Cumhurbaşkanlığı Sistemine Yönelik Eleştiriler Hakkında Bir Değerlendirme

Yeni Anayasa değişikliği hakkında değerlendirme yapanların bir kısmı metnin aslını hiç okumamış, bir kısmı bilinçli olarak şartlanmışlık hissi içerisinde belli bir yönde algı oluşturmayı amaçlamakta, bir kısmı metni okusa da spekülatif değerlendirmeler yapmakta, bir kısmı meseleyi ihanet penceresinden değerlendirmekte, bir kısmı siyasî gerçeklik şartlarında fiilen gerçekleşme ihtimali hiç olmayan ya da çok az olan ihtimaller üzerinden meseleyi tahlil etmeye çalışmakta, bir kısmı da yüzeysel olarak makul gibi görünse de mesele biraz derinlemesine tahlil edilince hiç de doğru olmayan değerlendirmeler yapmaktadırlar.

Gülçin Avşar’ın “İddialı Gerekçelere Basit Cevaplar” başlığı altında Hürfikirler’de bir yazısı yayımlandı. Avşar’ın bu yazısında, “Anayasa değişikliği ile ilgili basında yer alan ‘evet’e dair bazı yargılar fazla iddialı gözüküyor. Ama teklif metni, bu yargıları haklı kılmıyor” diyerek, Anayasa teklifi lehine geliştirilen argümanların isabetli olmadığını çeşitli gerekçelerle izah etmeye çalışmış. Ben bu makalede, söz konusu yazıda geliştirilen argümanlara yönelik bir değerlendirme yapmak istiyorum.

1- “Meclis isterse Cumhurbaşkanı Kararnamesini hükümsüz kılar.”

Avşar’a göre, değişiklik metninde yer alan hükümlere istinaden ileri sürülen “Meclis isterse Cumhurbaşkanı Kararnamesini hükümsüz kılar” şeklindeki kanaat isabetsiz ve realite ile uyumlu değildir. Bu noktadan mevcut Anayasaya göre, KHK ile düzenlenen bir konuda çıkarılan bir kanunun Cumhurbaşkanı tarafından veto edilmesi halinde, 139 oyla kanun çıkarılabilir. Oysa anayasa değişikliği ile getirilen sisteme göre Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenen bir konuda çıkarılan kanunun Cumhurbaşkanı tarafından veto edilmesi halinde söz konusu kanunun tekrardan çıkarılabilmesi için üye tam sayısının salt çoğunluğu (301 milletvekili) ile kabul edilmesi gerekir. Cumhurbaşkanının meclis aritmetiğine egemen olduğu durumlarda onun hilafına 301 kişinin bulunması pek kolay değildir. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanı ülkeyi kararnamelerle yönetecektir.

Burada ilk önce yanlış maddi bilgiden başlayayım. Bir kanun Cumhurbaşkanı tarafından veto edildiği zaman, mevcut Anayasaya göre, söz konusu kanunun her halükârda 139 oyla kabul edilmesi yeterli değildir. 1982 Anayasasının 96. Maddesine göre, “TBMM, …üye tamsayısının en az üçte biri (184) ile toplanır. TBMM, Anayasada başkaca bir hüküm yoksa toplantıya katılanların salt çoğunluğu ile karar verir; ancak karar yeter sayısı hiçbir şekilde üye tamsayısının dörtte birinin bir fazlasından (139 milletvekili) az olamaz”. Bu hüküm TBMM’nin 184-277 aralığında üye ile toplandığı durumlarda söz konusudur. 278 ve üzeri üye ile toplandığı zaman 139 oy yeterli değildir. Mesela 500 milletvekili ile toplanıldığında kanunun kabulü için 251 evet oyuna ihtiyaç vardır.

