Ana Sayfa Blog Sayfa 428

Rousseau’nun zihniyet dünyası

 Bu sene Rousseau’nun üçyüzüncü doğum yılı (1712-2012). Bu Fransız düşünür, düşünce tarihinin en ilginç ve de en çok tartışılan isimlerinden biri.

Ardında hâlâ yaşayan tartışmalar bıraktı. Yakınlarda okuduğum bir makale [Max Hocutt, “Compassion Without Charity, Freedom Without Liberty: The Political Fantasies of Jean- Jacques Rousseau” (Hayırseverliksiz Merhamet, Hürriyetsiz Özgürlük: Jean-Jacques Rousseau’nun Politik Fantezileri)] Rousseau’yu daha iyi anlamamı sağladı. Bu yazıdan da yararlanarak, Rousseau’nun felsefesinin birkaç ana noktasının altını çizmek istiyorum.

Siyasî düşünce tarihinde Rousseau’nun yeri konusunda birbirine taban tabana zıt değerlendirmeler yapılır. Bazıları, onu, demokrasinin önde gelen teorisyenleri arasında sayar. Ağır basan görüş ise totaliterizmin öncülerinden biri olduğudur. Ben de bu kanaatteyim. Fakat, Hocutt meseleyi daha net biçimde ortaya koyuyor. Ona göre, Rousseau, Bertrand Russell’ın da işaret ettiği gibi, faşist ve komünist diktatörlüklerin öncülerindendi. Ayrıca, genel olarak, sosyalizm üzerinde hem zihniyet hem retorik bakımından derin izler bıraktı. Bugün siyasal solun kendisini bütün entelektüel ve siyasal tartışmalarda yüksek bir ahlâkî pozisyona yerleştirmeye çalışmasının temelinde Rousseau’cu mantık ve retorik yatmaktadır. Sol radikalizm, kendisini his ve temennilerinden (ifade edilen amaçlarından) dolayı üstün, muhaliflerini ise yine bundan ötürü kötü, haksız ve zalim görür. His ve temennileri olgularla ilişkilendirmez, somut problemlerin çözümü yolunda akıl ve mantık süzgecinden geçmiş program önerileriyle ortaya çıkmaz. Bu zihniyetin ve retoriğin mucidi Rousseau’dur.

Rousseau, diğer bazı düşünürler gibi, kafası çok karışık ve tutarsız bir yazardı. Bu, erken bir tarihte fark edildi. Tarihçi William Edward Hartpole Lecky, 1896’da Rousseau’nun önceki yüzyılın kafası en karışık siyasal yazarı olduğunu söyledi. O kadar ki, o, bir paragrafta savunduğunu sonrakinde reddedebilirdi. Kalemi son derece güçlüydü, kelimelerle istediği gibi oynayabilirdi. Kişisel karakterinin ve hayat tecrübesinin de fikirlerinde büyük etkisi vardı. Bu belki de bütün düşünürler için geçerli, ancak Rousseau’da ayrı bir öneme sahip. Onun felsefesi, bir anlamda hayat tarzının ve yaptıklarının meşrulaştırılması ve hak ettiği ilgi ve desteğe mazhar kılınması çabası olarak okunabilir. Rousseau bir ara Diderot’nun Ansiklopedisi için bir “müzik” maddesi yazmak üzere (biraz da lütfen) tutulması haricinde hiçbir düzenli işte çalışmadı, bir meslek edinmedi. Orta yaşlı dul veya yalnız kadınları etkileyerek onların evlerinde veya onlardan aldığı parayla hayatını sürdürdü. Bu imkânları bir ihsan değil, doğal hakkı olarak görürdü. Kendisinin üstün merhamet ve insanların iyiliği duygu ve düşünceleriyle donandığına emindi. Hayatında hiçbir insan için bir şahsî fedakârlık yapmadı, hatta çoğu zaman ortalama bir insan için utanç verici ihmallerin ve kayıtsızlıkların faili oldu. Ama soyut bir insana merhamet, insanların acı çekmemesi duygusuna sahip olduğuna kaniydi. Bütün insanlarda, toplum tarafından yozlaştırılmadan önce, bu vardı, ona göre. Bilgi üretmedeki temel metodu içebakıştı. Olgularla ilgilenmedi, hatta onları görmezden geldi, iddialı teorilerini akıl ve mantık süzgecinden geçirmeye de çalışmadı.

