Ana Sayfa Blog Sayfa 172

Gençlik-Başkanlık-2023

Gençler hepimizin göz bebeği ama onlar için “neler yapıyor” ya da “yapabiliyoruz” sorusunun cevabı hiç de hoş değil. Almanya’nın eğitim politikası neredeyse 1871’den beri aynı; Hitler döneminde dahi değişmemiş. Öğrencilerin yetenek ve kapasitelerine göre yönlendirildikleri ve ayrıldıkları bir sistem mevcut. Kim gelirse gelsin temel ilkelerle oynanmıyor. Bizde ise bırakın partileri aynı partinin bakanları arasında bile bir ortaklık, devamlılık yok. Her gelen Amerika’yı yeniden keşfediyor.

MEB tarafından yıllardır eğitim şuraları yapılmasına rağmen herkes tarafından kabul edilebilir bir eğitim-öğretim politikası ortaya koyamadık. Şuralar asli sorunların tartışılmasından çok ideolojik çekişmelerin yaşandığı ve siyaseten güçlü olanın diğerlerine fikirlerini dayattığı bir platform durumunda.

Çok yazılıp, çizilse de geleceğimizin temel dinamiği olacak genç nüfusu maalesef bozuk para gibi harcıyoruz. Mevcut sistemde gençlerimizin ezici bir çoğunluğu mesleksiz bir şekilde hayata atılıyor. Meslek lisesi mezunlarımızın çoğunluğu piyasanın beklentisini karşılamaktan çok uzak.

Bu nedenle meslek tercihleri yüksekokullara ve fakültelere kalıyor. Ancak burada da çok büyük bir sıkıntı var ve pek çok yüksekokul ve fakültenin düzeyi meslek liselerinden çok da iyi değil. Bu nedenle gençlerimizin büyük bir kısmı gelecekleri için çok önemli olan zamanlarını buralarda boşa harcıyor.

Pek çok üniversitemiz, kâğıt üzerinde ülkemizin okulluluk süresini artırmak ve resmi işsizlik oranlarını azaltmaktan başka işe yaramıyor. Ve daha kötüsü buralarda gençlerimiz çeşitli sebeplerle hem büyük büyük sıkıntılar çekmekte hem de istismara açık hale geliyorlar.

FETÖ felaketine rağmen hala ülkemizde öğrencilerin barınma ve burs sorunlarının aşılması konusunda ciddi bir adım atılmış değil. Gençlerimiz dün FETÖ tarafından istismar ediliyordu bugün ve yarın da başka bir FETÖ türevi tarafından istismara hala açıklar.

Çok kötü şehircilik örnekleri vermekte olan TOKİ’nin yaptıkları ortada; bu yönde bir irade sergilenebilse öğrencilerin barınma sorunu bir yıl içinde çözülebilir. Burs meselesinde de aynı durum geçerli. Karşılıksız ve karşılıklı olarak isteyen her öğrenciye yeterli ekonomik destek verilebilir. Burslar karşılığında sosyal hizmet çalışmalarına katılmak, mecburi hizmet vb. şartlar konulabilir. Sonuçta bir tıp öğrencisi için toplumun ödeyeceği maliyet ile bir öğretmenin yetiştirilmesi için harcanacak maliyet aynı değil.

Tüm bunların yanında daha önemli bir sorun ise sosyal-kültürel-ekonomik açıdan dışarıdan gelen gençleri ağırlayabilecek, onları olumlu yönde dönüştürebilecek imkân, hoşgörü ve yetkinliğe sahip olması çok güç olan; bir konser ya da panelin yapılma ihtimalinin bile sıfıra yakın olduğu yerlerde okullar açılmasıdır. Bu tür okulların gençler için getirisi ne olabilir ki?

Hemşehrilerim kızmasın ama Alaca’daki bir yüksek okul gençlere ne tür imkanlar sunabilir ki kampüs dışında? Burs ve barınma imkânlarının zaten yetersiz olduğu yerlerde bir de iş imkânlarının azlığını düşünürsek bu durum pek çok genci istismara açık hale getirmektedir. Elbette ki kötü emelli insanlar her yerde olabilir ancak büyük şehirlerin bu gençlere çok farklı imkânlar sunabileceği ise bir başka gerçektir.

Burada, daha açık şekilde yazamadığım birtakım istismarların engellenebilmesi ve gençlerimizin harcanmaması için, hükümete ve YÖK’e açık bir çağrıda bulunuyorum. Gençlerin burs ve barınma sorunlarını acilen çözecek bir eylem planı hazırlanmalı ve bir an önce sosyal-kültürel imkanlardan yoksun, öğrenciye dört duvar ve birkaç hoca vermekten başka hiçbir artısı olmayan okulların kapatılması ve bunların başka yerlere taşınması için gerekli adımlar atılmalıdır. Tüm enerjimizi başkanlığa hasrederken bu tür hayati sorunlarımızın da olduğunu unutmamamız gerekiyor. Yoksa 2023’te “Büyük Türkiye” ideali sadece lafta kalır.

Karar Gazetesi, 06.11.2016

Perşembenin Gelişi

Aslında her şey ilk düğmenin yanlış iliklenmesiyle başladı. Parlamentoda, ceza hukukunun genel ilkelerine ve Anayasanın ilgili hükümlerine aykırı olarak milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldı. Vekillerin kendilerini Meclis’te savunma ve Anayasa Mahkemesi’ne başvurma hakları ihlal edildi. Toptancı bir şekilde ve bir kereliğine, haklarında soruşturma bulunan vekiller dokunulmazlıktan mahrum edildi.

Bu adıma karşılık, HDP’nin hiçbir milletvekilinin ifade vermeye gitmeyeceğini bir parti politikası haline getirmesi, ikinci bir yanlışlık oldu. “Biz gelmiyoruz, gücünüz yetiyorsa gelin alın” biçimindeki bir meydan okumaya devletin pabuç bırakmayacağı aşikârdı. Meclis’teki diğer iki partinin liderinin davet üzerine savcılığa gitmekten imtina etmediği bir vasatta, HDP’lilerin tavrının karşılıksız bırakılmayacağı belliydi. Bir tahmin yürütmek zor; ancak mevzu karşılıklı inatlaşmaya getirilmeseydi ve sürecin başında savcılıkların davetine icabet edilip ifadeler verilseydi, bugünkü kötü tablo ortaya çıkmayabilirdi. Muhtemelen ifadeler alınır ve yargılamalar tutuksuz devam ederdi.

Siyasi bir gözdağı

Ardından bir üçüncü yanlışlık devletten geldi. Milletvekilleri hakkında farklı savcılıklar işlem başlatmıştı. Soruşturma konuları farklıydı, dosyaların birbiriyle bir irtibatı yoktu. Normalde her bir vekil ayrı tarihlerde davet edilir, gelmedikleri takdirde yine her biri için ayrı bir zorla getirme prosedürü tatbik edilirdi. Lakin öyle olmadı. Bir düğmeye basılmışçasına, bütün savcılıklar aynı saatte harekete geçti ve milletvekillerini yaka paça gözaltına aldı. Ertesi gün de HDP’nin il teşkilatlarına yönelik operasyonlar yapıldı. Şırnak Belediyesi’ne kayyum atandı.

Yapılıp edilenler, sürecin arkasında güçlü bir siyasi iradenin varlığına delildi. Her ne kadar hükümet temsilcileri “Bağımsız yargının kararıdır, herkes saygı göstermelidir” diyorduysa da, işin saf hukukla ilerlemediği açıktı. Evet, perdenin önünde hukuki aktörler — savcılar, hakimler, mahkemeler — görünüyordu ama gerçekte işler alınan siyasi kararlara uygun olarak yürüyordu. Yani hükümetin başlattığı topyekun mücadele stratejisi hukuka da sirayet ediyor, hükümet siyasi gözdağı mesajını hukuk aracılığıyla iletiyordu.

Yanlışlıklar silsilesi burada da durmadı. Vekiller tutuklandı. Karar verilirken ne AİHM’nin, ne de Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) içtihatlarına itibar edildi. Oysa Anayasa Mahkemesi, Mustafa Balbay kararında çok önemli noktalara işaret etmişti. Mahkemeye göre tutukluluk istisna, hürriyet esastı. Ancak kişi hürriyeti ve güvenliği hakkına oranla daha ağır bir kamu yararı mevcut ise, tutuklama haklı görülebilirdi.

“Aslolan, halkın siyasi iradesinin parlamentoya yansımasıdır”

Eğer tutuklanan kişi milletvekili ise, bu takdirde seçilme hakkı ile temsil hakkı göz önünde bulundurulmalıydı. Seçilme hakkı, sadece aday olmayı değil, kişinin seçildikten sonra parlamentoda bulunma hakkını da — yani kişinin milletvekili sıfatıyla temsil yetkisini fiilen kullanabilmesini de — ihtiva ederdi. Bu nedenle “seçilmiş milletvekilinin yasama faaliyetine katılmasına yönelik müdahale, sadece onun seçilme hakkına değil, aynı zamanda seçmenlerinin serbest iradelerini açıklama hakkına da yönelik bir müdahale teşkil edebilir” idi.

Dolayısıyla mahkemeler milletvekillerin tutukluğu hakkında karar verirken,

* hem kişi hürriyeti ve güvenliği hakkından,

* hem de seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkının kullanılmasından kaynaklanan yarardan çok daha büyük bir yararın varlığını, somut olgulara dayanarak göstermeliydi.

Aynı kararında AYM, aslolanın halkın siyasi iradesinin parlamentoya yansıması olduğunu belirtmişti. Halkın siyasi iradesi engellenmemeli ve hakkın özü etkisiz hale getirilmemeliydi. Vekillerin yasama faaliyetlerini yerine getirmelerini engelleyecek ölçüsüz müdahaleler, halk iradesiyle oluşan temsil yetkisini ortadan kaldıracak ve seçmen iradesinin parlamentoya yansımasını önleyecekti.

Hülasa, hukuken çok sıkıntılı bir durum var ortada. Ancak kimsenin hukukun inceliklerine riayet etme ve hukukla zaman kaybetme (!) gibi bir derdi yok. Siyasi açıdan da manzara insanın içine kasvet çöktürüyor. Hükümet artık elini en yükseğe taşıdı. Belediyelere kayyum atanması, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi eşbaşkanlarının tutuklanması derken, sıra Meclis’te en büyük üçüncü gruba sahip partinin eşbaşkanlarını da hapishaneye yollamaya geldi. Bundan daha da ötesi yok zaten!

Gemi azıya almak

Durumu düzeltmek adına iç ve dış şartlar da son derece olumsuz. Batı ile ilişkilerin tadı kaçmış durumda. Batı hem 15 Temmuz ardındaki olağan şüpheli, hem de PKK’nın arkasındaki güç olarak değerlendiriliyor. Halkta Batı karşıtlığı almış yürümüş, milliyetçi duygular da en üst seviyeye çıkmış. Böyle bir ortamda ne içerden yükselecek itidal çağrılarına, ne de Batı’dan gelecek eleştirilere değer atfedilir.

