Ana Sayfa Blog Sayfa 176

Kendini özgürlükçü zanneden devletçilik

Muş Alparslan Üniversitesi tarafından düzenlenen bir sempozyumun 28 Eylül günkü ilk oturumunda bir konuşma yaptım. Bir esas ve usul meselesi olarak demokrasiyi ele aldım. Türkiye’de demokrasinin ana problemlerinden birinin demokrasiye esas hakkında fazla beklenti yüklenmesi ve demokrasinin usul kurallarının -çoğunluğun yönetme hakkı, insan haklarına ilişkin olmayan meselelerde seçilmiş otoritenin karar verme hakkı vb.- zaman zaman tanınmaması olduğunu vurguladım. Arada devletin toplumsal hayata -bilhassa eğitime- müdahalelerinden rahatsızlık ifade eden sözler de söyledim. Dinleyiciler içinde tespit ve tahlillerimden mutlu olanlar yanında olmayanların da bulunduğunu yüzlerdeki ifadelerden anlayabilmekteydim.

Aynı sempozyuma katılan, oturumdan sonra da yanıma gelen ve biraz konuştuğumuz öğretim üyesi Mustafa Çevik daha sonra beni eleştiren bir yazı kaleme aldı. (http://www.yenisoz.com.tr/turk-liberaller-ne-kadar-ozgurlukcu-makale-16173  ). Bu yazı üzerine birkaç şey söylemem şart.

Bir defa bu yazı haksız ve anlamsız bir genelleme yapıyor. Benden söz etmesine rağmen benim üzerimden “Türk liberalleri”nin “ne kadar özgürlükçü” olduğunu sorguluyor. Eminim birçok liberal buna alınır. Türkiye’deki tüm liberalleri temsil etme gibi bir yeteneğim de iddiam da yok. Kimseyi değil sadece kendimi temsil etmekteyim.

İkincisi maalesef bu yazı liberalizm hakkındaki bilgi sığlığının ve liberalizme önyargılı yaklaşımın yeni bir örneğini temsil ve teşkil etmekten öteye geçemiyor. Mustafa Çevik Gezi’de seçilmiş otoritenin karar alma ve uygulama yetkisine müdahale edilmesine karşı çıkmamdan ve “devlete” bu konuda yetki tanımamdan hareketle devletin eğitimde değer aktarmayı hedefleyen bir fonksiyona sahip olmasına karşı çıkmamı çelişki olarak görüyor. Demek ki dediğimi yeterince anlamamış. Ben insan haklarına ilişkin olmayan meselelerde seçilmiş otoritenin yetki sahibi olduğunu ama seçilmiş veya seçilmemiş her otoritenin insan haklarıyla sınırlı olması gerektiğini söyledim. Bunda anlaşılmayacak bir karışıklık yok. Gezi’de ne yapılacağı bir insan hakkı meselesi değil. Meşru otorite bir karar verir, bu kararı sevmeyenler itiraz eder, protesto eder, muhalefet partileri mahalde veya Ankara’da iktidara gelirlerse o alanın üzerine ne yapılmış olursa olsun tekrar park hâline getireceğini ilân eder. Bu kadar. Şiddet kullanarak, belediyeyi ve hükümeti çalışamaz hâle getirerek meşru siyasî otoritenin engellenmesi demokrasiye sığmaz.

Ancak, değer eğitimi konusunda durum farklı. Burada söz konusu olan insan hakları. Eğitim gören çocuklar devletin malı değil. Onların hangi değerlere bağlanması gerektiğini belirlemede aileler her zaman devletten daha fazla hak sahibi. Toplumda doğal olarak bir değer çoğulluğu olduğu için milyonlarca insanın sınıflara tıkılıp aynı müfredata göre standardize edilmesi demek olan mecburî ve merkezî eğitim değer alanına taşınamaz. Devlet böyle bir eğitimde hangi değer sistemini müfredata esas almış olursa olsun diğer değer gruplarına negatif ayrımcılık yapmış olur. İşte bu yüzden devlet dindar nesiller de Kemalist nesiller de yetiştirmemeli, eğitime ille de burnunu sokacaksa formasyon eğitimi sağlamaktan öteye geçmemeli diyorum.

Trajikomik olan bir durum da yazarın hem devletin değer eğitimi yapmasını talep etmesi hem de benim üzerimden devletin değer empozesine karşı çıkan liberal tavrı ve liberal fikriyatı özgürlükçülük bakımından sorgulaması. Anlaşılıyor ki yazar özgürlüğün ne olduğundan habersiz. Demek ki yazara göre özgürlük devletin değer eğitimi vermesi, yani bir değer sistemini başka değerlere bağlı olanlara empoze etmesi. Böylece onları nesneleştirmesi. Bu anlayış bana uymaz. Ve de kusura bakmayın bu anlayışı benimseyenlere de özgürlükçü değil devletçi denir. Buna inananlar da hiç kimseyi özgürlük açısından sorgulayamaz. Dolayısıyla yazar yazısına başlığı “liberaller ne kadar devletçi” diye çekmeli ve liberallerin kendisi kadar devletçi olmadığını vurgulamalıydı. Aslında bunu söylüyor da ama farkında değil.

Şu piyasa fetişimi lafı da artık gına getirdi. Piyasa devlet gibi bir özne değil. Piyasa hepimiziz. Piyasaya karşı çıkmak özgür insanların kendi tercihlerini yapmalarına ve tercihlerinin peşinden gitmelerine karşı çıkmaktır. Gel de kızma. Size ne kardeşim! Siz Tanrı mısınız ki başkalarının ne yapacağına karar verme hakkını kendinizde görüyorsunuz! Bırakın insanlar kendi yollarında yürüsünler.

Devletçilik yapıp onu özgürlük adına savunmaya, hele hele özgürlükçüleri devletçilik hesabına fakat özgürlükten dem vurarak sorgulamaya kalkışmak gerçekten çok komik kaçıyor…

Hangi Birine Üzülelim?

0

Son zamanlarda başlıktaki bu soruyu sık duymaya ve okumaya başladığımı fark ettim. Soru tarafların varlığını barındırıyor. Ve ben bu sorunun hangi tarafları kastederek sorulduğunu duyunca çok fazla kırıldığımı hissediyorum.

Ülke olarak, hiç kimsenin hayatında unutamayacağı, herkesin rüyalarına gireceği oldukça travmatik bir olay atlattık. Evet. Elbette 15 Temmuz’da. Bu sadece hayatta kalanlar için bir travmaydı. Unutmayalım ki burada, sadece travma diye bahsettiğim meselede, hayatını kaybeden, şehit olanlar ve şu an aramızda olmayanlar var. Bizim için travma olabilir ama onlar hayatlarını kaybetti ve herhangi bir hisse kapılacak durumda değiller. Onların yerine aileleri, sevenleri bizim tahmin ve tarif edemeyeceğimiz hisler içerisindeler. Böylesi bir olayla karşı karşıyayken bazıları işten atılmalara, atılanların ailelerine, yakınlarına üzülmeyi deniyor. Lütfen kendinize gelin. Henüz onlara üzülmeye sıra gelmedi. Tabiî eğer sizin için sıradalarsa.

İşten atılmalar, “at izi it izine karıştı” ifadesi üzerinden anlam bulmaya başladı. Evet atılmalarda haksızlıklar da olmuş olabilir. Nitekim bu işlemlerin de başında insan var ve insanın olduğu her yerde hatayla karşılaşmak mümkün. Fakat bunu da en aza indirmek için Başbakanlık bünyesinde bir kurul oluşturuldu. Haksızlığa uğradığını düşünenler buralara başvurarak kendileri hakkında detaylı incelemelerin yapılmasını sağlayabilecek. Fakat 15 Temmuz’da parmağı olan, 15 Temmuz’a giden yola taş döşeyen, taş taşıyan, harç yapan, harç için çimento taşıyan, su taşıyan kim varsa hesap vermekten kurtulmamalı. Umarım bu konuda elden gelen hassasiyet gösterilir.