MÜLKİYETİ HİÇBİR ZAMAN ANLAYAMADI

Rousseau, mülkiyeti, özgürlüğü ve toplumu anlama ve izah etmede eksantrik fikirlere sahiptir. Ona göre mülkiyet, çitledikleri bir miktar toprağa “bu benim” diyen birilerine (zenginlere) diğerlerinin itiraz etmemesiyle doğmuştur. Mülkiyet, suni bir kurumdur ve eşitsizlik yaratmaktadır. Bu, aynı zamanda, insanın tek başına, bütün ihtiyaçlarını doğanın cömertliğiyle karşılayarak yaşadığı tabiat hâlinden çıkış anlamına gelmektedir. Ne var ki, bu düşüncenin büyük bir çelişkisi var. Nasıl oluyor da, mülkiyet kavramının olmadığı bir doğa hâlinde, birileri, sahiplik iddiasında bulunabiliyor? Açıklanması gereken başka şeyler de mevcut. Sahiplenme algısı, neden neredeyse bütün canlılarda mevcut? Niçin hayvanlar bile bir alan, av veya eşe sahipleniyor ve yabancıları onlardan uzak tutmaya çalışıyor? Niçin bildiğimiz bütün uygar toplumlarda mülkiyet kurumu karşımıza çıkıyor? Rousseau’da bunların cevabı olmadığı gibi, mülkiyetin kıtlık sorununun çözümüne katkıları ve toplumsal faydalarıyla ilgili bir kavrayış da yok. Rousseau’nun özgürlük kavramını çarpıttığını da görüyoruz. Özgürlük, doğru tanımıyla, bireyin başka insanların keyfî zorlaması altında olmamasıdır. Mülkiyet ise özgürlük alanlarının teşhis edilebilmesinin, sınırlarının çizilebilmesinin ve korunmasının vazgeçilmez aracıdır. Oysa, Rousseau, mülkiyetin yokluğunun herkes için özgürlük ve eşitlik, mülkiyet eşitsizliğinin ise özgürlük kaybı anlamına geldiğini düşünür. “İnsan özgür doğar ve şimdi her yerde zincire vurulmuş hâlde” derken kastettiği budur. Başka bir deyişle, ona göre insan tabiat hâlinde özgürdü, çünkü bütün ihtiyaçlarını kendisi karşılamaktaydı, yani öz-yeterliliğe sahipti. Sonra obur bir azınlık herkese ait olan şeyleri gasp etti. Böylece sınıflar doğdu. Bu anlatım, retoriği güçlü fakat içi boş bir anlatım. İnsanların asla yalnız yaşamadığını, mülkiyetin kimsenin uyanıklığının veya açgözlülüğünün eseri olmadığını biliyoruz. Tabiat hâlinin tam bir bolluk dönemi olduğu da, bir ölçüde Locke’un bile kapıldığı, temelsiz bir efsane. Rousseau, kendisinden sonra başka yazarların da yaptığı gibi özgürlük ile zoru ve izin verilirlik (engellenmezlik) ile muktedir olmayı birbirine karıştırıyor.

Tabiat hâli, mülkiyet, özgürlük konularında maddî olgularla ilgisiz, tutarsız ve çelişik görüşler geliştiren bir düşünürün toplum ve siyasal sistem hakkında da aynısını yapmaması imkânsız. Rousseau, toplumun insanı yozlaştırdığını düşünüyor, ama, tuhaf şekilde, kendisi yozlaşmış değil. Tabiî, tabiat durumuna dönmenin imkânsızlığının farkında, bu yüzden, toplumun yeniden şekillendirilmesini gerekli görüyor. Bunun mümkün olduğuna da inanıyor. “Genel irade”, “kişilerin yapımına katıldığı kanunlara uymakta özgür olacağı”, “bireyin herkes içinde erimesiyle herkesin birey içinde eriyeceği ve hiç kimsenin hiçbir şey kaybetmeyeceği” fikirleri hep buna hazırlık. Sonuçta ortaya çıkansa bir aydınlar aristokrasisi, hatta bir aydınlanmış diktatör tarafından kendisine rağmen kendi iyiliği için yönetilecek bir toplum. Kısaca, modern totaliterizme giden şaşmaz yol.

Rousseau, muhteşem retoriği ve radikal mantıksız fikirleriyle tarihte iz bıraktı. Hâlâ takipçileri var. Hocutt’a göre J. Rawls bunlardan biri. Rousseau, Fransız Devrimi’ne fikirleriyle öncülük eden düşünür. Türkiye’de de etkisi oldu. Mustafa Kemal’in bir ölçüde Rousseau’dan etkilenmesi ve meselâ, Taha Akyol’un “Atatürk’ün İhtilal Hukuku” adlı değerli çalışmasında gösterdiği üzere, özgürlükçü kuvvetler ayrılığı doktrini yerine Rousseau’cu totaliteryen kuvvetler birliği doktrinini benimsemesi Türkiye Cumhuriyeti’ nin bir diktatörlük olarak kurulmasında etkili oldu.