Öte yandan PKK de gemi azıya almış vaziyette. Tabanı ile arasındaki mesafe açılıyor, çağrılarına kulak tıkanıyor, davetleri karşılık bulmuyor. O da buna cevap olarak, sağda solda bomba patlatıyor ve masum insanların kanına giriyor. Diyarbakır’daki son katliamı TAK üstlendi ve eylemlerini artıracağı tehdidinde bulundu.

Siyasi akıl tamamen taca çıkmış durumda. Siyasetten, demokrasiden, çözümden bahsetmek her geçen gün güçleşiyor. Kendilerine “realist” payesi verenler, “Bu yol, yol değil” diyen az sayıdaki kişiyi de “naif” diye etiketleyip tefe koyuyor. Sanki onların “realist” olarak görüp yücelttiklerini bu ülke daha önce denemedi ve sanki bütün bunlar boşa çıkmadı!

Vitesi boşa alınmış bir halde, yokuş aşağı giderek artan bir süratle ilerliyoruz. Her gün bir oraya bir buraya çarpıyoruz zaten; ama belimizi güç doğrultacağımız büyük bir duvara çarpmaktan korkarım…

Serbestiyet, 08.11.2016

Çağrı’dan sonra!

Misyonerlik -bizim için olumsuz çağrışımlar yapsa da- her din ve hatta ideolojinin doğası gereğidir ve bu yolda zamanın imkânlarının ve özellikle de kitle iletişim araçlarının kullanılması normaldir.

Bugün TV’lerden izlediğimiz kanallar arasında onlarca dini içerikli kanalın olması ve programların yapılması bu nedenle çok da şaşırtıcı değil.

Yine de bir kısım Müslüman çevrelerin geldiği nokta açısından oldukça ironik çünkü bugün, düne kadar televizyonu “şeytan icadı” gören ve evlere dahi girmesine izin vermeyen pek çok cemaat-tarikatın bugün kendi TV kanalları var.

Mecit Macidi’nin “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmine gösterilen tepkilerin bir kısmı bana yukarıdaki çağrışımları yaparken diğer taraftan İslam kültür ve medeniyetinin en yüksek seviyelerde olduğu asırlarda ‘böyle bir teknolojik imkân olsa idi ne olurdu?’ sorusunu sordurdu.

Tabii ki böyle bir soruya cevap bulmak zor ancak bazı verilerden yola çıkarak birtakım çıkarımlarda bulunabiliriz.

Örneğin; mimari açıdan Müslümanlar daha çok erken çağlarda diğer dinlere ait tapınaklarla boy ölçüşecek yapılar inşa ederken, pek çok açıdan da bunları aşmıştı. İslam toplumunun putlara olan yaklaşımı nedeniyle heykeltıraşlık yoktu ama onun yerine süsleme sanatlarında eşsiz ve mükemmel örnekler verilmişti. Hat sanatı başlı başına müthiş bir estetik ve zevki içinde barındırırken, daha sonraki çağlarda müziği dahi günah kabul edecek nesillere rağmen müthiş bir musiki birikimi oluşturulmuştu. Şiirin ulaştığı seviye ise zaten tartışma dahi götürmez. Resim yoktu ama minyatür sanatı bu boşluğu fazlası ile dolduruyordu. Hatta ileri sürüldüğü gibi insan figürünün hiç kullanılmadığı iddiası da gerçeği yansıtmıyor. Selçuklu sanatında insan figürünün kullanıldığı Divriği Şifahanesi ve Sivas Şifaiye Medresesi gibi çok önemli yapılar var.

Harun Reşit ve bazı Abbasi halifelerinin Bizans’la yaptıkları antlaşmalarda savaş tazminatı olarak Bizans kütüphanelerinde bulunan antik el yazmalarının birer nüshasını istedikleri düşünülürse sinema sanatı bin yıl önce ortaya çıksa idi muhtemelen o gün bu sanatı en etkin şekilde kullanmakta bir beis görmeyeceklerdi.

Bugün dinin -daha doğrusu Ehl-i Sünnet’in- temeline dinamit konuluyor diye feryat edenlerin tavrı bu açıdan seleflerine göre inanılmaz derecede geri… Selefleri olsaydı muhtemelen İslam’ı yaymak, Hz. Muhammed’i farklı açılardan en çarpıcı şekilde anlatmak ve de iktidarlarını meşrulaştırabilmek adına beyazperdenin her türlü imkânını kullanabilmek için çaba ve emek harcıyor olurdu.

“Çağrı” gibi bir filmin üzerine M. Macidi’nin filmini izleyince şahsen bir hayal kırıklığı yaşadığımı belirtmem gerekiyor. Maalesef Çağrı’da aldığımız o deruni hissi bu filmde çok az sahnede alabiliyoruz. Filmde Hz. Muhammed’in peygamberlik öncesi devri gerçek üstü motiflerle iç içe geçirilerek ve mizansenlerle süslenerek bilinen gelecek için bir hazırlık dönemi gibi resmedilmiş. Filmi ayakta tutmak için birtakım mizansenlere ihtiyaç olmakla birlikte bilinen gerçeklere aykırı rollerin verilmesi ise bir başka problem. Aynı problem yer yer Çağrı’da da vardı ama filmin genel bütünlüğü içinde çok da fazla sırıtmıyordu. Burada ise açıkça sırıtıyor. Hz. Muhammed’e sürekli süikast girişimlerini filmde heyecanı ayakta tutmak için bir mizansen kabul etsek de mesela Ebu Lehep’e biçilen rolün kabul edilebilir bir yanı yok.

Filmde o kadar çok bilinen tarihsel olguya aykırı tema var ki film bu hali ile olsa olsa İsrailiyata boğulmuş ve hadislerle desteklenmiş bir Folk İslam Peygamberi algısının sahnelenmesinden öteye gitmiyor. Filmin merkezinde Abdulmuttalip ve Ebu Talip’in olması hasebiyle filme Şia propagandası yaftası yapıştırılması ise açıkçası bir haksızlık.

Film bu hali ile Müslümanlardan çok Müslüman olmayanlara hitap ediyor. Bizim için filme kızanlara ise “yapabiliyorsanız daha iyisini siz yapın” demek kalıyor.

Karar Gazetesi, 09.11.2016

AYM’de OHAL KHK’larına ilişkin radikal içtihat değişikliği

15 Temmuz 2016 Günü Türk demokrasisi büyük bir badire atlattı. Tabiri caizse Türk halkı, dünyada emsali olmayan bir kahramanlık göstererek, Türk demokrasisini ipten aldı. Hükümet çok geçmeden ülke genelinde geçerli olmak üzere olağanüstü hal (OHAL) ilan etti ve bu tarihten itibaren de devletin kılcal damarlarına kadar sirayet eden darbeci kadroları, bir yandan devletin bünyesinden atabilmek, diğer yandan da OHAL’e sebep olan ortamdan çıkabilmek için lüzumlu tedbirleri almaya başladı. Hükümet bu tedbirlerden bir kısmını OHAL Kanun Hükmünde Kararnameleri (KHK) ile alma yoluna gitti. CHP, bu KHK’lerin bir kısmı hakkında AYM’de iptal davası açtı. 1982 Anayasası’nın 148. Maddesinde yer alan OHAL KHK’larına ilişkin iptal davası açma yasağı karşısında, AYM’nin ne tür bir tutum sergileyeceği merak konusu idi. Önceki günlerde CHP tarafından açılan iptal davasının AYM tarafından yetkisizlik gerekçesi ile reddolunduğu bilgisi kamuoyuna yansıdı.

İptal davasına konu olan OHAL KHK’leri ile bazı kanunlarda değişiklikler yapılmıştı. Bu değişikliklerin bir kısmı sadece OHAL süresince geçerli iken, diğer bazıları OHAL süresi sona erdikten sonra da yürürlüğünü sürdürecek şekilde değişiklik meydana getirmekteydi.

Öngörülen ölçüt

AYM’nin daha önce vermiş olduğu bir karara göre, OHAL’in gerekli kıldığı konularda çıkarılan KHK’ler, OHAL’in ilan edildiği bölgelerde ve ancak OHAL’in devamı süresince uygulanabilir. OHAL’in sona erdiği halde, OHAL KHK’larındaki kuralların uygulanmasına devam edilmesi imkânsızdır. OHAL KHK’ları ile kanunlarda değişiklik yapılamaz. OHAL KHK’ları ile getirilen kuralların OHAL bölgeleri dışında veya OHAL’in sona ermesinden sonra da uygulanmalarının devamı isteniyorsa bu konudaki düzenlemenin kanunla yapılması zorunludur (AYM Kr: E. 1991/6, K. 1991/20, KT: 03.07.1991). CHP’li yöneticiler, OHAL KHK’ları hakkında iptal davası açtıktan sonra, kamuoyuna yaptıkları açıklamada bu iptal gerekçesine referans yapmışlardır. Anayasanın 91. maddesine göre, OHAL KHK’ları, olağan KHK’lar için Anayasanın 91. maddesinde yer alan konu sınırlandırmalarına bağlı değildir. Sosyal ve ekonomik hak ve hürriyetler yanında temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile siyasi haklar ve ödevler de OHAL KHK’larıyla düzenlenebilir. OHAL KHK’larının düzenleme alanı, OHAL’in gerekli kıldığı konularla sınırlıdır. OHAL’in gerekli kılmadığı konular OHAL KHK’larıyla düzenlenemez. 148/1. maddeye göre, OHAL’lerde çıkarılan KHK’lerin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla, AYM’de dava açılamaz.

Anayasadaki hükümlerde OHAL KHK’ları için öngörülen tek ölçüt, “OHAL’in gerekli kıldığı konular”dır. “OHAL’in gerekli kıldığı konular”la alakalı acil kanuni değişiklik ihtiyacının ortaya çıktığı bazı durumlarda, OHAL ilanına sebep olan olayların ortadan kaldırılması amacına yönelik durumun gerekli kıldığı tedbirler kapsamında, kanuni değişiklik neticesini ortaya çıkarabilecek KHK çıkarma ihtiyacı hâsıl olabilir. Mesela darbe teşebbüsü esnasında Meclis bombalanırken, kanunla düzenlenebilecek bir konuda meclisten kanun çıkarılması nasıl beklenir? Askeri mahkemelerde görev yapan hâkimlerin neredeyse tamamına yakınının açığa alındığı bir ortamda, bu mahkemelerin bu haliyle yargılama yapması nasıl mümkün olur. Askeri pilotların büyük ekseriyetinin ihraç edilmesiyle pilot ihtiyacının karşılanması zaruretinin hâsıl olduğu bir ortamda, ilgili kanuna OHAL KHK ile yapılacak bir madde eklemesi ile bu ihtiyacın bir başka yolla karşılanması yetkisi veren bir düzenlemenin KHK yoluyla yapılmasına mani olunması neticesinde telafisi imkânsız sonuçlar ortaya çıkabilir. Bu gibi durumlarda önce OHAL KHK yoluyla lüzumlu düzenleme yapılıp, daha sonra da bu KHK’nin TBMM tarafından onaylanarak kanunlaştırılması mümkündür. Anayasada OHAL KHK’ları ile kanunlarda değişiklik yapılmasını men eden hiçbir hüküm yoktur. KHK ile kanuni değişiklik yasağı kaynağını tamamen AYM içtihadından almaktadır.