Diğer yandan, mevcut anayasal sisteme göre çıkarılan KHK’lerin kanunlaşması konusunda başbakan ne derse o olur. Çıkarılan bir KHK’nin kanunla değiştirilmesi de tamamen başbakanın iradesine bağlıdır. Bu sadece Türkiye’ye mahsus bir durum da değildir; bütün parlamenter sistemlerde benzer durum söz konusudur. Çünkü parlamenter sistemlerde, çok az istisnai haller hariç tutulursa, hükümeti mutlak manada destekleyen bir parlamento çoğunluğu söz konusudur. Parlamenter sistemin zorunlu bir gereği de parti disiplinidir. Parti disiplininin söz konusu olduğu bir mecliste başbakana rağmen bir kanun çıkamaz. Bu vesileyle, hükümetin çıkardığı bir KHK’yi hükümsüz kılacak bir kanunun başbakana rağmen çıkarılması mümkün ve muhtemel değildir. Nitekim Türkiye’de son OHAL KHK’lerinin bazıları haricinde hiçbir KHK kanunlaşmış değildir. Çıkarılacak KHK’yi hükümsüz kılacak kanunun çıkarılması da tamamen başbakanın iradesine tâbidir. Başbakana rağmen, KHK’yi hükümsüz kılacak kanunun çıkarılması hukuken ve anayasal olarak mümkün ise de, fiiliyatta ve siyasî gerçeklik şartlarında mümkün ve muhtemel değildir.

Benzer durum, şayet parti disiplini mevcutsa Türkiye’ye getirilmek istenen Cumhurbaşkanlığı sisteminde de söz konusudur. Fakat parlamenter sistemlerde başbakanla Meclis çoğunluğunun farklı eğilimde olma ihtimali yoktur. Oysa başkanlık sistemlerinde (ABD’de çoğunlukla) başkan ile TBMM çoğunluğunun farklı eğilimde olması ihtimali mevcuttur. Aynı ihtimal Türkiye’de de söz konusudur. Mesela bir partinin %44 ile mecliste çoğunluğu sağladığını farz edelim. Geri kalan %56’lık kesim, mecliste çoğunluğa sahip partiye üye olmayan birisini seçebilir. Bu durumda meclis dilediği zaman Cumhurbaşkanlığı kararnamesini hükümsüz kılacak kanunu çıkarabilir. Mevcut anayasaya göre bu ihtimalin gerçekleşmesi fiilen mümkün ve muhtemel değildir.

Diğer yandan mevcut Anayasaya göre KHK’lerle kanunlar değiştirilebildiği; kanunla çelişme halinde daha sonra çıkarılan KHK hükmü esas alındığı halde, Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile kanunlar değiştirilemez; kanunla Cumhurbaşkanı kararnamesinin çeliştiği bütün hallerde kanun hükmü esas alınır. Mevcut Anayasaya göre, yürütme ile alâkalı olsun olmasın, Anayasada belirtilen bazı alanlara dokunulmamak şartıyla, hemen her konu KHK ile düzenlenebiliyor. Anayasa değişikliğine göre ise, sadece yürütme ile alâkalı konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılabilir. Anayasa değişikliğine göre, Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile düzenlenebilecek alan oldukça daraltılmış olmaktadır.

Şimdiki sisteme göre “Bakanlar Kurulu ülkeyi KHK’lerle yönetiyor denilmediği halde, getirilecek sistem için, hem de Cumhurbaşkanı ile TBMM arasında yaşanacak kohabitasyon (başkanla meclisteki çoğunluğun farklı eğilimde olması) dönemi ihtimaline rağmen, Cumhurbaşkanının ülkeyi kararnamelerle yöneteceği”ni söylemek isabetli olmasa gerek. Parlamenter sistemlerde gerçekleşme ihtimalinin pek muhtemel olmadığı kohabitasyon dönemlerinde TBMM ne derse o olacaktır; TBMM’ne rağmen Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz, çıkarılırsa, TBMM her istediği zaman bu alanı düzenleyerek kararnameyi etkisizleştirebilir. TBMM çoğunluğu ile Cumhurbaşkanının aynı eğilimde olduğu durumlarda mevcut anayasal sistemle değişiklik sonrası sistem çok farklı olmayacaktır.

2- “Meclis, yürütmeyi denetleyebiliyor.”

Avşar’a göre, anayasa değişikliğinde, Cumhurbaşkanına karşı sadece vatana ihanetten dolayı yüce divan yargılaması yapılabilir. Cumhurbaşkanı Yardımcısı ile bakanlar hakkında sadece yazılı soru söz konusu, ABD’de mevcut olan sözlü soru kabul edilmemiştir. Ayrıca Cumhurbaşkanı yardımcıları ile bakanlar hakkında meclis soruşturması yoluyla yüce divana sevk kararının alınması zorlaştırılmıştır. Anayasa değişikliğinde öngörülen 2/3 çoğunluğa ulaşmanın güçlüğü düşünüldüğünde meclisin yürütme üzerindeki denetimi sadece kâğıt üzerinde kalabilecek gibi gözüküyor. Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanların, gensoru önergesi yoluyla siyasî olarak denetlenmesi, bu yolla güvensizlik oyu verilerek görevlerine son verilmesi yolunun kabul edilmemesi de bir eksikliktir.