Benim anlam vermekte zorladığım nokta, yakınımızda veya medyada bulunan bazı kimselerin “Hangi birine üzülelim?” diye dert yanmalarıdır. Soru kendi başına tam olarak neyi içerdiğini anlatmak için fazla kapalı. Fakat kederli bir şekilde soruyu soran bazı kimseler burada tarafları kesinlikle yanlış belirliyorlar. Sadece yanlış demek de yetmiyor. Bazen adaletsizce, bazen ahlâksızca ve bazen de aptalca yapıyorlar bunu. “‘Darbeciye mi yoksa şehit ve gazi olanlara mı?’, ‘Darbeci yakınlarına mı yoksa şehit ve gazi yakınlarına mı? Hangi birine üzülelim?'” Bu soru böyle sorulmaz. Bu sorunun tarafları bu şekilde belirlenmez. Elma ile armudu kıyaslayamazsınız. Böyle bir iyi niyet olamaz. Eğer illa hangi birisine üzülelim diye soracaksanız yardımcı olmaya çalışayım:

Abisine “Bugün ölürsek çok güzel bir ölüm olacak” diyen 32 yaşındaki ‘gülen şehit’ Ali Alıtkan’a mı yoksa onun geride bıraktığı 7 yaşındaki kızına mı, yoksa bu 7 yaşındaki minik kızın babasının ardından “Neden benim babam öldü, hani ihtiyarlar ölürdü dede” sorusu karşısında sessizliğe bürünen dedesine mi üzülelim?

Boğaz Köprüsü’nde açılan ateş sonrası yaralanıp hastanede hayatını kaybeden Timur Aktemur’a mı yoksa ona ulaşmaya çalışırken telefona çıkan farklı bir sesin ona abisinin vurulduğunu söylemesi sonrası hemen “Benden başkası ararsa açma, annem-babam yaşlı ve uzaktalar, merak etmesinler” hassasiyetini gösteren Engin Aktemur’a mı üzülelim?

Henüz ‘hayatın baharı’ dedikleri yaşta, 21 yaşında, kendi ülkesinin askeri tarafından vurularak şehit olan Murat Akdemir’e mi yoksa ona telefonda “Murat derhal eve geliyorsun!” dediği an da Murat’tan sadece “Ah!” sesini duyan babasına mı üzülelim?

Boğaziçi Köprüsü’ne giden İstanbul Emniyet Müdürü’ne askerlerden açılan ateş sonrası üzerine atlayarak müdürünü korumak isteyen 41 yaşındaki Münir Alkan’a mı yoksa tek çocuğu, 6 yaşındaki, “Kahraman oldu benim babam. Bir sürü kişiyi kurtardı. Bir daha göremeyeceğiz ama o bir kahraman.” diyen kızı Asya’ya mı üzülelim?

Eşi gitmesin diye kapıyı kilitledikten sonra “balkondan atlarım” diye tehdit edip koşarak ölüme giden 30 yaşındaki İbrahim Ateş’e mi yoksa 4 ve 7 yaşındaki iki çocuğuna mı üzülelim?

Hem mide hem de kemik kanseri olan, kardeşi ile birlikte Ankara’ya tedaviye başlamak için gelip darbe haberini alır almaz sokağa çıkarak üç mermi ile hayatını kaybeden 31 yaşındaki o dirayetli Sedat Kaplan’a mı yoksa gurbette, hasta olan abisini, tedavi olması için bilmediği bir şehre getirip sabaha kadar haber almaya çalışan, çaresiz ve endişe ile bekleyip ve sonunda da memleketine yalnız dönmek zorunda kalan kardeşine mi üzülelim?

Evden çıkarken kendisiyle birlikte gelmek isteyen babasına; “Ben şehit olacağım. Sen benim çocuklarıma bak. İkimiz birden ölürsek bu çocuklara kim bakacak” diyerek şehit olmaya koşan ve sonunda da olan 34 yaşındaki Ömer İpek’e mi yoksa geride bıraktığı, babalarını hiç göremeyecek ve tanıyamayacak olan, dedelerinin büyüteceği beş aylık ikizlere mi üzülelim?

17 yaşında, sağlıkçı, babasının “sıkıntı var geri dönelim” sözüne karşılık “madem sonuna kadar gitmeyecektik niye buraya kadar geldik” diyerek yollarına devam eden ve Genelkurmayın önünde babasından ayrıldıktan sonra, babasının telefon edip yanına çağırmasına karşılık “Sağlıkçıyım, belki yaralanan olur yardım ederim” deyip reddeden ve sonrasında sırtından yediği üç kurşunla hayatını kaybeden gencecik delikanlı Uhud Kadir Işık’a mı yoksa o esnada oğlunun yanına gidip oğlunun sırtından oluk oluk kan aktığını görmek zorunda kalan bir babaya mı üzülelim?

Köprüye gittiğinde sosyal medya hesabına “Eve erzak almaya değil, vatana sahip çıkmaya geldik” diye yazan 20 yaşındaki Batuhan Ergin’e mi yoksa bir adım ötesinde, gözlerinin içine bakarak konuştuğu, kendi ülkesinin askeri olan hain bir yüzbaşı tarafından göğsünden vurulup sadece birkaç adım atarak yere yığılan Mete Sertbaş’a mı üzülelim?

“Sana, vatanımız ve milletimiz adına tarihî bir görev veriyorum. Tuğgeneral Semih Terzi vatan hainidir, isyancıdır. Onu karargâha girmeden öldür! Bunun sonunda şehadet var, biliyorsun seninle 20 yıllık beraberliğimiz var. Hakkını helal et” diyen komutanına karşılık, “Başüstüne Komutanım, hakkım helal olsun” diyerek sonunu bile bile emri yerine getiren, 15 Temmuz’un başarısız olmasının en önemli baş kahramanı Ömer Halisdemir’e mi yoksa ondan haber bekleyip evinin camından dışarı bakarken ambulansı görünce “İnşallah Ömer’i yaralı getirirler” diye dua eden eşi Hatice Hanım’a mı üzülelim?

Gördüğünüz üzere hangisine üzüleceğiz diye dertlenip kederleneceğimiz çok isim ve hikâye var. Öyle ki burada isimleri geçenler sadece birkaçı.

Eğer bu kahramanlar için değil de alçaklar için kederlenirseniz, o günün kahramanlarının kahramanlıklarına gölge düşüreceksiniz.

Yenikapı ruhu ve sosyal mutabakat

“Yenikapı ruhu” yıkıcı bir ortak tehdide karşı 15 Temmuz sonrasında siyasi ayrışmaların üstüne çıkarak birlik ve beraberlik içinde hareket edilmesi ideali veya arzusunu ifade etmek için kullanmaya başladığımız bir deyim oldu.

Gerçekten, hem yaşadığımız olayın niteliği hem de siyasilerin feraseti sayesinde, bu sıradışı ve karmaşık tehdide karşı, bir birliktelik “duygusu” olmasa bile bir birliktelik “havası” yakaladık.

Bu birliktelik havasını bir manivela olarak kullanmayı başarabilirsek, inşa edilecek yeni rejimin en önemli mutabakat çizgilerini birlikte çizerek yeni bir toplum sözleşmesinin temelini atmak için belki bir şansımız olabilir. Yazılı bir anayasadan söz etmiyorum. Daha ziyade, toplumun büyük bir kısmının ve başlıca farklılıkları temsil eden kesimlerinin razı olacağı, bir kaç vazgeçilmez normdan oluşan bir ortaklık hukukundan söz ediyorum.

Bu normların neler olduğu ise sır değil, şayet açık ve özgür bir rejimden yanaysanız. Çok değil, üç temel norm üzerinde uzlaşabilmek, aynı siyasal sistem içinde ve bir toplum halinde yaşamamız için gerekli minimum çerçeveyi pekâlâ sağlayabilir.