AYM’nin, OHAL KHK’ları ile kanunlarda değişiklik yapabileceği yönünde bir içtihat değişikliğine gitmesine mani bir durum yoktur. Nitekim KHK’nın tanımı da bu tür bir içtihat değişikliğine müsaittir. Çünkü KHK, doğrudan anayasanın ya da yasama organının kanun ile verdiği yetki üzerine, Bakanlar Kurulu’nun yürürlükteki kanunları değiştirme işlemidir. Kısaca kanunlarda değişiklik yapmak, KHK’ların bir “tanımlama unsuru”dur; KHK’larla kanunlarda değişiklik yapılamaz demek, söz konusu işlemi KHK olmaktan çıkarmak demektir. OHAL KHK’ları ile Bakanlar Kurulu’na verilen yetkinin yasama yetkisinin devri mahiyetinde olduğu belirtilmektedir. E. Özbudun’a göre, OHAL KHK’ları, yürütmenin anayasaya göre sahip olduğu “özerk ve asli bir düzenleme yapma yetkisi”nin tipik bir örneğini meydana getirir (Türk Anayasa Hukuku, 2012, s. 257). M. Erdoğan’a göre, OHAL rejimlerine mahsus KHK çıkarma yetkisi, yürütmeyi, yasamaya nispetle ikincil bir işlev olmaktan çıkarmakta ve onun Anayasa’nın 8. maddesinde belirtilen “yetki” yönünü somutlaştırmaktadır. Burada yürütmenin, kanunları uygulamakla sınırlı olmayan ve doğrudan doğruya anayasadan kaynaklanan bir yetkiyi kullanması söz konusu olmaktadır (Anayasa Hukuku, 2011, s. 291).

“OHAL’in gerekli kıldığı konular”ın neler olduğu Anayasa ve Kanunlarda açıkça belirlenmiş değildir. Bu vesileyle, “OHAL’in gerekli kıldığı konular” ifadesinin kapsamı çok geniş ve belirsizdir. Çünkü OHAL dönemlerinde demokratik hukuk devletine yeniden işlerlik kazandırılabilmesi için hemen her konu OHAL’in gerekleri kapsamına dâhil edilebilir. OHAL’in gerekli kıldığı konuların kapsamı, Anayasa ve OHAL Kanunu’nun kriz durumlarına ilişkin düzenlemelerinin tanımı, OHAL’i gerekli kılan ve ilanına sebep olan olayların niteliği ve gerekleri dikkate alınarak belirlenir. Bu hususun büyük ölçüde OHAL ilan eden ve yetkileri kullanacak olan organın inisiyatifine bırakıldığı söylenebilir.

Asli ve özerk düzenleme

AYM’nin önceki içtihadına göre, OHAL KHK’larıyla “asli ve özerk bir düzenleme yapma yetkisi”nin kullanılması mümkün değildir. Bu da, hem Anayasa’nın 91. maddesinde yer alan “sıkıyönetim ve OHAL’ler saklı kalmak üzere” hükmünü anlamsızlaştırmış olmakta, hem de KHK, KHK olmak işlevini yitirmiş olmaktadır. Bu vesileyle AYM’nin bu içtihadında benimsenen anlayışa göre, OHAL KHK’leri, KHK tanımından uzaklaştırılarak, “Kanun hükmünde ya da gücünde” değil, “tüzük ya da yönetmelik hükmünde ya da gücünde” bir idari işleme dönüştürülmüş olmaktadır. Bunun KHK’nin anayasal mahiyeti ile bağdaşırlığı yoktur. Bu vesileyle AYM’nin önceki içtihadını değiştirmesi zorunluluk arz etmektedir.

Kanaatimce, OHAL dönemlerinde çıkarılan KHK’lerle kanunlarda değişiklik yapacak düzenlemeler yapılabilir. Anayasa bunun için sadece TBMM (siyasi) denetimini öngörmüştür. Bunun ötesine geçilerek yapılan anayasallık denetimi, AYM’nin “Anayasa ile verilmeyen bir devlet yetkisi kullanması”; tabiri caizse fabrika ayarlarının dışına çıkması manasına gelir ki, bu da, hem bizzat AYM tarafından Anayasanın açıkça ihlal edilmesi, hem de “yetki ve fonksiyon gaspı” manasına gelecektir.

OHAL KHK’lerinin TBMM tarafından aynen ya da değiştirilerek kabul edilmesi halinde, artık söz konusu KHK’ler bir kanun haline dönüşmekte ve bu kanunlara karşı da AYM’ye dava açma yolu açık olmaktadır. Nitekim 667 Sayılı ilk KHK TBMM genel kurulunda görüşülmüştür. OHAL döneminde çıkarılan diğer KHK’lerin de bir an önce TBMM’de kanunlaşmasının gerekli olduğu kanaatindeyim. Bu yolla hem tartışmalar azalacak, hem de söz konusu işlemler hakkında anayasallık denetimi yolu açılmış olacaktır. Diğer yandan KHK’nin kanun haline gelmiş hali hakkında açılacak iptal davası neticesinde söz konusu kanunun iptal edilme ihtimali ise oldukça zayıflayacaktır.

AYM, CHP’nin OHAL KHK’ları hakkında yaptığı iptal başvurusuyla alakalı vermiş olduğu ret kararıyla hem anayasal olarak sahip olduğu yetki ve fonksiyon alanına rücu etmiş hem de OHAL döneminde çıkarılan KHK’larla alınan önlemlerin akim kalması teşebbüsüne mani olmuştur. Aksi yönde bir karar, hem halkın 15 Temmuz’da yapmış olduğu darbeyi önleme işlemi önemli ölçüde aksatılmış, hem de ülke yeniden kaosa sürüklenmiş olacaktı. AYM, ret kararı ile kendisinden anayasal olarak beklenen işlevi icra ederek bu tür felaketlere mani olmuştur.

Star Açık Görüş, 22.10.2016

Kumpas, reddi miras veyahut fayda?

Diyarbakır Belediye eşbaşkanları Gülten Kışanak ve Fırat Anlı’nın ve ardından HDP’li eşbaşkanlar Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile bazı vekillerin tutuklanmasının hukuki bir mesele değil, siyasî bir operasyon olduğu gayet açık. Zira söz konusu kişilerin bugün suçlandıkları hususlarla bire bir aynı veya benzer söz veya eylemleri Çözüm Süreci döneminde de – hattâ fazlasıyla – mevcuttu.

Siyasî operasyon olduğu kesin de, siyasî operasyonu kimin kime yapmış olabileceği sorusunun cevabı pek net değil! Operasyonların arkasında hükümetin/Erdoğan’ın güçlü bir siyasî iradesi olduğu anlaşılıyor; ancak son tahlilde bu işten en zararlı çıkacak olan Erdoğan ve AK Parti’ymiş gibi görünüyor.

Eğer 17/25 Aralık 2013, ardından 15 Temmuz 2016 ve sonrasında yürütülen FETÖ operasyonlarını yaşamamış olsaydık, herhalde bu olaylar karşısında şöyle bir değerlendirme yapan sıradan bir AK Partili (destekçisi veya üyesi) çok fazla yadırganmazdı: “Cemaat, bu tutuklamalarla emrivaki bir durum yaratarak hükümeti etkisizleştirmek, Erdoğan’a rağmen kendi politikalarını uygulamak ve Erdoğan’ı /AK Parti’yi bitirmek için bir operasyon yapıyor. Asıl operasyon Erdoğan’a/AK Parti’ye yapılmış oldu.”

Gülencilerle kavga açığa çıkmadan önce; Oslo görüşme kayıtlarının sızdırılmasını, kelepçeli görüntülerle KCK tutuklamalarını, 12 Şubat 2012’de Hakan Fidan’ın  — aslında Başbakan Erdoğan’ın — PKK müzakereleri sebebiyle ifadeye çağrılmasını, sonrasında ise AK Parti’nin açıkça PKK’ya göz yummakla ve Çözüm Süreci diye diye ülkeyi bölünmeye götürmekle suçlanmasını, derin devlet temizlendiğine göre Kürt meselesinin çözümünde güvenlikçi yöntemin “artık” işe yarayacağı propagandasını, bu arada bir de şüpheli Uludere/Roboski vakasını hatırlayalım.

Bunları düşününce, söz konusu AK Partilinin “son operasyonları da yapsa yapsa FETÖ (eğer bu kadar deşifre olmasaydı) yapmıştır” demesi tuhaf kaçmazdı. Zira büyük risk alarak Kürt meselesinde demokratik ve siyasî çözümü masaya getiren ve (epey bir süre) arkasında duran, Erdoğan’dı.

Doğrusu böyle bir açıklama “hâlâ” ikna edici olabilseydi, kurgusal AK Partilimizin hem vicdanını hem mantığını hayli rahatlatan ve işini kolaylaştıran bir açıklama olurdu. Zira bu operasyonları ne demokrasi açısından, ne de siyasî fayda bakımdan açıklamak, anlamlandırmak ve tutarlı şekilde savunabilmek pek mümkün görünmüyor.

Bu tutuklamalarda, demokrasi açısından ilk problemli boyut, AK Parti’nin şimdiye kadar hep savunageldiği, hem ulusalcı vesayetle hem Gülenci vesayetle mücadele ederken başvurduğu ve değer atfettiği seçim ve temsil mekanizmalarının çiğnenmiş olmasıdır.

Aslında AK Partililere sandık ve seçimlerin kritik önemi ve değerini anlatmaya ihtiyaç yok. Zira siyasî serüvenleri boyunca, seçim başarılarına yönelik “sandık fetişizmi, sandık demokrasisi, oy meşruiyet sağlamaz, çoğunluk diktası” gibi — seçimi ve temsili karalayıcı — saldırılarla mücadele etmek zorunda kaldılar.

Siyasî meseleleri hukuku ve yasaları kullanarak bastırmaya, yok saymaya veya bunlar üzerinden siyaseti dizayn etmeye çalışmanın, buna kalkışanlar açısından başarısızlığı defalarca teyit edilmişken; Kemalist vesayet rejiminin dindarlara ve Kürtlere yönelik baskıcı politikalarının ve siyasî dizayn çabalarının geldiği nokta ortadayken… bunların yanlışlığını veya işe yaramazlığını ayrıca anlatmak gerekmez.