Bu tespitte de açık maddi bilgi hatası mevcuttur. Anayasa değişikliğine göre, Cumhurbaşkanı, sadece vatana ihanetten dolayı değil, işlediği iddia edilen, görevi ile alâkalı olsun olmasın bütün suçlardan dolayı Yüce divanda yargılanabilir.

Diğer yandan mevcut Anayasaya göre, Cumhurbaşkanının yüce divana sevk edilmesi yönünde karar alınabilmesi ancak TBMM üye tam sayısının 3/4 çoğunluğu ile mümkündür. Anayasa değişikliğine göre ise bu sayı TBMM üye tamsayısının 2/3 çoğunluğu olarak belirlenmiştir. Buna göre, hem Cumhurbaşkanının sorumlu olduğu suçların kapsamı genişletilmiş, hem de yüce divana sevk kararının alınması kolaylaştırılmıştır.

Ayrıca, mevcut anayasaya göre Cumhurbaşkanı, 3/4 çoğunlukla yüce divana sevk edilebilmesi söz konusu olsa bile, hukuken yargılanabilmesi mümkün değildir. Çünkü Anayasanın 38/3. Maddesine göre, “Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur”. Buna hukuk camiasında “suç ve cezada kanunilik” ilkesi denilir. Bu ilkeye göre, bir davranış kanunla suç olarak tanımlanmadığı ve cezası tayin edilmediği müddetçe, bu davranıştan dolayı yargılanıp cezalandırılamaz. Türkiye’de mevcut hukukî düzenlemelerde vatana ihanet fiilini suç olarak düzenleyen bir kanun mevcut değildir. Bu durumda, mevcut Anayasaya göre, Cumhurbaşkanının hukuken ve fiilen cezai olarak yüce divanda yargılanma yolu kapalıdır. Bütün bunlara rağmen Cumhurbaşkanının cezai sorumluluğunun mevcut anayasaya göre daha eksik olduğunu söylemek mümkün değildir.

Gelelim bakanların denetimine. Bakanların görevleri ile alâkalı suçlardan dolayı yüce divana sevk edilmeleri, mevcut anayasaya göre kısmen zorlaştırılmıştır. Fakat bu zorlaştırma siyasî bir tercih olarak dünyadaki demokrasi ile yönetilen ülkelerdeki uygulamalardan çok farklı değildir. İleri demokrasi ile yönetilen ülkelerin büyük ekseriyetinde 2/3 çoğunluk aranır. Bu yönden ileri demokrasilerin gerisine düşme durumu söz konusu değildir.

ABD’de bakanlara Kongre’de sözlü soru sorulduğu bilgisi de doğru değildir. ABD’de yasama ve yürütme tamamen birbirinden ayrılmıştır. Maksat yürütmenin yasamayı etkilemesine mani olmaktır. ABD’de siyasî sorumluluk kapsamında bizdeki meclis araştırması benzeri bir uygulama söz konusudur. Türkiye’de sözlü soruya izin verilmemesi, yürütmeyi yasamadan uzak tutma amaçlıdır ve bu durum kuvvetler ayrılığının gerekleri ile de uyumludur. Diğer yandan gensorunun kabul edilmemesi yönündeki eksiklik iddiası da ABD’de benimsenen saf başkanlık sistemi ile esaslı olarak çelişmektedir. Başta uluslararası üne sahip Giovanni Sartori olmak üzere siyaset bilimcilerle anayasa hukukçularına göre, gensoru sadece parlamenter sistemlerde söz konusu olabilir, başkanlık sistemi ile gensoruyu bağdaştırmak mümkün değildir. Her ne kadar bazı Latin Amerika ülkelerinde bakanlar için gensoru mekanizması benimsenmiş ise de bu durum başkanlık sisteminde esaslı bir şekilde sapmayı ifade etmektedir. Bu vesileyle gensorunun benimsenmemiş olması, saf başkanlık sistemi ile uyumludur. Buna rağmen gensorunun olmamasını eksiklik olarak görmek, başkanlık sistemini parlamenter sistem mantığı ile değerlendirmek manasına gelir ki, bunun tutarlılığından söz edebilmek mümkün değildir. Doğru olan, her bir hükümet sisteminin kendi mantığı ve gerekleri ile bütünlük içerisinde değerlendirilmesidir.