İlk norm, demokrasiyi iktidarı elde etmenin ve yeni gelene teslim etmenin tek yolu — bu açıdan ülkede geçerli tek oyun olarak kabul etmektir. Bunun anlamı, toplumun bütün kesimleriyle birlikte her türlü darbeye amasız-fakatsız karşı çıkması, iktidarın ancak demokratik usuller çerçevesinde el değiştirebileceğini tereddütsüz kabul etmesidir.

Bir kesim demokrasi dışı yolları iktidarı elde etme aracı olarak görmeye başladığında, diğerlerinin de benzer araçlar kullanması için uygun zeminin açıldığını unutmamak gerekir. Bakın, Kemalist-seküler askerî darbelerden dinî bir cemaatin yaptığı bir darbeye geldik. İyi darbe – kötü darbe, sağ darbe – sol darbe, ilerici darbe – gerici darbe, bizimkilerin yaptığı – onlarınkilerin yaptığı darbe demeden, kategorik olarak darbe karşıtı bir duruş, olmazsa olmaz birincil norm olmalıdır.

Yenikapı ruhu dediğimiz şey de esasen demokrasiyi bir askerî darbeden koruyabilme başarısı ve bunun sürdürülmesi isteği ile şekillendi. Yani keskin siyasî bölünme ve çatışmalara rağmen eğer bir birliktelik havası estirilebilmişse, bu demokrasiye sahip çıkma ve darbeye karşı olma üzerinden sağlanabildi. Dolayısıyla bu temel ve birincil ilke üzerinde toplumun temel kesimleri bakımından halihazırda bir mutabakat sağlanmış gibi görünüyor.

İkinci norm, herhangi bir siyasal amaca ulaşmak için terör ve şiddetin bir araç olarak kullanılmasını reddetmektir. Bu norm siyasal şiddet karşısında çifte standarttan kaçınmayı gerektirir. Kimden gelirse gelsin, kime yönelirse yönelsin her türlü teröre bütün siyasî-sosyal kesimler olarak hep birlikte karşı durmak gerekliliğini vurgular. Bu ikinci norm, iktidarın el değiştirmesinde demokratik mekanizmaların tek geçerli oyun olduğunun kabul edilmesi şeklindeki birinci normun geçerli olması ile kendine yer bulur hale gelebilir.

Hem dünyada hem Türkiye’de siyasal şiddeti kullanan aktörlerin kimliği ve amacına bakarak iyi örgüt – kötü örgüt ayrımı yapılmaktadır. Ancak Batı Avrupa’daki çifte standart ile bizdeki çifte standart arasında kritik bir fark vardır. Batı Avrupa’da, ülke içinde vuku bulduğunda, öncelikle kimden geldiğine bakmadan ortak bir karşı duruş daha kolay sergilenebilirken, buna karşın ülke dışındaki terör olaylarında yaygın bir çifte standart sergilendiğini görüyoruz. Bizde ise, ister ülke içinde yaşadığımız, ister dışarıdan ülkeye yönelen terör örneklerinde, rakip siyasî kesimler arasında yaygın ve keskin bir çifte standart ile karşılaşıyoruz. Bu ise toplum olabilmek için gerekli ortak siyasî ahlâkın minimumu çerçevesinde buluşma imkânımızı ortadan kaldırıyor.

Bugünlerde çifte standart, PKK veya DHKP-C gibi sol referanslı örgütlerden gelen terör eylemleri ile IŞİD gibi İslamî referanslı örgütlerden gelen terör eylemleri arasında ayrım yapmak suretiyle uygulanıyor. Bazıları tarafından IŞİD şiddeti gerici ve köleleştirici olarak tasnif edilip reddedilirken, PKK şiddeti ilerici ve kurtarıcı görülüp destek veriliyor, en azından eleştirilmemek suretiyle kayırılıyor. Belirtmek gerekir ki, seküler-sosyalist kesim teröre kaynağına göre tavır alma konusunda en hafif tabirle çok daha kötü bir sicile sahiptir. Sol referanslı siyasal şiddeti meşru ve gerekli bir yöntem olarak kabul etmek, bu tür şiddeti yüceltmek, faillerini kahramanlaştırmak ve kurbanlarını suçlamak gibi kötü, kemikleşmiş bir siyasî geleneğe sahip bulunuyorlar.

Teröre karşı çifte standart örneği olarak, 11 Ocak 2016’da Barış İçin Akademisyenler İnsiyatifi tarafından yayınlanan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisinin PKK terörünü görmezden gelmesi ve dolayısıyla PKK’yı aklamaya hizmet etmesi verilebilir. Günümüzde bu normun aktüel geçerlilik kazanması, büyük ölçüde, sol-seküler kesimin elitlerinin şiddet ile ilişkilerini sorgulamaları, bu meseleyle yüzleşmeleri ve tutumlarını değiştirmeleriyle mümkün olabilecektir.

Temel sosyal mutabakat için zorunlu üçüncü norm, iktidar her kimin elinde olursa olsun, her bir bireyin ve her farklı kesimdeki kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin garanti altında olması gereğidir. İlk norm nasıl diğer ikisinin varlığı için ön koşulsa, bu son norm da geri dönüp diğer ikisinin geçerli ve yürürlükte kalması için onları besleyen kritik bir koşuldur.

Bunun anlamı, eğer bir ülkede insanların temel özgürlükleri sürekli, yaygın ve yapısal olarak ihlâl ediliyorsa, bu insanları kimi siyasî sonuçlar elde etmek, hattâ iktidarı ele geçirmek için darbe veya terör gibi araçlara başvurmaktan uzak tutacak pek fazla motivasyon olmayacağıdır.

Aktüel koşullarda nasıl ikinci normun geçerliliği büyük ölçüde sol-seküler kesimlerin zihniyet ve tutum değişikliğine bağlı ise, bu son normun geçerli olabilmesi de hükümetin ve muhafazakâr kesimlerin icraat ve tutumlarına bağlıdır. Bunun sebebi çok açıktır. AK Parti uzunca bir süredir iktidardadır; çoğunluğun desteğine sahiptir; karşısında ciddi bir alternatif olmayan güçlü bir hükümet partisidir. Seçmenden aldığı yetkileri ve kazandığı gücüyle AK Parti’nin, temel özgürlüklerin ve hakların korunmasından da, ihlâl edilmesinden de sorumlu tutulacak aktör olduğu şüphesizdir.

İster (kimi muhaliflerinin iddia ettiği gibi) artık devlete hâkim olduğu fikrinden, ister hükümetin ve ülkenin ağır bir varoluşsal saldırı altında olduğu duygusundan, ister darbeyle çökmüş ve dağılmış bir kamu sisteminde bürokrasiye söz geçirememe veya karmaşık ve kaotik bu durumla başa çıkamama halinden (veya başka bir sebepten) olsun, temel özgürlüklerin korunması konusunda gerekli titizliğin ve hassasiyetin sergilendiğini söyleyemeyiz.

Aynı örnek üzerinden devam edersek, Barış İçin Akademisyenler İnsiyatifi’nin yukarıda bahsettiğim bildirisi üzerine imzacı akademikler hakkında idarî ve hukukî soruşturmaların açılması, düşünce ve ifade hürriyetinin ihlâli olarak karşımıza çıkacaktır. Temel hak ve özgürlüklerin korunması konusundaki bu “özensizliğe” daha sıcak bir örnek olarak, Yozgat valisinin OHAL yetkilerini ildeki çok sayıdaki içkili mekânı kapatmak için kullanmasını verebiliriz.

Olağanüstü bir süreçten geçtiğimiz kesin olmakla birlikte, darbeyle ilişkisiz alanlar ve kişiler söz konusu olduğunda olağan olanı korumayı gözetmek, bir bütün olarak da en kısa sürede olağanüstülükten olağanlaşmaya doğru geçmeğe gayret etmek gerekmektedir.