AK Parti çevreleri siyasilerin tutuklanmasını haklı göstermeye çabalasa da, kendi geçmişleri ve savundukları ilkeleri, değerleri ve politikaları reddetmedikleri sürece, ileri sürdükleri gerekçe ve argümanlar çok zayıf ve kırılgan kalmaya mahkûm görünüyor. Tümü, tarihin hatırlatılması ile çürütülecek cinsten basit akıl yürütmeler.

Sık başvurulan bir argüman üzerinden bunu göstermeye çalışalım: “Onlar da ifade vermeye gitselerdi, kimseye ayrıcalık yapılamaz, bak diğer partilerin mensupları nasıl gitti.” Oysa savunmaya zorla götürülmeleri tutuklanmalarını gerektirmezdi; ifadeleri alınır, tutuksuz yargılama devam ederdi; böylece yasama ve temsil görevlerini yapmayı sürdürebilirlerdi.

Diğer taraftan bu argüman, aslında HDP’lilere yönelik ayrımcılığı, sanki onlar ayrımcılık talep ediyormuş gibi sunduğu için hile içeriyor. Dokunulmazlıkların kaldırılması meselesi en başından beri HDP’liler özelinde gündeme geldi. Ancak böyle bir “hedef alma” yokmuş havası verebilmek için bütün vekillerin dokunulmazlığını bir seferliğine toptan kaldırma yoluna gidildi.

HDP’lilerin tutuklanması “hukuk” temelliymiş gibi gösterilmeye çalışılsa da, yapılan suçlamalara daha yakından bakıldığında, esasen HDP’lilerin — terörist cenazesine gitmek gibi — kötü siyaset ve ahlâkî zayıflık ile suçlandığı görülüyor. Gerçekten de HDP’liler siyaseten büyük bir hatâ işlediler. Seçmenin demokrasi içinde siyasî çözüm için verdiği oyu PKK’nın siyasal şiddetine meze yaparak berhava ettiler. Şiddeti kimden geldiğine göre ayırt ettiler; sivil ayağı ve sivil siyaseti şiddet ve militarizm karşısında iyice zayıflattılar. Yalan haber ve dezenformasyondan medet umdular.

Ancak bunların hiçbiri tutuklamaları haklı kılmaz. Meselenin basit bir siyasî ihtilaf olmadığını, ortada yıllardır karşılıklı tırmandırılan, kan ve ölümle beslenmiş bir durum olduğunu hatırda tutmak gerekir. Siyasî hataların, suistimallerin ve kötüye kullanmaların cezası ve karşılığı yine siyaseten verilmelidir. Partinin seçmenleri zaten 7 Haziran ile 1 Kasım arasında bu cezayı kısmen kesmişlerdi. İzlenen hendek siyaseti üzerine halk kesilen cezayı daha da ağırlaştırmıştı. Tutuklanmalarına yönelik tepkinin cılızlığı bunun en son kanıtı olarak ortada duruyor.

Bu operasyonların demokrasi açısından anlatılması ve anlaşılması zor olan ikinci boyutu ise, AK Parti’nin ve bizzat Erdoğan’ın Kürt meselesini siyasî ve demokratik yollarla çözme politikasını yüksek risk almak pahasına yıllarca savunmuş olmasıdır. Bir lider olarak Erdoğan, tabuları yıkan, ülke barışı ve adalet için elini taşın altına koyan bir lider olarak başarısı ve saygınlığının önemli bir kısmını bu meseleden elde etti.

Son yıllara gelinceye kadar pek çok alanda açılım sağlanmış, inkâr ve asimilasyondan Kürt halkının varlığını tanımaya evrilen bir seyir izlenmiş, Kürtlerin özgürlükleri genişletilmiş ve Kürt referanslı siyasetin alanı açılmıştı. Erdoğan ve AK Parti Kürt meselesinde rejimin tabularını arka arkaya yıkmış, bu açılımlar için ulusalcılara ve onların devletteki ister açık ister derin uzantılarına karşı şiddetli bir kavga vermişti. Benzer bir mücadele ve kavga, ulusalcı derin devleti çökerten ama onların yerine geçen FETÖ’ye karşı da verilmişti.

İşte bu yakın geçmiş, şimdi HDP’lilere yönelik operasyonlara bakıldığında, bir AK Parti seçmeninin acaba ulusalcı derin devlet ve Gülenci derin devlet artıkları birleşerek bir “kumpas” mı kurdu diye sorabilmesinin rasyonalitesini sağlayan zemindir. Çünkü bu politikalar, ulusalcıların zaten önceden denediği ve hep savunageldiği politikalara; Gülencilerin de kendilerini “asli iktidar” olarak görecek güveni hissettikleri zamanlarda hükümeti çeşitli yollarla uygulamaya zorladıkları politikalara tekabül ediyor.

Şimdi HDP’li Belediye başkanı ve vekillere yönelik bu operasyonu bir “kumpas” ile açıklayabilmesinin “görünen olgusal temeli” kalmadığından, kurgusal AK Partilimiz yeni bir açıklamaya yönelebilir: AK Parti önceden savunduğu ilke, değer ve politikalardan bir sebepten vazgeçti (bu vazgeçişe, belki siyaseten gerekli veya zorunlu bularak hak verecektir; burası ayrı bir konu). Söz konusu AK Partili, bu vazgeçiş sebebiyle önceden suç olmayan şeylerin şimdi suç olarak görüldüğü veya önceden yanlış bulunan şeylerin şimdi doğru bulunduğu gibi bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu itiraf etmek durumunda kalacaktır.

Bu durumda, operasyonların şimdikine göre daha sağlam ve ikna edici bir savunması, ancak AK Parti’nin artık değiştiğinin, Yeni AK Parti’nin Eski AK Parti’ye reddi miras yaptığının açıkça ilân edilmesi ile mümkün görünüyor. Bu şöyle bir açıklama olabilir: “Kemalistler/ulusalcılar seçmen iradesinin o kadar da matah bir şey olmadığını, seçmenin yanılabileceğini söylerken haksız değillermiş. Yine Kürt meselesi diye bir şeyin olmadığını, meselenin sadece ekonomik refah ve güvenlikçi tedbirlerle çözülebileceğini, siyasî ve demokratik alanın genişletilmesinin çözüme değil bölünmeye yol açacağını, dolayısıyla siyasî baskının şart olduğunu savunurlarken de haksız değillermiş. Şimdi bunu daha iyi anlıyoruz.”

Bunun ardından varsayımlara devam edelim; AK Parti’ye kumpas kurulmadığı gibi, AK Parti’nin kendi mirasını reddetmek gibi bir niyetinin de olmadığını varsayalım. Bu durumda değişimi açıklamak ve anlamlandırmak için geriye sadece siyasî fayda veya avantaj elde etme motivasyonu kalır. Bu durumda operasyon, siyasî kazanç elde etmek amacıyla yapılmış stratejik veya taktik hamleler olarak ortaya konulacaktır. Farazî AK Partilimiz, bu operasyonların AK Parti’nin çıkarına sonuçlar üreteceği, bir parti olarak elini güçlendireceği ve desteğini artıracağı hesabıyla yapılmış olduğu açıklamasına yönelebilir.

O halde olası siyasî kazancın/faydanın ne olduğunun gösterilmesi gerekir. İlk olarak, AK Parti’nin bu operasyonlar ile HDP oylarının kendisine yönelmesini öngörüp öngörmediği sorulabilir. Ancak bu sorgulamadan olumlu bir sonuç çıkması mümkün görünmüyor. Mevcut sosyolojik ve siyasî konjonktürde, eğer belediye başkanları ve vekiller üzerinden partiye bu müdahale yapılmamış olsaydı, önceden HDP’ye giden oyların en azından bir kısmının AK Parti’ye kayma olasılığının daha yüksek olduğu rahatlıkla söylenebilir.

HDP zaten epey zamandır bölge halkından duygusal olarak kopmuş, seçmeninin talep ve beklentilerine göre politika geliştirme kabiliyetini kazanamamış ve desteği giderek azalan bir parti konumundaydı. Yaptığı tarihi hatalar ve gösterdiği siyasî cesaretsizlik sebebiyle, Meclisin üçüncü  partisi olmasına rağmen siyasette etkisiz eleman durumuna düşmüştü. Hem halk desteğini hem siyasî etki gücünü kaybettiği bir dönemde yapılan bu operasyonun HDP’ye can suyu olabileceğini düşünmek daha makul görünüyor. Dolayısıyla böyle bir fayda umularak operasyonlara yol verilmiş olması anlamlı değil.

Peki, HDP’yi zayıflatarak yeni bir Kürt siyasi hareketi ve partisine yer açmak gibi bir fayda uğruna bu operasyon yapılmış olabilir mi acaba? Bu soruya da verilecek cevap açık ki olumsuz olur. Aslında mevcut koşullarda, müdahale edilmeseydi böyle bir siyasî iklim zaten kısmen oluşmuştu, oluşuyordu. Kendiliğinden zayıflayan bir HDP’nin yerine yeni ve sivil bir siyasî hareketin çıkması ve palazlanması umulabilirdi. Hele PKK’nın bölgedeki silahlı hâkimiyeti yapılan güvenlik operasyonlarıyla kırılmış, böylece PKK’nın bölgedeki hegemonyası kısmen geriletilmiş haldeyken. Oysa şimdi, böyle bir olasılık vardıysa bile  artık hiç şansının kalmadığı söylenebilir. HDP’liler “hapisteyken” ve belediyelere kayyum atanmışken, bölgede şiddet dışı yöntemleri ve demokratik siyaseti savunmak da, yeni bir siyasî hareketi desteklemek de eskisine nazaran çok daha zora girdi.

Bu durumda akla gelen başka bir olasılık, anayasa ve başkanlık referandumunda MHP’nin desteğini garantilemek uğruna “MHP politikalarının” uygulamaya sokulduğu. Diğerlerine kıyasla daha makul görünüyor, ancak yine de girişilen işin çapı sebebiyle zayıf kalıyor. Bu yolla elde edilecek bir kazancın diğer taraflardan verilecek kayıpları karşılayıp karşılamayacağı meçhul. Üstelik, bu operasyonun olası bir seçim ve referandumda desteği düşürecek bir etki yapması da mümkün.

Velhasıl, demokratik çerçevede ve olağan siyasî akıl yürütme ile HDP seçilmişlerine yönelik bu operasyonları açıklamak ve anlamlandırmak her halükarda oldukça güç görünüyor. Durumu açıklamaya çalışan son bir akıl yürütme ise, mevcut gelişmeleri ve içine girilen trendi, 15 Temmuz darbe girişimiyle devletin ve AK Parti’nin yaşadığı şiddetli sarsıntı ve çözülmenin dolaysız ve dolaylı sonuçları olarak analiz edebilir.

Belki yakında zamanda durum daha netleşir; mesele bir şekilde daha açıklanabilir ve anlaşılabilir hale gelir.

Serbestiyet, 10.11.2016

Küreselleşme nedir, ne değildir?

