Ana Sayfa Blog Sayfa 184

Ne istediler, niye verdiler?

AKP’nin iktidar döneminde Gülen Cemaati’ne verdiği destek, 15 Temmuz’dan sonra gündeme taşınan en önemli mevzulardan biri. Hemen her tartışmada Erdoğan’ın “Ne istedilerse verdik” sözü hatırlatılıyor ve Gülen Cemaati’nin palazlanıp devleti çepeçevre saran bir ağa dönüşmesinde AKP’nin hatalı, kabahatli ve dahi suçlu olduğuna işaret ediliyor. Dolayısıyla Gülenistlerin kanlı bir darbeye kalkışacak gücü bulmalarında en büyük sorumluluğun AKP’de ve tabi ki Erdoğan’da olduğu hükmüne varılıyor.

Tamamen haklı bir değerlendirme ve yargı değil bu. Çünkü meselenin birden çok boyutu var. Memleket 14 yıldır AKP tarafından yönetiliyor. Eğer bir örgüt, mevcut hükümeti alaşağı edecek bir kalkışmaya cüret edecek bir kuvvete erişmişse, elbette bunun hesabı evvela bunca yıldır hükümette olanlardan sorulur. Öncelikle onların bir özeleştiride bulunmaları gerekir.

Nitekim Erdoğan da özeleştiriden kaçınmadı. Hükümet dönemlerinde, gerçek yüzünü göremedikleri bu örgüte birçok yardımda bulunduklarını belirtti. Gülenistlerin bu derece büyümesinde kendi yanlışları olduğunun altını çizdi. 15 Temmuz’da kıyametin kapısından dönen milletten özür diledi. Ve ortaya çıkan tablodan ötürü hem Allah’tan, hem de milletten kendilerini affetmelerini istedi.

Kendini koruma refleksi

Peki, buraya nasıl gelindi? Erdoğan’ın ve AKP’nin bu tehlikeyi görmelerini engelleyen neydi? Gülenistlerin devlete el koyacak kadar dallanıp budaklanmalarını sağlayan dinamikler nelerdi? AKP açısından bakıldığında başlıca iki noktaya temas edilebileceğini düşünüyorum:

İlki, siyaset dışı odakların türlü tacizlerine maruz kalan AKP’nin kendini koruma refleksiydi. 2002’de tek başına hükümet koltuğuna oturan AKP, müesses nizamın indinde meşru bir güç olarak kabul görmedi. Sandıktan hükümetin anahtarını alan, ama her daim şüpheyle yaklaşılan ve bu itibarla gerçek iktidar olmasına izin verilmemesi gerek bir parti vardı. Genç subaylar rahatsızdı, yargı alesta bekliyordu, ana-akım medyada hazımsızlık vardı.

İçinde bulunduğu menfi şartlar karşısında AKP, varlığını devam ettirmek ve bastığı zemini tahkim etmek adına hem içte, hem de dışta ittifak arayışlarına girdi. Dışta AB çıpasına tutundu. Ardı ardına çıkan reform paketleri bir yandan Türkiye’de demokratik standartları yükseltirken, diğer yandan da AKP’ye dış dünya nezdinden itibar ve meşruiyet temin etti.

İçeride ise AKP, bürokrasiyi dönüştürmeye soyundu. Kendine yakın, güvenebileceği bir bürokrasiyi inşa etmeye çalıştı. Gülen Cemaati için bu, büyük bir fırsata denk düşüyordu. Zira elindeki insan malzemesiyle bu işe en hazır yapı, onlardı. Uzun yıllardır yaptıkları yatırımların semeresini alacak bir vasat doğmuştu. Fırsat iyi değerlendirildi; bürokrasinin yeniden dizaynında ve klasik bürokratik direncin kırılmasında Gülen, AKP’nin müttefiki haline geldi.

Dönüm noktası

2007, bir dönüm noktasıydı. AKP seçimlerden büyük bir zaferle çıktı. Artık bu partinin kalıcı olduğu kesinlik kazanmıştı. Keza normal şartlar altında daha uzun yıllar iktidar makamında oturacağı da belliydi. Cari rejim, bütün mühimmatıyla AKP’ye saldırı başlattı. Cumhuriyet mitingleri sokağın, 27 Nisan Muhtırası ordunun, 367 kararı ve kapatma davası da yargının AKP’yi teslim alma hamleleriydi.

AKP, dört bir yandan kuşatılmışlık hissediyordu. Ölüm-kalım savaşı derinleşiyordu ve AKP hayatta kalmak için Gülen’in uzattığı ipe daha çok sarılmak mecburiyetinde kalıyordu. Türkiye demokrasisi, askeri ve yargısal tahakkümden mustaripti. Gülen Cemaati, bu vesayet mihraklarının yıkılması için hükümetin yanında duruyor ve koçbaşı işlevi görüyordu. Böylelikle Gülenciler bir taraftan sivil toplumda daha geniş hareket alanı buldular diğer taraftan da mensupları devletin kılcal damarlarına daha fazla yerleşir oldular.

Mahalleyi toptan “iyi” saymak

İkinci, Erdoğan’ın “biz”e, kendi mahallesine biçtiği değer ve artık yanlış olduğu su götürmez olan anlamdı. Siyasal kutuplaşmanın süreklilik kazandığı bir ortamda Erdoğan, aynı mahalleden geldiğini düşündüklerinin önünü açtığı takdirde partisini de emniyete alacağının hesabını yaptı. Aynı anlam dünyasını paylaştığını zannettiği grup, cemaat ve şahısları koruyup kolladı. Liyakati paranteze aldı, kendisine benzeyenleri önemli mevkilere oturttu.

Çünkü ona göre, alnı secde görenden zarar gelmezdi. Zamanında onu, Gülen Cemaati hakkında uyaran -yakın çalışma arkadaşları dâhil- çok fazla kişi oldu. Lakin o, “ehli kıble”nin yanlış yapmayacağına fazla itimat ettiğinden, bu uyarılara fazla itibar etmedi. Mesela İlker Başbuğ, Genelkurmay Başkanı olduğu dönemde Erdoğan’ı Fetullahçı örgütlenme hakkında uyardığını ancak Erdoğan’ın kendisine “Komutanım siz bunları çok abartıyorsunuz” diye cevap verdiğini anlatıyordu.

Sonrasında olaylar daha hızlı aktı. 2012’de MİT’e baskın yapıldığında ve Hakan Fidan üzerinden içeri alınmak istendiğinde Erdoğan artık yanıldığını anlamıştı. “Biz”e kattıkların, “öteki” olarak kodlandıklarından çok daha büyük bir tahribata yol açabileceğini görmüştü. Ne var ki artık iş işten geçmişti.

Ezcümle Erdoğan, Cemaat’i yoğun saldırılar karşısında sığınılacak bir liman gördü. Ayrıca onları, topyekûn bir bakışla zarar vermeyecek bir “biz” düşüncesinin için yerleştirdi. Bu da Gülenistlerin devlet içindeki egemenlik sahalarını gün be gün büyüttü. Bir noktadan sonra başlayan kavga da 15 Temmuz’u doğurdu.

Şüphesiz, bunlar Erdoğan’a ve AKP’ye mazeret teşkil etmez ya da onların sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Fakat bunları göz önünde bulundurmadan vakayı anlamak da mümkün olmaz.

Kaldı ki bu madalyonun AKP’ye bakan tarafı. Bir de madalyonun diğer siyasi partileri ilgilendiren tarafı da var.

O da bir sonraki yazıya kalsın.

Serbestiyet, 06.08.2016

‘Benim kitabımda bu dersin yeri yok’

Batı’nın siyaset ve medya dünyasının ağır toplarının, 15 Temmuz’da Türkiye’de gerçekleşen kanlı darbe girişimini hakşinas bir biçimde değerlendirmedikleri konusunda genişçe bir mutabakat var. Zaten söz konusu çevreler de, her gün bu yargının kökleşmesine hizmet eden malzeme sunmaktan da geri durmuyor. Yorumlarında darbe kalkışmasını ısrarlı gizleme, paranteze alma çabası göze çarpıyor. Bir darbe olmamış, cuntacılar yönetimi gasp etmeye çalışmamış gibi bir hava yayıyorlar. Darbecilerin döktükleri kana, işledikleri vahim suçlara ilgisiz kalıyorlar.

Beyanatlarına ve yayınlarına bakıyorsunuz, cansiperane bir cesaret ve fedakârlıkla darbeye karşı koyan halka bir sempati beslemediklerini hemen fark ediyorsunuz. Sözlerinde hayatını yitirenlere karşı bir saygı emaresine rastlanmıyor. Ailelerin ve geride kalanların acılarına bigâneler. Onlarla hemhal olmak bir tarafta dursun, bir taziye zahmetine bile girmiyorlar.

Velhasıl darbe kurbanlarının ve meşru demokratik güçlerin yanında yer almıyorlar. Daha ziyade darbecilerin ağzıyla konuşuyorlar. Kimileri dobra dobra, kimileri de satır aralarına gizlediği dolaylı ifadelerle, darbenin akim kalmasından duyduğu hoşnutsuzluğu dillendiriyor.

Darbe-karşıtı Batı

Belki söylemeye gerek yok, elbette “Batı” derken yekpare bir yapıdan, hadiselere aynı tepkiyi veren homojen bir bütünlükten bahsetmiyorum. Elbette Batı toplumları da, kendi içinde farklılık arz eder. Biz kendi içimizde ne kadar farklıysak, Batı için de durum aynı.

