyor. Mahallenin görmezden geldiği, kendi binalarını koruyabilmek için adeta yarattığı bir zorbanın elinden kaçanlar dayanıyor nev-i şahsına münhasır binamızın kapısına. Herkes binanın içinde. Aşağıya inip çekirdek çitlemiyorlar, kabul. Ama giriş katının altında durmuş bakıyorlar hep beraber. Bir televizyon ekranı parlaklığında olan giriş katının camının dışında insanlar birbirini kesiyor. Düşmüş bir varil bombasından bacakları kopmuş oğlunu en azından dönebildiğinde bulabilmek umudu ile mahallenin arka sokaklarına gömmeye çalışan bir baba görünüyor. Yan binadan binamıza yollar çetin, tam binaya vardığında karnındaki bebeği yolda ölü doğuran kadın eli ile çalıyor kapıları tek tek. Bu arada bazılarının nefret ettiği, bazılarının sevdiği, bazılarının da nefret edenlerin şerrinden tırstığı için sessizce beğendiği apartman yöneticisi diyor ki: “kapıları açalım”. Kapıları açalım çünkü inşaa ettiğimiz bu yeni binanın köklerinde çalıştı o yollarda helak olanların dedesi.

Kendisiyle aynı kata son yıllarda taşınmış olan “görgüsüz” ailelere benzerliği ile iyice nefret ettiği yöneticinin bu söylemine karşı çıkıyor apartmanın aileden gedikli olan cenahı. Hoş onlar yönetici ne dese karşı çıkıyorlar ama bu sefer ilginçtir o yöneticinin seçilmesinde önayak olan, katları hızlıca tırmananlar da kendilerinden yıllarca tiksinen diğer kat maliklerinin cümlelerini kullanıyor “Suriye” binasından zorla kaçmak zorunda kalanlar için. “Binalarının kıymeti yokmuş demek ki.”, “Terk etmek yerine savaşmalılardı.” Allahtan binanın içi ferah, her fikri duyan ama köklerini unutmayan duvarları var. Binanın arka bahçesinden kaçak girmeye çalışan, balkonlardan düşerek hayatını kaybedenleri ön kapıdan almaya başlıyorlar. “Türkiye” kişileri almaya devam ettikçe ve bu binadan Batı’ya doğru olan köprüden geçiş iznini alamadıkça bu insanlar fark ediliyor ki hayat değişiyor.

Bu sefer yönetici: “Birlikte yaşamaya alışalım.” diyor. Çok değil bundan 100 yıl önce “Kafkasya” veya “Balkanlar” bölgesinden bu binaya “Suriyeli” binasının sahip olduğu ortak köklere atıfla sığınan hadsizler palazlanıyor ilk önce. Misafir misafiri sevmezmiş doğru. Size ne oluyor denmesine kalmadan, kendi dedelerinin hikâyelerini hatırlamadan “kaçmasalardı, savaşsalardı” nidâları sarıyor afakı.

Binanın gitgide kalabalıklaşıyor olduğunu zanneden (halbuki bina hep kalabalıktı ancak baygın bakışları ile yalnızca kendileri ile aynı katları paylaşanları görebildi bu gözler) üst kat komşuları ise “ay tamam kapının girişine sığındılar, bahçelerde yattılar ama yani bina kokuyor yeaa” dışında sürece dair dişe dokunur bir cümle sarf edemiyor. Ama daha demin de gördüğümüz gibi, en şaşırtıcı olanı kâh şivesinden, kâh kökenlerinden, kâh binanın üzerine temellendiği tekkelere gönülden bağlılığından dolayı yıllarca dışlanan üst katlatın yeni malikleri. Onların nefretlerini açıklayacak bir toz dahi yok bu binada.

Kapının önünde ölmekte olan o insanlar yüzleri unutulmayacak kadar kısa bir zaman önce bu binadaydı.

Kapının önünde ölmekte olan insanlar yine bu binada olacak. Belki daha geniş, daha katmanlı ve daha renkli olacak bu bina kimbilir. Böylelikle yeni katlarının daha sağlam olmayacağını kim iddia edebilir?

Kapınızın önünde insanlar ölüyor.
Kendinize gelin.

Suriye Kökenli Türkiye Vatandaşları

Siyaset bilimine giriş dersinin ilk konularından biridir ‘vatandaşlık.’ Çok basit ve teknik sayılabilecek bir konudur esasında. Özetle, devlet ile birey arasındaki ilişki olarak tanımlanır. Bu ilişki özelde, hak ve ödevler üzerine kuruludur.

Bazılarımız kutsal ya da amaçsal anlamlar yüklemeye çalışsa da bir devletin, egemenliği altında bulunan topraklarda yaşayan bireylerle kurduğu vatandaşlık ilişkisi aslında oldukça araçsal bir durumdur. Diğer bir deyişle, bu bir sözleşme halidir. Devlet, hak ve özgürlüklerini korumayı yükümlülük olarak üstlendiği bu sözleşmenin diğer tarafı olan bireyden buna karşılık, vergi vermek ya da yasalara uymak gibi belirli ödevleri yerine getirmesini bekler.

Tabiî tarihsel serüveni içerisinde ‘vatandaşlık’ her zaman bu bağlamda görülmedi. Bazı devletler tarafından çeşitli ırksal, etnik veya kültürel yorumlarla ele alınıp bunlara uygun şartlara bağlandı. Örneğin, ırksal aidiyet, etnik benzeşim ya da kültürel uyum gibi hususlar modern kalıplar olarak, ulus devletler çağında, belirli dönemlerde ve belirli devletlerce vatandaşlığın önemli koşulları olarak görüldü. Yahudiler, ırksal aidiyetleri olmadığı için Nazi Almanyası tarafından vatandaş olarak kabul edilmediler mesela.

Modern algı, zihinlerimizde öylesine yer etmiş durumda ki ‘vatandaşlık’ tartışmasını romantizmden, milliyetçilikten ve ‘düzen kaygısından’ pek koparamıyoruz. Kimimiz vatandaşlığın, doğanın insanoğluna sunduğu nimetlerin en büyüğü, kimimiz etnik aidiyetimizin uzantısı, kimimiz de düzenin koşulu sanıyoruz. Oysa algıyı bu noktalardan biraz uzaklaştırdığımızda fark edeceğiz ki birey ve devletin karşılıklı taahhütte bulunduğu ve bundan fayda sağladığı bir ilişkiden fazlası değil aslında vatandaşlık.

Kavramsal bir tartışma yapmak istemeseydim, göçmenlerin vatandaşı olarak yaşadıkları ülkeye yaptıkları katkının oldukça yüksek olduğu birçok çalışmadan bahsederdim. Ya da bu durumun Türkiye’nin ‘vatandaşlık’ meselesine yapacağı özgürlükçü katkıdan… Bunları başka bir yazının konusu olarak saklı tutmakla birlikte asıl söylemek istediğim nokta ‘vatandaşlık’ konusunun abartılacak hiçbir yönü olmayacak kadar teknik bir mesele olması.