0

Küreselleşme, dünyada son zamanlarda yaşanan gelişmeleri açıklamak için sıkça kullanılan bir kavramdır. Bu gelişmelerin ekonomik, siyasi, sosyal, teknolojik ve kültürel boyutları olduğu için de küreselleşmenin tanımı ve anlamı kişiden kişiye göre farklılık gösterebilmektedir.[1]

Küreselleşme kavramı ile ilgili problem, bu kavramın “onlar” olduğu kadar “o” olmamasıdır. O, tek bir süreç olmayıp kimi zaman çakışan ve iç içe geçen, kimi zaman da birbiri ile çelişen ve karşıt olan bir süreçler kompleksidir.[2]

Küreselleşme kavramının net bir tanımının oturmamış olması, aslında çağımızın yeni terimlerinden biri olması ile de açıklanabilir. Bu kavram, sosyal bilimler açısından tam olarak bir kalıba, bir tanıma kavuşmak için çok gençtir.

Polonyalı filozof ve sosyolog Zygmunt Bauman, küreselleşmenin, yeryüzünün hemen hemen her alanındaki değişimi ifade etmek için kullanılan, “parolaya dönüşmüş moda bir deyim” olduğunu söylemiştir.[3]

Kavramın en genel tanımlarından biri; küreselleşmenin ülkeler arasında karşılıklı iletişim, etkileşim ve bağımlılığın artması, ekonomik, siyasî ve kültürel ilişkilerin yoğunlaşması ve ulusal sınırları aşan evrensel bir hukukun ve kamuoyunun oluşma süreci anlamına geldiği şeklindedir.[4]

Küreselleşme ile ilgili en çok tutulan tanımlardan birini, Japon yazar Kenichi Ohmae yapmıştır ve küreselleşmenin en kısa ve net haliyle “sınırsız dünya” anlamına geldiğini öne sürmüştür. Bu tanıma göre küreselleşme, basitçe, piyasanın ilkelerinin, siyasî ya da iktisadî herhangi bir sınır tanımadan daha geniş alanlarda hakimiyet sağlamasıdır. “Sınırsız Dünya” fikri ‘evrensel kapitalizm’ olarak da ifade edilmektedir.

Avusturya ekolünün önde gelen isimlerinden ekonomist, siyaset bilimci ve filozof Friedrich von Hayek, küreselleşmeyi; “genişle(til)miş düzen” (extended order) olarak adlandırmıştır.

Küreselleşmenin ne olduğu kadar ne olmadığı da önemlidir. Zira, küreselleşme eleştirilerinin çoğu küreselleşme bağlamından kopuk bir şekilde yapılmaktadır. Kollektivist yaklaşımlarla küreselleşme günah keçisi ilan edilmekte ve emperyalizm ile karıştırılmaktadır. Güçlü devletlerin emperyalist, saldırgan politikaları ile küreselleşme bir tutulmamalıdır. Aksi halde yapılan tespitler, yorumlar ve eleştiriler isabetsiz olacaktır.

[1] Duygu Dumanlı Kürkçü, “Küreselleşme Kavramı ve Küreselleşmeye Yönelik Yaklaşımlar”, DergiPark, Cilt: 3 Sayı: 2

[2] Andrew Heywood, Siyaset, Adres Yayınları, Ankara: 2015, s.189.

[3] Zygmunt Bauman, Küreselleşme:  Toplumsal Sonuçları, Ayrıntı Yayınları, İstanbul : 1999, s.7.

[4] Atilla Yayla, Siyasi Düşünce Sözlüğü, Adres Yayınları, Ankara: 2011, s.79

Çevreci felaket tellallığı

Çevrecilik, tabiatı korumaya çalışmak anlamına geldiği ölçüde, asil ve anlamlı bir duruş. İçinde yaşadığımız eko-sistemin temel dinamiklerinin onarılamaz biçimde tahrip olması beşeriyetin bekasını tehlikeye sokar. Ancak, eko-sistemimizin yaşamaya uygunluğunu koruması bir yandan insanın kontrolü altında olmayan tabiat şartlarına, bir yandan da insanın faaliyetlerine bağlı.

Çevrecilik hareketi 1960’larda hızlandı ve güçlenerek zamanımıza ulaştı. Temel vurgusu, çevreyi korumak için insanın üretim ve tüketim (ve hatta üreme) faaliyetlerinin gözetlenmesi, düzenlenmesi, sınırlanması ve engellenmesi. Çevreci hareket içinde ılımlı denebilecek akımlar yanında, insanı dünyadaki herhangi bir canlı seviyesinde gören ve insanın dünya üzerindeki “hegemonyasının” sona erdirilmesini talep eden radikal akımlar da var.

Çevreci hareketlerin bazıları tezlerini bilimsel olarak ispatlamaya ve insanları ikna etmeye çalışmakta. Böylece ciddî ve dikkate almaya değer çalışmalar ortaya çıkmakta. Diğer bazı çevreci hareketler ise insanları korkuya, paniğe itecek dehşet ve kıyamet senaryoları geliştirmek suretiyle mesafe almaya gayret etmekte.

Bu çizgideki kişiler ve gruplar bir anlamda felaket tellallığı yapıyor. Felaket senaryolarını kitaplarda (ve filmlerde) hikâye ediyor. Bu doğrultuda epeyce geniş bir külliyat ortaya çıktığı söylenebilir. Bir süre önce bu senaryoları/kitapları ele alıp değerlendiren ilginç bir kitap yayınladı. Kitabın yazarı Ronald Bailey, adı Kıyametin Sonu, yayıncısı ABD’de Cato Institute.

Çalışma R. Carson’un Silent Spring’inden (Sessiz Bahar) Roma Kulübü’nün The Limits to Growth’una (Büyümenin Sınırları) kadar yakında gerçekleşecek çevre kıyametleri kehanetinde bulunan kitapların/yazarların izini sürüyor. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra beşeriyetin yaşamaya devam ettiğine, uygarlığın çökmediğine, yani kehanetlerin boşa çıktığına işaret ediyor.

Çevre kıyameti kitaplarının en iyi bilinenlerinden biri Stanford Üniversitesi’nden biyolog P. Ehrlich’ın 1968’de bestseller olan Population Bomb’uydu (Nüfus Bombası). Ehrlich sınırlanmayan nüfus artışının birkaç yıl içinde yiyecek arzını aşacağını ileri sürdü. Ona göre, tüm insanlığı besleme mücadelesi kaybedilmişti, 1970’lerde dünya kıtlıklarla karşılaşacak ve milyonlarca insan açlıktan ölecekti. Yazar artan nüfustan öylesine tedirgindi ki, insanlığı büyüyen bir kanserli ura benzetti. Ancak, Ehrlich’in kehanetleri gerçekleşmedi. Bugün daha çok sayıda insan daha iyi besleniyor.

Gerek Ehrlich gerekse aynı kafadaki diğerleri neden böyle abartılı ve zayıf temelli kehanetler yapmaya girişiyor? R. Bailey’e göre bunun ana sebebi insan zekâsını ve yaratıcılığını hafife almaları. Yazarın ifadesiyle, insanlar meradaki otları tüketip ölümü bekleyen ceylan topluluğu değil. İnsanlar daima daha fazla yiyecek üretmenin yollarını aradı. Bitki yetiştirmedeki gelişmeler bir Yeşil Devrim ortaya çıkardı ve yiyecek üretimi katlanarak arttı.

R. Bailey’e göre benzer bir durum diğer ekolojik alanlarda da söz konusu. ABD’de kanser oranları düşüyor. Gittikçe daha fazla toprak tarıma kazandırılıyor. Artan zenginlik kirlenmeyi azaltıyor. Temiz enerjinin maliyeti yakında fosil yakıtın maliyetinin altına düşecek. Bu gelişmelerin hızlanarak sürmesi insanın dünyadan elini eteğini çekmesini değil onunla daha çok hemhâl olmasını gerektiriyor. Buna rağmen, radikal çevreci ideologlar kıyamet hikâyeleri anlatmayı sürdürüyor. Bunun sebebi hem psikolojik hem politik. İnsanlar iyi haberleri dikkate almayıp kötü haberlere inanma eğilimine sahip. Çevre meseleleriyle ilgili bilimler tepeden tırnağa politize. Birçok çevreci hareket hırslı bir menfaat grubuna dönüşmüş durumda.

Bu yazıyı ihtiyatsızlık telkini yapmadan bitirmekte fayda var. İnsanlık 21. Yüzyıl’da –iklim değişikliği gibi- büyük çevre sorunlarıyla karşı karşıya. Ancak, felaket tellallarının çözüm önerileriyle bu sorunların üstesinden gelemeyiz. Yapmamız gereken şey, insan zekâsını ve yaratıcılığını daha çok devreye sokmak.

İdam bir çözüm mü?

Geride bıraktığımız günlerde anayasa tartışmaları bağlamında iki önemli konu gündeme geldi; vatandaşlıktan çıkarma ve idam. “Vatandaşlıktan çıkarma” oldukça ucu açık, nereye çeksen oraya gelebilecek, tehlikeli bir tartışma konusu. Vatandaşlık doğuştan gelen bir haktır. Hiçbir suretle devletler insanları vatandaşlıktan atamamalı, sadece isteyen vatandaşlıktan çıkabilmelidir.

Etyen Mahçupyan, Yüzyıllık Parantez kitabında “Modern çağda kimliği olmayan birey, yiyeceği içeceği olup da evi olmayan insan gibidir” der. Bir insanı vatandaşlıktan çıkarıp kimliksiz bırakmak, o insanı dünyada var olan bütün insan haklarından mahrum bırakmak anlamına da gelir.

Bu ve bunun gibi ucu açık anayasa maddeleri, kanun ve yönetmeliklerden yakın tarihte en çok muhafazakâr & dindar kesim zarar gördü. Hatırlayın, laikliğe aykırı olma, irtica tehlikesi gibi deli saçması sebeplerden dolayı başörtülü kadınlar kamusal hayatın dışına itilmeye çalışıldı. Söylediği şarkılar yüzünden Ahmet Kaya linç edildi, okuduğu şiirler yüzünden şu anki Cumhurbaşkanı Erdoğan zamanında hapse girdi.

İdam meselesine gelince, ülkede ne zaman bir olay olsa idamın gündeme gelmesi, ne zaman bir kötü haber alsak herkesin idam istemesi, idamın sihirli bir formül gibi lanse edilmesi garip. Garip, çünkü dünya üzerindeki farklı ülkelerde idamın kaldırılması/geri getirilmesi durumlarında suç oranlarında gözle görülür bir farklılık oluşmadığı gerçeği ortada duruyor.