Nitekim Batı’nın, darbeye karşı Türkiye’ye gerekli ve yeterli desteği vermemesini sert biçimde eleştiren sesler de yükseldi. Mesela İsveç’in eski Başbakanı Carl Bildt, darbe girişimini “bir AB ülkesinde ya da AB’ye katılma sürecinde olan bir ülkede demokrasiye karşı yapılmış en ciddi saldırı” olarak niteledi. Bildt’e göre “Hiçbir üst düzey Avrupa Birliği temsilcisinin Türkiye’ye gidip darbeyi katı bir şekilde mahkum etmemesi ve darbe sonrası için endişeleri tartışmaması şaşırtıcı”ydı.

Keza İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Richard Moore, “Hükümetin bu darbe girişiminde Gülencilerin yer aldığına ilişkin açıklamalarını kabul etmekte bir zorluk yaşamadığını”belirtti. Ayrıntılı bir şekilde bakıldığında bana bayağı inandırıcı bir durum gibi görünüyor”diyen Moore, halkın ve bütün siyasi partilerin sivil iradeye sahip çıkmasını da “Türk demokrasisinin rüştünü ispatı” olarak değerlendirdi.

Yani homojen bir Batı yok. Zamanla Bildt ve Moore gibi gerçeği ortaya döken analizlerin artacağı da tahmin edilebilir. Ama devletlere, ana akım medyalara ve o ülkelerin politikalarını etkileyen çevrelere bakıldığında genel ve bariz biçimde görüntü bu.

Dut yemiş bülbüller

Peki, mevcut ortamda Batı’nın ağırlık merkezini oluşturan bu unsurlar, Türkiye’de demokrasiye can veren direnişe gözlerini neden kapatıyor? Demokrat-perver kimliğini kimseye kaptırmayan, laf demokrasiden açıldığında mangalda kül bırakmayan bu çevreler, 15 Temmuz’da darbeyi lanetleme ve demokratik organlara omuz verme noktasında niçin dut yemiş bülbüle döndüler?

Birçok sebep sıralanabilir. Bahusus üç tanesine dikkat çekmek isterim.

İlki, Batı’nın bilgilenme kaynaklarının önemli bir kısmının Erdoğan ve hükümet karşıtı isimlerden oluşması. Bu kaynaklar çoğu kez Erdoğan’a ve hükümete yarayacağı kaygısıyla olan biteni tahrif ediyor ve kendi temennilerini “soğukkanlı tahlil” diye muhataplarına sunuyor. Tabii salt bu “bilgilerle” yön tayin etmeye çalışıldığında, Türkiye’ye dair gerçeğe tekabül etmeyen bir bakış egemen hale geliyor.

İkincisi, Batı’da kökleşen Erdoğan ve AKP karşıtlığı. AKP iktidarı muhtemelen Batılı bazı devletlerin beklediğinden çok daha uzun sürdü. Halihazırda meydanda AKP’ye alternatif teşkil edebilecek bir siyasi güç de görünmüyor ve AKP’nin ve bilhassa Erdoğan’ın üslubu, yönetim tarzı ve onlarla kurduğu ilişki biçimi de onları rahatsız ediyor.

Erdoğan, seleflerinden son derce farklı; kendi önceliklerini takip ediyor, alttan almıyor ve Batılılarla eşit ilişki istiyor. Böylesine tavırlar geliştirirken yanlış da yapıyor Erdoğan, ama yanlışını da kendi stilinde düzeltiyor. Önceki devirlerde karşılaşmadığı bu muamele, Batı’da Erdoğan karşıtı hissiyatı kökleştiriyor. Ve sonuçta demokrasi dışı bir yolla da olsa, Erdoğan’ı elimine edecek girişimlere hoşgörü ile bakılıyor.

Tarihsel bagaj

Üçüncüsü Batı’daki tarihsel bagaj ve önyargılar. Batı’da yaygın olan bu perspektif, tarihin odağına kendini yerleştiriyor, başka halkları ölçüp-biçmeyi, onlara değer vermeyi kendi uhdesinde görüyor. Demokrasi, insan hakları gibi değerlerin başka coğrafyalarda hayata geçirilebileceği fikrine soğuk bakıyor. Bu kapsamda İslam âlemi de -toptancı bir yaklaşımla- demokratik bilinci ve kültürü içselleştirememiş kitleler yığını olarak telakki ediliyor. Müslümanların demokrasiye layık olmadığı düşünülüyor. Öyle ki ciddiyeti ile bilinen gazeteler “AKP taraftarlarının tamamı koynudur, Erdoğan ne isterse onu yaparlar”gibi ipe sapa gelmez makaleleri yayınlamakta, bunun tanıtımını yapmakta bir sorun görmeyebiliyor.

Batı’yı çevreleyen bu oryantalist fikriyatın varacağı mecburi netice, Müslüman ülkelerde demokratik usulleri tatbik etmenin Batı’nın arzusu hilafına neticeler üreteceği. Bu yaklaşımla malul olanlar, Müslüman ülkelerin yönetiminde kendi yaşam tarzlarıyla örtüşen, giyim-kuşamı kendilerininkine benzeyen, seküler kimlikleri ile öne çıkan şahısların oturmasını tercih ediyorlar. Ama gelin görün ki halk genellikle onların tercihinin dışındakilere teveccüh ediyor. Bu tercih Batı’da anti-demokratik veya “Batılı olmayan” şeklinde kodlanıyor. Bir yönetim “anti-demokratik” olarak yaftalandığında ise, onu indirmek için başvurulan her yol mubah olarak kabul ediliyor; darbe de buna dahil.

15 Temmuz’da kaba saba olarak tarif edilen demokrasiden nasibini almadığını düşündüğü “kuru kalabalıklar”, maliyeti çok ağır olsa da, meydanlarda demokratik iradelerinin zorbalarca gasp edilmesine izin vermedi. Sakallarına, cübbelerine, çarşaflarına, başörtülerine bakılarak küçümsenen insanlar, herkese muazzam bir demokrasi dersi verdi.

Düşünsel trajedi

Lakin Batılı etnosentrik önyargı, bu dersi anlamak yerine ya “Benim kitabında bu dersin yeri yok; demokrasi nosyonu gelişmemiş varlıklar demokrasiyi savunamaz, demokrasi için sokaklara çıkamaz” deyip kulaklarını kapattı, ya da “bu işin içinde mutlaka bir yeniği vardır”deyip kendini rahatlatacak bir başka açıklama modeli (tiyatro, oyun) geliştirdi.

15 Temmuz, bütün bu önkabullerin köküne kibrit suyu döktü. Sarsıcı bir meydan okumaydı yaşanan. Yeni bir değerlendirme yapmayı, yerleşik düşünce kalıplarını radikal bir şekilde elden geçirmeyi gerekli kılıyordu. Fakat yüzleşmek zor, kendi ezberlerinin limanına sığınmak kolaydı. Bu yüzden de, Türkiye’de demokratik bir sıçramayı ifade eden bu tarihsel an, Batı’da bir trajik bir aczi ifade etti. İşin kötüsü, yakın vadede bu sorunlu yaklaşımın değişeceğine dair anlamlı bir işaret de yok.

Serbestiyet, 03.08.2016

Fındık fiyatları ve piyasa

Bir süredir memleketimde, Bolu ile Sakarya’nın arasında kalan küçük ve şirin bir köydeydim. 15 Temmuz darbe girişimi ve devamındaki gergin sürecin stresini ve yorgunluğunu atmak amacıyla, benim için iyi bir kaçış noktası oldu.

Fındık fiyatları, yılın bu döneminde çiftçilerin en önemli gündem maddesi. Biz de çiftçilikle uğraşan akrabalarım ile elbette fındık fiyatları üzerine bol bol muhabbet ettik. Muhabbet esnasında biri, devletin bu işe el atması ile fındık fiyatlarının bu sene 25-30 liraya çıkmasının ne kadar da güzel olabileceğini hayal etmemizi istedi.

“Allah korusun” dedim.

Şaşırdılar. Devam ettim; “Ben çikolatalarımı seviyorum”

Türkiye, Dünya’nın en büyük fındık üreticisi konumunda. Bu, dünyada üretilen fındığın yaklaşık %70’ine tekabül ediyor.  Fındık hem bir çerez olarak, hem de çikolata gibi ürünlerin üretiminde kullanılan bir malzeme olarak değer taşıyor. Yani fındık, Carl Menger’in “İktisadın  Prensipleri” kitabındaki mal sıralamasında hem 1. sıra hem de 2. sıra mallara dahil olan bir ürün.

Ülkemizde fındık fiyatlarını piyasa belirliyor. Piyasada fındık fiyatlarını belirleyen unsurların en başında rekolte, yani yıllık üretim geliyor.  Türkiye’de her yıl, iklim şartlarına göre 450 bin ile 900 bin ton arasında fındık üretiliyor. Fakat fındık fiyatlarının belirlenmesinde tek unsur, fındık üretimi değil.
Fındığın herhangi bir yıl için kilogram fiyatını belirleyen birden çok unsur var. Arz kadar, talep de fiyatları pozitif ya da negatif yönde etkiliyor.

Geriye kalan tüm faktörlerin sabit olduğunu varsayarak, basit bir hesap ile üretim arttığında fiyatların azalması, üretim azaldığında fiyatların artmasında şaşılacak bir şey yok. Aynı şekilde üretimin sabit tutulduğu bir denklemde, talep artışı durumunda fiyatlar yükselecekken, talebin azalması durumunda fiyatlar da azalacaktır.