Bu üç normun toplumun geneli ve temel farklı kesimleri açısından kabul edilebilir ve geçerli hale gelmesinde, Yenikapı ruhu bir fırsat ve zemin olarak kullanılabilir. Bunun içinse hem hükümetin hem muhalefetin Yenikapı ruhuna zarar vermekten kaçınmaya ve bu ruhu destekleyip zenginleştirme özen göstermesi gerekir.

Serbestiyet, 03.10.2016

Depresyon Aile Yaşamını Nasıl Etkiler?

Otuzlu yaşlarında, bakımlı, kendisini rahat ifade eden bir hanımefendi şöyle diyordu: “On yıldır evliyim, eşimle çok sevişerek evlendik. Her evlilikte olduğu gibi ufak tefek sorunlarımız oldu. Ama hep konuşarak çözdük. Fakat son zamanlarda çözemiyoruz. Her dediği bana batıyor, ona karşı bir şey hissetmiyorum. Geçmişteki yaşadığımız ailevî problemler aklıma geliyor ve öfkeleniyorum, onun ailesinden taraf olduğunu düşünüyorum. Bazen ayrılmayı dahi düşünüyorum. Aileme ve arkadaşlarıma açtığımda; hayret ediyorlar! ‘Aklından zorun var’ herhalde diyorlar…”

Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, birçok kadın depresyonda eşine karşı kinlenir, öfke duyar, kızar, boşanmak ister. Eğer sırf yukarıdaki anlatımı esas alır ve kişiyi depresyon açısından sorgulamazsanız büyük hata yaparsınız. Olayı sadece ailevî bir mesele olarak görür çıkmaza girersiniz.

Depresyon kadınlarda üçte iki oranında daha çok görünür.

Eşler arasındaki sorunlar, depresyon nedeniyle abartılı hale gelebilir. Normal zamanlarda tolere edilen, üzerinde durulmayan, hatırlanmayan mevzular tartışma konusu olabilmektedir. Depresyon belirtilerini ve şikâyetlerini yaşayan bir birey; ilaç ve terapiyle normale döndüğünde ise, şöyle konuşmaktadır: “Kendime hayret ediyorum. Eşim çok iyi birisi, nasıl onun hakkında böyle negatif düşünmüşüm. O aynı insan, ama ben değiştim. Aslında her şeye karşı bir umutsuzluğum ve bıkkınlığım vardı. Tahammülsüzdüm. Hiçbir şeyden zevk alamıyordum. Şimdi normale döndüm…”

Tabiî, depresyon giren bir erkek için de benzeri durumlar geçerlidir.

Lakin eşler arası her sorunu, depresyon kaynaklı görmemek lazım. Burada özellikle, depresyona bağlı olanlar üzerinde durmaktayız.

Depresyonda olan birisi alıngan, kırılgan, hassas, duygusal, sinirli, sıkıntılı, tahammülsüz olabilir. Doğaldır ki, bu özellikleri taşıyan birisi, kişilerarası ilişkilerinde problemler yaşayabilir. Başkasına söylenen bir sözü üzerine alabilir. Eskiden “kaldırdığı” şakaları ciddiye alabilir ve kırılabilir, tepki verebilir, küsebilir.

Diğer yandan, azalan enerji ve motivasyon kaybı nedeniyle, her şey ağır gelmeye başlar. Ütü, yemek yapma, bulaşık, ev işleri vs. hepsi kişinin gözünde büyümeye başlar. Çocukların istekleri ağır gelir. Bağrışmaları, koşuşturmaları yorar ve anneyi sinirlendirir. Önceden çocuklarına şiddet uygulamayan anneler şiddete başvurur olur. Bir taraftan da vicdan azabı çekerler. Kendi kendine ‘bir daha yapmayacağım’ diye söz verirler ama başaramazlar. Bu suçluluk duygusu yaratır. Bazen saatlerce yatar, hiçbir şey yapamazlar. Evde yatan erkek depresyon hastasıysa bu daha çok sıkıntı yaratır. İşine “gitmeyen”, eşine, çocuklarına ilgi gösteremeyen bir erkek tepki toplar. Toplumsal roller ve depresyon konusundaki bilgisizlik nedeniyle erkek “değerinden” düşer.

Bazı eşler, eşinin “numara/rol” yaptığına inanır. Onun sorumluluklardan kaçtığını ima eder.  Bunu anlamanın en güzel yolu; o insanın geçmiş yaşam ve davranışlarına bakmaktan geçer. Bugüne kadar, çalışkan ve sorumluluklarını bilen birisi idiyse, şu andaki durumu rol değildir. Depresyona bağlı bir geri çekilme ve atıl kalma durumudur. Depresyon bir çeşit “tükenmişlik” sendromudur. Doğru teşhis ve tedaviyle depresyondan tamamen kurtulup eski yaşama dönmek mümkündür.

Depresyonda iken cinselliğe karşı da soğuma, bazen tiksinme baş gösterir. Bundan dolayı da eşler arasında ciddi tartışmalar, kırgınlıklar baş gösterebilir. Bazı kadınlar;  eşleri kendilerine “dokunmasınlar da”, “ nereye giderlerse gitsinler” psikolojisine kapılırlar.

Depresyonlu Eşe Nasıl Davranılmalı?

– Ona daha çok zaman ayırılmalı.

– “Bir şeyin yok, kafaya takıyorsun, tembelleştin” gibi laflar edilmemeli.

– Ev işleri ve diğer sorumlulukları konusunda ona yardımcı olunmalı.

– Fazla zorlamadan sosyal, sportif ve kültürel aktivitelere teşvik edilmeli.

– Arada, sessiz-sakin ve kendi kendiyle, başbaşa kalmasına müsaade edilmeli.

– “Ne hissediyorsun, neler yaşıyorsun? Senin için neler yapabilirim” şeklinde içten yaklaşımlarda bulunulmalı ve yapılmalı…

– Cinsellik konusunda zorlanmamalı, sabır edilmeli.

– Eskiden hoşlandığı, mutlu olduğu ortamlara götürülmeli, ama zorlanmamalı…

– Alıngan ve kırılgan olduğu dikkate alınarak,  konuşmalarda yeni bir üslûp benimsenmeli. Verdiği tepkilerden yola çıkarak, konuşmalarımıza yeni ayarlar yapmalıyız.

– Doktora gitmiyorsa, teşvik edilmeli. Gidiyorsa mutlaka ona eşlik edilmeli. Kendisini yalnız hissetmemeli.

– En önemli şey, onu gözlemlemek ve anlamaya çalışmaktır. İyi niyetle, sabırla, metanetle ve tıbbî yardım alarak depresyondan çıkacağına inanmaktır.

– Unutulmamalıdır ki, eş ve yakınlarının desteğini alan hastalar daha çabuk düzelmekte ve hayata yeniden MERHABA demektedirler.

Kemalistler de Darbe Yapar Sayın Başbakan

Darbe girişiminin şokunun henüz atlatılamadığı, yeni bir kalkışma girişimine karşı demokrasi nöbetlerinin devam ettiği ve tarihî Yenikapı Mitingi’nin henüz gerçekleşmediği günlerde Başbakan Binali Yıldırım, TBMM’de yaptığı grup toplantısında çok talihsiz bir ifade kullanmıştı. 15 Temmuz’da darbe yapmaya çalışanları “TSK içindeki bir cunta” olarak tanımlayan Başbakan Yıldırım, açıklamasının devamında ise “Hiçbir darbeci Atatürkçü de değildir, Kemalist de değildir” ifadelerine yer vermişti.