Suriyeliler çok uzun zamandır Türkiye’deler. Bu ülkede yaşıyorlar ve yaşamaya devam edecekler. Yaşadıkları ülkede, devletle bir ilişki kurmak mecburiyetindeler. Şimdi Türkiye, oldukça rasyonel ve ahlâkî bir adım atarak bu ilişkiyi tanımlıyor ve halihazırda zaten bu ülkenin yerleşiği haline gelmiş Suriyelilerle hak ve ödevlere dayalı bir ilişki kurmak istiyor. Onların haklarını koruma taahhütü karşılığında, bazı ödevleri yerine getirmelerini bekliyor.

Vatandaşlığı ‘bahşedilen’ ya da ‘kazanılır’ bir şey görmek yerine, bir ilişki düzeyinin hukukî tarifi olarak kabul etmek gerekiyor. Bu tanım, son beş yıldır Türkiye’ye gelmiş olan Suriyeliler için yapılmadı diyelim; Türkiye’de doğmuş ve doğacak  ve belki de hayatı boyunca burada yaşayacak olan yüz binlerce “Suriye kökenli Türkiyeli” bebek ve çocuk için ne yapacağız? Onların devletle ilişkisi nasıl olacak? Vatandaşlığı ‘kazanmaları’ için yarışmalar düzenlemeye niyetimiz yoksa ‘vatandaşlık’ meselesini ciddi bir alternatif olarak yeniden gözden geçirmemiz gerek.

Kriz Durumunda Fiyat Yükseltmek Yasaklanmalı mı?

28 Haziran’da İstanbul Atatürk Havalimanı’nda korkunç bir terör saldırısı gerçekleşti. Öncelikle ölenlere Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır diliyorum. Umarım böyle şeyleri tekrar yaşamayız.

Saldırıdan sonra bazı taksilerin havalimanından uzaklaşmak isteyen yolcuları, normal fiyatı 20 dolar olan mesafeye 100 dolardan taşıdığı haberi sosyal medyada büyük bir tepki yarattı. Benzer bir haber de yolcuların havalimanından otobüsle götürüldüğü bölgelerdeki otellerin oda fiyatlarını arttırmasıydı. Taksiciler ve otel sahipleri krizi fırsata çevirmekle, insanî duygulardan uzak olmakla ve çıkarcılıkla suçlandı.

İlk olarak, bu gibi kriz durumlarında bazı mal ve hizmetlerin fiyatının artması beklense de, taksilerin bu kadar yüksek fiyatlar talep etmesinin asıl sebebinin taksi plakalarının devlet tarafından dağıtılan bir imtiyaz olmasından kaynaklandığını tespit etmeliyiz. Eğer her isteyenin taksicilik yapabildiği ve fiyatların serbestçe belirlendiği bir taksicilik sektörü olsaydı, hem normal tarifeler hem de bu gibi kriz durumlarındaki fiyatlar çok daha düşük olurdu.

Peki bir kriz durumunda satıcıların fiyatları yükseltmesi gerçekten ahlâksızca mıdır? Eğer ahlâksızca ise devlet, kriz durumlarında fahiş fiyatları yasaklayarak, örneğin taksileri ve otelleri bir tavan fiyat uygulamaya zorlamalı mıdır? Bu sorulara cevap aramadan önce fahiş fiyatların ortaya çıkmasının nedenlerini anlamamız gerekir.

Kriz durumunda fiyatların yükselmesi, talepteki ani artışın bir göstergesidir. O mal ya da hizmeti daha çok insanın satın almak istediğini fakat yeterince satıcının olmadığını gösterir. Bu durumda o mal ya da hizmeti kimlerin satın alacağına bir şekilde karar verilmelidir. İşte fiyatların tüketiciler üzerindeki etkisi, kimin gerçekten ihtiyacı olduğunu ve kimin o hizmet olmadan da yapabileceğini belirlemesidir. Yüksek fiyatlar tüketicileri o hizmete gerçekten ihtiyaç duyup duymadıkları konusunda ikinci bir kez daha düşünmeye teşvik eder. Alacakları hizmetin istenen fiyata değmeyeceğini düşünenler, yüksek fiyatı ödemeye razı olmayarak alternatifler aramaya yönelecektir. Bu sayede ilk gelenin değil gerçekten ihtiyacı olanın, istediği hizmete erişebilmesinin önü açılacaktır. Fahiş fiyatların dışarıdan bir müdahale ile engellenmesi, başka alternatifi olmayan tüketiciler daha oraya gidemeden bütün hizmetlerin düşük fiyattan satılmasına neden olacaktır. Hatta fiyatların devlet eliyle bastırıldığı bu gibi durumlarda bir karaborsanın ortaya çıkması neredeyse kaçınılmazdır.

Fiyat artışının ikinci etkisi ise, satıcılara ihtiyaç duyulan yere daha fazla mal ve hizmet götürmesini söyleyen sinyaller vermesidir. Fahiş fiyatlar satıcılara mallarına ve hizmetlerine en çok nerede ihtiyaç duyulduğunu söyler. Aynı zamanda, ortaya çıkan kâr fırsatı onlara herkesin kaçmaya çalıştığı kriz bölgelerine gitmek için bir müşevvik (incentive) verir. Mal ve hizmetlerin onlara daha az ihtiyaç duyulan (fiyatların daha düşük olduğu) yerlerden getirilip satılmasını sağlar. Taksiciler başka semtlerden kriz bölgesine gider, oteller daha çok kişiye yer açmak için yollar arar, satıcılar ihtiyaç duyulan malları taşır… Daha çok satıcının gelmesiyle birlikte arz yükselir, rekabet ortaya çıkar ve nihaî olarak fiyatlar düşmeye başlar. Bu sayede tüketiciler daha çok sayıda mal ve hizmeti daha düşük bir fiyata satın alabilirler. Yani fahiş fiyatlar arzın talebi karşılamasını sağlar ve büyük oranda geçicidir.

Kriz durumunda fahiş fiyatlar yasaklanmazsa mal ve hizmetlere sadece zenginlerin erişebileceği, fakirlerin o fiyatları ödeyemeyeceği iddia edilebilir. Fakat daha zengin olanların daha yüksek fiyatları ödemeye razı olması, kâr fırsatı gören daha çok satıcıyı bölgeye çekecek ve aynı şekilde fiyatların bütün tüketiciler için düşmesine katkı sağlayacaktır.

Bütün bunlara baktığımızda fiyat yükseltmeyi yasaklamak ilk bakışta daha ahlâklı bir seçim gibi görünse de bu, daha fazla sürücüyü havalimanına getirip daha fazla insanın güvenliğe ulaşmasını sağlamaz. Devletin, krizde ortaya çıkan kıtlığa bir çare bulmadan fahiş fiyatları yasaklaması bir çözüm değildir. Hatta, tüketicilerin daha dikkatli karar vermesine ve arzın yükselmesine yarayan müşevvikleri yok ederek kriz bölgesindeki insanlara daha büyük zarar verir. Devletin yarattığı hiçbir problemin çözümü daha çok devlet değildir.

AB’nin sorunu ne?