3- “Cumhurbaşkanı seçildiğinde hükümet kurulur, Millet Hükumeti olur. Güvenoyuna gerek yok.”

Avşar’a göre, yürütme içerisinde Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesinin hükümet çevreleri tarafından “milletin hükümeti” olarak nitelenip, yürütmenin meclis tarafından denetleme dışına çıkarılmasını haklılaştırmak yönündeki değerlendirme mantıklı değildir. Cumhurbaşkanı doğrudan halk tarafından seçilse de, Cumhurbaşkanı yardımcıları ile bakanlar halk tarafından değil cumhurbaşkanı tarafından seçilmektedir. Bu vesileyle Cumhurbaşkanı yardımcıları ile bakanlar mutlaka meclis tarafından güvenoyu verildikten sonra göreve başlamalıdır.

Burada Cumhurbaşkanı yardımcıları ile bakanların Meclisin güvenoyu denetimine tâbi olmaması, ABD’deki uygulamalarla çelişmekle birlikte, bir yandan ileri demokrasinin geçerli olduğu ve başkanlık sisteminin uygulandığı bazı ülkelerdeki anayasal hükümlerle uyumlu olduğu gibi, Türkiye’deki siyasî gerçeklikler de bu uygulamayı lüzumlu kılmaktadır; şöyle ki:

ABD’de başkan yardımcısı başkanla birlikte halk tarafından seçilir. Bakanları ise başkan atar Senato onaylar. ABD’deki sistemde Kongre’de sıkı parti disiplini mevcut olmadığı gibi, Senatonun, bakan atamalarını onaylarken, onaylamama yönünde oy kullandığına pek rastlanılmaz. Fiiliyatta bu onaylama büyük ölçüde formaliteden ibarettir. Şimdiye kadar hiçbir başkan bakanlarını kurmak noktasından onaylama sorunu yaşamamıştır. Bu sebeple bu uygulama ABD’deki sistemi tıkayıcı yönde bir uygulamaya yol açmamaktadır.

Türkiye’de ise siyasî partiler arasında katı fikrî ayrılıkları olduğu gibi katı parti disiplini de söz konusudur. Katı parti disiplininin olduğu ülkemizde, özellikle Cumhurbaşkanı ile meclisteki çoğunluğun farklı olduğu kohabitasyon dönemlerinde bakanların atanarak göreve başlayabilmesi fiiliyatta pek mümkün ve muhtemel görünmemektedir.

Bu uygulama, belki ABD’deki saf başkanlık sistemi ile uyumlu olmasa da, ileri demokrasi uygulamasının söz konusu olduğu başkanlık sistemli diğer ülkelerdeki uygulamalarla uyumludur. Bu vesileyle, bakanların atanmaları aşamasında güvenoyu usulünün benimsenmemiş olması, anti-demokratik olmadığı gibi, geniş manada başkanlık sistemi ile uyumsuz değildir. Ayrıca, anayasa değişikliğinde öngörülen usulün benimsenmiş olması, Türkiye’de sistemin fiilen işlerliğinin sağlanabilmesinin de zorunlu kıldığı bir durumdur. Bu vesileyle, bu mevzua ilişkin eleştirilerde de isabet yoktur.

4- “Fesih yok. Birlikte seçim yenileme var.”

Avşar’a göre, seçimlerin yenilenmesi konusunda Cumhurbaşkanı daha avantajlı konumdadır. Cumhurbaşkanının meclise hâkim olduğu durumlarda Meclise seçimlerin yenilenmesi kararı aldırması halinde üçüncü kez Cumhurbaşkanı seçilme imkânını elde etmiş olmaktadır. Bu öneri ile meclis, Cumhurbaşkanı üzerinde denge denetleme yapmaktan öte “yardımcı” sıfatına bürünüyor, Cumhurbaşkanlığı “tek kuvvet” olarak konumlandırılıyor.