Zaman, 05.10.2012

2071 vizyonunda savaş var mıydı?

Geldiğimiz nokta hiç de övünülesi değil. Suriye sınırımızda çatışmalar başladı. Meclis hükümete savaş yetkisi verdi. Yarın ne olacağını bilmiyoruz. Yalnız biz değil; kimse bilmiyor.

Bu saatten sonra memleketin geleceği bir savaş uçağının, bir tankın, bir topun ateşleme düğmesini elinde tutanlara bağlı. Bunları Ankara’dan kontrol edebileceğini sananlar fena yanılıyorlar. Artık ‘irade’ onlardan çıktı.

Çok uzun süredir yazıp, uyarıyorum; Türkiye yükselişte. Yükseliş anları tehlikelidir. Özgüven patlaması yaşarsınız. İhtiraslarınız ile imkânlarınız arasındaki makasın açıldığını göremezsiniz. Dahası, yükselen güç olmanız etrafınızda hoşnutsuzluk yaratır. Gizli açık rakipler, hatta düşmanlar edinirsiniz. Yükselmenizden endişe duyanların bir kısmı da sizi dolduruşa getirir, başınızı belaya sokup yükseliş trendinizi durdurmak isterler.

Suriye’de başımıza gelen bu. Cumhurbaşkanı’nın Meclis açılış konuşmasında altını çizdiği ‘yumuşak gücü’müzü unutup askerî güç gösterisiyle etrafa nizamat vermeye kalkıştık. ‘Öykünülen’ ülke olmaktan vazgeçip ‘korkulan’ ülke olmaya heveslendik. Yanlış yaptık, hem de çok yanlış. Bugün ‘eski Türkiye’nin dilinden düşürmediği bir ütopya gerçek oldu; ‘dört yanımız düşmanlarla çevrili’. Bu kadarını onlar bile başaramamışlardı…

Akademik hayatım ‘düşmanlarla çevrelenmişlik’ duygusunun iç politikayı nasıl otoriterleştirdiğini, tek tipleştirdiğini anlatmakla geçti. İşte yine aynı yerdeyiz. Memleketi yönetenler yine ‘tek ses’ olmaktan, ‘hain’lerden, ‘işbirlikçi’lerden söz ediyor. Yine ‘birlik ve beraberlik içinde’ olmamız, ‘iç düşman odakları’nın oyunlarına gelmememiz isteniyor. Savaş kötüdür, kötücüldür. Öldürür ve ölürsünüz. Yıkar ve yıkılırsınız. Ölümden ve yıkımdan iktidarlar da üretilir elbette; öldüren ve yıkanların iktidarı…

Kimse unutmasın, savaş veya daha düşük düzeyli bir çatışma durumu ilk önce ve en çok demokrasiyi vurur, ifade özgürlüğünü ortadan kaldırır, sivilleşmeyi durdurur. Savaş ve çatışma anlarında toplumu hizaya sokarlar. Hükümete topuk selamı çakanlar, arkalarını dönüp tüm toplumdan topuk selamı isterler ve de alırlar… Vatan tehdit ve tehlike altındayken ne demokrasi isteyebilirsiniz, ne hukuk devleti. Özgürlük ve çoğulculuk talepleri bile ‘milli güvenlik’ ve ‘kamu düzeni’ni bozucu sapkın eğilimler olarak görülür. Topların atıldığı, savaş kararlarının alındığı bir ülkede artık önceliğin demokrasi, özgürlükler ve çoğulculuk olmadığı açıktır.

‘Aman, dış politikada risklere girmeyelim, maceralı yollara sapmayalım’ uyarıları yaparken derdimiz bu oldu hep; Türkiye’nin on beş yıldır içinde olduğu ‘iç restorasyon’ dönemini kesintiye uğratacak dış politika maceralarından kaçınmasını istedik. Hedef, iç restorasyonla son yıllarda atılan sivilleşme ve demokratikleşme adımlarını kurumsallaştırmak, geri çevrilemez bir sistem değişikliği noktasına taşımaktı. Bunları dedikçe, demokratikleşmeyi kendi iktidarlarının kesesinden çıkan nakit sananlar, dünün sinikleri, 28 Şubat’larda sesi soluğu çıkmayanlar ‘korkacak ne var canım’cı oldular. Arkalarında artık ordu, devlet, devletin bürokrasisi var ya, sadece bize değil tüm dünyaya da meydan okuyabileceklerini sandılar.