Örneğin bu sene fındık üretiminin geçen seneye göre, iklim şartlarından dolayı, azalması sebebiyle talepte bir değişiklik olmazsa fiyatların artacağını tahmin etmek çok da zor değil. Öyle ki, şu anki fındık piyasası, geçen senenin bu döneminin üstünde.

Diğer birçok ticari alanda olduğu gibi, fındık üretiminde de devletin aktif müdahalesini isteyen bir takım çevreler var. Bu insanlara göre devlet fındık fiyatlarını belirlemeli, hatta rekoltenin arttığı yıllarda  geçen yıla göre “fazlalık” olan fındığı devlet satın almalı.

Piyasanın öneminin biraz olsun farkında olan bireyler için bu ikisi, hem üretici hem de tüketicinin kazancı için kabul edilebilir şeyler değil. Fakat şu anki mevcut Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, tam bir piyasa düşmanı. Yaptıkları ve söylemleri, çiftçiler için kısa vadede olmasa da uzun vadede çok büyük zararlara sebep olabilir. Sadece çiftçiler için değil, dolaylı vergilerle devleti gereksiz yere beslemeye zorlanan, bir nevi soyguna uğratılan halk da aynı şekilde bu uygulamalardan etkileniyor.

Peki bunun, yani devletin fındık piyasasına müdahalesinin ne gibi zararları ve tehlikeleri olabilir? Bu soruyu, başka bir yazı konusu olarak buraya bırakıyorum.

Sakarya Yenihaber, 19.08.2016

“Her mürşide ‘el’ verme kim yolun sarpa uğratır”

0

“Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) ile bağlantısı olduğu iddiasıyla kayyum atanan ve adı “15 Temmuz Şehitleri” olarak değiştirilen  Şelale AŞ bünyesindeki eski Yamanlar İlkokulu ve Ortaokulu binasında, yeni bir  gizli oda bulundu. Mobilyaları, sergi alanları ve tefrişatı ile dikkati çeken odada, Gülen’in giydiği ve “kutsal” değer yüklenerek camekânlı alana konulmuş iki hırka dikkati çekmiş, camekânlı sergi bölümünde çeşitli taşlardan yapılan tesbihler, içinde çeşitli yerlerden getirilmiş toprakların da bulunduğu çok sayıda gümüş kutular, kılıçlar, bazı eski milli futbolcuların formalarının da yer aldığı gözlenmişti. Odada dikkat çeken diğer unsurlar ise duvara monteli beyaz “el sembolleri” olmuştu.”

09.08.2016 tarihinde “İnternet Haber” isimli web sayfasında yayımlanan bu haberde belirtilen iki beyaz elin duruşu aslında çocukluktan beri alışkın olduğumuz bir duruştu. Bayramlarda büyüklerimizin elini öpmesi için uzattığındaki duruşun birebir aynısı. Belli ki bu eller duvarın boş kalmasından rahatsız olan bir iç mimarî kaygısı ile hazırlanmamıştı. Ellerin nasıl bir işlevi olabileceğine ilişkin ortaya konan iddianın ne olabileceğini yine aynı web sayfasından okuyalım.

BEYAZ ELİ ÖPÜP, YEMİN ETMİŞLER”

Yamanlar Koleji’nde yetişen “seçilmiş öğrencilerin” özellikle askerî liselere yerleştirildiği, örgütle bağlarını gizli tutan bu öğrencilerin harp okullarından mezun olanlarının ardından kolejdeki özel odada Gülen’e “bağlılık yemini” ettiği ve “himmet sözü” verdiği öne sürülmüştü.”

Süreğenlik ve fedakârlık içeren ve grup sargınlığı bu denli yüksek olan gruplar sosyal psikolojinin ilgi odağı olmuştur. LeBon’un Kitleler Psikolojisi kitabında da belirttiği gibi, insan kitle içerisinde ortaya koyduğu davranışları yalnız iken ortaya koymayabilir, hatta genellikle ortaya koymaz. Bireyin tek başına iken, bireysel sorumluluğu göz ardı edemediği ve kimliğinin anonimleşmediği durumlarda ortaya koyduğu davranışlar ile bir sosyal kimliğin, bir grubun parçası olduğu anların birbirinden nasıl farklılaştığını görmek için Gülen Cemaati’ne bakmak yeterli olabilir.

Ancak bu tip dışarıya bilgi verme konusunda oldukça kapalı olan gruplar ile ilgili elimizdeki bilgilerin ne kadar yetersiz olduğunu unutmamak gerekir. Kuşkusuz, benim de içinde yer almayı planladığım, nice sosyal bilimci Gülen Cemaati yapılanmasını çalışmayı planlamakta ve bir zaman sonra sürecin yalnızca “otoriteye itaat” kavramı ile açıklanamayacağı görülecektir. Cemaate dair edinilen her yeni bilginin bir bütünün parçası olduğunu unutmamakla beraber yukarıdaki haberi “büyüsel davranış” temelinde değerlendirmemiz mümkündür.

Bazı geleneklerin devam ediminde batıl inançların ne denli köklü rol oynadığı bilinmekte. Ancak yeni oluşmakta olan grup normlarının pekiştirilmesinde de kullanılabilecek en iyi yol batıl inanç temelli büyüsel davranışlar olabilir. Misal alçıdan yapılma bir elin öpülmesi ritüelinin grup normlarının oluşumu ve grubun “değerli” kabul edilebilmesi açısından sahip olduğu önem aşikârdır. Ancak bu ritüelin bireyler tarafından gerçekleştirilmesinde sarf edecekleri “neden?” sorusuna cevap verilirken batıl inançların önemi yadsınamaz. Alçıdan beyaz bir elin öptürülmesinin grubun salahiyeti için nasıl bir öneme sahip olacağı ayrı bir konu. O eli öptürecek noktaya getirene kadar cemaatin kullandığı yolun hayli karmaşık olduğu görülmekte. Öncelikle Gülen’e yüklenen “ruhanî” rolün çeşitli hikâyelerle pekiştirilmesi gerçekleşmekte, bu hikâyelerin inandırıcı olabilmesi için hikâyeyi anlatan kaynağın hikâyeyi anlattığı hedef ile ortak özelliklerin bulunması sağlanmaktadır. Özellikle ergenlik döneminden itibaren belirli bir yapının içinde yer alan gençlere bu batıl inançların pekiştirilmesinde sunulan hikâyeler yaşıtları tarafından, birincil tanıklık ettikleri vurgulanarak anlatılmaktadır. Kişilerin dinî inançları temelinde önemli olan figürlerden tabir-i caizse rol devşiren Gülen’in “cismen olmadığı yerde ruhunun dolandığı” iddiasını destekleyen hikâyeler sonucunda Gülen’e itaat etmesi beklenen bireylerin deniz aşırı bir şekilde beyaz alçılı el sayesinde el öpmeleri sağlanır.

Tarih içinde masonlardan öğrenci kulüplerine, ajanlık birimlerinden mafya ailelerine kadar yer alan grupların ritüele ayrıca neden önem verdikleri Festinger’in Bilişsel Çelişki Kuramı ile açıklanabilir. Festinger’in (1957) Bilişsel Çelişki Kuramı’nda belirttiği gibi bir kişi davranışı gerçekleştirme aşamasında o davranışı gerçekleştirme nedenini dışsal bir nedene yükleyemiyorsa davranışı gerçekleştirme nedenini içsel süreçlere yükler. Çok para kazandırmayan bir işte çalışan kişinin dışsal bir motivasyonu olmamasına rağmen neden o işe devam ettiği sorulduğunda sevdiğini söylemesi, hatta kendisi de süreci düşündüğünde sevdiğine karar vermesi bu kurama örnek olarak kabul edilebilir. Üye kabulü aşaması çok katmanlı ve zahmetli olan Gülen Cemaati gibi gruplardaki bireylerin gruba yönelik bağlılıklarının bu kuramla açıklanması mümkündür. Kalıcı ve kendini adayan üyeler istiyorsa bir grup, onlara meşakkatli “kulübe giriş” koşulları sunmalıdır. Bu koşulların batıl inançları pekiştirmesi sonucunda ise birey kendisini diğer gruplardan “üstün” ve “ari” görecektir.

Bugün bu cemaatin neye hizmet ettiğini anlama konusunda hepimizin zihninin net olduğunu düşünüyorum. Ancak bizimle aynı zamanda ve aynı dakiklikte gerçek amacı anlayamayan insanların zihin yapılarının anlaşılmasında yürünmesi gereken yol uzun.

Şimdi, kendi beddualarının esiri olan Gülen’e yine kendi sayfasından bir alıntı ile cevap vermek en makulü belli ki:

Her mürşide ‘el’ verme kim yolun sarpa uğratır.

Darbeye niye karşısınız?

0

Tarihi, galipler yazıyor.

İkinci Dünya Savaşı Almanya’nın galibiyetiyle sonuçlansa, Hitler’den büyük bir cihangir ve Alman ırkının en mümtaz evlatlarından biri olarak tarihe geçecekti.

Ya da Mustafa Kemal başarısız olsa idi, bugün millî mücadele olarak destanlaştırılan dönemi bir fetret ve celâliler devri, kahraman olarak yad ettiklerimizi ise padişahın iradesine başkaldıran komitacılar ve hainler güruhu olarak anıyor olacaktık.

Aynı sonuç-odaklılık, darbeler için de geçerli.

27 Mayıs’ı tezgâhlayanlar Atatürk’ün yoluna baş koymuş özgürlük havarileri olarak efsaneleştirilirken, aynı iddia ve saiklerle yola çıkan Talat Aydemir’in idamı bunun bir örneği değil mi?