Tabloda ABD’de idam cezasına izin veren eyaletler koyu yeşille, vermeyen eyaletler açık yeşille gösterilmiştir.  Çubukların yüksekliği, cinayet suçu oranlarını göstermektedir. Görülebileceği gibi, her sene, idam cezası olmayan eyaletlerdeki cinayet oranları, olanlardan dikkate değer miktarda düşüktür.
(Tabloda ABD’de idam cezasına izin veren eyaletler koyu yeşille, vermeyen eyaletler açık yeşille gösterilmiştir. Çubukların yüksekliği, cinayet suçu oranlarını göstermektedir. Görülebileceği gibi, her sene, idam cezası olmayan eyaletlerdeki cinayet oranları, olanlardan dikkate değer miktarda düşüktür.)

 

İdam cezası, 15 Temmuz  darbe girişimi  sonrasında tekrar gündeme geldi. Halkın idamın geri gelmesi konusundaki talebi, ilk defa 15 Temmuz sonrasındaki demokrasi nöbetlerinde böylesine yüksek bir seviyeye ulaştı. İdam cezasını talep etmek, kötü yönlendirilmiş öfkenin bir sonucudur.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümet temsilcileri de bu talebi görmezden gelemeyeceklerini belirten açıklamalarda bulundular. Bununla birlikte Türkiye’de idam geri gelir mi sorusu akıllarda soru işareti oluşturmaya başladı. Son olarak atılan adımlar ve yapılan açıklamalar idam konusunun meclise taşınacağını gösteriyor.

Ülke genelinde hukuka inanç toplumun her kesiminde çok sıkıntılı. Yargıdaki birçok insan FETÖ’ye hizmet etmekten dolayı görevden atıldı. Tespit edilemeyen, gözden kaçanlar da elbette vardır. Böyle bir ortamda vatandaşlıktan çıkartma, idam gibi hayatî öneme sahip konuların tartışılması zaten başlı başına bir problem.

Ben işlenen suç her ne olursa olsun idamın geri gelmesinin yanlış olacağını düşünüyorum. İdamın bir ceza türü olduğuna, geri gelmesi halinde suçların azalacağına inanmıyorum. Bir bireyin hayatına idam kararı vererek son verdirebilirsiniz fakat ona, masumluğu anlaşıldığında tekrar can veremezsiniz.

Ergenekon ve Balyoz gibi davalar süresince idam cezası yürürlükte olsaydı büyük ihtimalle FETÖ, birçok masumu sallandıracaktı. Tıpkı hapislere tıktığı gibi… Yarın da böyle bir şeyle karşılaşmayacağımızın garantisi yok. Bu yüzden idamı da vatandaşlıktan çıkarmayı da tartışmanın zamanı değil.

İktisadî bakışta yanılgıların kaynakları

Büyük filozof F. A. Hayek 1974’te iktisatta Nobel ödülünü alma töreninde yaptığı konuşmada iktisatçılara Nobel ödülünün verilmesini doğru bulmadığını söyledi. Bu ödülün sosyal bilimci olan iktisatçılara, fen bilimcilerinden farklı olarak, kamu politikalarını etkilemede sahip olunmaması gereken bir güç bahşettiğine işaret etti. İktisatçıların benimsenmesine sebep olduğu yanlış iktisat politikalarının insanlığa neredeyse tabiî afetler kadar, hatta daha da fazla zarar verebileceğine dikkat çekti.

Ülkelerin iktisadî gelişme serüvenleri ve somut iktisat politikalarının karşılaştırmalı sonuçları Hayek’i doğruluyor. Ancak, bu açıdan durum şimdi daha kötü; çünkü, iletişim araçlarının gelişip çeşitlenmesine paralel olarak, yanlış iktisadî politikalarla ilgili olumlu görüşler ortalama halk tabakaları arasında da yaygınlaştı. Bunun sonuçlarından biri yanlışların ve yanılgıların etki alanının genişlemesiydi. Şüphe yok ki, demokratik sistemin işleme biçimi de yanlışların iktisat politikalarına yön vermesini kolaylaştırdı.

İktisadî düşünce tarihinde kuvvetli ve açık üslûp sahibi yazarlar var. Bu yazarlar, iktisadî meseleleri teknik jargona ve matematik formüllerine boğmayan yazılarıyla geniş kitlelere ulaştı. Kuvvetli kalemleri olan bu yazarların en ilginçlerinden biri 19. Yüzyıl’da yaşayan gazeteci ve siyasetçi Fransız Frederic Bastiat. Bir diğeri, 20. Yüzyıl’da yaşayan Henry Hazlitt. Bastiat ve Hazlitt, arkalarında, araya ne kadar zaman girerse girsin asla eskimeyecek ve insanların ufkunu açacak yazılar, denemeler bıraktı.

Hazlitt Economics in One Lesson (Bir Derste İktisat) adlı (bu yıl Say Yayınları tarafından Türkçesi yayınlanan) kitabının başlarında popüler iktisadî düşüncedeki ana yanlışlıklara işaret eder. Hazlitt’e göre iktisatta meselâ fizikte, tıpta veya matematikte olduğundan daha fazla fikir farklılığının doğmasının sebebi, görüşlerin sahibi her grubun başka grupların menfaatleriyle çelişen menfaatlerinin olmasıdır. Bazı iktisat politikaları uzun vadede tüm kamuya yarar sağlayacakken, diğer bazı iktisat politikaları sadece belli bir gruba, diğer grupların menfaatleri pahasına, fayda sağlayacaktır. Bu, söz konusu grubu gayet etkili ve ısrarlı bir şekilde kendi tezlerini ifade etmeye teşvik edecektir. Grup, en parlak beyinleri kendi çıkarları istikametinde seferber etmeye çalışacaktır. Yanılgıların ilk sebebi budur.

İkinci bir yanılgı kaynağı, insanların belli bir iktisat politikasının yalnızca kısa vadeli ve tek bir grup üzerindeki etkilerini görmeye fakat bu politikanın tüm gruplar üzerindeki ve uzun vadede ortaya çıkacak etkilerini görmemeye yahut ihmâl etmeye meyletmeleridir. Hazlitt’e göre bu noktada iyi iktisatçı ile kötü iktisatçı arasındaki fark ortaya çıkmaktadır. Kötü iktisatçı göze hemen çarpana bakar; iyi iktisatçı onun ötesine bakar. Kötü iktisatçı politikaların yalnızca doğrudan sonuçlarına bakar; iyi iktisatçı daha uzak mesafedeki ve daha dolaylı sonuçlara bakar. Kötü iktisatçı yalnızca iktisat politikasının belli bir grup üzerindeki etkisine bakar; iyi iktisatçı politikanın tüm gruplar üzerindeki etkisinin ne olacağına bakar.

Hazlitt’e göre bu ayrım günlük hayatta da aşikârdır. Her insan hayatındaki tedbirsizliğin, aşırılığın kendisine pahalıya mal olacağını tecrübeyle bilir. Reşit olmayan çocuklar bile bu yetiye sahiptir. Fakat, iktisat politikalarına gelince durum değişir. Meselâ, parlak iktisatçılar olarak görülen ve ulusal ölçekte tasarrufu caydırıp harcamayı özendirmenin ekonomik kurtuluş yolu olduğunu söyleyen kimseler var. Bunlar, önerilerinin muhtemel kötü sonuçları kendilerine anlatıldığında, “uzun vadede hepimiz ölüyüz” diyerek kaçamak cevaplar verebiliyor. Ne yazık ki, insanlar bugün yaşanan ekonomik sıkıntıların daha önceki zamanlarda uygulanan yanlış politikaların sonucu olduğunu kavramıyor.  Bazı ekonomi politikalarının zararlı sonuçları birkaç ay içinde kendini gösterebilecekken, diğer bazı sonuçların ortaya çıkması yıllar alabilir. Her hâlükârda, yanlış politikalar mutlaka zarara yol açacaktır. Hazlitt’in deyişiyle, bu, yumurtadaki civciv, tohumdaki çiçek kadar gerçektir.

Yanlış ekonomi politikalarının hayata aktarılmasından nasıl kaçınabiliriz? Bunun başlıca yolu, daha kaliteli iktisatçılara güvenmek, onlara daha fazla güç ve yetki vermek değil, sıradan insanlara itimat etmek ve insanların ekonomik özgürlük alanını keyfî biçimde daraltmamaktır. Tecrübe ve mikro ölçekli akıl kullanma çabaları makul süre içinde mutlaka iyi sonuçlar verecektir. Gel gör ki bugün bu gerçeği en zor kabul ettirebileceğimiz tabaka profesyonel iktisatçılar sınıfıdır. Allah her ülkeyi ve dünyamızı bu tür iktisatçıların şerrinden korusun desek, insanlık için gerçekten çok iyi dua etmiş oluruz.

Sonbahar Yorgunluğu – Sonbahar-Kış Depresyonlarının ve Panik Atakların Doğal Uygulamalarla Tedavisi

0

Yazın bittiği ve yaprakların düşmeye başladığı bu sonbahar günlerinde bir çoğumuz sabahları ya erkenden uyanıyor ya da yataktan kalkmak istemiyoruz.

Kendimizi yorgun, bitkin, keyifsiz hissedebiliriz. Tembellik diye adlandırabileceğimiz bir hal yaşarız. İşe gitmek, okula gitmek zor gelebilir. Tatlı ve yemeklere aşırı düşkünlük başlar. Kimimizde de iştahta azalma ve kilo kaybı başlar. Cinsel isteğimiz azalabilir. Sabrımız azalarak daha gergin ve sinirli olabiliriz…

Depresyon- panik atak geçirenler, manik-depresifler sonbaharla birlikte bir sarsıntı yaşarlar. Şikâyetler artmaya ve sonbaharın tadını kaçırmaya başlar.

Peki ne oluyor da bazılarımız için sonbahar bir gerileme, mutsuzluk sebebi olabiliyor? Hatta mevsimsel depresyon yaşayan hastaların çoğu güneşin doğuşunu ve etrafı aydınlatmasını istemez, rahatsız olur. Birçoğu perdelerini çekip yatağında uyumayı tercih eder.

Vücudun biyolojik saati vardır. Yeni durumlara uyumumuzu ayarlar. Bu ayarı daha çok proteinler, vitaminler, mineraller, hormonlar, güneş ışınları ve uyku ile yapar.

Genetik olarak ya biyolojik saatte problem olabilir ya biyolojik saatimizin bakımını yapamıyoruzdur, ya da her ikisinde de sorun vardır.

Genetiğimizi kısa vadede düzeltme imkânı olmadığına göre, “saatimizin bakımına” özen göstermeliyiz.

Doğal yollarla neler yapabiliriz?

Sonbahar yorgunluğunu –depresyonu ve panik atakları nasıl atlatabiliriz?

Pek tabiî ki; bu önerilerimiz, özellikle kimyasal ilaç kullanmak istemeyen, kimyasal ilaçların aşırı yan etki yaptığı kişileri daha çok ilgilendirmektedir. Mevcut tedavisine ilave olarak neleri kullanabileceğini mutlaka doktoruna danışmalıdır. Halk arasında “Bitkisel ilaç”ların yan etkisi olmadığı gibi YANLIŞ bir inanç vardır. Bitkisel her ürün mutlaka bu konuda uzman insanların önerisi ile alınmalıdır… Doğal yollardan sonbahar, kış yorgunluğu; depresyon ve panik ataklarla nasıl mücadele etmemiz gerektiğinin “on altın” kuralını vereceğim.