Bu ülkenin demokratları on yıllardır devlet karşısında siyasetin ve toplumun hareket alanı genişlesin, gücü artsın diye mücadele veriliyor. Artık korkarım ki ‘geri dönüş’ noktasındayız. Suriye krizi rejimi otoriterleştirecek, ‘hain ve işbirlikçi’ suçlamaları alıp başını gidecek. Susturulmak istenenler böyle yaftalanacaklar. Bundan sonra yine ‘en çok birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz günler’ edebiyatı başlayacak. Yüz yıldır müşterisi olan bu edebiyatla devlet ‘sivil toplum’un nefes borusunu tıkayacak. Son dönem iktidarın ‘otoriterleşme’ eğilimlerinden rahatsız olanlar, daha hiçbir şeyi görmedi. Savaşa mobilize olan bir devlet ve toplum farklılıklara tahammül göstermez. Bu topraklarda savaş durumu nefesleri keser, ‘ya sus ya terk et’ milli duruş haline gelir.

Yazık, dünün öngörülebilir Türkiye’si geride kaldı. Özgürlük, demokrasi ve refah eksenli siyasetten içte ve dışta ‘büyük güç’ odaklı bir siyaset arayışına geçişin bedeli bu, hepimizin ödeyeceği bir bedel. Kimisi ölerek ödeyecek bu bedeli, kimisi susarak…

 

Zaman, 05.10.2012

Muhafazakârlıkla ılımlılaşma

Suriye krizinin bir savaşa doğru büyüyeceğini sanmıyorum.
Olayın, şimdilik Türkiye’nin misillemesi ve uluslararası kamuoyunun kınama mesajları ile kapanacağı düşüncesindeyim.

O yüzden, bugün daha “soğuk” ama önemli bir konuyu ele almaya karar verdim. Bir araştırmadan söz edeceğim.

“Türkiye’de Muhafazakârlık: Aile, Cinsellik, Din” başlığı taşıyan bu araştırmanın proje yöneticiliği Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Hakan Yılmaz tarafından yapılmış. Açık Toplum Vakfı ve Boğaziçi Üniversitesi’nin desteğiyle 16 ilde yürütülen ve 1200 kişilik bir örneklem kullanılarak gerçekleştirilen araştırmanın en önemli özelliği, bir “devam” araştırması olması. Zira bu araştırmada sorulan sorular aynı araştırma ekibi tarafından 2006’da da sorulmuş. Bu durum bize iki araştırmanın sonuçlarına karşılaştırmalı olarak bakma ve toplumdaki değişimin yönünü anlama imkanı veriyor.

Muhafazakârlığın çelik çekirdeği: Aile

Bu yazıda araştırmanın bütün sonuçlarını aktaracak ve sizleri rakamlara boğacak değilim. Sadece önemli bazı sonuçlara değinecek olursak:

Araştırmanın en önemli sonuçlarından biri, gerek siyasal gerekse özel hayata ilişkin muhafazakârlık tutumlarında uç noktalardan ortalara doğru bir toplaşma eğiliminin çıkması. Bir başka deyişle hem siyaset hem de özel hayat hakkındaki muhafazakâr tutumlarda, kendini muhafazakâr bulmayanların oranı da, kendini çok muhafazakâr bulanların oranı da 2006’ya göre azalmış. Buna karşılık muhafazakârlığını orta seviyede değerlendirenlerin oranı artmış.

“Muhafaza edilmesi gereken en önemli toplumsal kurum nedir” sorusuna verilen cevaplara 2006 yılı cevapları ile karşılaştırmalı olarak baktığımızda, en çok muhafaza edilmek istenen kurum olan “aile”nin oranının yüzde 45’ten 50’ye çıkarak başat durumunu daha da pekiştirdiğini görüyoruz. “Aile” muhafazakârlığın “çelik çekirdeği” olma durumunu daha da pekiştirirken din ve milleti muhafaza etmek isteyenlerin aynı kaldığını, devleti muhafaza edilmesi gereken kurumların başına koyanların oranının ise üç puan kadar azaldığını görüyoruz.

Özgürlük en önemli siyasal değer

“Muhafaza edilmesi gereken en önemli siyasal değer” sorusuna verilen cevaplar da ilginç bir değişime işaret ediyor. “Özgürlük”, “eşitlik” ve “dayanışma” değerleri arasında “özgürlük” en çok tercih edilen temel değer olarak eşitliğin önüne geçmiş. Oysa bundan altı yıl önce halkın gözünde bu üç değer arasında eşitlik açık ara birinci idi. “Eşitlik” sabit kalmış. “Özgürlük” diyenlerdeki yükseliş “dayanışma” yanıtını verenlerin oranındaki ciddi düşüşten kaynaklanmış. Özgürlüğün en önemli siyasal değer olarak öne geçmesi, toplumda liberalleşme eğiliminin güçlendiğini ve bireyleşmenin derinleştiğini ortaya koyması bakımından, bu araştırmanın en önemli sonuçlarından birini oluşturuyor.