Bir kere bu şekilde seçimlerin birlikte yenilenmesi uygulamaları sıklıkla olabilecek bir durum değildir. Seçime gitmek, siyasî geçeklik bağlamında meclis için de cumhurbaşkanı açısından da risklidir. Diğer yandan bu yönde bir değişikliğin benimsenmesindeki amaç, cumhurbaşkanı ile meclis arasında ortaya çıkan sistemsel tıkanıklığın aşılmasıdır. Mevcut Anayasaya göre, Cumhurbaşkanının hükümetin kurulması noktasında yaşanan tıkanıklığın giderilmesi amacıyla Cumhurbaşkanının seçimlerin yenilenmesi yönünde karar vermesi ile, Anayasa değişikliğinde öngörülen seçimlerin birlikte yapılması usulü aynı mantığa dayanmaktadır.

Diğer yandan Cumhurbaşkanına, Meclisin seçimlerin yenilenmesine karar vermesi halinde üçüncü kez seçilme hakkının tanınmasının eleştirilmesi, sanki bu durum sadece bir kesime sağlanmış bir imtiyazmış gibi bir algıyı yansıtmaktadır. Bu imkân ileriki yıllarda AK Partili bir Cumhurbaşkanı için işletilebileceği gibi bir başka partili için de işletilebilir. Burada önemli olan husus, bir kesime yönelik haksız ve eşitliği bozucu yönde imtiyaz sağlayıcı bir usulün öngörülüp öngörülmemesidir. Burada bu yönde bir imtiyaz söz konusu değildir.

Diğer yandan Meclisin Cumhurbaşkanının talebi üzerine seçimlerin yenilenmesi yönünde karar alabilmesi oldukça zorlaştırılmıştır. Cumhurbaşkanı istese de, Mecliste üçte iki çoğunluğun desteğine sahip değilse, sıkı parti disiplini kültürünün söz konusu olduğu TBMM’nin seçimlerin yenilenmesi yönünde karar alması oldukça zordur; hatta imkânsızdır. Bu vesileyle bu yöndeki hükümlerin eleştirilmesinde de isabet bulunmamaktadır.

5- “OHAL yetkisi şimdikiyle aynı.”

Avşar’a göre, her ne kadar sıkıyönetim uygulamalarına son verilmesi olumlu ise de, sıkıyönetim ilan sebepleri OHAL ilan etme sebepleri kapsamına dâhil edildi. Ayrıca “şiddet olayları nedeniyle kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması” gibi muğlak ve yorumu bir hayli geniş olabilecek nedenler OHAL ilânını mümkün kılmaktadır. OHAL döneminde Cumhurbaşkanının Kararname çıkarma yetkisindeki sınırlandırmalar kaldırılıyor. Bu sebeple Cumhurbaşkanının kararnamelerle sınırlandıramayacağı hiçbir hak ve hürriyet yoktur.

Bir kere sıkıyönetim uygulamasının kaldırılması, hükümet sistemi değişikliği kadar önemlidir. Çünkü sıkıyönetim uygulamaları, örtülü bir askerî yönetimdir; bir diğer ifadeyle sivil görünümlü bir askerî yönetimdir. Sıkıyönetim dönemlerinde siviller bazı suçlardan dolayı askerî nitelikte olan sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanmaktadır. Ayrıca sıkıyönetim komutanlarının işlemleri yargısal denetim dışıdır. Şimdi anayasa değişikliği ile bütün bu uygulamalara son verilmiş olmaktadır. Bunun hafifsenmesinin makul bir yönü yoktur.

Diğer yandan sıkıyönetim ilan sebeplerinin OHAL ilân sebepleri arasına dahil edilmesinin yadırganması doğru değildir. Ayrıca “şiddet olayları nedeniyle kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması” gibi hükümler bütün gelişmiş demokrasilerde de mevcut olan hükümdür. Çünkü bu durumun net bir şekilde ifade edilmesi pek mümkün ve muhtemel değildir. Burada uygulama önem arz edecektir.