DOĞAL ON ALTIN KURAL:

1- Pozitif düşünce ve kararlılık.

2- Doğanın kanunlarına ve genel haline uyum gösterme, doğanın önemli bir parçası bilinciyle hareket etmek.

3- Dengeli, düzenli beslenme yanı sıra; biyolojik saatin sonbahar-kış bakımını gerçekleştirecek yiyecek içeceklere dikkat etmek.

4-Düzenli egzersiz, hareketlilik.

5- Sonbahar-Kış gelmeden önce sonbahar ve kışla ilgili önemli planlar yapmak, hedefler koymak bu amaçla arkadaş grupları oluşturmak.

6-Tembel, miskin, bezgin, mutsuz ve bağımlılık davranışları olan arkadaşlardan uzak durmak.

7- Mizahla ilgilenmek, mutlaka gülebilmek, gülemiyorsak onu öğrenmek.

8- Aile değerlerini önemsemek ve iyi bir aile ortamı oluşturmak.

9- Hangi işte olursa olsun işini önemseme; işin hakkını vermek.

10-Temel insani değerlere sahip olma, kişilikli, nitelikli insan olmak.

Şimdi bu kuralları, önerileri daha detaylı açıklayalım.

DOĞAL ON ALTIN KURALIN AÇILIMI:

1- Pozitif Düşünce ve Kararlılık

Pozitif düşünce “güzel görmek, güzel düşünmek ve hayattan zevk almasını bilmektir.’’

Yağmur yağdığında “ıslandım, üşüdüm” yerine “doğanın ve hayatın suya ihtiyacı vardı; bitkiler ve hayvanlar canlanacak tabiat temizlenecek”  diye düşünebilmektir. Bir sağlık sorunumuz yoksa yağmur altında, toprağın, çimin kokusun hissederek yürümenin romantizmini yaşayabiliriz.

Yaşadığımız ve gördüğümüz durumların değil, onlara verdiğimiz anlamların bizi etkilediğini bilmektir.

Olaylara çok eksenli bakmak, alternatifli düşünmek, nedenlere takılmaktan ziyade çözüm odaklı düşünmektir.

Çaresi ve çözümü olan konularda asla yılgınlığa kapılmamak; çaresiz ve çözümsüz konuları ’kulak arkası’ yapmaktır.

Yaşamın zıtlıkların bileşkesi olduğunu unutmamaktır. (Güzelle-çirkin, iyiyle-kötü, aydınlıkla-karanlık, mutlulukla-mutsuzluk gibi)

Yaşadığımız her olayda, “bunun bana vermek istediği mesaj nedir?’’ sorusuna cevap bulmaktır.

İnsanın ‘’beşer olduğunu ve şaşabileceğini bilmek ve kusursuz dost isteyenin dostsuz kalabileceğini bilmektir.

Hem kendimize hem de diğer insanlara hoş görülü ve bağışlayıcı olmaktır.

Geçmişe takılıp bugünü ve yarını karartmamaktır.

Elimizde olmayanlarla mutsuz olacağımıza elimizde olanlarla mutlu olmayı bilmektir.

2- Doğanın Kanunlarına Uyum Göstermek ve Doğanın Bir Parçası Olma Bilinciyle Hareket Etmek

Doğayla bütünleşmek doğayı anlamak ve onun bir parçası olarak yaşamak gerekir. Ona yabancılaşmak, yalnızlığı getirir.

Doğada olan birçok element, vitamin, mineral atomlar insanda da vardır.

Dünyanın üçte ikisi sudur, insan bedeninin de üçte ikisi sudur.

İnsanoğlu atmosferdeki, gökyüzündeki her fiziksel, kimyasal değişimlerden etkilenir. Dolayısıyla sonbaharla birlikte doğadaki değişime biz de uyum göstermeli kendimizi bu mevsimin şartlarına göre organize etmeliyiz. Yaprak dökümü bizde “hazanı” çağrıştırır. Bu hüznü ve ayrılıkları hissetmemek için sonbahar ve kış mevsiminin bitkileriyle yaşama tutunmalıyız.

Bahçemize, balkonumuza, evimize, işyerimize mutlaka birkaç sonbahar-kış bitki, çiçeği ekmeli ve onun bakımını yaparak adım, adım büyümesini izlemeliyiz.

Doğadaki tozu, kiri temizleyen ve bizler için bol oksijen üreten yeşil doğayı korumalı ve bindiğimiz dalı kesmemeliyiz… Çöplerimizi çöp kutuları dışında başka bir yere ASLA atmamalıyız. Görüntü ve ses kirliliğinin beynimizde nahoş hisler uyandırıp stres hormonlarını artırdığını unutmayalım.

İnsan elinin değmediği doğa parçalarını çok temiz, düzenli, estetik, güzel kokulu ve dinlendirici olduğunu aklımızdan çıkarmayalım. Bu doğaya uyumlu, entegre yaşamanın yollarını bulalım. Doğayı kendi kısa vadeli büyüme hırslarımıza, egoizmimize kurban etmeyelim. Mutluluğumuz doğayla iç içe olmaktan geçmektedir.

Sanayi ve endüstri atıklarıyla güzelim göl, nehir ve denizlerimizi; havamızı kirletmeyelim.

Yine insan elinin değmediği tabiata bakarsak; yeşilin hâkim olduğu, pırıl pırıl mavi-beyaz gökyüzünün bizi kucakladığı ve sularımızın bizi dinginleştiren o mavisi hâkimdir. Bizler de bu doğallığın bir parçası olmalıyız…

Eğer bahçemiz varsa veya evimizde bakabiliyorsak bir kedi, köpek veya başka bir hayvan bakabiliriz. Bu bizim doğaya uyumumuzu ve sevgimizi artıracaktır…

Bitki ve hayvan bakımı ve sevgisi bizi yalnızlıktan kurtarır, doğayla kucaklaştırır. Sık sık doğaya çıkmamızı teşvik eder. Böylece güzel hava, yeşil doğa ve mavi suları koruma içgüdümüz gelişir. Beynimizdeki mutluluk hormonları serotonin, endorfinin salgısı artar. Sonbahar yorgunluğu ve depresyonunu onunla kucaklaşarak atlatabiliriz.

3- Dengeli Ve Düzenli Beslenmek, Biyolojik Saatimizin Sonbahar –Kış Bakımını Yaptırmak

İnsanın en temel ihtiyacı beslenmektir. Vücut makinasının çalışabilmesi için günlük 1800-2200 kalori arası temel gıdaya ihtiyacı vardır. (son günlerde 1600 kaloriye çekenler de var) Vücudumuzun protein, yağ, karbonhidrat, su, vitamin ve minerallere belli oranlarda ihtiyacı vardır.

Özellikle yaşadığımız iklimde ve coğrafyada ne tür gıdalar varsa onları mevsiminde tüketmeliyiz.

 

Mevsimsel beslenme, doğaya uyumlu beslenmedir.

Doğada “’tesadüfe tesadüf” edilmez, hiçbir şey anlamsız ve önemsiz değildir. İnsanların ve diğer canlıların neye ihtiyacı varsa, o mevsimde o sebzeyi, meyveyi vs. bulabilirsiniz.

Asla tek düze belli gıdalarla sınırlı kalmayalım. Sonbaharla birlikte bol bol pırasa yiyelim. Pırasa magnezyum içerdiği için; yorgunluğa, dalgınlığa, sinir sisteminin iyi çalışmasına iyi gelir. İçerdiği B 6 ve folik asit sayesinde; hem kansızlığa hem de depresyona iyi gelen ıspanak ı hafta da iki üç gün mutlaka buharda pişirerek soframızdan eksik etmeyelim. Her gün bir adet muz yiyip mutluluk hormonlarımızı güçlendirelim. Haftada iki üç sefer toplam 100 gram Bitter çikolatayı da unutmayalım…

Yine her gün bir yemek kaşığı keten tohumu yiyerek fazla kolesterolümüzü atıp, damarlarımızın akışkanlığını artıralım. Bağırsaklarımızın sağlıklı çalışmasını sağlayalım ve içerdiği omega 3 yağ asidi sayesinde beynimizi güçlendirelim. Keten tohumunu yoğurtla karıştırıp yersek aynı zamanda magnezyum da almış oluruz…

Sonbahar ve kış ülkemizde balık açısından bir cennet gibidir. Maalesef bu cenneti keşfedemedik ve önemini anlayamadık… Protein ve faydalı yağlarıyla hem besleyici hem de sağlıklı yaşama katkı sunmaktadır. Bol bol tüketmeliyiz. Özellikle somon beyin sağlığımız için son derece faydalıdır. Depresyona eğilimi olanlar balığı sofrasından eksik etmemeliler… Deniz ürünleri içerdikleri zengin Çinko sayesinde hem bağışıklık sistemine destek sağlar hem de, cinsel aktiviteyi canlandırır.

Depresyonlu insanların bağışıklık sistemi zayıftır. Kış enfeksiyonlarına karşı direnç düşer. Bunu da önlemenin yolu; her gün bir çay kaşığı Çörekotunu hakiki balla karıştırıp yemektir. Alerjisi olan ve bağışıklık sistemi zayıf olan insanlar çörekotu ve hakiki balı her gün bir çay kaşığı yiyebilirler.

Ülkemizde Çörekotu konusunda bilimsel çalışmaları olan Sayın Prof. Dr. Adile Çevikbaş hanımefendinin Marmara Üniversitesindeki çalışmaları çörekotunun “her derde deva” olduğu yönündedir… Depresyona bağlı direnç düşüklüğünü yenmenin bir yolu da her gün iki fincan ekinezya çayı içmektir. Ekinezya; T lenfositlerini, makrofajları aktive eder. İmmunotoniktir. Kış aylarında üst solunum yolları enfeksiyonlarına karşı direncimizi artırır. Kronik yorgunlukta yorgunluk hissini azaltır.

Sonbahardaki yorgunluk ve miskinliğimizi atabilmek için uyarıya ihtiyacımız vardır. Meyankökü kronik yorgunluk ve halsizliğe iyi gelir. Aktarlardan alınabileceği gibi hazır sallama çayları da vardır. Güneydoğu illerimizde meyankökü şerbetleri yaygın olarak kullanılmaktadır. Tansiyonu düşük olanlara faydalıdır. Yüksek tansiyonlular meyankökünü kullanmasınlar. Ayrıca kortizol düzeyi yüksek olan depresyon hastalarının da meyankökünü kullanması doğru değildir.