Dindarlık düzeyi aynı, ibadetlerde gevşeme

Dinsellik karşısındaki tutumların sorgulandığı bölümü değerlendirdiğimizde ise ortaya şu sonuçlar çıkıyor:
1. Toplumun dindarlık düzeyinde 2006’dan 2012’ye kayda değer bir değişim olmamış.
2. Namaz ve oruç gibi temel ibadetlerin yerine getirilmesinde bir gevşeme meydana gelmiş.
3. Dini kurallara uygun yaşamayanlardan ve ibadetlerini yerine getirmeyenlerden rahatsız olanların oranı azalmış.
4. Buna karşılık, ‘Seçimlerde hangi partiye oy vereceğime karar verirken bu partinin liderinin dini inançlarını hesaba katarım’ diyenlerin oranı 2006’da yüzde 63 iken, yaklaşık 10 puan artarak 2012’de yüzde 72’ye yükselmiş.

Cinsellikte tolerans artışı

Araştırmadan çıkan iyi bir haber de, muhafazakâr değerlerle uyuşmadığı düşünülen cinsel görüntülere, sembollere ve cinsel yaşantı biçimlerine karşı toplumun toleransında bir artış görülmesi.

Mesela, açık giyinen kadınlardan rahatsız olanların oranında 17 puanlık; alkollü içki içenlerden rahatsız olanların oranında 13 puanlık; bara, gece kulübüne gidenlerden rahatsız olanların oranında 12 puanlık; küpe takan erkeklerden rahatsız olanların oranında 11 puanlık bir düşüş yaşanmış.

Buna karşılık, eşcinsellik, evlenmeden aynı evde yaşama, gençler arasında flört, kadının yalnız yaşaması gibi konularda duyulan rahatsızlık sadece yüzde 3-5 gibi küçük oranlarda düşmüş.

Daha olgun bir toplum

Bütün bu sonuçlardan, toplumun daha olgun bir toplum olmaya doğru evrildiğini; “endişeli modernler”in endişelerinin boşa çıktığını, AK Parti iktidarı altında daha bağnaz bir toplum haline gelmediğimizi; mahalle baskısının artmadığını, tam tersine farklı olana toleransın arttığını görüyoruz.

Bu araştırma bizdeki muhafazakârlığın esas olarak aile değerleri ve kadının eş ile anne rolüne ilişkin tutumlarda ortaya çıktığını, bu konudaki tutumların yıllar içinde hiç değişmeden sürdüğünü bir kez daha ortaya koyarken, AK Parti iktidarının muhafazakârlık anlayışının toplumunkiyle bire bir örtüştüğünü de ortaya koyuyor.

 

Bugün, 05.10.2012

Tek Parti Döneminde Parti İçi Demokrasi Çok Partili Dönemdekinden Daha İleriydi

Faik Ahmet Barutçu 1939-1954 yılları arasında CHP’de siyaset yapmış, önemli görevlerde bulunmuş bir politikacı idi. Bu dönemde yaşadıklarını “Siyasi Anılar”* isimli kitabında anlatıyor. Barutcu anılarında, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı yıllarını, Türkiye’nin savaş dışı kalmak için uyguladığı politikanın perde arkasını, tek parti rejiminin İsmet Paşa dönemini ve çok partiye geçiş dönemini ve çok partili dönemin ilk yıllarını oldukça tarafsız ve akıcı bir dille anlatıyor.

Tek Parti Döneminde Parti İçi Demokrasi

Ben burada, tarihçilerin ve siyaset bilimcilerin işine karışmadan, Faik Ahmet Barutçu’nun anlattıklarından örnekler vererek, tek parti dönemi ile çok partili dönem arasında parti içi demokrasi açısından bir karşılaştırma yapmaya çalışacağım.

Faik Ahmet Barutçu’nun anlattığı tek parti rejiminin ikinci, 1939-1950, İsmet Paşa’lı dönemi… Bu dönemde İsmet Paşa hem partinin başkanı, hem de Cumhurbaşkanı, Milli Şef…

Başbakan yürütmenin başı, aynı zamanda Parti Genel Başkan Yardımcısı, yani Milli Şeften sonra Partinin en büyüğü, Parti Grubunun da Başkanıdır, ama Partinin tek hakimi değildir. Parti genel sekreteri var, parti yönetim kurulu var, parti Meclis Grubu Başkan Vekilleri var, her şeyden önce Partide Parti yöneticileri kadar sözü geçen önemli kişiler var. Tek partinin Meclis Grubu da oldukça renkli bir grup, hemen çok partili bir mecliste bulunan bütün gruplar temsil ediliyor.

Görünüşe göre, dokunulmaz ve eleştiriden masun olan sadece Milli  Şef… Başbakan tenkit edilebiliyor, bakanlar Başbakanın koruması altında değil, Parti yöneticileri de eleştiriden masun değiller.