15 Temmuz’da gerçekleşen kalkışma girişimini TSK içerisindeki FETÖ mensubu bir grubun yaptığı su geçirmez bir gerçek. TSK’nın 27 Temmuz’da yayınladığı rakamlara ve oranlara bakılırsa darbe girişiminde aktif bir şekilde görev alan TSK personelinin sayısı 8 bin 651. Bu oran, TSK’nın %1,5’ine tekabül ediyor. Fakat bu oranın bizi yanıltmaması gerekir. Zira ordu içerisinde darbeye meraklı olan, darbeyi isteyen, arzulayan askerlerin oranının %1,5’tan çok daha fazla olduğunun herkes farkında. Öyle ki, darbe girişimine aktif bir şekilde katılanların oranı %1,5 iken, darbe girişimine karşı direnen, karşı çıkan TSK personelinin oranı belki bunun onda birinden bile az.

15 Temmuz gecesi yaşananlara bakarsak aktif bir şekilde bu girişime katılmayanların birçoğunun sessiz kaldığını, havanın kokusuna göre hareket ettiğini görebiliriz. Eğer darbe girişimi başarılı olma yolunda ilerlese, insanlar meydanlara dökülmese ve siyasî kesimlerden ortak ve net bir tutum gelmese geri kalan TSK personelinin büyük çoğunluğunun yeni hâlden memnun bir şekilde darbe girişimine destek vereceği  gerçeği ile yüzleşmemiz gerekiyor.

Türkiye’nin darbeler tarihi,  Başbakan Binali Yıldırım’ın sözlerinin tam tersini ortaya koyuyor. Türkiye tarihindeki geçmiş darbelere ve muhtıralara bakıldığında Kemalist ideolojinin ve Kemalist asker/halkın bu darbelere verdiği destek ortada duruyor. 27 Mayıs 1960 ihtilâlindeki Kemalist subayların rolü, 12 Mart 1971’de verilen muhtıradaki Kemalist vurgu, 1980 darbesini yapan cuntacıların kahir ekseriyetinin Kemalist ve sıkı Atatürkçüler olması,  28 Şubat post-modern darbesindeki Kemalist damar, 27 Nisan 2007’de yayınlanan e-muhtıradaki “Atatürkçülük, laiklik ve cumhuriyet” vurgusu herkesin zihninde bulunan çarpıcı örnekler.  Ayrıca her ne kadar 15 Temmuz’da kalkışılan darbe girişiminin altında dinî görünümlü bir cemaat olsa da, TRT’de okutulan bildirideki Kemalist vurgu elbette ki darbe girişimine daha büyük askeri destek sağlamak ve Kemalist görüşteki halkın kendilerine destek verdikleri bir ortam yaratmaktı.

Kendini “Kemalist” olarak tanımlayan askerlerin ya da sivil halkın birçoğu (aktif ya da pasif bir şekilde) 15 Temmuz’daki darbe girişimine karşı çıktılar, karşı çıkmasalar da desteklemediler. Darbe girişiminin başarıya ulaşamamasının altında yatan kuvvetli etmenlerden biri de buydu. Bu bakımdan, şimdiye kadar yaşanan darbeleri aktif bir şekilde desteklemiş, hatta Türkiye’de darbe olması için yürüyüşler yapmış olan bu kesimin hakkını vermek gerekir.

Mesele Kemalistlerin duruşu, yaptıkları ya da söyledikleri değil.  Mesele Başbakan Binali Yıldırım’ın “Atatürkçüler darbe yapmaz, darbe yapanlar Kemalist değildir” sözünde. Bu sözü farklı şekillerde de ele alabiliriz; “Dindarlar darbe yapmaz, yapanlar da dindar değildir” gibi. Hatırlamak gerekir ki bu örgütün devlet içinde yapılanmasına göz yuman insanlar sık sık “Biz onları dindar, iyi insanlar olarak biliyorduk ve bu sebeple bu duruma bir ses çıkartmıyorduk” diyerek yakınıyorlar.

Bu cümle, aslında bir zihniyetin yansımasını da bizlere göstermekte. Sorunun temeli olan sisteme değil, sorunun basamaklarından sadece biri olan kişilere odaklanılması bizi devlet yönetimi konusunda her zaman zora sokan bir durum. Peki sorunun temelinde yatan ne? Sorunun temelinde Türkiye’nin devlet yapısı ve zihniyet yatıyor.

Devlet denilen bürokratik yapı, kişilerin özelliklerine göre değil sistemlerin özelliklerine göre yönetilir. Kişiler her ne kadar iyi niyetli olsalar da, kötü bir sistemin içinde iyi insanların etkisi yok olacak kadar azalır. Devlete bakış açımız sistemden çok insan odaklı.  Bu konuyla alâkalı olarak,  Sakarya Üniversitesi’nden Prof. Dr. Hamza Al ile yaptığımız röportajda Hamza Al şu tespitlerde bulunmuştu:

“Dindarlar zannediyor ki eğer bürokrasiye dindar insanlar gelirse sorunlar hallolur, yolsuzluk olmaz ve hak yenmez. Bunun doğru bir yönü olabilir. Fakat dindarların bilmediği bir şey var, o da bürokrasinin şeytanî bir yönünün olduğu. Evet, bürokrasinin şeytanî bir yönü vardır. Bürokrasi üzerine biraz kafa yormuş birisi olarak, duruma baktığımda; özel yaşamında karıncayı bile incitmeyen insanlar, bürokratik sistemlerde gözünü kırpmadan bir topluma soykırım yapabilir, kendi halkını katledebilir, en yakınlarını sürgün edip mesai arkadaşlarına silah doğrultabilir ve tüm bunları yaparken hiçbir sorumluluk duymayabilir. Özel hayatında çok tutumlu olanlar kamu kaynaklarını hoyratça harcayabilir. Fırat kenarında otlayan koyundan bile kendisinin sorumlu olduğunu düşünen bir kişi, kendi sorumluluğu altında ölen insanların sorumluluğunu üstlenmeyebilir.”

Türkiye’de yeni bir darbe girişimi olacağına dair söylentiler kulaktan kulağa yayılıyor. Bu söylentinin gerçek olup olmadığını bilemiyorum. Fakat bildiğim bir şey var ki, devlet denilen bürokratik yapıda radikal adımlar atıp sistem değişikliği yapılmadığı sürece üç yıl, beş yıl, on yıl sonra yeniden bir darbe girişimi ile karşılaşmamamız için hiçbir sebep yok. Bu sebeple acil surette kişilerden çok sisteme odaklanılmalı ve bu yönde adımlar atılmalı.

Tekrar Binali Yıldırım’ın 2 Ağustos’ta söylediği söze dönecek olursak; Prof. Dr. Bekir Berat Özipek bu konu ile ilgili önemli bir yazı kaleme aldı.  Bekir Berat hoca, Serbestiyet’teki yazısında ordudaki ‘eski’ darbeci ulusalcı ve Kemalist unsurlara karşı da uyanık olmak gerektiğinin altını çizmiş. Geçmişte FETÖ’nün “Bakın biz darbecilerle mücadele ediyoruz”  diyerek TSK’da boşaltılan yerlere nasıl yerleşip darbe girişiminde bulunduğunu hatırlatan Özipek, aynı durumun şu anda ulusalcı ve Kemalist kesimler için de gerçekleşebileceği tehlikesini belirtmiş.

Yeni bir darbe ihtimaline karşı alınacak önlemlerin kısa ve uzun vadede en önemlisi kişilere değil sistemlere odaklanılması olmalıdır.

Kemalist askerler de darbe yapar Sayın Başbakan, tıpkı dün “Bunlar dindar insanlar, bunlardan kimseye zarar gelmez” denilerek devlet içindeki yapılaşmasına izin verilen dinî görünümlü cemaatin darbe yapmaya kalkışması gibi. FETÖ ile mücadele ederken, bu gerçeği de göz ardı etmemeliyiz.