Birleşik Krallık’ta geçen hafta yapılan referandumdan, AB’den ayrılık sonucu çıktı. Brexit çeşitli bakımlardan sarsıcı ve yeni süreçlere kapı açacak bir gelişme gibi görünüyor. Bu sonucu son beş altı yıldır zaten prestij ve ivme kaybetmekte olan “birleşik Avrupa” idealine ağır bir darbe olarak görenler var.

Peki, tarihsel bir düşün ve bir medeniyet idealinin nihayet hayata geçirilmesi olarak görülen ve Avrupa’nın gözbebeği haline gelen bir proje, nasıl oldu da hızlı bir yükseliş ve parlamanın ardından can çekişir duruma düştü? AB’nin sorunu ne? Neden parlaklığı ve cazibesini yitirmeye başladı?

AB’de bugün yaşanan tıkanıklığın, hattâ gerilemenin elbette farklı sebepleri var. Bana göre bunların başında fikri-yapısal bir problem geliyor. Bu problem işe yanlış başlanması,  AB’nin ulus-devletlerden oluşan bir ulus-devlet olarak tasarlanmış olmasıdır. Bütün siyasi ve idari teşkilat tipik bir ulus-devletin taklidi olarak tasarlanmış. Parlamentosu, kabinesi, bürokrasisi, mahkemesi, merkez bankasıp, benzer kanun, tüzük ve yönetmelikleri ve niyet edilen ama henüz gerçekleştirilemeyen anayasası ve ordusu ile, tipik bir ulus-devlet şeması. Avrupa için bu, mevcut koşullarda, bağlamda ve zamanda işe yaraması pek de mümkün görünmeyen bir hedef. Diğer pek çok problem bu hatâlı zeminden kaynaklanıyor.

Belki, ABD gibi kolonilerin birleşmesiyle oluşan ve gittikçe merkezileşen federasyon tipinde bir ulus-devletti hedeflenen. Ancak Avrupa’nın koşulları tamamen farklı. Ulus-devletlerin yerleşik hale geldiği, ulusal kimliklerin kemikleştiği, derin ve tarihsel ulusal düşmanlık ve rekabetlerin belleklerde kazılı olduğu bir zaman ve coğrafyada, ABD başarısını beklemek anlamlı değil.  Kaldı ki ABD’de bile, ulus-devlet tipi bir birlik, ancak iç savaştan geçerek inşa edilebildi.

AB’nin ulus-devletlerden müteşekkil bir ulus-devlet olarak düşünülmesinin birinci olumsuz sonucu, politika oluşturma, karar alma ve uygulamada çok hantal bir yapının ortaya çıkmasıdır. Çoklu, dağınık ve katmerli mekanizmalarıyla AB, birliği, bölgeyi ve dünyayı ilgilendiren meselelerde net, hızlı ve etkili kararlar alma, stratejiler oluşturma, taktikler geliştirme ve bunlara uygun eylemlerde bulunma kabiliyetinden yoksun kaldı. Bu yüzden AB, birlik olarak ne kendi karşılaştığı, ne de uluslararası politikada yaşanana meydan okumalara karşı hızlı ve etkili çözümler geliştirebildi. Ne tamamen birlikte hareket edebildiler, ne de tamamen bağımsız şekilde kendi başlarının çaresine bakabildiler.

Örneğin, karar olma ve uygulama konusundaki engeller yüzünden, AB ekonomik durgunluk ve krize karşı bir bütün olarak tedbir alamadı, çözüm üretemedi. Buna karşılık, AB’ye bağlılık veya bağımlılık yüzünden ülkeler teker teker de ayrı ve etkili çözümler geliştiremediler. Aynı şekilde, Avrupa Birliği uluslararası arenada da aktif ve çözüm üreten bir aktör olmayı başaramadı, başaramıyor. Örneğin Suriye meselesinde, gücüyle ters orantılı şekilde en az etkili aktör AB oldu. AB, parçalarını oluşturan birimlerin toplamından çok daha küçük bir etkinlik oluşturabiliyor uluslararası politikada. Buna karşın, AB içindeki ülkeler ulus-devletler olarak imkân buldukça kendi ulusal çıkarları doğrultusunda politika geliştiriyor ve eyleme geçiyorlar.

İkinci olumsuz sonuç, neredeyse iğneden ipliğe kadar her alanın — mallar, hizmetler, çalışma koşulları vb — tepeden tırnağa aynı katı standart, usul ve yöntemlere tabi kılınmaya çalışılmasının yarattığı bürokratik kuşatıcılık ve müdahaleciliktir. AB bir ulus-devlet gibi aşırı korumacı ve düzenleyici refleksler geliştirdi. Elbette mal, hizmet, para ve kişi hareketliliğinin sağlanabilmesi için belli ölçülerde bir standardizasyon gereklidir. Ancak, göreli üstünlükleri ortadan kaldıran, yaratıcılığa, çeşitliliğe ve rekabete balta vuran ve her şeyi kuşatan bir bürokratik kontrol, serbestliğin yaratabileceği canlılığı ve zenginliği giderek nefessiz bıraktı. Bu bürokratik kuşatıcılık ve müdahalecilik, serbestlikten ve işbirliğinden beslenebilecek kârlılığı, kolaylığı ve hızlılığı zayıflatan caydırıcı bir unsur gibi işlemeye başladı.

AB bir ulus-devlet olamadığı (ve olamıyacağı) için, ulus-devlet formunun avantajlarından yararlanamadı, ama dezavantajlarına mahkûm oldu. Üstelik, zaman içinde ulus-devlet tipi bir siyasi birlik hedefiyle uyuşması hiç mümkün olmayan bir genişleme politikası benimsendi. Çünkü her ulus-devlette olduğu gibi AB’nin de aslında bir tür “ulusal” kimliğe ve belli ölçülerde bir homojenliğe ihtiyacı vardı. “Asli” üyelerin kendi aralarında kemikleşmiş farklılıkları, husumetleri ve çıkar çatışmaları zaten mevcuttu. Üstüne bir de, “Birliğin” asimile edemeyeceği kadar çeşitli farklılık ve çatışmaları veya sindiremeyeceği kadar fazla nüfusları içeren Doğu Avrupa ülkeleri veya Türkiye gibi birimlere kapıyı açtıklarında, işleri iyice içinden çıkılmaz bir hale getirmiş oldular.

Bu başarısızlık yüzünden, Avrupa coğrafyasındaki ülkelerin “Birlik” fikrinden vazgeçmesi gerekmiyor. Onun yerine, karşılıklı işbirliği ve serbestliğin üreteceği zenginlik, barış ve özgürlükten yararlanmanın uygun yollarını bulmaları gerekiyor. Doğru bir perspektif ve yerinde bir işbirliği anlayışıyla bu başarılabilir.

AB’nin yeni bir birlik paradigmasına ve buna uyan bir yapılanmaya ihtiyacı var.