            ***

Meclis gündeminde Kıbrıs açıklarında batan “Refah” gemisi olayıyla ilgili bir milletvekilinin önergesi görüşülmektedir. Başvekil Refik Saydam bağırarak, söze karışanları azarlayarak, önerge verenleri kötü niyetli olmakla suçlayan bir konuşma yapar.

Milletvekili Refik Şevket İnce kürsüye gelir:

“Biz buraya susmak için gelmedik. Biz buraya aylık alarak susup oturmak için gelmedik. Gördüğümüz hataları, kusurları, ihmalleri açık açık söyleyerek, ulusun bize emanet ettiği, partimizin bizden istediği denetleme görevini yapmak için geldik, dedi. Ve giderek coşan bir söz ustalığıyla Grubun bütün havasına egemen oldu. Grupta çıt yoktu. Refik İnce coştukça coştu, çok ağır taşlamalarla Başvekile karşılık verdi. …”

Başvekil Refik Saydam gereksiz yere sinirlenmiş olduğunu ve de hiç de iyi yapmadığını anlar, bir konuşma yaparak önerge sahiplerinden ve hükümetten hesap soran milletvekillerinden özür diler. Sorumlu bakan da kürsüye çıkarak istifa ettiğini bildirir.

Bu bizim çok partili hayatta görmeye alışık olduğumuz bir şey değildir. Başbakanlar sadece muhalefet partileri tarafından suçlanır. Parti gruplarında ne Başbakandan, ne de her hangi bir parti başkanından hesap sorma usulü yoktur. Başbakan yanlış yapabilir, partili milletvekillerinin görevi Başbakanın veya parti başkanının arkasında durmaktır.

            ***

Kazım Karabekir’in kahve ve francala dağıtımındaki yolsuzluklarla ilgili soru önergesine Ticaret Vekili Mümtaz Ökmen, Paşa’nın “Ben dedim de oldu” psikolojisiyle olaya yaklaştığı suçlamasıyla cevap verince, Karabekir:

“Bazı Vekillerde garip bir ruhsal durum seziyorum. Milletvekillerinden mutlaka beğenme ve teşekkür istiyorlar. Zorunlu muyuz kendilerine teşekkür etmeye… Görevlerini yapmaları gerek. Sonra nedir o dil? Okul çocuğu azarlar gibi konuşuyorlar. …”

“Ticaret vekili yine söz alarak, sözlerinin yanlış anlaşıldığını, hiçbir zaman milletvekillerinden beğenme ve teşekkür gibi bir şeyi aklından geçirmediğini, milletvekillerinin Vekilleri sorguya çekmek ve gerektiğinde yakalarından tutup alaşağı etme haklarının bulunduğunu söyleyerek, amacını yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde açıkladı.”

Çok partili dönemimizde Bakanlardan parti grubunda hesap sorma usulü de yoktur. Bakanlar muhalefet tarafından kategorik olarak suçlanır, haklarında gensoru önergeleri verilir, iktidar milletvekilleri de kategorik olarak Bakanlarına sahip çıkarlar. Bakanlar sadece kendilerini Başbakana karşı sorumlu hissederler.

            ***

Ankara Belediyesi Hacı Bayram Meydanı’nın adını, Ogüst Meydanı olarak değiştirmek istiyor. Konu Rasih Kaplan Hoca tarafından Meclise getiriliyor.

Dahiliye Vekili Recep Peker:

“Hoca’nın amacı, hacılığı meydanın başına bir külah gibi geçirerek, oraya Hacı Bayram Meydanı dedirtmektir. Hükümetin sorumlu bir üyesi olarak söylüyorum ki, bunu yapamazsınız! Bu gerilik olur, ilkelerimize aykırılık olur.”

Bu konuşmaya Bütçe Komisyonu Başkanı İsmet Eker cevap verir:

“Ulusal duyguları düşünmemek ve ayıramamak büyük hatadır. Büyük Millet Meclisi kimsenin devrim vaizliğine ne muhtaçtır ne de katlanabilir ve kimse kendisine böyle bir süs veremez.”

Konu Mecliste oylanır ve Dahiliye Vekilinin önerisi reddedilir.

Bu da çok partili hayatta görmeye alışık olduğumuz bir durum değildir. Çok partili hayatımızdaki usul, muhalefete ve halkoyuna karşı kendi bakanımızı kayıtsız şartsız desteklemektir. İçişleri Bakanının önerisini partili milletvekillerinin reddetmesi parti disiplinini bozabilir, Başbakanı da kızdırabilir.