FETÖ’nün aydın kıyımı

0

Sabah gazetesi köşe yazarı Rasim Ozan Kütahyalı geçenlerde telefonda sohbet ederken ilginç bir söz sarf etti. “FETÖ ülkede tam bir aydın kıyımı yaptı” dedi. Bu söz uzun zamandır kafamda gezinen bazı fikirleri tam manasıyla yansıtan bir teşhis ve adlandırma olarak çok hoşuma gitti. Evet, FETÖ ülkemizde kelimenin tam anlamıyla bir aydın kıyımı yaptı.

Bazı kişi ve çevreler aydınlara özel misyon yüklemeye çok hevesli. Bu tavır tarihin olağanüstü kişiler tarafından yaratıldığı iddiasının bir türevi gibi görünüyor. Olağanüstü bir kişilik geliyor ve her şeyi değiştiriyor, tarihe yön ve yol veriyor. İnsanlığın uzun hikâyesi esas alındığında bu fikir hiç de inandırıcı değil. Her ne kadar kimi durumlarda tarihî şahsiyetler önemli roller oynuyorsa da bu rol hiçbir zaman her şeyi değiştirmek ve olmayan şeyleri olur yapmak anlamında ve biçiminde tezahür etmiyor. Hayat devamlı akıyor, tekrara, sürekliliğe ve birikimli değişime dayanıyor. Hiçbir şey bir anda ortaya çıkmıyor. Tarihî şahsiyetler tarihte bir rol oynadıkları gibi kendileri de tarihin bir aracı oluyorlar. Ian Morris’in büyük eseri Batı Neden Dünyaya Hükmediyor – Şimdilik’te ifade ettiği üzere tarihi ihtiyaçlar ve sıradan, açgözlü, tembel insanlar yapıyor…

Aydınlara tarihte özel rol biçmenin bir diğer versiyonu aydınların her zaman muhalif olacağı inancı. Bu söz, anlamlı olduğuna inanıldığı için olsa gerek, çok sarf ediliyor ama ciddî biçimde tavzih edilmeye muhtaç. Aydın olmayı sadece karşı olmaya indirgiyor. Muhalif olmanın ne anlama geldiği ve neye niçin muhalefet edileceğini açıklamıyor. Oysa her aydının karşı olduğu şeyler gibi taraf olduğu, savunduğu şeyler de olabilir.

Bir diğer sıkıntı da siyasal iktidara/devlete karşı olma ile hayata muhalif olmanın birbirine karıştırılması. Hayatın ürettiği toplumsal kalıplarla siyasal iktidarın ürettiği hiyerarşi biçimleri birbirine denk değildir. Bazen bir ölçüde örtüşebilir bazen de ciddi biçimde farklılaşabilirler. Bu çerçevede meselâ sol aydınlardaki müzmin bir hata, siyasal iktidara karşıyız derken -daha despotik siyasal otorite öngören modelleri savunmaları bir yana- aslında hemen her şeyin bir amaçlı iradenin maksatlı eyleminin ürünü olduğunu sanmalarından dolayı aslında hayata karşı olmaları.

FETÖ olağanüstü ilginç bir yapılanma. Kendisini dünyanın merkezinde görüyor. Onun da merkezinde lideri olduğu için FETÖ lideri takipçileri tarafından adeta insanüstü bir varlık muamelesine tâbi tutuluyor. Bu tür inançlara kapılabilen insanlar zaten böyle şeylere inanmaya eğilimli oluyor. Kişi kültünün egemen olduğu yapılanmalarda kült liderleri dünyanın iyiliğine kendi iyiliğine, insanlığın kurtuluşunu kendi merhametine bağlıyor. Kendisini bir yana dünyayı bir tarafa koyuyor. Müritlerini her şekilde kullanarak amaçlarının peşinden hiçbir sınır ve kural tanımaksızın koşabiliyor.

Ne ki dünya tek biçim değil. İnsanlar arasında amaç, inanç, tarz farklılıkları var. Herkes FETÖ lideri gibi kimselere inansa ve onun dediklerini yapsa zaten bu kültler açısından problem kalmazdı. Böyle olamayacağından FETÖ’ye FETÖ üyesi gibi inanmayan/bağlanmayan kimselerin ve çevrelerin FETÖ amaçları doğrultusunda seferber edilmesi gerekiyor. Bu yüzden sadece kendini esas alan ve sınır tanımayan yapılanmalar her yere sızabilmek, her kesime yakın durabilmek için her renge ve kalıba bürünüyor. Her ideolojik pozisyonun ve her politik duruşun içinde yer alabiliyor.

FETÖ şimdi daha iyi anlıyoruz ki on yıllardır böyle yapmış. Kendi özgün varlığını bir sır olarak muhafaza ederken her çevre ve kesimde elemanlar bulundurmuş ve onlar üzerinden her çizgiyi ve yapıyı manipüle etmeye çalışmış. Muazzam bir istihbarat örgütü olarak işlemiş. Tahmin edileceği gibi aynı fikirleri paylaşmanın heyecanıyla insanlara yaklaşan saf aydınların bu durumda zokayı yutmaması imkânsız. Yutmuşlar da. Düşünsenize, Türk milliyetçileri yanında Kürt milliyetçileri, dindarlar yanında ateistler, sosyalistler yanında liberaller arasında da FETÖ mensupları cirit atmış. Milliyetçi, dindar, muhafazakâr, Kürt, ateist, sosyal demokrat, liberal kesimler FETÖ tarafından tepe tepe kullanılmış. FETÖ her kesimden aydınların bu süreçte bazen trajik bazen komik şekilde savrulmasına, akla, mantığa ve hakikate saygıya takla attırmasına ve itibarını beş paralık etmesine sebep olmuş. Kısaca, FETÖ her çevrede olduğu gibi aydın kesimlerinde de büyük tahribat yaratmış. Başka bir deyişle tam bir aydın kıyımı gerçekleştirmiş. Bunu da FETÖ’nün ülkeye yüklediği maliyetler listesine eklemek gerekir.

Türkiye’nin gelecek tasavvurunda eğitim – Dr. Bekir S. Gür

AK Partinin en başarısız olduğu alanın eğitim olduğuna dair yaygın bir kanaat mevcut. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da 2015’in Aralık ayında yaptığı bir konuşmada “Ülke olarak çok önemli mesafeler kat ettik. Ancak bu süreçte iki alanda, eğitimde ve kültürde hedeflediğimiz noktaya gelemediğimizi üzülerek söylemek istiyorum” şeklinde bir açıklama yapmasının ardından, birçok köşe yazarı, akademisyen, bürokrat ve siyasetçi de aynı tespiti yaptı. Ancak bugüne kadar yapılan tartışmalardaki rahatsız edici husus, tartışmaların Erdoğan’ın işaret ettiği başarısızlığın kapsamı ve dolayısıyla olası çözüm önerileri hakkında derinlemesine bir müzakere olmaktan ziyade, Erdoğan’ın tespitinin genelde tekrarından ibaret olmasıdır.

AK PARTİ DÖNEMİNDE EĞİTİM

AK Parti döneminde hemen bütün eğitim göstergeleri iyileşmiştir. Söz gelimi, öğretmen sayısı neredeyse iki katına çıkmıştır, ortalama sınıf mevcutları azalmıştır, öğrenci başına yapılan harcamalar artmıştır, okul öncesinden yükseköğretime kadar bütün eğitim kademelerinde okullaşma oranları önemli oranda yükselmiştir. Daha önemlisi, AK Parti döneminde eğitimde nicelik artarken ortalama öğrenci başarısı yani nitelik azalmamıştır. OECD tarafından yapılan PISA değerlendirmesine göre, 15 yaşındaki çocuklarımızın 2003 ile 2012 yılları arasındaki ortalama puan artışları, yarım yıldan fazla eğitim süresine tekabül etmektedir. Bu önemli artıştan dolayı, OECD ve Dünya Bankası, Türkiye’yi övmekten geri kalmamıştır.