Serbestiyet, 02.07.2016

Türkiye’nin terör ve şiddet sarmalından çıkış yolu – Prof. Dr. Birol Akgün

Türkiye’nin uzun bir gerginlik döneminden sonra İsrail ve Rusya gibi bölge ülkeleriyle ilişkilerini yeniden normalleştirme anlamında dış politikada radikal hamleler yaptığı bir zamanda İstanbul’daki Atatürk Havalimanı’na yönelik üçlü intihar saldırısı bir kez daha Türkiye’nin canını yaktı ve ülke insanının moralini bozdu. İçlerinde 13 yabancının da bulunduğu 42 kişinin hayatını kaybettiği ve 200 küsurunun yaralandığı son saldırı, yılbaşından bu yana meydana gelen bir dizi terör eyleminin son halkası ve en kanlısı oldu. Daha önce, İstanbul Sultanahmet’te canlı bomba eylemi (10 kişi); İstiklal Caddesinde turistlere yönelik canlı bomba saldırısı (4 ölü); Vezneciler’de bombalı araçla saldırı (13 ölü) gerçekleşmişti. Ayrıca son bir yılda Güneydoğu Anadolu’da yeniden nükseden PKK teröründe 550 civarında güvenlik görevlisi ve korucumuz şehit olurken, diğer şehirlerde (Ankara, İstanbul ve Bursa gibi) meydana gelen saldırılarda da yüzlerce masum sivil hayatını kaybetti. Kelimenin tam anlamıyla Türkiye’nin üzerinde bir terör heyulası dolaşıyor. Güvenlik birimleri çok yönlü terör tehdidinin devam ettiğini belirtiyor. Peki, Türkiye neden terör kuşatması altında ve son saldırının hükümetin İsrail ve Rusya gibi ülkelerle barışmasıyla bir ilişkisi var mı?

Öncelikle belirtmek gerekir ki, Türkiye’nin terör sorunu yeni değildir. 1970’li yıllarda dış kaynaklı Ermeni ASALA saldırıları ile ideolojik sağ-sol kutuplaşmasının yarattığı tehlikeler uzunca bir süre devam etti. ASALA’nın 1983’teki Orly katliamı son eylemi olurken, hemen ertesi yıl PKK, Eruh saldırısıyla ayrılıkçı terör eylemlerine başladı. Bugüne kadar da aralıklarla devam etmekte.  Ayrıca 1990’lı yıllarda ortaya çıkan Kürt Hizbullah’ı ile Irak işgali sonrasında 2003’teki El-Kaide örgütünün İstanbul’da düzenlediği saldırılarla birlikte Türkiye teo-politik temelli terörle tanıştı. Suruç eylemi, Ankara Tren Garı saldırısı, Sultan Ahmet saldırısı, İstiklal Caddesi’ndeki saldırı ve nihayet Atatürk Havalimanı’na yönelik son terör saldırıları güvenlik birimlerinin bulgularına göre DAEŞ’e atfedilmektedir. Şu var ki, bu örgüt PKK’dan farklı olarak Türkiye’de yaptığı terör eylemlerini asla açıktan üstlenmemektedir. Dahası Türkiye sol kökenli bazı terör gruplarınca da tehdit edilmektedir. Denilebilir ki Türkiye bu anlamda ayrılıkçı (etnik), teo-politik (dini) ve ideolojik (radikal sol) terör gruplarının top yekun saldırı tehdidi altında bulunmaktadır.

Ülkemizde artan bu terör dalgasının yalnızca bize özgü olmadığının ve esasen bize de yansıyan küresel ölçekli bir trendin parçası olduğunun altını çizmek gerekir. Bazı raporlar özellikle bu yeni terör dalgasının en çok İslam ülkelerinde yoğunlaştığına işaret etmektedir. İslam dünyasındaki artan şiddet sarmalının küresel nedenleri ayrı bir yazının konusudur ve bizler özellikle medeniyetler çatışması tezinin bazı Batılı stratejistlerce kendilerinin zarar görmemeleri için İslam dünyasını içeriden çökertmek adına nasıl medeniyet içi çatışmalara dönüştürüldüğünden elbette haberdarız.

Global Terör Indeksi başlıklı bir rapora göre, terörden ölenlerin sayısı 2013’te 11 bin; 2014’te 17 bin ve 2015’te ise 33 bin civarındadır. Daha acı olan şey ise, bu ölümlerin yüzde 80’inin beş Müslüman ülkede (Afganistan, Suriye, Irak, Pakistan ve Nijerya) yoğunlaşmasıdır. Dikkat edilirse bu ülkeler daha çok ya uzun dönemde ağır işgaller yaşamışlardır ya da petrol gibi enerji kaynakları üzerinde büyük güçler arası rekabete kurban gitmişlerdir. Amerika ve Rusya gibi devletlerin çıkar oyunlarında ise çoğu zaman yerel aktörler kukla olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla Müslüman’ın Müslüman’ı öldürmesine cevaz veren ve kanlı iç çatışmalara yol açan teo-politik yorumların ve siyasi zihniyetlerin de derinlemesine incelenmesi gerekmektedir. Zira Müslüman alemin siyasi şiddet sarmalından kurtuluşuna giden yol, ciddi bir zihniyet analizinden geçiyor.

İslam dünyasının bir parçası olan Türkiye’de artan çok boyutlu terör saldırılarının önemli bir kısmını daha çok Suriye kaynaklı güç mücadelesinin ülkemize yansıması olarak okumak gerektiği kanaatindeyiz. Zira Arap Baharı sürecinde Türkiye reel-politiğin gereklerine hapsolmak yerine, ideal-politik bir pozisyon alarak hak, özgürlük ve demokrasi adına sokağa çıkıp değişim isteyen kitlelerin yanında yer almıştır. Böyle bir siyasi tutum Türkiye’yi bir anda bölgede demokrasi promosyonu çabalarının merkezine oturtmuştur. Kendisi de demokrasi ile yönetilen bir Müslüman ülke olarak Türkiye adeta bölgesel düzenin ve otoriter rejimlerin değişiminin bayraktarlığını üstlenmiştir. Oysa böyle bir tutum başta bölgedeki otoriter Arap rejimleri olmak üzere, Çin ve Rusya gibi küresel güçler ile İran gibi bölgesel güçleri rahatsız etmiştir. ABD ve Avrupalı güçler de Türkiye ile sözde müttefik olmalarına rağmen, Türkiye gibi Müslüman ve demokratik bir ülkenin kendilerinden bağımsız biçimde Orta Doğu’da değişimin motoru olmasından pek hoşnut olmamıştır. Bu nedenlerle başta DAEŞ ve PKK olmak üzere ülkemizi istikrarsızlaştırma potansiyeli bulunan terör örgütlerini desteklemeye veya en azından göz yummaya başlamışlardır. Temel amaç, Türkiye’yi zayıflatmak ve bölgede kendi başına dengeleri değiştiren bir güç olmaktan çıkarmaktır. Ayrıca Suriye’nin geçiş sürecinde ve bölgenin dizaynında Türkiye denklem dışı bırakılmaya çalışılmaktadır. ABD’nin PYD ile yürüttüğü siyasi flört, Rusya’nın PKK’ya yönelik açık ve gizli desteği ile Kuzey Suriye’de oluşan sözde kantonların marjinal sol grupların eğitim alanı haline gelmesi Türkiye’deki artan terörün siyasi ve jeopolitik arka planını oluşturmaktadır. Son bir yılda yeniden nükseden ve Türkiye’yi güvensiz bir ülke haline getirerek gelişme ve kalkınma hamlelerine set çekmeye çalışan terör örgütleri kısmen başarılı olsa da tamamen başarılı oldukları söylenemez.