            ***

Faik Ahmet Barutçu’nun anılarında, tek parti dönemi CHP Meclis grubunda bu çeşitten tartışmaların, görüş ve fikirlerini korkmadan ortaya koymanın pek çok örneği bulunmaktadır.

Yalnız kol kırılıp yen içerisinde kalmakta, parti grubunda konuşulanlar basına aksettirilmemekte ve halka yansıtılmamaktadır. Grupta yapılan konuşmaların halka aksettirilmesi için Grup toplantıları kapalı yapılmakta, konuşmalar da gazeteler ve Anadolu Ajansı tarafından olduğu gibi halka aksettirilmemektedir.

Bu yazı tek parti rejimini övmek için yazılmamıştır, yazının amacı, iki de bir tek parti dönemini kötülemek için 60 yıl öncesine gönderme yapan partilerimizin, kendi içlerinde uyguladıkları demokraside tek parti rejiminden daha geride olduklarını göstermek içindir.

Tek Parti döneminde memleket gerçekten çok kötü yönetilmektedir. Başbakan Refik Saydam 8 Temmuz 1942’de öldüğü zaman, Partinin önemli bir kişisi olan Faik Ahmet Barutçu’u bile ölen Başbakanı hiç de hayırla yad etmemektedir:

“ [Başbakan Refik Saydam’ın ölümü] gazetelerde keder duygularının incelikle anlatımına neden olmuşsa da, halk arasında kederlenen bir tek adama rastlamadım. Bu Refik Saydam için bir bahtsızlıktır. Doktor bir yıl önce ölseydi, halkın bu derece sevgisinden yoksun olarak, sonu bahtsız biten bir adam etiketiyle tarihe geçmezdi. Ölümüyle halka keder yerine, bir hafiflik duyurması, bu bahtsızlığı ona inadı hazırlamıştır.”

Çok Partili Dönemde Parti İçi Demokrasi

Geçen Pazar günü AKP’nin büyük kongresi yapıldı. Yabancı konukların yaptığı konuşmalar dışında kongrede Başbakan Recep Tayyip Erdoğan dışında hiç bir partilinin sesini duymadık. Parti Genel Başkanı ve MKYK üyeleri seçildi. Parti Genel Başkanlığı için tek aday Recep Tayyip Erdoğan idi ve seçime katılan 1421 geçerli oyun tümünün oyunu alarak seçildi. Bu demokratik ülkelerde pek karşılaşılan bir durum olmasa da, bizde bütün partilerde yapılan seçimlerde hep karşılaştığımız bir durumdur. Süleyman Demirel de, Bülent Ecevit de, Turgut Özal da, Mesut Yılmaz da, Tansu Çiller de, Deniz Baykal da en kötü zamanlarında, partiye en çok oy kaybettirdikleri zamanlarda bile bütün delegelerin oyunu alarak, karşılarına çıkanları da silindir gibi ezerek seçiliyorlardı. Kemal Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli de benzer şekilde seçildiler.

AKP büyük kongresinde MKYK üyeleri için de gerçek bir seçim yapılmadı, parti yönetimince, muhtemelen parti başkanınca hazırlanmış önceden belirlenmiş bir liste olduğu gibi seçildi. MKYK, merkez karar ve yönetim kurulu demekmiş; 50 kişiden oluşuyor. Şimdiye kadar parti politikasını belirlemede nasıl bir rol oynadığını pek bilmiyoruz.

Bu AKP’ye özgü yeni bir olay da değil. 1950’denberi, çok partili demokrasimizde hep yaşadığımız bir olay… İktidarda olsun, muhalefette olsun, hiç bir partimizde parti içinde farklı ses getirenlere tahammül edilmiyor. Parti lideriyle bire bir aynı görüşte olmayanlar kısa zamanda partiden dışlanıyor.  

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Salı günleri parti grupları toplanıyor. Bu gruplarda hiç birinde parti içi sorunların konuşulduğuna şahit olamadık. Gruba parti başkanları alkışlar arasında geliyor. Parti başkanı iktidara veya muhalefete saldırıyor, alkışlar arasında grubu terk ediyor. Muhtemelen ondan sonra da grup toplantısı bitiyor veya Mecliste önemli bir oylama varsa, grup parti liderinin gösterdiği yönde oy vermek üzere bir karar alıyor. Bu gruplarda bir milletvekilinin çıkıp da parti yönetimini tenkit ettiğine, ya da parti içi bir sorunu dile getirdiğine de şahit olmadık.

Parti liderleri artık milletvekili adaylarının belirlenmesini de kendi haline bırakmıyor. Bazı illerde göstermelik yapılan yoklamaların dışında, milletvekili adaylarının tümüne yakınını parti başkanları belirliyor.