Türkiye eğitim sisteminin kalitesinde belirli bir ilerleme sağlanmış olmasına rağmen, hem PISA ve TIMSS gibi uluslararası öğrenci başarı değerlendirme çalışmalarında hem de YGS-LYS verilerinde görüldüğü üzere, Türkiye’de temel beceri düzeyine dahi erişememiş öğrenci oranı hayli yüksektir. Her bir öğrencinin eğitim sisteminden çıkmadan en azından temel beceriye erişmesini sağlayacak reformlara hâlâ ihtiyaç vardır.

AK Parti, eğitim sistemini demokratikleştiren önemli adımlar da atmıştır. Türkiye ikinci binyıla girerken eğitim sistemini kıskacına alan iki temel mesele yani başörtüsü yasağı ve üniversite girişte uygulanan farklı katsayılar, AK Parti döneminde çözülmüştür. Yine, ilkokullarda andımızın zorunlu okutulması gibi tartışmalı uygulamalar, Erdoğan önderliğindeki AK Parti tarafından cesurca sonlandırılmıştır. 4+4+4 sayesinde, Cumhuriyet tarihinde zorunlu din kültürü dersinin yanında ilk defa seçmeli din eğitimi dersleri getirilmiştir. Ayrıca, Kürtçe, Lazca ve Çerkezce gibi seçmeli dersler getirilerek, eğitim sisteminin toplumun talepleri yönünde evrilmesi için önemli bir adım atılmıştır.

Yükseköğretim sistemi açısından bakıldığında ise, önceki dönemlere göre AK Parti dönemi özellikle başarılıdır. Bu çerçevede, üniversite sayısının ve kontenjanların artırılması gibi, yükseköğretimi geniş kitlelere ulaşılabilir kılan yani demokratikleştiren uygulamalara imza atılmıştır. ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Japonya, Güney Kore ve Avusturalya gibi OECD ülkelerinin tamamı II. Dünya Savaşının akabinde yükseköğretim sistemlerini muazzam bir şekilde genişletirken, Türkiye, on yıllar boyunca alabildiğine elitist ve statükocu davranmış ve yükseköğretim sistemini yeterince büyütmemiştir. Böylece, Türkiye ikinci binyıla girerken hemen bütün alanlarda nitelikli insan kaynağı sıkıntısı çekmiş ve hâlâ da çekmektedir.

Erdoğan başbakanlığı döneminde, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bütün başbakanların açtığı üniversite sayısından daha fazla üniversiteyi tek başına açmıştır. Bugün itibariyle her ilde en az bir üniversitenin kurulmuş olmasının kamusal faydaları, söz konusu üniversiteler kurumsallaşmasını sağladıkça daha belirgin hale gelmektedir. Yükseköğretim kurum sayısının artması, sisteme her yönüyle bir rekabet ve dinamizm getirmiş ve böylece öğrenci ve öğretim üyelerinin önündeki seçenekler artmıştır. Daha önemlisi, Türkiye üniversiteleri, dünya üniversiteler sıralamalarında on yıl öncesine göre daha görünür hale gelmişlerdir.

EĞİTİM VE TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ

Yukarıda sıralanan bütün olumlu gelişmelere rağmen, eğitim konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan, hükümet ve muhalefet cenahlarında belli düzeyde bir memnuniyetsizlik olduğu açıktır.

Bu durumun en önemli nedenlerinden birisi, AK Partinin başta ortaöğretime geçiş sisteminde olmak üzere eğitim uygulamalarında bir istikrar yakalayamamış olmasıdır. Gerçekten de, OKS, SBS’ler, SBS ve son olarak TEOG gibi sınav sistemlerinin her biri büyük vaatlerle kamuoyuna tanıtılmıştır. Ancak şu ana kadar denenen sistemler bir süre sonra hemen aynı gerekçelerle değiştirilmiştir. Öte yandan, Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ve yükseköğretim reformu da, AK Parti tarafından vaat edilip bir türlü gerçekleştirilemediği için, AK Partiye yönelik bir eleştiri konusu olarak devam etmektedir.
Bu tür hususların ötesinde memnuniyetsizliğin asıl nedeni, tek parti döneminde temelleri atılan ve ağırlıklı olarak askeri darbelerden sonra oluşan aşırı merkeziyetçi ve endoktrinasyonu esas alan Türk milli eğitim sistemidir. Bahsedilen çerçevede yapılanan Türk milli eğitim sistemi miadını doldurmuştur. Bir başka ifadeyle, bugün Türkiye’de yaşanan şey, bir iktidarın eğitimdeki başarısızlığından ziyade, bir sistem krizinin eğitime yansımasıdır. Açıkçası, bugün iktidarda kim olursa olsun, mevcut eğitim sistemiyle Türkiye gibi büyük ve çeşitli bir ülkede toplumsal memnuniyeti maksimize etmesi zor görünmektedir.

Bütün bu sebeplerden ötürü, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın müfredatın içeriğinin değiştirilmesi gerektiği yönündeki çağrısı oldukça önem taşımaktadır. Müfredat değişikliği konusunda biran önce ve ciddi adımlar atılması gerektiği açıktır. Ancak, yapılması gereken değişikliğin kapsamının belli olduğu ve tartışmaya muhtaç olmadığı şeklinde bir yorum son derece yanıltıcıdır. Bugün Türkiye’nin geleceğine ilişkin kaygısı olan herkesin üzerine düşen sorumluluk, “yeni müfredat”tan ne anlaşılması gerektiğini tartışmaktır. Bu tartışma, sadece MEB veya Talim ve Terbiye Kurulunu ilgilendiren teknik bir tartışma değil, Türkiye’nin gelecek tasavvuruyla ilgilidir. Bu tasavvura dayalı geliştirilecek eğitim sistemi ve müfredat, farklı toplumsal talepleri dışlamadığı ve Türkiye’de yaşayan ailelerin kendi çocuklarını emin bir şekilde emanet edebileceği ölçüde sağlıklı ve uzun ömürlü olacaktır.

Yeni Şafak, 30.09.2016

Haremlik-Selamlık İslam’ın Emri Değildir

Hangi dinin havzasında yetişmiş olursa olsun, muhafazakâr kültürün vazgeçilmezlerinden biri haremlik-selamlık geleneğidir. Muhafazakâr kültürü diyorum çünkü hiçbir dinin özünde olmayan, hiçbir ilahî kitabın emretmediği bir uygulamadır bu. Bizi daha çok ilgilendirmesi bakımından bu geleneğin Müslümanlar arasında nasıl ortaya çıktığını incelememiz faydalı olacaktır. Otantik amacından hayli saptırılmış olan bu gelenek ne yazık ki günümüzde, din adına insanın fıtratına karşı yürütülen bir gerilla savaşına dönüşmüştür.

Hatırlayalım…

Bu kavramı dilimize yerleştiren Osmanlı’nın kültüründe haremlik-selamlık ne anlama geliyordu?

Bilindiği üzere dedelerimiz, bizim gibi 2+1 kutular halinde üst üste bindirilmiş evlerde yaşamadılar. Yaşadıkları evler 2 veya 3 katlı, pek çok odası bulunan evlerdi. Bu evlerde misafirin ağırlandığı bölüm ile aile efradının mahrem alanı birbirinden güçlü bir şekilde ayrı olarak dizayn edilmişti. Bu evlerde otantik anlamıyla “haremlik” ve “selamlık” vardı. Selamlık denen bölge selam veren herkesin rahatça ağırlandığı dış kapıya açılan bölümdü. Haremlik denen bölge ise birbirinin mahremi olan insanların, yani aile efradının özel yaşam alanı, mahremiyet bölgesiydi. Bu iki bölgenin ayrımı kadın-erkek ayrımına değil, kadın için örtülü olup olmama ayrımına dayanıyordu. Bu uygulama sayesinde evin hanımlarının, gelen giden telaşına kapılmadan her zaman rahat ve serbest olabileceği bir bölge tahsis edilirken, muhtemel ziyaretçiler için de kapıyı çalar çalmaz içeriye buyur edilebileceği lobi türü bir alan oluşmuş oluyordu.