9 Mart 1971’de ihtilal yapmayı planlayan bir grup askeri tespit ve tasfiye eden silahlı kuvvetler üst yönetimi “bu memlekete darbe gerekiyorsa, emir-komuta zinciri içinde biz yaparız” dercesine muhtıra verdiğinde tarihler 12 Mart’ı göstermiyor muydu? O üç günde demokrasinin bu ülkedeki makûs kaderi değil, darbeyi kimin yapacağı ve Ziverbey’e kimlerin gönderileceği değişmişti sadece. 9 Martçıların akıl hocası olan Doğan Avcıoğlu ekolünden beslenen solcuların 12 Mart düşmanlığı demokrasiye bağlılıklarından değil, daha çok buradan gelir.

Emir-komuta zinciri içinde hareket edilmiş veya edilmemiş, silah kullanılmış ya da muhtıra ile çözülmüş, hedefine ulaşmış yada ulaşmamış olmasından yola çıkarak darbe teşebbüslerinden birinin ötekilerden daha meşru ya da masum olduğunu kim iddia edebilir ki?

Elinde silah olmayana silah doğrultmayı sokak kabadayıları bile kendilerine yakıştıramazken, halkın parası ile alınan tankı, topu, tüfeği, uçağı halka doğrultmakta beis görmeyen bir çeteden masumiyet, insaf, iz’an ve adalet beklemek pek naif olmaz mı?

İnsanlık tarihine mal olan bu soylu kavramlardan hiçbirinin okutulmadığı bir tedrisattan geçirildiler. Tarih bilgisi devrim tarihinden ibaret olunca, darbelerle dolu bir tarihten çıkarılan tek dersin, emir-komuta zincirinin bozulmaması ve darbeden sonra bir daha başbakan ya da bakan asılmaması ile sınırlı kalmasına şaşmamak gerek.

Askerî ve hatta sivil okullarda verilen tedrisata göre birliğimizin, bütünlüğümüzün ve geleceğin teminatı sıfatıyla silahlı kuvvetler bu ülkenin hakiki sahibi, siyasetçiler ise gündelik işleri yürüten taşeronlardı. Çizdiği sınırlara riayet etmeyen işçileri azarlamak ya da işten çıkarmak bir patronun nasıl hakkı ise, siyasetçiler de bu patronajı kabullendiği, gereğini yerine getirdiği ve daha fazlasına talip olmadığı sürece demokrasi oyunu devam ederdi. Arada yapılan seçimler patronun değil, işçinin değişmesi içindi.

Gerçek patron sahaya indiği ve yumruğunu masaya vurduğu anda parlamento ve siyasi partiler ile millî güvenliğe aykırı faaliyette bulunduğu ‘değerlendirilen’ sivil toplum kuruluşları kapatılabilir, anayasa rafa kaldırılabilir, hükümet üyeleri, siyasetçiler, aydınlar, gazeteciler ve bilumum ‘sakıncalı’ tiplerle doldurulan cezaevleri birer işkencehaneye dönüştürülebilir, bıyığı henüz terlemiş çocukların bir gecede yaşı büyütülüp asılabilirdi. Yeter ki herşey emir-komuta zinciri içinde yapılsın ve saf halkın en safiyane duygularla oy verdiği başbakan/bakanlar bir daha asılmasın. Maazallah, darbeciler ne kötü insanlar derlerdi sonra.

Darbecilerin belki de en korkulu rüyası olan bu cümleyi 15 Temmuz’dan sonra çok sık, yüksek sesle ve anlamından emin bir tonlama ile duyar olduk.

15 Temmuz’da darbe teşebbüsünde bulunanların, daha önce aynı yola tevessül edenlerin başına gelmediği kadar kötülenmesinin, aşağılanmasının, hatta lanetlenmesinin en önemli sebebi, topluma saldıkları dehşet ve yaşattıkları can kaybı idi kuşkusuz. Bu öfkeyi hak etmediklerini söyleyemem. Darbecilere acıyacak da değilim.

Lakin 15 Temmuz’u lanetleyenlerin ve darbeye karşı çıkanların aynı gerekçelerle hareket etmediğini düşünüyorum.

Aynı gerekçelerle hareket etmemiş olmaları, darbe karşıtı pozisyonlarına bir halel getirmez. Fakat bir sonraki darbe girişiminde aynı pozisyonu koruyup koruyamayacaklarına dair ciddi soru işaretleri yaratır.

Kendimize soracağımız ve cevabını yalnız kendimizin duyacağı şu birkaç soruyu, gerçek demokratlarla konjonktürel demokratları ayırmakta kullanılabilecek bir turnusol kâğıdı olarak görebiliriz.

  1. 15 Temmuz, FETÖ’ye mensup veya onlarla işbirliği içinde hareket eden askerler tarafından değil de, emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirilmiş bir darbe girişimi olsaydı, tavrınız farklı mı olurdu? (Son zamanlarda sesi duyulmayan Altemur Kılıç, emir-komuta zincirini bozduğu için 27 Mayıs’ı gayrı meşru ilan ediyor, diğer darbeleri onaylıyordu meselâ)
  2. İşin içinde dış mihrakların parmağı olmasa da, silahlı kuvvetlerin bağrından çıkan (tamamen yerli!) bir teşebbüs olsaydı darbeyi destekler miydiniz? (Bu soru, 15 Temmuz’da doğru safta yer alan Perinçek ve ekibi için tuzak olarak hazırlandı)
  3. Darbe teşebbüsünde bulunanlar bir cemaat ya da cemaat görünümlü bir yapıya intisap etmek yerine Kemalist ve laik dünya görüşüne sahip olsalardı, 15 Temmuz’a aynı şekilde karşı çıkar mıydınız? (Başta CHP’liler olmak üzere sol görüşte olanların bu soruya vereceği cevabı merak ediyor ve önemsiyorum)
  4. İktidarda başka bir parti ya da koalisyon hükümeti, cumhurbaşkanlığı makamında Erdoğan yerine bir başka isim olsaydı yine sokağa dökülür ve direnir miydiniz? (Darbenin püskürtülmesinde başrolü oynayan muhafazakâr seçmen! Bu sorum, en çok sana)
  5. Ve nihayet darbe önlenemese ve başarıya ulaşmış olsa idi, bugün karşı çıkanların bir bölümünün, darbecileri tebrik etmek için en ön sıradan kuyruğa girdiğini görür müydük, görmez miydik? (Anayasa Mahkemesi üyeleri 12 Eylül’den hemen sonra darbecileri tebrik etmek için sıraya girmişlerdi)

Son söz yerine

Eflatun, idarecilerin filozoflar arasından çıkması gerektiğini söylüyor. Elbette katılmıyorum.

Fakat içinizde askerlerin bir ülkeyi sivillerden daha iyi yöneteceğine inananlar ya da Kemalist bir diktanın bir demokrasiden daha iyi sonuçlar üreteceğini düşünenler olabilir.

Demokrat olmamanız beni üzmez. Şaşırtmaz da…

Fakat kendinize karşı bile samimi olamıyorsanız üzülürüm. Zira bu bir sınav değil vicdan muhasebesi. Tek kıstası, dürüst ve samimi olmak.

Yukarıdaki beş maddeyi tekrar okuyun ve sorun bakalım kendinize…

Siz bu darbeye niye karşısınız?

Arınma Süreci ve “Cemaatin Liberalleri”

Her camia içindeki darbeci, darbe sever ve darbeye ses çıkarmayan eyyamcılardan arınmalı, onları deşifre etmeli ve aralarına mesafe koymalı. Liberaller dahil.

Darbenin başarısız olmasından sonra, liberallikte bayrağı kimseye kaptırmayanların “darbe değil demokrasi” gibi omurgasız birkaç twitle, aklımızla dalga geçmelerini belki cemaatçiler yutuyor veya öyleymiş gibi yapıyorlar fakat kamuoyu yutmuyor, yutmamalı.

Başbakan Binali Yıldırım, darbe bastırıldıktan sonra, Kızılay’da demokrasi nöbeti tutan insanlara teşekkür ederken liberalleri de saymış. Açıkçası ben konuşmayı dinlerken o kısmı duymadım zira ben teşekkür veya bir paye için değil, canımın derdinden çıktım sokağa. Meseleden haberdar oluşum, darbeye kadar FETÖ’nün stratejisine liberal kılıf bulan “liberalimsi”lerden birinin twitiyle oldu; darbeye kadar hem hükumetin fonlarından, etinden, sütünden faydalanan, her platformunda görünen, hem de FETÖ’nün argümanlarını “suret-i haktan” görünüp liberal argümanlarla kamusallaştıran, girdiği ortama göre “liberal” olan vatandaş, pastayı yine liberallikte görmüş olsa gerek, Başbakan’ın açıklamasını hemen üstüne alınmış ve twiti yapıştırmış, Başbakan’ın teşekküründen “liberal olarak” memnun kalmış, o fırsatı da ıskalamamış. Hayrını görsün, gözümüz olmadı, olmaz da; bu omurgasızlığını tespit edemeyip önüne imkânları serenler düşünsün, şükür ki bizim alışverişimiz yok. Fakat sanırım herkesi etraflarındaki cemaatçi zombiler gibi sandıkları için, bizi de olan biteni takip etmekten aciz yığınlar olarak düşünüp, darbe seviciliklerini görmediğimizi sanıyorlar.

15 Temmuz’a giden yola en cilalı taşları maalesef “cemaatin liberalleri” döşedi. Cemaatin argümanlarını kamusallaştırmada önemli bir rol üstlendiler, açıkçası bunu büyük oranda başardılar da.