Saldırısının amacı

Atatürk Hava Limanı saldırısı bu anlamda ülkemizde bir yıldır devam eden seri terör eylemlerinin son halkasıdır ve bazı yakın amaçlara da hizmet etmektedir. Bu bağlamda en çok vurgulanması gereken şey, eylemi yapan DAEŞ örgütünün içinden geçtiğimiz dönemde Suriye’deki hareket kabiliyetinin ve etki alanının giderek azalmasıdır. Son aylarda ABD ve Suriye rejimi ile Rusya’nın DAEŞ’i bitirmeye yönelik kuşatma harekatı ve Türkiye’nin kuzeyden baskıları örgütü nefessiz bırakmaya başlamıştır. Üç intihar eylemcisinin, çok ses getirecek bir eylem olarak planlanan Hava Alanı gibi son derece stratejik ve sembolik bir hedefe saldırtılması muhtemelen örgütün kendi tabanına ve tüm dünyaya “yıkılmadım ayaktayım” ve hala eylem yapma kapasitemi koruyorum mesajı vermeye yöneliktir. Nitekim çok sayıda yabancının da ölenler arasında bulunması örgütün bu amacına ulaştığının da göstergesidir. Daha önce de Sultanahmet ve İstiklal caddesindeki saldırılarında örgüt hep yabancıları hedeflemişti. İkincisi ise, Türkiye’nin gerek İsrail ile gerekse Rusya ile yakınlaşması ve her iki ülkeyle uzlaşılan en öncelikli konuların başında terörle mücadelede işbirliğinin vurgulanması muhtemelen DAEŞ’i rahatsız etmiş olmalıdır. Gerçekten de özellikle Rusya ile normalleşen Türkiye Rus uçağının düşürülmesi sonrasında kullanamadığı Suriye hava sahasını yeniden kullanabilme ve böylece DAEŞ’i havadan bombalayabilme imkanını elde edecektir. Şimdilik yalnızca kara unsurlarını (obüs topları gibi) kullanabilen Türkiye’nin DAEŞ ile mücadelesinde elinin çok daha güçleneceğini anlayan örgütün son eylemle Türkiye’yi tehdit etme amacı taşıdığı söylenebilir.

Ancak bilinmesi gereken şey şudur, ister Türkiye’nin dış politikada bağımsız hareket etmesine mani olmak adına, isterse tüm dünyaya mesaj vermek adına yapılmış olsun terör örgütlerinin Türkiye’nin önünü tıkama konusunda başarılı olabilme şansı yoktur. Elbette canımız yanmaktadır ve ülkemizde ciddi bir öfke birikimi de oluşmaktadır. Bununla birlikte, ortalama Türk insanıve piyasa aktörleri artık terör olaylarından siyasi anlamda çok etkilenmemektedir. Turizm sektörü kısmi olarak etkilense de geri kalan sektörlerde terör, Türk ekonomisinin büyüme performansını düşürememektedir. Artık Türkiye belli bir ölçek ekonomisine ve büyüme dinamiklerine erişmiştir. Terör kısa dönemli bir panik yaratsa da orta ve uzun vadede bu trendleri minimum düzeyde etkilemektedir. Çıkış yolu ise insanımızın kendisine, ülkesine ve siyasi liderliğe güvenmeye devam etmesi ve sağduyusunu kaybetmemesidir. İnanıyoruz ki, Türkiye toplum olarak bu terörü de aşacak ve medeniyet ve demokrasi yolculuğuna her şeye rağmen devam edecektir.

Star Gazetesi, Açık Görüş, 02.07.2016

Temel gelirin açmazları ve zararları

Bir süre önce Hür Fikirler’de yayınlanan bir yazımda temel gelir meselesini ele almıştım. Konu politikacıların ve iktisatçıların gündeminde gitgide daha fazla yer işgal ediyor. En son 5 Haziran’da temel gelir İsviçre’de referanduma götürüldü. Meseleden yeterince haberdar olmayanları şaşırtacak şekilde, seçmenlerin çoğunluğu teklif reddetti. Bazı yorumcular halkın çoğunluğunun temel gelir uygulamasının vergi artışlarına sebep olacağı korkusuyla öneriye hayır dediğini yazdı.

Temel gelir uygulamasının vergi artışlarına sebep olacağı endişesi haksız ve yersiz değil. The Economist dergisinin bir hesaplamasına göre, ABD’de her vatandaşa yılda 10 bin dolar tutarında temel gelir verilebilmesi için devletin GSYİH’dan el koyduğu miktarın mevcut %26’dan %35’e çıkması gerekiyor. Bunun vergi mükelleflerinden daha çok vergi alınması anlamına geleceği açık.

Tüm dünyada temel gelir fikrinin yaygınlaşmasının ardında iki ana sebebin yattığı söylenebilir. İlki klasik eşitlikçi ve devletçi felsefe. Buna göre devlet vatandaşlarına “uygun” bir hayat yaşamaları için bir minimum gelir temin etmekle sorumlu kılınmalı. İkincisi ise işsizliğin bir afet hâlini alması korkusu, beklentisi. Daha önceki teknoloji dalgalarında olduğu gibi bu yıllarda gerçekleşen teknolojik yeniliklerin yol açacağı yaygın otomasyonun çok sayıda işin ortadan kalkmasına ve çalışanın işsiz kalmasına sebep olacağının tahmin edilmesi.

The Economist dergisi yukarda atıf yaptığım yazısında temel geliri ele alıyor. Bundan da yararlanarak temel gelirin yanlışlarını ve muhtemel zararlarını özetleyelim:

1) Teknolojik gelişmenin işsizliğe yol açacağı korkusu geçmişte de yaşandı ama doğru çıkmadı. Bu sefer de öyle olabilir. Otomasyon endişe edildiği kadar çok işin yok olmasına sebep olmayabilir. Henüz gerçekleşmemiş bir kötü duruma binaen temel gelir uygulamasına başlamak yanlış olur.

2) Temel gelirin faydalarının belirsiz olmasına karşın maliyetleri kesin. Temel gelirin üniversalize edilmesi, onun vatandaşlar tarafından bir temel hak olarak benimsenmesini sağlamaya hizmet eder. Ancak, aynı zamanda maliyetleri çok yükseltir. ABD örneğinde aylık 900-1000 dolar civarında temel gelir uygulaması hem GSYİH’nın devlet tarafından alınan miktarını yaklaşık %30 civarında artırıyor hem de sosyal güvenlik sisteminin iki önemli parçasından biri olan emeklilik maaşlarının (diğeri sağlık bakımı) yerini almasını gerektiriyor.