OHAL döneminde Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile düzenlenebilecek alan bakımından mevcut Anayasal hükümlerden farklı bir durum söz konusu değildir. Fakat bu konuda, mevcut anayasaya göre olumlu bir değişiklik getirilmektedir. Mevcut anayasaya göre, OHAL KHK’lerinin TBMM tarafından görüşülmemesi halinde ne olacağı düzenlenmiş değildir. Türkiye’de OHAL beş yıl uygulansa ve çıkarılan OHAL KHK’leri beş yıl süreyle Mecliste görüşülmese, bir yaptırım yoktur. Oysa, Anayasa değişikliğine göre, OHAL döneminde çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin derhal TBMM onayına sunulması gerekir. Bu kararnameler TBMM’de en geç üç ay içerisinde görüşülerek kabul edilmesi gerekir. Bu süre içerisinde kabul edilmeyen OHAL dönemlerinde çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri yürürlükten kalkar. Ayrıca OHAL dönemlerinde çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri Anayasanın 15. maddesinde öngörülen ilkelerle de uyumlu olmak zorundadır. Bu vesileyle getirilen eleştirilerde isabet yoktur. Belki OHAL dönemlerinde çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin yargısal denetime dâhil edilmemiş olması eleştirilse idi, bunun isabetli olacağı söylenebilirdi.

6- “Anayasa Mahkemesi (AYM) Cumhurbaşkanını Denetleyebiliyor.”

Avşar’a göre, Cumhurbaşkanı AYM üyelerinin bir kısmını (4 üye) doğrudan bir kısmını da (8 üye) önüne getirilen listeler arasından belirliyor. Geri kalan 3 üyeyi ise Cumhurbaşkanı ile meclis çoğunluğunun aynı eğilimde olduğu durumlarda Cumhurbaşkanının yönlendirdiği Meclis tarafından seçiliyor. Bu durumda, AYM, ne yürütmeyi, ne kanunları denetleyebilir, ne de Cumhurbaşkanını yüce divan sıfatıyla layıkıyla yargılayabilir.

Bu tespit ve iddialar da isabetli değildir; şöyle ki:

Bir kere cumhurbaşkanının görev süresi ile AYM üyelerinin görev süresi farklıdır; Cumhurbaşkanı 5 yıllığına, AYM üyeleri 12 yıllığına seçilirler. Bu vesileyle bir dönem seçilen bir cumhurbaşkanının ikinci dönem seçilme garantisi yoktur. Bu vesileyle bazı üyeler başka cumhurbaşkanları tarafından seçilebilir.

Diğer yandan AYM üyelerinin bu şekilde belirlenmesi usulü sadece Türkiye’ye mahsus değildir. Federal Almanya’da bütün üyeler, siyasî bir organ olan Yasama Meclisi tarafından seçilir. ABD’de bütün üyeler siyasî bir kişilik olan başkan tarafından atanır, siyasî bir organ olan Senato tarafından onaylanır. Polonya, Macaristan ve Belçika’da da bütün üyeler, siyasî bir kurum olan yasama meclisi tarafından seçilir. Romanya’da bütün üyeler Cumhurbaşkanı ve Meclis tarafından seçilir. Bu vesileyle Türkiye’deki AYM’ne üye belirleme sistemi Batı’daki ileri demokrasi uygulamaları ile çelişkili değildir.

Diğer yandan gerek ABD’de olsun, gerekse diğer gelişmiş demokrasilerde olsun, siyasî organlar AYM’ne üye belirlerlerken, atadıkları üyelerin yürütme ya da yasama işlemlerini iptal etmemelerini temenni ederler. Ama çoğu kereler bu temenni gerçekleşmez. Türkiye’de bazı yargı mensupları; bu arada bazı AYM üyeleri ideolojik ve tarafgir kararlar veriyorlarsa, burada sorunun kaynağı, kimin atadığı ile değil, kimlerin atandığı ile alâkalıdır. Şayet üyeler ideolojik davranıyorlarsa, onları kim seçerse seçsin fark etmeyecektir. Kaldı ki bu tür sorunlar sadece bu döneme mahsus da değildir. AYM’nde, kurulduğu günlerden bu yana o kadar çok ideolojik kararlar verildi ki, söz konusu eleştirinin yoğunlaştığı atama usulü yerine, kanaatimce, atanılacak kişilerin niteliği üzerinde yoğunlaşılması gerekiyor. 1961 Anayasasıyla kurulan AYM’nin ilk heyetindeki, 15 asıl üyeden 4’ü Yassıada Mahkemesinde görev alanlar arasından, 5’i ise darbecilerin oluşturduğu Kurucu Meclis üyeleri arasından seçilmişti. Şimdi buradaki sakatlığı görmeyip, Batıdaki uygulamalarla uyumlu olan AYM üyelerini belirleme yöntemine takılmanın tutarlılığından söz edilemez. Diğer yandan, ABD’de, Federal Almanya’da ve diğer ileri demokrasilerde benimsenen yöntemi onlara layık görüp, bir benzerini Türkiye’ye layık görmemek de tutarlı olmasa gerek.