“Hukuk devleti”, “ekonomik özgürlük”, “ifade hürriyeti” ve “basın özgürlüğü” gibi kavramların içini boşaltıp resmen cemaate peşkeş çektiler. Bu teşhiri 15 Temmuz’a kadar yapmadığımız için, hâlâ pişkin pişkin benzer bir strateji meşrulaştırmasına girişiyorlar.

15 Temmuz öncesi ahlâksızlığına bir örnek verip, sonra da halihazırda devam eden bir strateji meşrulaştırmasına dikkat çekmek istiyorum. Mesela, cemaatin yargı sisteminde kurduğu saadet zincirini görmezden gelip, hukukun üstünlüğü savunusu yaptılar.

Cemaat güvenlik ve yargılama sistemi içinde müthiş bir zincir kurmayı başarmış. Bunda herkesin bir ölçüde katkısı var. Mesela, şahsen Ergenekon ve Balyoz davalarının özünde doğru ve gerekli olduğunu düşündüğüm için destek verdim, hâlâ özünde doğru ve gerekli olduğunu düşünüyorum ama bu ve benzer davaların bir kumpası örtbas ettiğini fark edemediğim için ben de sorumluyum. Fakat 17-25 Aralık’la bu defter kapandı, bazı polis, hâkim ve savcılar şaibeli duruma düştüler. Sonraki süreçte bu hâkim ve savcılar, resmen kamikaze hamlelere imza attılar. Bunu fark etmemek için ya işin içinde olmak lâzım ya da akılsız.

FETÖ üyesi polisler devletin imkânlarını kullanarak, kılıfına uydurup yaptıkları dinlemelerle savcıya yetecek kadar “delil üretme” işi ayarlayıp operasyon yapıyorlar,[1] savcı bu operasyon konsepti içinde sorguları uzatıyordu zira mesai saati içerisinde sanıkların gideceği hâkimi belirlemek mümkün olmuyordu, savcı mesai saati sonrasında sanıkları nöbetçi hâkime sevk ediyordu; ne tesadüf ki nöbetçi hâkim de cemaatçi oluyordu ve tutuklamayı yapıyordu.[2] Bu süre içerisinde haftalarca sürecek fezleke veya yazışmalar birkaç saat içinde halledilebiliyordu, zira zabıt kâtibinden mübaşirine kadar cemaat her kademede bulunduğu için önceden hazırlık yapılıyor ve sistemi aksatmadan, kumpas kurdukları insanları sorunsuz bir şekilde hapse atabiliyordu. Bu sistem, o kadar kusursuz işliyordu ki, polis şefi, polis memurları, savcılar, hâkimler ve son tahlilde zincirin bütün halkalarının “nöbet çizelgesi”ne kusursuz derecede planlama yapabilecek kadar hâkim bir organizasyonu başarabiliyorlardı.[3]

Mesela 17-25 Aralık soruşturmaları nedeniyle gözaltına alınan polisler ilk alındığında, FETÖ elebaşı “bunların binde birini bile tanımam” dedi,[4] cemaat mensupları “suçlular ayıklansın, bu polisler cemaatten değil” dedi fakat ne hikmetse hepsi adliye önüne yığıldı.[5] Bu polisler suçluydu ve cemaat üyesiydi. Sonraki süreçte bazılarının twitlerinden, tehditlerinden bu açığa çıktı.

Davanın savcıları, doğrudan Erdoğan’a ulaşmak için hukuku sıfırladılar, Başbakan’ı emrivaki ile gözaltına almak için hamle yaptılar.[6] Bir süre sonra hâkimin biri 70’in üzerinde tutukluyu, hukuku tersyüz ederek tahliye etmeye kalktı.[7] Tahliye kararı başka bir hâkimin müdahalesiyle önlendi. Bu saadet zinciri hükumetin “sulh ceza hâkimlikleri”ni ihdas etmesiyle ancak kısmen bozuldu. Bu operasyonlar çökünce zincirde kopukluklar meydana gelmeye başladı ve şimdi bu hâkim savcıların bir kısmı kaçak durumda, bir kısmı da darbecilikten tutuklandı. “Cemaatin liberalleri” tüm bu hukuksuzlukları görmezden gelirken, soyut bir “hukukun üstünlüğü” ve “hükumetin hukuka müdahalesi” olarak, mesela 70 kişinin hukuksuz tahliyesini değil, bu tahliyenin engellenmesini “hukuksuzluk” olarak lanse ettiler.

İşin ayrıntıları müthiş bir film gibi esasında, ben çok kabaca özetledim ama süreçleri takip edenler her cümlede kastettiğim haberlere ulaşabilirler internetten. Sonuç olarak, bu sistemi görmezden gelip “hukukun üstünlüğü” argümanını sadece hükumet ve sulh ceza hâkimlikleri üzerinden tartışan liberaller, iyi ihtimalle cemaat tarafından kullanıldılar, fakat ben o kadar naif düşünmüyorum, bir kısmı bizzat bu “şirket”e iştirak etti.

Geçmiş geçmişte kalsın, şimdi cemaat ve cemaatin liberalleri yeni bir stratejiyi kamusallaştırma halindeler. En azından bu defa bu tuzağa düşmemek için teşhir etmek gerekiyor.

FETÖ’nün işaret fişeklerinden biri olan, Tuncay Opçin isimli tetikçinin twitlerine bakarsanız sıradaki stratejiyi takip edebilirsiniz. Opçin, darbe öncesinde “Yatakta basacaklar, şafakta asacaklar.” twitini atacak kadar kendine güvenen ve darbenin planlayıcılarından birisi, dolayısıyla bu adamın yazdıklarını “ay sonuçta kendi fikirlerini açıklıyor adam” diyerek “ifade özgürlüğü” kapsamında değerlendirmek liberallik değil başka bir şeydir.

h1

Bu tetikçi şimdi “darbeci askerlere işkence ediliyor” üzerine yoğunlaşmış durumda. Darbecilerin ifadelerine bakarsanız, çok iyi çalışılmış ve bir sonraki adım hesap edilmiş ifadeler. Nitekim kendi haberleşme gruplarından “nasıl ifade vermeliyiz” talimatlarının bir kısmı deşifre oldu, örgütün başı açıklamalarıyla gerekli imaları yaptı.[8]

Darbecilerin (çözülen itirafçılar dâhil) mahkeme aşamasında “bu ifadeleri işkence altında verdik” diyecekleri neredeyse gün gibi ortada. Opçin de bunun için gerekli argümanları twitlerinde teker teker tedarik ediyor. Bundan sonrası ise FETÖ’nün liberallerine düşüyor. İşkence ve kötü muamele tartışması üzerinden, darbecilerin tek çıkar yolu olan stratejinin kamusallaştırılması ve bunun dış kamuoyunun dikkatine sunulması.

h2

Bu propagandanın altından kalkabilir miyiz bilmiyorum fakat bildiğim bir şey var, FETÖ’nün liberalleri açığa düştü. Artık FETÖ’nün stratejilerinin kamusal yüzleri bu kadar pişkin olabiliyorlarsa ya gerçekten akılsızdırlar ya da stratejiye dâhildirler. Stratejiye dâhilseler zaten söyleyecek bir şey yok, o kısmı bundan sonra devletin işi, fakat akılsızlıktansa, bir noktadan sonra akılsızlık da affedilemez. Bu ülkeyi işgale girişmiş bir güruhla birlikte hareket eden, eninde sonunda onlarla birlikte haşrolacaktır. İşgalcilerle iş tutan, işgalcilerin akıbetine ortak olacaktır.


[1] Paralel dinleme çatıdan çıktı, Sabah Gazetesi, 19.01.2014, http://www.sabah.com.tr/gundem/2014/01/19/paralel-dinleme-catidan-cikti

[2] Mahkeme oyunu bozdu, Yeni Şafak, 14.04.2014, http://www.yenisafak.com/gundem/mahkeme-oyunu-bozdu-636315

[3] 17 Aralık operasyon tutanağı bilgisayara yazılmamış, http://www.memurlar.net/haber/497546/

[4] Fethullah Gülen BBC’ye konuştu, http://www.bbc.com/turkce/haberler/2014/01/140126_fethullah_gulen_roportaj_guney

[5] 22 Temmuz Operasyonu Kapsamında, 49 Polisin Sorgulanmasına Başlandı, https://youtu.be/6O9j2Y6CdX0?t=2m24s

[6] İşte ’25 Aralık kumpas’ soruşturması iddianamesinin detayları, Star Gazetesi, 02.10.2015, http://haber.star.com.tr/guncel/iste-25-aralik-kumpas-sorusturmasi-iddianamesinin-detaylari/haber-1060095

[7] ‘Paralel yapı’ soruşturmasında tahliye bilmecesi, Milliyet Gazetesi, 26.04.2015,

http://www.milliyet.com.tr/-paralel-yapi-da-tahliye-bilmecesi-gundem-2049737/

[8] “Kripto çözüldü 150bin Fetöcü kıskaçta”, Sabah Gazetesi, 4.8 2016 http://www.sabah.com.tr/gundem/2016/08/04/kripto-cozuldu-150-bin-fetocu-kiskacta

Gençler, aileler ve kuşaklararası çatışma

0

Kuşaklararası Çatışma; çocuklar ve gençlerin, anne-babaları ve diğer büyükleriyle olan ilişkilerinde çok fazla görülen bir durumdur.