3) Daha çok vergi ve her vatandaşla temel gelir ilişkisi devletin büyümesi anlamına geliyor. Böylesine büyük vergi yükseltmelerinin ekonomik büyümede ve zenginlik yaratmada menfi etkilerinin olması kaçınılmaz.

4) ABD örneğinde yıllık 10 bin dolar temel gelir gayet düşüktür ve meselâ sadece emekli maaşına dayananların da aralarında olduğu çok sayıda kimseyi (fakiri) daha kötü durumda bırakacaktır.

5) Üniversal temel gelir uygulaması aynı zamanda modern refah devletinin üzerine inşa edildiği şarta bağlılığı da tahrip edecektir. Şarta bağlılık ‘çalışırken sen öde emekliyken sana ödensin’dir. Temel gelir çok kısa vadede olmasa bile bazı çalışanların işini terk etmesine ve tembelliğe, atalete düşmesine sebep olacaktır. Böylece toplum vergi ödeyenler ve vergiden yararlananlar diye ikiye ayrılacak, vergi verenlerin hoşnutsuzluğu refah devletini tahrip edecektir.

6) Temel gelir ülkelerin sınırlarını açık tutmasını neredeyse imkânsız hâle getirecektir. Bir gelire hak, zengin ülkelerin hükümetlerini kapılarını göçmenlere kapatmaya veya devlet desteğinden mahrum bir vatandaşlar grubu oluşturmaya teşvik edecektir. Esasen, bu problem bugün de var. Zengin ülkelere göçü teşvik eden faktörler arasında bazı refah devleti hizmetleri en başta yer alıyor.

Dergi bu tespitlerden sonra refah devletinin –engellilere destek gibi- iyi yönlerinin bulunduğundan söz ediyor ve devletlere temel gelir uygulamasına geçmek yerine istihdamı artıracak tedbirler almasını öneriyor. Bunlar arasında yer alan, meslekî lisanslamanın gevşetilmesi, imar ve inşaat kısıtlamalarının azaltılması gibi tedbirler liberal açıdan onaylanacak tedbirler. Negatif gelir vergisi, devletin altyapı yatırımlarına daha fazla kaynak ayırması gibi tedbirler ise tartışmaya daha açık. Son olarak, ben, klasik liberal kimliğimle, refah devletine klasik liberalizm ile Amerikan liberalizmi arasında gezinen bir dergi olan The Economist’ten daha büyük kuşkuyla bakmaktayım. Sadece henüz hayat bulmamış temel gelir uygulamasının değil, dünyada hayli yaygın ve uzunca bir zamandır hayatta olan refah devletinin -en azından bazı refah devleti politikalarının- da ciddî biçimde sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Öyle zannediyorum ki dünya zaten o noktaya doğru gidiyor.

Bipolar (İki Uçlu – Manik Depresif) Hastalık Nedir?

0

 -Bipolar bozukluk nedir? Tanısı nasıl konur, hangi testler uygulanır?

Cevap:  Eski isimlendirme ile “Manik depresif” hastalıktır. Bipolar demek, iki uçlu demektir. Yani; bir ucunda depresyon diğer ucunda Hipomani ya da mani vardır. Bazen de karışık olarak birarada olan bir hastalıktır. Depresyon dönemi, klasik depresyonlara göre daha uzun ve ağır seyreder. Yaşamdan zevk alamamak, mutsuzluk, aşırı bir halsizlik ve uyuklama hali, bazen yataktan kalkmadan günlerce uyuma durumu, aşırı duygusallık ve çabuk ağlama, sabırsızlık ve ani öfkeler, sinirlilik halleri, iştahta azalma ya da aşırı yemek yeme, cinsellikten soğuma, yalnızlaşma, kimseyle görüşmeme, sorumluluklarını yerine getirememe, intihar düşünceleri, her şeyin boş ve anlamsız gelmesi, alkol, kumar, madde, internet bağımlılığı gelişmesi riski bu dönemde yüksektir. Kişi adete “yaşayan bir ölü “gibidir. Hipomani ve manide ise aşağıdaki durumlar ortaya çıkar.

Bazı günler içimiz içimize sığmaz coşkulu, enerjik, heyecanlı, sürekli oradan oraya koştururuz. Herkesi neşelendirir, güldürürüz, hayata toz pembe bakarız. Sürekli üretiriz, girişimcilik yönümüz artar. Bu özelliklerimiz bazen sürekli olabilir. Yapı olarak, doğamız böyle şekillendirilmiş olabilir. Bu tip insanlarımız çok sempatik sıcak, sevecen olurlar, neşeleri bulaşıcı olur, her girdikleri ortamda yüzleri güldürebilirler, çok muziplikler yaparlar. Taklit yetenekleri de fazla gelişmiştir. Karşı cinsi çok çabuk baştan çıkarabilirler. Bu tip insanlara “Hipomanik” denmektedir. Hipomani çevreyle ciddi bir problem yaşamaz…

Manide şu belirtiler görülür:

Duygu durumu;

Gerçek durumuyla uyumsuz bir iyilik, neşelilik hali vardır. Her şey çok güzel ve zevklidir hayattan müthiş bir zevk alınır. Kişinin içi içine sığmaz. Sürekli güler, eğlenir kahkahalar atar. Şarkı, türkü, ilahi söyler, eğlenir oynar, dans eder kimseyi umursamaz. Bazen engellendiğinde kızar, taşkınlık gösterir, küfreder.

Bilinçsel alanı

Manik insan kendini çok değerli, büyük görür. Megolomaniktir. Her şeyi o bilmektedir, önemli projeleri, düşünceleri vardır. Birileri kendisini çekemiyordur.

Düşüncelerin akışı ve çağrışımları çok hızlanır. Konudan konuya atlarlar, kafiyeli konuşur; zihni çok açılır, hafızası saat gibi çalışır. Dikkati çok çabuk dağılır her şeyi görür ve ilgilenir. Bir konuya tam yoğunlaşamaz. Bazen gerçeğin dışına çıkar.

“Ben erdim, peygamberim, mehdiyim, Atatürk’üm ülkeyi, insanlığı kurtaracağım” diye hezeyanlar ortaya çıkar.

Hezeyanlarına uygun sesleri işitebilirler (Halüsinasyonlar) izlendiğini kendisine komplolar kurulduğunu söyleyebilirler her tarafı araştırır, şüphe ile bakar bazen polise başvurur takip edildiğini söyler. Bu durumda olan manik hastalar yanlışlıkla şizofren damgası yiyebilirler, oysa mani düzelince bu “psikotik- şizofrenik belirtiler de” düzelir…

Konuşma ve Hareket Alanındaki Belirtiler

Manik insan sürekli konuşur makinalı tüfek gibidir eskiler buna “İshal i Kelam” derlermiş. Konular birbirinden kopuktur, fikir uçuşmaları vardır. Hareketleri çok artar, yerinde durmaz, sürekli gezer, seyahate çıkar, tanımadığı insanlarla bile hemen samimi olur. Şiirler, öyküler yazmaya başlar, resimler çizer, yeni atılımlar yapar, riskli davranışlara girer, aşırı ve gereksiz para harcar. Kendisini ilgilendirmeyen konulara da bulaşır, başını derde sokar. Aşırı alkol, sigara tüketebilir. Çok hızlı ve tehlikeli araba kullanır. Büyük yatırımlara girip zarar edebilir. Ani bir kararla boşanıp yeniden evlenebilirler.