Zihinsel bulanıklık, konsantrasyon güçlüğü, unutkanlık yorgunluk ve enerji azalması gibi sonbahar depresyonlarında bizi canlandıracak, dikkat ve hafızamızı güçlendirecek bitki çaylarını öneriyorum. Sabahları kahvaltıda Ginseng içeren bitki çayları içelim. Ginseng; organizmanın strese karşı hem fiziksel hem de ruhsal direncini artırır. İçerdiği “ginseroside” aracılığıyla depresyon tedavisinde yardımcı ve de depresyona bağlı cinsel isteksizliği giderici fonksiyonu vardır. Yine depresyona bağlı sindirim sistemi problemlerine ve menopozla birlikte olan depresyonlardaki ateş basmalarına da iyi gelir.

 

Gün içerisinde içilebilecek bir diğer bitki çayı Ginko Biloba içeren çaylardır. Uzakdoğuda tıbbî tedavilerde kullanılan ginko; beyindeki kan dolaşımını hızlandırarak, hafızanın güçlenmesine, dikkatin artmasına yarar. Yaşlanmayı geciktirdiği bilinmektedir. Vücuttaki kan dolaşımını da artırdığı için oksijenin hücrelere daha fazla temasını sağlar. Zindelik verir. Cinselliğe olumlu katkısı vardır.

Mate (Paraguay çayı) ve Yeşil Çay da gün içerisinde içilmelidir. Bu çaylarda hem antioksidan hem de sinir sistemini olumlu etkileyen çaylardır. Aynı zamanda kan yağlarını eritici özellikleri vardır. Depresyondan dolayı iştahı çok açılanlar, yemeklerden yarım saat önce mate çayıyla ıhlamuru karıştırıp içerlerse iştahları azalır.

Gece depresyona bağlı uykusuzluk çekenlere, sıkıntı ve gerilim yaşayanlara, panik atak geçirenlere melisa, papatya, Relax isimli çayları öneriyorum. Relaxı bulamayanlar Kediotu Kökü bitkisini aktardan alıp, melisa, nane, Lavanta çiçeği ile karıştırıp içebilirler.

Yine kuşburnu çayı içerek C vitamini deposundan yararlanıp direncimizi artıralım. Bitki çayları günlük toplam üç fincanı geçmemelidir.

Kepekli ekmek, kahverengi pirinç, yeşil yapraklı sebze ve meyveleri yiyerek B vitaminlerini bolca alalım. B vitaminleri sonbahar ve kış yorgunluğuna, depresyonuna karşı sinir sistemini güçlü kılar ve zindelik verir. Hanımlarda adet öncesi gerginliği giderir.

Günde bir iki havuç yiyip gözlerimizdeki canlılığı artıralım, hem de hasar gören hücrelerimizin tamiratına yardımcı olalım. Havuç erken yaşlanmayı önler, birçok kanserin gelişmesini önler. Fazla kolesterolü düşürür.

4- Düzenli Egzersiz ve Hareketlilik

Özellikle büyük şehirlerde yaşayanlar vasıtalara yapışık bir yaşam sürdürmektedir. Buna karşı pratik öneriler:

– Aracınızı iki üç durak geriye, ileriye park ederek yürüyün.

– Toplu taşıma ile işinize gidiyorsanız aynı şeyi sizde yapabilirsiniz.

– İşyeriniz, eviniz asansörlü ise kullanmayın, merdivenleri kullanın. Eğer 4-5 kattan yüksek binalarda yaşıyor veya çalışıyorsanız, yarısını yürüyerek, yarısını asansörle çıkıp inin.

– İşyerinizde hep oturarak çalışıyorsanız, saatte bir yerinizden kalkın ve odanızda dolaşın. Dizlerinizi kırarak, çömelip kalkın. Kendi çayınızı, yemeğinizi kendiniz alın. Odanızda yemeyin, mutfağa ya da başka bir odaya gidip orada yiyin.

– Haftada 3 gün mutlaka 45 dakikalık yürüyüş yapın. İmkânınız varsa bunu deniz kenarında yapın çünkü oksijenin en yoğun olduğu “ozon” deniz kıyılarında bulunmaktadır. Eğer yeşil alanları tercih ediyorsanız birazcık yüksek yerleri seçin. Çünkü orada da ozon yoğundur.

Ozon kandaki zararlı atıkları yok eden, kanı oksijenle temizleyen, hücreleri yenileyen antioksidan bir oksijen molekülüdür. (O3)

– İmkânı olanlar ve zamanı olmayanlar; evlerine spor aletleri alarak her gün çalışabilirler.

Unutmayalım ki egzersiz; kas ve eklemlerimizi, sinir sistemimizi güçlendirir. Fazla yağlarımızın atılmasını ve kan damarlarının temizlenmesini sağlar. Beynimizdeki mutluluk hormonlarını salgılatır…

– Her gün mutlaka duş alın. Önce sıcak, sonra soğuk geçişlerde vücudunuza jimnastik yaptırın. Suyun terapi yapıcı etkisini unutmayın.

– 15 günde bir masaj yaptırın.

– Yoga yapın.

– Müziğin tedavi edici gücünü keşfedin. Her gün kendinize ait yarım ya da bir saat ayırın ve loş bir ışıkta enstrümental rahatlatıcı, gevşetici müzikler dinleyin. Özellikle doğadaki kuş ve su seslerinin, hafif dalgaların olduğu müzikleri tercih edin. Ayrıca ney, klasik müzik, yoga ve meditasyon müziklerini dinleyebilirsiniz. Ülkemizde neyi bolca bulabiliriz. “Akustik Müzik” in çıkardığı “Relaxation Music” cd’lerini de öneririm. Ayrıca 3 cd lik “Pure Spirit of MEDITATION” da dinlenebilecek türden, ama kendi zevkinize göre, sizi rahatlatan her türden müzik dinleyebilirsiniz.

Bu ortama bir de Lavanta ya da Sandal ağacından tütsü ilave ettiniz mi çok daha iyi gevşer ve sıkıntıları atarsınız…

 5- Sonbahar ve Kış Gelmeden Önce Planlar Yapmak Hedefler Koymak, Arkadaş Gruplarına Girmek ya da Oluşturmak;

-Sonbaharla yaşamımızda yeni sayfalar açılacağına inanmak ve planlar yapmalıyız. Böylelikle amacımız bizi canlı ve dinamik tutar.

-Hobi edinebiliriz (Tiyatro, spor, müzik, resim, el işleri ,balık tutmak, seyahat etmek vs.)

 6- Amaçsız, Miskin, Umutsuz, Bedbin, Her Şeyden Yakınan, Memnuniyetsiz İnsanlardan Uzak Durun

Unutmayın ki mutluluk gibi, mutsuzluk da bulaşıcıdır. Değerli vaktinizi bu insanlarla geçirmeyin.  Bunun yerine, sevgi dolu, pozitif enerjik, yaratıcı, gülebilen insanlarla birlikte olmaya çalışın.

Mizahla ilgilenin, ciddi takılmayı bırakın, içinizdeki doğal sese içinizdeki çocuğa kulak verin.

Komedi dizilerini izleyin. Bu içerikli film vs. çokça izleyin.

Fıkra ve mizah kitapları okuyun.

Gülmenin kaslarınızı gevşettiğini ve pozitif bir elektrik oluşturduğunu unutmayın.

Rahat, gülen, pozitif insanların hem kalp ritimleri, hem de beyin dalgaları daha düzenlidir.

Sıkıntılı-gergin, karamsar insanların beyin ve kalp dalgaları da düzensiz ve hızlıdır. Kalp ve beyin çabuk yorulmakta ve yaşlanmaktadır ve kanser riski artmaktadır.

İnançlarınıza göre, sizi rahatlatan dini ritüel ve toplantılarınıza gidebilirsiniz. İnsan odaklı ve hiçbir maddi manevi beklentisi olmayan tasavvufî ekollerden yararlanabilirsiniz. Özellikle Mevlana felsefesini öneririm…

7- Aile Değerlerini Önemsemek ve İyi Bir Aile Ortamı Oluşturmak

– Sevgi-güven ve paylaşıma dayalı bir aile modeli; insan ömrünü uzatmaktadır.

– Tek eşli ve güvenli seks yaşamı mutluluk hormonlarımızı artırarak depresyondan koruyucu işlev görmektedir. Hastalıklara karşı vücut direncini artırmaktadır.

– İnsana verdiği güvenle, kişilikli ve sağlıklı davranışların oluşmasını sağlamaktadır.

– Boşanan, hiç evlenmemiş, aileden devamlı ayrı yaşayanlarda depresyon ve intihar daha çok görülmektedir.

8- İşinizi İyi Yapmak İşinizi Önemsemek

Eğer epey zamandır işinizden memnun değilseniz; parasına bakmadan zevkle yapacağınız, çalışacağınız işe geçin. Yalnız, depresyon içerisinde iken böyle düşünüyorsanız, tedavi olun ve hâlâ öyle düşünüyorsanız işinizi değiştirin.

Ekonomik nedenlerle devam etmek zorundaysanız “’işkencenizi” azaltmak için bakış açınızı değiştirin.

Bu gün bu işteyim, paraya ihtiyacım var, bunu bana sağladığı için işi iyi yapmalıyım şeklinde düşünün.

Planınızı yapın, hedef koyun. Bu sürede işinizi sevseniz de sevmeseniz de iyi-güzel, ciddi bir şekilde yapın. İşin önemsenmesi, aynı zamanda kendinizin önemsenmesidir.

“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” lafını unutmayalım. Her iş başvurusunda eski işinizle ilgili sorular sorulacaktır. Arkanızda güzel hatıralar ve başarılar bırakmalısınız. Bunlar size her zaman referans olacaktır.

9- Temel İnsanî Değerlere Sahip Olun Kişilikli, Nitelikli İnsan Olun

– Dürüst, güvenilir, yürekli insan olun.

– Özünüz ve sözünüz bir olsun.

-Kendiniz için istemediğiniz şeyleri başkası için de istemeyin.

– Duygu ve düşüncelerinizi yeri geldiğinde açığa vurun.

– İyi niyetli, sempatik, gülümseyen, yardım sever insan olun. Fakat sürekli “verici”olmayın yoksa “vazifeniz” olur.

– Her söylediğiniz doğru olsun. Fakat her doğruyu her zaman söylemek doğru değildir ilkesini unutmayın.

– Öfkenize hâkim olun, kendinize zaman tanıyın, ondan sonra harekete geçin. Öfkeliyken karar vermeyin. Mutluyken söz vermeyin.

– Aklınızla duygunuzu beraber kullanın.

– İyi bir sırdaş ve dost olun.

– Dostlarınızı ve arkadaşlarınızı, akrabalarınızı arayın hal hatır sorun.

– Sevdiklerinize küçük de olsa zaman zaman hediyeler alın.

– Zor günlerinde dostlarınızı yalnız bırakmayın.

– Öyle bir hayat yaşayın ki; arayan değil, aranılan bir insan olun.

– Elinizde olmayanları düşünüp mutsuz olacağınıza, elinizde olanlarla mutlu olmasını bilin.