Çatışma gençlerin düşünce, duygu ve davranışları ile yetişkinlerin değer yargılarının örtüşmemesinden kaynaklanır. Yetişkinler kendi inanç ve değer kalıplarını gençlere tavsiye ederler. Onlara “akıl verirler”, kendi beklentilerini ve taleplerini sürekli tekrarlarlar. Gençlerin ve çocukların uslu olmalarını, itaat etmelerini, hata yapmamalarını beklerler.

Kuşak çatışmalarının çeşitli nedenleri vardır.

Yetişkinlere ve topluma ilişkin nedenler:

  • Büyüklerin kendi çocukluk ve gençlik yıllarını unutmaları
  • Büyüklerin, çocuk ve gençlerden olgun yetişkin davranışlarını görme isteği
  • Gençlerden sorumlu, disiplinli davranış beklentileri
  • Yetişkinlerin geçmişte yapmadıklarını çocuklarda ve gençlerde görme isteği
  • Aile büyüklerinin aşırı koruyucu ve kollayıcı müdaheleci yapıları
  • Toplumun gençlere güvenmemesi ve tüketici, hazırcı görmesi
  • Toplumun gençlere sorumluluk vermekten korkması
  • Arkadaşlarıyla vakit geçirmelerinden rahatsız olma, yasaklar koyma

Gençlere ilişkin nedenler:

  • Gençlerin sürekli yenilik ve arayış içinde olmaları
  • Gençlerin büyüklere pek “kulak asmaması”
  • Büyüklere “Bizi madem doğurdunuz her dediğimizi yapacaksınız” tarzında yaklaşmaları
  • Tecrübe eksikliği, acaleci, sabırsız ve “bencil” doğaları
  • Kişilik ve kimlik oluşumu sürecinin biraz “sancılı” geçmesi
  • Büyüklerin tavsiyelerine pek de ihtiyaçları olmadığı ve her şeyin üstesinden gelebilecekleri şeklinde “aşırı özgüven” duygusu

Gençlerin 13-14 yaşından başlayarak kuşaklararası çatışmalarla karşılaştıkları bilinmektedir.

Çocukluk döneminin “edilginliği” gitmiş “etkin” olma arzusunda olan gençlik dönemi başlamıştır. Bu dönemde gençlik var olduklarını ve işe yaradıklarını gösterme arzusundadır. Doğal olarak toplumsal yaşamda gençlik;  “ben de varım, buradayım, beni fark edin” şeklinde çıkışlar yapar. Yerine göre âsi, isyankar, can sıkıcı ve sorumsuz tavırlar sergileyebilir….

Farklı kültürde ve farklı ülkede yaşayan gençler kuşaklararası çatışmayı çok daha derin yaşar. Özellikle Batı ülkelerinde yaşayan Müslüman gençler hem kuşak hem de kültür çatışmasıyla karşı karşıyadır. Aileler yabancı ülkede çocuklarına daha baskılı ve yönlendirici davranır. Bir bakıma neslini, geleceğini, kültürünü koruma refleksi gelişir.

Kültür ve ülke farklılığı gençlerle ailelerin arasını çok açar. Gençler yeni ortama ve kültüre uyma eğilimi taşırlar. Bu durum aileleri telaşa ve paniğe sevk eder. Çocuklara yasaklar ve yeni kurallar koyarlar. Maalesef  bu yöntem aksi sonuç doğurur. Ailelerin korktuğu başına gelir.

Kuşaklararası çatışmayı asgariye çekmek için bilinçli davranılmalıdır. Anne babalar çocuklarının kişilik özelliklerini, gelişim çağını ve eğilimlerini çok iyi bilmelidir. Çocuklarını özellikle dinlemeleri ve sonra da anlamaları gerekir; onlarla empati kurmalılar. Kendi gençlik dönemlerini hatırlamalılar. Gençlere sürekli öğüt vermekten vazgeçmeliler. Ciddi olarak zarar görmeyecekleri durumlarda gençlerin hata yapmalarına fırsat verilmelidir. Tecrübe edinmek ancak hata yapmakla mümkündür.

Çocukların korkutulması ve sürekli yönlendirilmesi yanlıştır. Onlarla oturup artı ve eksileri konuşarak alternatifler sunulmalı ve seçim gence bırakılmalıdır.

  • Anne baba veya toplum gençlere güvenmeli ve işbirliği yapılmalı
  • Gençlere sorumluluk verilerek güven duyguları gerçekçi zemine oturtulmalı
  • Anne baba özellikle çocuğunun neyi başarıp başaramayacağını anlamalıdır. Onu görmek istediği gibi şekillendirme yerine, onun olabileceği şeklin zeminini oluşturmalı. Gencin doğal akışı ve yetenekleri başarılı olacağı alanı zaten seçer.
  • Büyükler ve toplum gençlere altyapı oluşturmalı, kendilerini ifade etme ve gösterme fırsatı tanınmalıdır

15 Temmuz Notları II: Demokrasi nöbetlerinin ardından

“Demokrasi nöbeti” 15 Temmuz gecesi yaşanan hain darbe girişimine karşı sivil halkın tepkisini yansıtan, girişimden sonra günler-gecelerce halkın meydanları boş bırakmamasını anlatan bir kavram olarak Türk siyasî tarihine geçti.

Türkiye’nin dört bir yanında, bütün şehirlerinde, gencinden yaşlısına, kadın erkek milyonlarca insan sabahlara kadar “Demokrasi nöbeti” için meydanları doldurdu.

Bu süreçte neredeyse her gece, ilk gece olduğu gibi, demokrasiden taraf olduğumu belli etmek için Sakarya’da ve Antalya’da meydanlara çıktım, gözlem yaptım.  Sakarya, milliyetçi-muhafazakâr-dindar kimliği ile ön plana çıkan bir şehir iken, Antalya ise daha çok seküler-ulusalcı bir kimlik ile biliniyor. Buna rağmen iki şehrin meydanlarında da aynı coşku, aynı manzara vardı.

Diğer şehirlerdeki demokrasi nöbetlerinden ajanslara, televizyonlara, gazetelere yansıyan görüntülerde demokrasi nöbetlerinde halkın kendi iradesine sahip çıkmasından doğan coşkunun tüm Türkiye’ye yayıldığını gördük.

Demokrasi nöbetlerinde farklı görüşten insanlar bir araya gelerek malûm darbe girişimini ve sivil siyasete karşı olası yeni müdahalelere karşı tepki gösterdi. O meydanlarda unutulmaz dostluklar, arkadaşlıklar, manzaralar doğdu. Çocuklarımıza, torunlarımıza gururla anlatacağımız anılar biriktirdik.

Belediyeler, sivil toplum kuruluşları ve iş adamları bu direnişe aktif destek verdiler.

Meydanlar insanların her şeyi oldu, Sakarya’da Cuma namazları bile Demokrasi Meydanı’nda kılındı.

7 Ağustos’ta, “Demokrasi Nöbetleri” kapsamında İstanbul -Yenikapı’da dev bir demokrasi ve şehitler mitingi gerçekleştirildi. Bu mitinge de farklı görüşlerden milyonlarca insan akın etti.

Mitingde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Meclis Başkanı İsmail Kahraman, Başbakan Binali Yıldırım,  CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, MHP lideri Devlet Bahçeli ve Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar halkı selamladı ve demokrasiden, milletten yana olduklarını belirten bir açıklama yaparak hem ülkemize hem de Dünya’ya güçlü bir mesaj verdi.

7 Ağustos günü Türkiye, diğer ülkelerde hayal dahi edilemeyecek büyüklükte bir şeyi başardı. Yenikapı’da konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Demokrasi nöbetleri Çarşamba günü sona erecek” dedi. Dediği gibi de oldu.

Artık sadece Türkiye’de değil, Dünya’nın herhangi bir noktasında askerî bir darbeye girişilse,  o ülkenin vatandaşları ne yapacaklarını bilmeseler bile ne yapmayacaklarını biliyorlar: Evde kalmamak, tepkisiz kalmamak.

Demokrasi nöbetleri bitmiyor,  sadece şekil değiştiriyor. Artık demokrasi nöbetleri ve darbe direnişleri meydanlarda sabaha kadar sürecek şekilde değil, zihinlerimizde sürekli şekilde var olacak.

Zihni demokrasi nöbetinde herkesin tefekkür etmesi,  eli kalem tutanların yaşadıklarını yazması gerektiğini düşünüyorum. O gece gerçekleşen hiçbir ayrıntı atlanmamalı. Bundan sonraki süreçte de demokrasimizi güçlendirecek adımlar atılmalı.

Devlet nötr olamaz ama sınırlı olabilir

0

Bir süre önce Süleyman Özışık “paralelle mücadele böyle mi olacak” başlıklı bir yazı yazdı. Bu yazıda hükümetin paralelle mücadele stratejisini eleştiren Özışık, kamu makamlarından “ihraç edilen paralelcilerin oranı %50 ise yerine alınan paralelcilerin oranının %70 olduğunu” söylüyor. Bununla birlikte paralel yapıyla hiç alâkası olmayan yüzlerce masum insanın da kendilerinden muhtelif sebeplerle haz etmeyen yerel yetkililer tarafından tasfiye edildiğine, yani sürecin istismar edildiğine dikkat çekiyor.

Özışık’ın tespitlerine ben de katılıyorum. Zaten bu gerçek bilinmesine rağmen pek çoğumuz sanırım içinden geçtiğimiz süreçte bu kadarını “gözden çıkardığı için” bunun hakkında fazla konuşmuyor. Ben ise şahsen bunun gözden çıkarılabilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum.