Bedensel Belirtiler

Uykusu çok azalır,1 saat bile uyuyamayabilir, lakin uykusuzluktan yakınmazlar. Cinsel dürtüleri, istekleri çok artar. Ayırım yapmaksızın seks ilişkisine girebilirler, çok konuşmaktan dolayı sesleri kısılabilir, aşırı hareketten dolayı kilo kaybedebilirler. Mani tablosunda olan kişi hastalığını kabul etmez. Bunun için çevrenin anlayışlı, nazik bir biçimde yaklaşıp onu ikna ederek doktora götürmeleri gerekir. Bu şekilde hasta ikna edilemezse ne şekilde tedavi ettirilebileceği bir psikiyatriste danışılarak öğrenilmelidir. Mani bir nöbettir ve baskılanabilir, tekrarlanmasın diye koruyucu ilaçlar kullanmak gerekir. (Mizaç düzenleyicileri) Mani nöbetindeki insanın davranışları kişinin kontrolü dışında gelişir. Hasta yakınlarının suçlayıcı yargılayıcı yaklaşmamaları gerekir. Hastaya yapılabilecek en iyi yardım bir an önce tedavisine yönlendirmektir.

-Bipolar bozukluk ağırlıklı olarak hangi yaş grubunda görülür? İki uçlu duygu durum bozukluğunun genetik geçişliliği olduğu söylenir bu doğru mudur?

Cevap: Her yaş grubunda görülebilir.  En sık 15-25 yaş arasında yoğunlaşır. Genetik yatkınlık çok belirgindir. Ailesinde aynı hastalık ya da başka bir duygu durum bozukluğu olan bireylerde daha sıklıkla görülür. Ama mutlaka her bireyde olacak diye bir geçiş yoktur.

Manik ve depresif faza geçişlerde hastalara nasıl davranılmalıdır?

Cevap: Hasta yakınlarının bu hastalık hakkında bilgilenmeleri çok önemlidir. Belirtilerini tanımaları ve gidişatın nasıl olacağını tahmin edip, önceden önlem almaları elzemdir. Hastalığın biyolojik kökenli olduğu ve hastaların kontrolünde olmadığı gerçeği iyi kavranmalıdır. Hastalarına sevgiyle, şefkatle, tatlı dille, ama açık ve kararlı bir dille yaklaşsınlar. Zıtlaşmasınlar, inatlaşmasınlar. Hele hele fiziksel şiddete baş vurmasınlar. Doktorlarla mutlaka iletişim halinde olmalılar. İlaç kullanımında ve doktor seanslarında mutlaka onlara destek olmalılar. Özellikle depresif dönemde çok unutkan olduklarından, hasta yakınlarının ilaç kullanımını takip etmesi gerekir.

Bipolar bozukluğun tedavisinde nasıl bir yol izlenir? Tedavide yeni gelişmeler var mıdır? İlaçsız tedavi mümkün müdür?

Cevap:  Bipolar hastalık, şeker ve tansiyon hastalığı gibi devamlı ilaç kullanmayı gerektiren biyolojik genetik kökenli bir hastalıktır. Tedaviden esas amaç; kişinin ne depresyon ne de hipomani ve mani yaşamamasıdır. Tedaviye rağmen bazen bu gerçekleşmeyebilir. Farklı tedavi seçenekleri devreye sokulur. Bugün için geliştirilen çok iyi ve yan etkisi az ilaçlar vardır. Güvenle kullanılabilir. İlaçsız tedavi mümkün değildir.

Depresif fazda görülen intihar eğilimlerini engellemede ilaç tedavisi yeterli midir?

Cevap: Tedaviden beklenen kişinin depresyona girmemesidir. Onun için koruyucu-önleyici tedaviler devamlı olmalıdır. Buna rağmen depresyon ve intihar eğilimi varsa ve yoğunsa, mutlaka hastaneye yatırıp; ilaçlara göre daha az yan etkiye sahip elektro şok tedavisi uygulanmalıdır.

Bu bozukluğu yaşayan insanların sıra dışı olduğu söylenir. Özellikle ünlü ressam, müzisyen ve yazarlarda bu bozukluğun görülmesi dikkat çekicidir. Bipolar bozukluğa sanatçı hastalığı demek mümkün müdür? Örneklendirebilir misiniz?

Cevap:  Bu insanlar çok renkli, sanatsal ve “yaratıcı” özellikleri olan sıra dışı insanlardır. Van Gogh, Salvador Dali,  Dostoyevski,  Michalengelo bu hastalıktan mustarip ama iz bırakmış insanlardır.

-Bipolar bozukluk yaşayan hastalar çevreleri için tehlike arz ederler mi bu kişiler sosyal yaşantılarını sürdürebiliyorlar mı ve hangi hallerde gözetim altında tutuluyorlar?

Cevap: Bipolar hastalar, kendilerine çok engel olunduğunda, sert konuşulup aşağılandıklarında agresif olabilirler. (Tıpkı “normal” insanlar gibi) Onlarla çok açık, dürüst, net konuşmak gerekiyor.

Depresyon döneminde çoğunlukla “atıl” durumdalar. İşlerini yapamazlar, sorumluluklarını yerine getiremezler. Bu nedenle onlara yardımcı olmak ve beklentileri azaltmak şarttır. Yanlarında olduğumuzu her zaman hissettirmek ve destek olmak tedavilerini olumlu etkiler.

Mani döneminde, çoğunlukla hastalıklarını kabul etmediklerinden ve çok coşkulu, keyifli olduklarından “kafasına göre” hareket ederler.

Aşırı alış veriş yaparlar, ellerine fazla para ve kredi kartı vermemek, ama harçlıksız da bırakmamak gerekir. Bu dönemde ne yapıp edip tedaviye yönlendirmek ona yapılacak en büyük iyiliktir. Çoğunlukla tedaviyi reddederler, kaçarlar. Kanunî ve hukukî bazı yolları kullanmak gerekirse, doktorla istişare halinde uygulamaya geçmek doğru olur. Mani döneminde artmış, abartılı bir yaşam söz konusudur. Hasta ikna edecek, ya da sözünü dinleyecek, belki korkacağı aile ve arkadaş-dost çevresinden birisiyle tedaviye götürmek gerekebilir.

-Bipolar bozukluk yaşayan kişilere ne gibi önerilerde bulunabilirsiniz?