7- “Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK) bağımsız bir kurul.”

Avşar’a göre, Cumhurbaşkanı, Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK) üyelerinin bir kısmını (6) doğrudan belirler, bir kısmını ise, Mecliste, Cumhurbaşkanının üyesi olduğu siyasî parti yeterli çoğunluğa sahip ise, o zaman Cumhurbaşkanı Meclisi yönlendirerek geri kalan üyeleri dolaylı olarak belirleyecektir. Bu da HSK’nu yürütmeye bağlı bir kurum haline getirecek, bu durum da yargının denetim gücünü zayıflatacaktır.

Burada da maalesef Batı’daki uygulamalardan habersiz bir değerlendirme söz konusudur. Bazı ülkelerde bu şekilde bir kurum hiç bulunmamaktadır. Mesela İngiltere’de böyle bir kurul yoktur. Hâkimler, hükümet tarafından önerilir, Kral tarafından atanır. Federal Almanya’da da bu şekilde bir kurul yoktur. Hâkimlerin atanması, terfisi ve özlük işleri, federal düzeyde Hâkim Atama Komisyonu, federe düzeyde eyaletlerin Adalet Bakanlıkları tarafından yürütülür. İsveç ve Danimarka’da tüm Kurul üyeleri hükümet tarafından atanır.  Hollanda’da tüm Kurul üyeleri hükümet tarafından önerilir, Kral tarafından atanır. Diğer ülkelerde de farklı farklı uygulamalar söz konusudur. Bunların hiçbirisinde Kurulun ya da hâkimlerin hükümete, bakanlığa, meclise ya da devlet başkanına bağlılığından söz edilmez.

Diğer taraftan, hâkimler Türkiye’de Türk Milleti namına karar verirler. Bu yeni atama yöntemi ile halk ile yargı mensupları arasında, yargı yetkisinin kullanılması bağlamında demokratik bir ilişki de kurulmuş olmaktadır. Kısaca doğrudan halk tarafından seçilen Meclis ve Cumhurbaşkanı, HSK üyelerini belirlemek suretiyle, halkın egemenliğini yargı organları vasıtasıyla kullanmasında aracılık etmiş olmaktadır.

Diğer yandan TBMM tarafından seçilen üyelerin en az 3/5 çoğunlukla seçilmesi gerekir. Bu sağlanamıyorsa, üyeler iki kişi arasından kura ile belirlenir. Bu yolla farklı eğilimde kişilerin HSK’na seçilmesi mümkün ve muhtemel hale gelmektedir. Burada Türkiye’deki siyasî şartlarda bir partinin TBMM’de 2/3 ya da 3/5 çoğunluğu sağlayabilmesi oldukça zor olduğu için, muhalefete rağmen, kurasız üye belirlemek oldukça zordur.

AYM üyeleri için söylenenler burası için de geçerlidir. Şayet bir üye ideolojik ise, kim atarsa atasın fark etmez. Diğer yandan üyelerini bir kurumun seçmesi, söz konusu kurumu, üyeleri belirleyen makama bağlı kılmaz. Şayet bunun aksi söz konusu ise, ABD Federal Yüksek Mahkemesi Başkana ve Senatoya, İsveç ve Danimarka’da siyasî birer kurum olan hükümete bağlı kurumlar demektir. Dolayısıyla bu ülkelerde de, Kurulun terfi, atama ve özlük işlerini yaptığı hâkimlerin yeterli denetim yapamayacağı söylenebilir. Bu ülkelerde bu yönde bir iddia makul görülmediği gibi, aynı değerlendirmenin Türkiye için de yapılması gerekir.

8- “Bütçe mevcut sistemden farklı değil.”