Yakın çevremde hayatına uzun süredir tanık olduğum ve masum olduğuna inandığım mağdurlar var. Bununla birlikte masum olduğuna hiç inanmadığım pek çok siyasetçi ve bürokratın hâlâ görevinin başında olduğunu da görüyorum. Bu durum ne kadar daha devam edecek bilemiyorum. Böyle bir örgütle mücadelede yazılı hukuk kurallarının yetersiz kaldığını söyleyebilirsiniz, buna bir şey diyemem. Lakin buna bir alternatif sunmanızı beklerim. Zira yazılı kurallar yetersiz bile olsa keyfî yönetimden evladır. Hiç değilse açık, net, öngörülebilir ve herkesi bağlayıcıdır. Dolayısıyla meşrudur. Adı terör örgütü bile olsa mücadele yönteminiz hukukun ve meşruiyetin dışına çıktığında sizi o örgütten ayıran hayatî farkı da kaybetmiş olursunuz. Zaten maksadınız hukuksuzluğu ortadan kaldırmakken bizzat siz bunu hukuksuz bir şekilde yaparsanız ne değişecek?

Türkiye bir cemaatler ülkesi. Elinizi sallasanız bir cemaate çarpar. OHAL gibi hukukun kısmen rafa kaldırıldığı, çok kısa süre içerisinde yüzlerce devlet kadrosunun el değiştirdiği böyle durumlar tam da cemaatlerin ve diğer menfaat odaklarının avuçlarını ovuşturduğu tarihî fırsatlardır. 15 Temmuz’da yaşadığımız kâbus daha önce yapılan hatalı çözümlerin sonucuydu. Bugün çözüm adına yaptıklarımızın da gelecekteki muhtemel kâbusların sebepleri olmaması için çok daha dikkatli adım atmamız gerekmiyor mu?

Özışık’ın tespitlerine katılmakla beraber çözüm önerisini oldukça naif bulduğumu söylemeliyim. Özışık, devletin bundan böyle yapacağı tek şeyin vatandaşlarına karşı nötr olmak, kamusal makamlara yapılacak alımları da sadece liyakat ve sadakat esasına göre yapmak olduğunu iddia ediyor. Söylem doğru ama keşke o kadar kolay olsaydı…

Bir kere hiçbir devlet vatandaşlarına karşı nötr olamaz. Neden? Vatandaşlar neden birbirine nötr olamıyorsa ondan olamaz. Çünkü insanlar nötr değildir. Devlet dediğiniz de nihayetinde aynı insanlardan müteşekkil bir örgüttür. Her insan kendi sevdiğini kayırır, bunu anlayın artık. Mesele kayırmanın kendisi değil, bunu bizim için bir problem olmaktan çıkarmaktır. O da kamusal mülkiyeti mümkün olduğu ölçüde özelleştirmekten geçer. Nitekim bizim için zararlı olan insanların kendi evlerinde veya işyerlerinde yaptığı kayırma değil, kamusal kurum ve makamlarda yaptığı kayırmadır.

Dolayısıyla çözüm devletin nötr olması falan değil, devletin “sınırlı” olmasıdır. Sınırlı demek pek çok kamu kurumunun ve bürokratik makamın lağvedilmesi, özelleştirilmesi, kalanların da yetkilerinin alabildiğine sınırlanması demektir. Yani sizin devlet dediğiniz şey öyle pek de güçlü ve fonksiyonel bir şey olmayacak, insanlar üzerindeki yaptırım gücü “sınırlı” olacak demektir. Ancak böyle olursa kamu kurumları ve siyasî/bürokratik makamlar, çevresinde dolaşan çakallardan ve köpekbalıklarından kurtulur. Devletin gücünün eksildiği yerlerde insanların birbirlerine karşı yapabileceği haksızlıklar ve kötülüklerin boyutu da hiçbir zaman kamu görevlilerinden kaynaklanan haksızlık ve kötülüklerin boyutuna ulaşmaz. Çünkü insanlar birbirleriyle rekabet halindedir. Devlet gibi yasalara dayanan, karşı konulamaz güçleri yoktur. Ayrıca adalet mekanizması özel davalar karşısında daha bağımsız, tarafsız ve etkili hareket edebilir.

Hâsılı devletin (hükümetin değil devletin) bugünkü kadar güçlü ve otoriter olduğu her ülkede o devleti ele geçirmeye çalışan menfaat odakları daima olur ve olacaktır da. Çözüm devleti sınırlandırıp menfaat odaklarını birbirleriyle başbaşa bırakmaktır. Bu da en çok herhangi bir menfaat odağına mensup olmayan sıradan vatandaşın (yani çoğunluğun) işine yarar. O yüzden de buna en çok o makamlara çoktan göz dikmiş, onun kendilerine sağlayacağı olağanüstü gücü kendi emelleri doğrultusunda kullanmak için sabırsızlanan (sayıca az ama daha organize olan) menfaat odakları karşı çıkar.

Unutmayın, darbeler gibi büyük çapta yıkıma neden olan her kötü olay devletin sağladığı araçlarla (silahlar, ödenekler, makamsal yetkiler, vs.) ve vergi mükelleflerinin parasıyla gerçekleştirilir. Dolayısıyla devletin askerine, memuruna, siyasetçisine, bürokratına sunduğu bu sıradışı ayrıcalık ve imtiyazları azaltıcı her hamle, gelecekte olabilecek muhtemel darbelerin ve haksızlıkların şimdiden yolunu kapar; cemaatleri ve her tür sosyal/iktisadi menfaat odağını da topluma karşı bir tehdit unsuru olmaktan çıkarır.

Hukuk ve Ekonomi – Cento Veljanovski

Yazan: Abdulkadir Pekel

“Hukuk ve Ekonomi”, Türkiye’deki hukuk eğitimi dikkate alındığında, hukukçuların genelde gözden kaçırdığı bir perspektifi ortaya koyan, bu açıdan hukukçular için önemli ve etkileyici bir kitap. Yıllardır bilindiği ve şikâyet edildiği üzere, Türkiye’deki hukuk fakültelerinde hukuk eğitimi, meslekî-teknik eğitim olmanın ötesine geçemiyor. Dolayısıyla hukuk eğitimi, hukukun arka planına ve etkisine ilişkin öğrencilere analiz yeteneği kazandıracak disiplinler arası bilgileri veremiyor. Çünkü hukuk fakültelerinde, öğrencilere bu türden beceriler kazandıracak dersler pek bulunmuyor; ya da bu tür dersler veriliyorsa da pek önemsenmiyor.

Hukuk eğitimi almadan önce başka bir branşta lisans eğitimi almanın şart koşulduğu Anglo-Amerikan ülkeleriyle kıyaslandığında, hukukun arka planına ilişkin öğrencileri perspektif sahibi kılmak açısından Türkiye’deki durumun görece yetersiz olduğu söylenebilirse de; Veljanovski’nin kitabını okuduktan sonra anlıyoruz ki, bu tür perspektif sorunları Türkiye’deki hukuk öğretimine has değil. Bir olaya hukukçunun bakışı ile iktisatçının bakışı arasında temel bir fark var.

Hukukçu bir somut uyuşmazlık ortaya çıktıktan sonra mevcut kuralları bu somut olaya uygulamakla ilgilidir. Yani hukukçu, önüne gelen somut olayın özelliklerini değerlendirerek, bu özelliklerin hukuk kuralında tanımlanan şartlara uyup uymadığını araştırır. Eğer somut olayın özellikleri bu şartlara uyuyorsa hukuk kuralında belirlenen sonuçlar ortaya çıkar. “Altlama/altakoyma (subsumption) işlemi” olarak da adlandırılan bu faaliyet basit bir tümdengelim örneğidir. İktisatçı ise mevcut hukuk kurallarının insan davranışı üzerindeki etkisini inceler. İktisatçının harekete geçmesi için somut bir uyuşmazlığın ortaya çıkması gerekmez, iktisatçı bundan önce incelemelerine başlamıştır. Nitekim, her hukuk kuralı bazı davranışları caydırır, bazı davranışları ise teşvik eder.[1] Hukuk kurallarının bu özelliğinden dolayı hukukun ekonomik yönden ortaya çıkardığı sonuçları göz ardı etmemek gerekir ve hukuk kurallarının bu türden analizi hukukçular ve politika yapıcılar açısından çok önemlidir.