Cevap: Manideyken söz geçiremezsiniz; depresyonda iken ve normal haldeyken onları bilinçlendirmek önemlidir. Hastalık kişinin elinde ve iradesinde olmadığından ve sık tekrarlayabildiğinden devamlı ilaç kullanmaları gerektiği anlatılmalı ve ikna edilmelidir. Asla uykusuz kalmamalılar, gece işlerinde çalışmamalılar. Uykusuzluk bu hastalığı tetikler. Düzenli bir iş ve yaşamlarının olması sağlanmalıdır. Çok yetenekli ve zeki, yaratıcı insanlardır. Sanatsal faaliyetlere teşvik edilmeliler. Hem terapi hem üretim yapılmış olunur.

Evlenmeleri durumunda, eş adaylarına mutlaka hastalıklarından bahsedip, dürüst davranmalılar. Kadınlar, doktor kontrolünde çocuk sahibi olabilirler.

Dr Nihat Kaya

www.depam.com

İki yüzlü Avrupa Birliği

Cumhurbaşkanı Erdoğan bugünlerde sık sık AB’yi eleştiriyor. Kullandığı dilin bu eleştirileri ifade etmek için en iyi dil ve yeterince diplomatik olup olmadığı tartışılabilir. Tartışılamayacak şey ise Erdoğan’ın eleştirilerinin çoğunun haklı, doğru ve yerinde olduğu.

AB meselesi Türkiye’nin siyasî ve entelektüel hayatında tuhaf boyutlar kazandı. Bazı kişi ve çevreler AB’yi uygarlıkla ve onun parçaları olarak özgürlük ve demokrasiyle özdeşleştirmekte. Bu yüzden AB değerleri denen şeyleri, daha somuta indirgersek AB regülasyonlarını hayata bakışta esas almakta ve her şeyin mihenk taşı olarak kullanmaya çalışmakta.

Bu komik bir yanılgı. 20. Yüzyıl’ın ortalarına kadar (ilk formlarıyla ve adlarıyla) AB yoktu. 21. Yüzyılın ortalarında AB’nin olacağının da bir garantisi yok. AB uygarlık değerlerinin ne mucidi ne de sahibi. Ulaşılamayan, uzaktaki şeylerin (nesneler, kişiler vb.) abartılması gerçeği Türkiye’de bazılarının AB’ye bakışında da boy gösteriyor. AB’nin kayıtsız şartsız meftunları AB’de her şeyin muhteşem olduğunu, hiçbir problem bulunmadığını zannediyorlar. AB içindeki AB’ye yönelik eleştirilerden ya haberdar değiller ya da onları farklı bir dünyaya ait sanarak hiç ders almıyorlar. Oysa önyargı esiri olmayan biri, sırf İngiltere’de yaşananlara bakarak bile, AB’de her şeyin mükemmel olmadığını ve AB’ye taraftar olanlar kadar karşı olanların da bulunduğunu görebilir.

AB’nin riyakârlığı, terör örgütlerinin sözcüsü ve propagandisti olma işlevini üstlenen medya organlarına bakışta çifte standart olarak boy gösteriyor. AB PKK ile organik bağları bulunduğu aşikâr, çalışanlarının bazıları açıkça terör eylemlerinde görev üstlenmiş olan yayınların normal medya organı muamelesine tâbi tutulmasını istiyor. Sormak lâzım, AB üyelerinden birinde IŞİD için çalışan ve onu savunan bir yayın organı olmasına izin verilir miydi? Türkiye’de yerleşik bir yayın organı IŞİD için AB’ye yönelik yayın yapsa AB kurmayları nasıl bir tepki gösterirlerdi? Yapılan basın özgürlüğüne girer, basın özgürlüğüne saygı göstermek gerekir der miydiler? Görünen gerçek o ki, şimdilerde AB dindar teröristlere ne kadar çok kızıyorsa seküler teröristlere de aynı ölçüde sempati duyuyor.

AB’nin Türkiye’ye bakışı büyük ölçüde hasta. Açık söylemek gerekirse AB Türkiye’ye karşı iki yüzlü. AB’nin mihver ülkelerinde vuku bulduğunda problem sayılmayan şeyler Türkiye’de ortaya çıktığında sanki sadece bize mahsusmuş gibi ve olduğundan kat kat ağır sorunlar olarak görülüyor, sunuluyor. Bunu en açık şekilde görmek için Türkiye’de vuku bulan kitle olayları ve terör saldırılarıyla Fransa’da vuku bulan benzer olaylara ve terör saldırılarına AB idarecileri ve Avrupa Parlamentosu tarafından gösterilen tepkiler arasındaki farlılıklara bakabiliriz. Demek ki Fransa Türkiye’deki kadar yoğun teröre hedef olsa tüm hak ve özgürlükleri toptan askıya alacak ve AB bunu demokrasiyi koruma çabası olarak alkışlayacak, destekleyecek.

AB kendi içinde bir kısmi toplumsal çeşitliliğe sahip ama bu onun çeşitliliğe gittiği yere kadar müsaade etmeye istekli ve hazır olduğunu göstermiyor. AB aslında bir beyaz Hristiyan kulübü olmak istiyor. AB yetkilileri açıkça dile getiremese de gerçek bu. Türkiye’ye karşı oluşlarının ve Türkiye’yi kaçırmayacak fakat içeri de almayacak şekilde kapıda oyalamalarının ana sebebi de bu. AB kalabalık nüfuslu bir Müslüman ülkeyi içinde görmek istemiyor. Suriye savaşının yansımaları ve IŞİD olayı bu eğilimleri kuvvetlendirmiş görünüyor. Ancak, Suriye iç savaşı ve sonuçları olmasa da bu eğilim AB’de kuvvetli bir damar olarak mevcuttu.

AB üyelerine ve potansiyel üyelere bakışta çifte standartlı. On yıllarca komünist yönetim altında kalan, sivil tolumun tamamen budandığı, hukukun yok edildiği ve demokratik siyaset kültürüne ve geleneğine hiç sahip olmayan orta ve doğu Avrupa ülkeleri hızla AB üyesi yapıldı ama onlardan her bakımdan çok daha ileride olan Türkiye kapıda belirsizlik içinde bekletilmekte.

AB’nin Türkiye’ye yönelik ‘önce standartlarımızı yakala sonra seni üye yapalım’ politikası da ahlâksız bir oyalama yöntemi. Örneğin Bulgaristan ve Romanya hangi bakımdan Türkiye’den daha iyiydi ki AB üyesi yapıldı? Ayrıca, AB üyesi olmuş bir Türkiye mi AB standartları denen şeylere daha kolay ulaşabilir yoksa bilinmezliğe mahkûm edilen bir Türkiye mi? Türkiye AB üyesi olsaydı kendini daha bir güven içinde hissedebilir ve başta Kürt sorunu olma üzere kronik problemlerini daha rahat çözebilirdi. Ancak, öyle sanıyorum ki, AB Türkiye’nin bu problemleri çözmesini değil bu problemlerden dolayı zayıflamasını, önemli bir aktör olmaktan çıkmasını istiyor, bekliyor.

Türkiye’nin yöneticileri AB’nin özellikle AB’nin mihver ülkelerinin idarecileriyle temasta iki yüzlülüğün AB politik davranış standartlarının en önde geleni olduğunu bir an olsun unutmadan davranmalı…