Otantik şekliyle “çok zarif” olarak nitelenebilecek bu uygulama her zaman içimde saygı uyandırmıştır. Ne var ki bugün haremlik-selamlık dendiğinde akla gelen şeyin maalesef bu uygulamayla hiçbir alâkası yoktur. Bugün Müslümanların ağırlıklı olarak bulunduğu herhangi bir yerde -sanki aksi günahmış gibi kadın ve erkekler birbirinden ayrı alanlara yerleştirilmekte ya da bu bir şekilde sağlanmaktadır. Bunun aksine rastlamak neredeyse imkânsızdır. Muhafazakâr bir derneğin herhangi bir toplantısına eşinizle katılsanız, mekâna girdiğinizde eşinizden ayrı oturmak zorunda kalırsınız. Evli ve muhafazakâr bir arkadaşınızı ziyaret etseniz -istisnalar dışında- arkadaşınızın eşiyle karşılıklı bir çift laf edemezsiniz. Fakat bir AVM’de karşılaşsanız beraber yemek bile yersiniz. Hepsini geçsem de içimi en çok acıtanı Allah’ın camisine giren bir bayanın, eşiyle beraber ibadet edememesidir. Tam bir Yahudilik örneği olmasına rağmen benim din kardeşim demekte zorlandığım insanlar bu uygulamaya Allah’a sarılır gibi sarılmakta, kadınları sert bakışlarla üst katlara veya etrafı kapalı hanım mahfillerine sürmektedirler. Koskoca Süleymaniye Camii’nde imamın arkasında namaz kılan tek bir saf bile olsa, kadınsanız o safın arkasında namaza durmanıza izin verilmez ve imamın 50 metre arkasında önü kapalı bir bölümde namaz kılmaya zorlanırsınız. Cuma ve bayram namazlarına ise hiç alınmazsınız. Hiç kimsenin de aklına “bunun dinî bir temeli var mı?”, “Allah’ın elçisi de böyle mi yapmış acaba?” soruları gelmez. Hacca gittiğinde Kâbe’yi tavaf ederken karşı cinsle Zincirlikuyu’dan metrobüse binmiş gibi bir arada olmak, bu arkadaşları hiç düşünmeye sevk etmez.

Öğrencilik yıllarımda bir cemaatin bir kurumunda bir süre çalışmıştım. Kurum içerisinde küçük ve büyük ofisler vardı. 7-8 kişinin bir arada çalışabileceği büyüklükte ofisler camekânla ikiye ayrılmıştı. Bu ayırmanın tek sebebi kadın ve erkeklerin arasına “makul” bir uzaklık koymaktı. Böyle bir ofiste işe başladığımda sırf benim bulunduğum bölümde üç hanım ile bir arada çalışıyor olmamdan dolayı 7 (yedi) kişinin yer değiştirmesi suretiyle ben, erkeklerin bulunduğu camekânlı bölgeye alınmış oldum. Hâlâ o hanımları camdan görebiliyordum ve pek çok işi de beraber yapıyorduk. Fakat masamdayken erkeklere fiziksel olarak daha yakındım. Gerçekten acınası bir gülünçlük durumu ortaya koyan bu kurumda sanırım Nur suresinin 61. ayeti hiç okunmamış olacak ki kadın ve erkeklere farklı saatlerde yemek verilmekteydi. Birkaç ay daha çalıştıktan sonra bana sakallarımı kesmemi söylemeleri üzerine oradan ayrıldım. Bir daha da kapısının önünden geçmedim.

Bana bunun ne zararı olduğunu soracak Müslüman kardeşlerime öncelikle bir alıntıyla cevap vermek isterim:

“Adetlerin ibadet haline geldiği bir yerde ibadetler de adetleşir.” (M.İslamoğlu)

Sonra din ve kültür, ilahî olanla olmayan içiçe girer ve karşınızda kendi adet ve alışkanlıklarını din gibi savunan, farklı görüşlere “küfür” gibi bakan insanlar bulursunuz. Bunu özellikle çocuklarını kendi adetlerine uygun olarak yetiştirmeye çalışan muhafazakâr ailelere söylüyorum. İslam fıtrat dinidir (bkz. Rum 30/30). İnsanın fıtratıyla savaşırsanız Allah’la savaşırsınız ve kaçınılmaz olarak kaybedersiniz. İslam hiçbir kamusal alanda kadınlarla erkeklerin bir arada bulunmasını yasaklamaz. Siz Allah’ın yasaklamadığı bir şeyi yasaklamaya çalışırsanız bu bir ifrat olur ve her ifrat tefriti doğurur. Sonra da “bu çocuk kimin çocuğu?” dersiniz.

Why is the EU disappointing that much?

Turks have been blamed for a while, with turning into anti-western. Does this really make sense? How could a nation that has already been a part of the Western world, as the history says, and always taken its place there, turn into anti of it? What makes this possible?

No need to go that much back, let’s take the history of the EU. The EU was founded, besides its all other goods, on one solid and greater value: peace. The main purpose was to make those nations that came out of the World War II to inter-depend to each other by several means, like trade, to maintain peace in the continent and not to go to war again since they would lose many. And leaders at the time were such visionary.

Turkey has played its role in that peace project from the beginning with its membership to Council of Europe in 1949, right after the war. Since then, Turks have been in cooperation with their western allies to preserve the peace in the region and they became the most correspondent partner.

Turkey’s relationship with the EU has created mutual benefits for both parties. Talking from the Turkish side, especially during 90’s, the EU’s efforts to contribute into Turkey’s democratization and liberalization ware remarkable and Turks have always been thankful for that. Many Turks believed in the EU’s genuine mentoring to push Turkey to become a more open society. More importantly, many of them felt proud to be a part of such a process because what they then saw in the EU was exactly democracy, liberty and peace.

And now, what many Turks see in the EU is disappointment. It is not anti-westernism or opposition to Western values, but their reaction to incapable European leaders and bureaucrats who underrate the EU’s founding values and turn the union into useless governmental organization that is dealing with regulations but has no interest in stirring political principles or economic interactions.

Frankly speaking, the EU has been facing with the worst leadership and administration of its history. Taking the recent cases as a proof, the Brexit, refugee crisis, Greek economic crisis etc., the EU seems like a giant that tripped and fell. And leaving to hold somebody responsible for this aside, nobody is even criticizing the EU leaders and bureaucrats. However, they are obviously unsuccessful regarding to set the EU values in motion and to administrate it.

Nobody also mentions how the EU fails to do politics in the last few years. In many crises it faced, EU leaders and bureaucrats pushed the union to become more withdrawn and left it without politics. Regarding to its relationship with Turkey, starting with the Syrian crisis, instead of opening more political areas to Turkey, the EU stopped almost all political interactions with the country and pushed Turks to a depolitical area. Turks suddenly found themselves in a place where they have no political interaction with the EU. The EU almost completely stopped membership negotiations with the country, in addition to its closeness to talk on regional problems, like refugee crisis and cooperate to solve them.

Seeing no reaction from the EU in 15 July attempted coup made the whole roof eventually fall  in. Turks were convinced that they were obviously forced to violence by “depoliticism” of their western allies. More clearly, Turks saw their western friends already accepted the outcomes of a possible coup as they did for the one in Egypt. And that was such a disappointment, since they thought as a nation who were faithful to Western-claimed principles and whose destiny was shaped by western history could be sacrificed that easily.

Are Turks anti-western? The answer is a clear no. Are Turks disappointed by ineffective EU leaders and bureaucrats who do not care about the EU values? Yes.