Öte yandan kitabın yazarı, hukukçuların iktisat bilimine uzak olduğunu gözlemliyor. Bu yüzden işe, hukukçuların iktisada ilgi duymamalarını eleştirerek işe başlıyor. Giriş bölümünde, “hukukçular ve politika yapıcılarının genellikle ekonomiden ve sayıların dilinden anlamadığı” ve “hukuk camiasının diğer disiplinlerden hukuka dair kıymete şayan bir fikir sadır olacağını kabule yanaşmadıkları”nı ifade ediyor. Farklı yazarlardan yaptığı alıntılarla, hukuk ve iktisadın birlikteliğinin önemini vurguluyor ve bu iki alanın bölünmesinin “zararlı sonuçları” olduğunu ifade ediyor.[2] Yazarın paylaştığı şu sarkastik alıntı, “zararlı bölünme” ile neyi kastettiğini ortaya koymak açısından önemlidir:

“gayet müdahaleci … tipik hukukçu kafası. Bu kafa, alâkalı ekonomik meselelerin pek çoğunu ihmal eder ve hukukçunun, eğer doğru kanunlara sahip olsaydık dünyanın problemlerinin hepsinin çözülebileceği yolundaki kanaate ulaşır. Pazar güçlerini anlayan ve Pazar güçlerine saygı gösteren hukukçu bulmak bekârlığı anlayan ve bekârlığa saygı gösteren bir bebek giysisi üreticisi bulmak kadar zordur. Hukuk eğitimi almış bir kafa, pazar güçlerini yenmenin asla mümkün olmadığını, yalnızca onların beklenmedik şekillerde isbat-ı vücut etmek üzere çarpıtılabileceğini kavrayamaz.”[3]

Görüldüğü üzere, yazar hukukçuların bakış açılarının –belki de doğal olarak– statik/durağan ve norm odaklı olduğunu vurguluyor. Oysa Veljanovski, kitabın bitirme sözlerinde Amerikan hukukçu ve filozof Lon Fuller’in şu önemli tespitini paylaşarak hukukçuların bu bakış açısının ne kadar hatalı olduğunu ortaya koyuyor: “Hukuk, kendisinin münferiden hiçbir ayrı hedefi olmayan tek beşerî incelemedir.”[4] Bütün hukuk kurallarının belli amaçları vardır, kurallar kendi başına bir amaç değildir. Kanunların amaçlarına ve arka planına ilişkin her çalışma ve analizde, aslında hukuk alanının dışına çıkmış oluruz: Böyle bir durumda aslında, tarihten, sosyolojiden, psikolojiden, siyasetten, ekonomiden vs. bahsetmekteyizdir. Bütün bu bilim dalları birbiriyle ilişkili ve girift olabileceği gibi; hukukun arka planına ilişkin incelemelerde de hukuk, bütün bunların yalnızca bir “malzemesi” yani konusundan ibarettir.

Hukuk, kendi başına bir hedefi olmayan bir beşeri inceleme olduğu için, hukukla uğraşırken aslında, diğer bilim dalları yanında, farkında olmadan ekonomi ile de uğraşırız. Örneğin belirli bir davranışın kriminalize edilerek cezalandırılması çeşitli ekonomik sonuçlar doğurur. Kriminalize edilen davranışı gerçekleştiren kişinin yargılanması, hapse atılması ve hapiste kalmasının sağlanması belirli ekonomik maliyetleri gerektirir. Bu ekonomik maliyetler hapis cezasının süresi, sanığın müdafası, yargılanması, polis tarafından adlî takibata uğratılması gibi çeşitli faktörlere bağlı olarak değişir. Ayrıca, kişiyi suça iten etmenler arasında; işsizlik, geçim zorluğu, soyo-kültürel çevre gibi değişkenler de bulunabilir. Dolayısıyla “x suçunun cezası y yıl hapistir” dediğimizde, aslında içinde birçok ekonomik değişkeni barındıran bir konuda hüküm veriyoruz demektir. Dolayısıyla bu ekonomik değişkenlerin iktisatçı gözüyle incelenmesi ve suçun önlenmesine ilişkin konularda maliyet-etkin sonuçlara ulaşabilmek için iktisat biliminin verilerinden yararlanılması gerekir.[5]

Veljanovski de kitabında hukuku bu perspektiften ele alıyor. Yaptığı şey hukuku ve hukuk kurallarını ekonomik yaklaşımla yani iktisatçı gözüyle ele almak ve onlara ekonominin bir konusu olarak muamele etmek. Kitapta hukuk ekonomisi “ekonomik teorinin, daha ziyade fiyat teorisinin ve istatistik metotlarının, hukukun ve hukukî kurumların oluşumunu, yapısını, süreçlerini ve etkisini tetkik etmek üzere uygulanması” olarak tanımlanıyor.[6]

Dolayısıyla, iktisatçının bakış açısından hukuk, müşevvikleri nakleden ve davranışlarla sonuçları etkileyen dev bir fiyatlama mekanizması olarak görülüyor.[7] Veljanovski bunu kitabında çeşitli örneklendirmelerle açık bir şekilde ortaya koyuyor.

Örneğin, bir davranışın cezalandırılması ya da bir davranış sonucunda kişiye belli haklar verilmesi, kişileri bazı davranışları sergilemek yönünde teşvik ettiği gibi, bazı davranışlardan kaçınmaya sevk eder. Çünkü hukuk kuralları tercih yaratır. Bir kurala uyup uymamak, nihayetinde kişinin tercihine kalmıştır. Bu, piyasadaki herhangi bir malı alıp almama konusundaki tercihe benzer. Kişi mevcut yaptırıma maruz kalmaya ya da hukuk kuralının bahşettiği haktan vazgeçmeye hazırsa söz konusu hukuk kuralına uymaz. Hukuk kuralları, oluşturmuş oldukları bu tercih sebebiyle fiyatlandırma özelliğine sahiptir. Bu durumda, örneğin yaptırımlar, yasa dışı faaliyetlere girişmenin bedeli olarak görülebilir. Haksız fiile sebep olan kişinin tazminat ödemesi, kişiyi haksız fiilden caydıran bir kural olarak görülebileceği gibi, tazminat miktarı, haksız fiili işlemenin fiyatı olarak da değerlendirilebilir.[8]

Yazar bu perspektifi ceza hukuku (suç ekonomisi), haksız fiil, kira düzenlemeleri, rekabet hukuku, vs. gibi çeşitli alanlarda uygulayarak örneklendiriyor. Alvin Klevorick’ten alıntılayarak, hukuk kurallarının iktisatçı gözüyle ele alındığı çalışmalarda, iktisatçının katkısının üç farklı role bürünebileceğini belirtiyor: Teknisyen, süper teknisyen ve ekonomik hatip.[9] Teknisyen, hukukçu bakış açısının dışına çıkmadan belirli bazı ekonomik konularda hesap yapılması için hukukçuya yardımcı olur. Tazminat miktarının belirlenmesi gibi… Süper teknisyen ise hukukun belirli bir alanına, sanki onun amacı ekonomide kaynakların tahsisini iyileştirmekmiş gibi muamele eder. Yukarıda belirli bir davranışın kriminalize edilmesi ve bunun sonuçlarına ilişkin kısaca değinilen “suç ekonomisi” bu yaklaşıma iyi bir örnek teşkil eder. Yazar, iktisatçının benimseyebileceği en yeni rolün ise ekonomik hatip rolü olduğunu söylüyor. Bu bakış açısı, muayyen bir ekonomik hedefi olmasa bile hukuk kurallarının etkilerini değerlendirmek için iktisat ilmini kullanır. Mahkeme salonlarında pratik bir karşılığı olmasa da, ekonomik hatip rolü hukuka eleştirel bir bakış açısı ile bakmamızı sağlar. Hukukçuya farklı bir perspektiften bakmak için yeni terimler sunar. Yazara göre bu, yukarıda çeşitli örneklerle detaylandırmaya çalıştığımız “hukuk ekonomisi” çalışmasıdır.[10]

Bitirmeden önce belirtmek gerekir ki, elinizdeki kitap hukukun ekonomik bir yaklaşıma konu edildiği Batı’da yayınlanmış ilk kitap değildir. Yazar konuyla ilgili ayrıntılı açıklamalarına geçmeden önce hukuk ekonomisi hakkında kısa bir tarih veriyor ve bu tarihi Cesare Bonesera’nın 1764 tarihli “Suçlar ve Cezalar Hakkında”, Jeremy Bentham’ın 1789 tarihli “Ahlâk ve Yasama İlkelerine Giriş” ve Adam Smith’in 1776 tarihli “Milletlerin Zenginliği” adlı kitaplarına kadar geri götürüyor. Ancak bugünkü anlamıyla “hukuk ekonomisi” araştırmalarının, beşerî ve kurumsal aktiviteleri serbest piyasa iktisadı ile açıklamaya çalışan Şikago Okulundan neşet ettiğini ifade ediyor ve hukuk ve iktisatta Şikago Programı’nın 1940’lı yıllara kadar gittiğini ifade ediyor.[11]

Bu alandaki ilk ya da tek kitap olmasa da, Veljanovski’nin Hukuk ve Ekonomi kitabı, bu alanla ilgili temel bilgileri edinebileceğimiz akıcı bir kitap. Özellikle bütün hayatlarını, hukuk kurallarıyla geçiren fakat bunların ekonomik etki ve sonuçlarının farkında olmayan hukukçular için.


[1] Veljanovski, Cento. (2016). Hukuk ve Ekonomi (Çev.: Atilla Yayla). Ankara: Liberte, ss. 31-34.

[2] Veljanovski, 2016, s. 10.

[3] Veljanovski, bu alıntıyı Sydney Morning Herald gazetesinin 25 Mayıs 1981 tarihli sayısından aktarıyor. Söz konusu yazı, Avustralya’daki bir hukuk reformunu eleştirmek üzere, gazetenin ekonomi editörü tarafından yazılmış (Veljanovski, 2016, s. 10).

[4] Fuller, Lon L. (1968). Anatomy of Law. New York: Praefer, s. 4’ten aktaran: Veljanovski, 2016, s. 157.

[5] Veljanovski, 2016, ss. 71-78.

[6] Veljanovski, 2016, s. 12.

[7] Veljanovski, 2016, s. 48.

[8] Veljanovski, 2016, ss. 46-47.

[9] Klevorcik, Alvin. (1975). Law and Economic Theory: An Economist’s View. American Economic Review. 65(2), ss. 237-243’den aktaran: Veljanovski, 2016, s. 65.

[10] Veljanovski, 2016, ss. 65-67.

[11] Veljanovski, 2016, ss. 15-19.

Künye

Cento Veljanovski, Hukuk ve Ekonomi, Liberte Yayınları, 2016, Çeviren: Atilla Yayla

Orjinali: The Institute of Economic Affairs, The Economics of Law, 2006, İngiltere