Avşar’ın Anayasa değişikliğindeki bu konudaki hükme ilişkin eleştirisinin ne olduğu pek belli değil. Ben bu konuya ilişkin kısaca şu değerlendirmeyi yapmak isterim. Anayasa değişikliği ile Bütçe Kanununun reddolunması halinde, önce geçici bütçe hazırlanır. Şayet geçici bütçe de kabul edilmezse, önceki yılın bütçesi yeniden değerleme oranına göre artırılarak uygulanır. Burada maksat şudur. Mevcut Anayasaya göre, hükümetin arkasında bir parlamento desteği bulunduğu için, bütçe kanununun kabulünde şimdiye kadar bir sorun yaşanmamıştır. Fakat cumhurbaşkanlığı sistemine geçildiği zaman, cumhurbaşkanının eğilimi ile Meclisteki çoğunluğun siyasî eğilimlerinin farklı olma ihtimali mevcuttur. Böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi halinde, bütçe kanununun kabul edilmemesi kuvvetle muhtemeldir. ABD’de bütçenin kabul edilmemesinden, federal yapı sebebiyle sadece halkın %8’i etkilenir; federe devletler bundan pek etkilenmez. Türkiye’deki üniter yapı sebebiyle bütçe kanununun kabul edilmemesinden tüm halk etkilenir; parti disiplini sebebiyle uzunca süre bütçe kanununun kabul edilmemesi, devletin malî sisteminin çökmesine sebep olur. Bu hükümle, sistem rasyonelleştirilerek tıkanıklığın giderilmesi amaçlanmaktadır.

9- “Devlet Denetleme Kurumu (DDK) mevcut sistemde de vardı. Cumhurbaşkanı lehine değişiklik yok.”

Avşar’a göre, Devlet Denetleme Kuruluna ilişkin düzenleme ve değişiklik yetersizdir ve Meclis devre dışı bırakılmıştır.

Anayasa Değişikliği ile Devlet Denetleme Kurulunun (DDK) yapısına ilişkin düzenleme yapma yetkisi Cumhurbaşkanına bırakılmış, ayrıca DDK’nun görev alanına Silahlı Kuvvetler de dâhil edilmiştir. Bu da azımsanamayacak önemde bir değişiklik olsa gerektir. Diğer yandan DDK zaten idarî nitelikte bir kurul olduğu için Meclisle bağının olmayışını makul ve normal karşılamak gerekir.

10- “Başkanlık sistemlerinin tamamında üst kademe kamu yöneticileri Başkan tarafından atanır.”

Avşar’a göre, üst kademe yöneticilerin atanmasına ilişkin kararların TBMM denetimine tâbi olmaması, meclisin yürütme üzerindeki denetimini etkisizleştiriyor.

Esasen ABD’de federal düzeyde üst kademe yöneticiler başkan tarafından atanır Senato tarafından onanır. Bu ülkede bu tür atamalarda pek sorun yaşanmaz. Sebebi de onama işlemini gerçekleştiren Senato’da parti disiplininin mevcut olmamasıdır. Bu yöndeki uygulamalar bazı demokratik başkanlık sistemlerinde de mevcuttur. Fakat demokrasi ile yönetilen bazı başkanlık sistemlerinde ise Türkiye’deki sisteme benzer uygulamalar söz konusudur. Bu tercihte genellikle ilgili ülkelerdeki siyasî, sosyal, kültürel şartlar belirleyici olmaktadır. Türkiye’de yasama organında sıkı bir parti disiplini söz konusudur. Hele ki ABD’de olduğu gibi bazı atamalar için üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu aranacak olduğunda, şayet Cumhurbaşkanının üyesi olduğu siyasî parti Mecliste üçte iki çoğunluğa sahip değilse, hiçbir atama yapılamaz. Mesela AYM üyelerinin hiçbirisi seçilemez; kısaca AYM pert olur. Benzer durum diğer üst düzey atamalar için de söz konusudur. Bu vesileyle, Türkiye’ye mahsus şartlar sebebiyle bu yöntem benimsenmiştir. Maksat ne pahasına olursa olsun bir sistem belirlemek değil, rasyonel bir şekilde işler bir sistem belirlemektir. Özellikle gelişmiş, ileri demokrasi uygulamaları ile çelişmediği ölçüde, bu yöntemin benimsenmesinde bir sakınca bulunmamaktadır.

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et