Yine genel başkanın ve parti yönetiminin seçimine katılacak delegelerin seçimi de asla şansa bırakılmıyor, parti genel merkezleri hemen her ilde yapılan delege seçimlerini titizlikle takip ediyor. Daha sonra parti yönetiminin onayladığı delegeler, büyük kongrede de kendilerini belirleyen parti yöneticilerini tekrar seçiyor.

*Faik Ahmet Barutçu, Siyasi Anılar, Milliyet Yayınları, 1997, 607 s.

İyi ki tek ses çıkmıyor

Başbakan Erdoğan’ın kongre konuşmasıyla Cumhurbaşkanı Gül’ün Meclis açılış konuşması arasındaki çelişkiler dün bütün gazetelerin manşetindeydi.

Tabii ki her gazete kendi meşrebine göre ya abartarak ya da küçülterek verdi iki lider arasındaki bu görüş farklılıklarını.

Ama görüldü ki abartanlar da, küçük göstermeye çalışanlar da ortaya çıkan tabloyu AK Parti açısından bir zaaf olarak algılamaktalar. Tek bir farkla, zaaf görüntüsü AK Partililer’i ve dostlarını üzüyor, düşmanlarını da sevindiriyor.

Ben ise olaya tamamen farklı bakıyorum: Bana göre ortaya çıkan tablo AK Parti’nin zaafının değil, gücünün işaretidir; olumsuz değil, olumlu bir özelliğidir. Sadece Başbakan’la Gül arasında değil, partinin birçok kurmayı arasında yaşanan; sadece birkaç meselede değil birçok meselede ortaya çıkan; üstelik sadece şimdi değil uzun zamandır gözlemlediğimiz birçok seslilik tablosudur.

Sadece Erdoğan’la Gül arasında mı?

Meseleyi sadece Erdoğan’la Gül arasında oluşan çatlak olarak görme gayretini bir yana bırakıp daha yakından bakarsak neler görürüz?

Bu hareketin kurmayları arasında Başkanlık Sistemi gibi önemli bir konuda uzun süredir ciddi fikir ayrılığı var. Abdullah Gül ve Bülent Arınç hep soğuk bakarken, Başbakan, Cemil Çiçek, Burhan Kuzu hararetle destekliyorlar.

Terörle mücadele-müzakere dengesi noktasında parti içinde ağırlıklı olarak iki eğilim bulunduğu, “müzakereci” eğilimin başını Beşir Atalay’ın çektiği, diğer eğilimin tipik temsilcisinin ise İdris Naim Şahin olduğu biliniyor. Buna bağlı olarak, BDP’nin muhatap alınıp alınmaması, dokunulmazlıkların kaldırılıp kaldırılmaması, özel yetkili mahkemelerin yetkilerinin daraltılıp daraltılmaması konularında da bu iki farklı eğilimin tezahürlerine tanık oluyoruz.

Bu hükümetin ekonomiye şekil veren iki bakanı, Zafer Çağlayan ve Ali Babacan ekonominin en hayati kararı konusunda ters düşebiliyor ve kamuoyu önünde açık tartışma yapmaktan kaçınmıyor.

Parti içinde Suriye politikası, İsrail politikası konusunda farklı görüşlerin varlığı biliniyor. Suriye’de fazla öne çıkıldığını; İsrail’e karşı gereksiz sertleşildiğini düşünenler ve endişe edenler var.

Yine hem hükümette hem de partide darbe davalarının gidişatını çok sert bulan, “toplumsal barışın bir an önce kurulması” adına, çok tutuklulu ve ağır cezalı yargılamalar yerine, geçmişten hesap sorma faslını daha yumuşak bir biçimde geçiştirip bundan sonrasını güvenceye almaya önem veren görüşlerle, geçmişin hesabının verilmesinin hiçbir şekilde geçiştirilemeyeceğini savunan görüşlerin iç içe, bir arada var olduğunu da biliyoruz.

Başbakan Erdoğan daha geçenlerde son derece kararlı bir şekilde dershanelerin de, üniversite giriş sınavının da kaldırılacağı açıklarken, dün Milli Eğitim Bakanı Dinçer, eğitim sisteminin bugünkü koşullarında dershanelerin kaldırılamayacağını ve üniversite giriş sınavının TOEFL tarzı bir sınava dönüştürüleceğini söylemekte bir sakınca görmüyor.

Örnekler artırılabilir ve birçok insan bu örnekleri parti ve hükümet açısından bir dağınıklık, bir zaaf ya da kaos işareti olarak görebilir. Oysa bunlar bir parti için son derece önemli sağlık işaretleridir.

Yaşamsal tehdit ortadan kalkınca

Aksi olsaydı ne kadar vahim bir tabloyla karşı karşıya olurduk, düşünsenize:

Üç seçimdir iktidarda olan, oylarını sürekli artıran, karşısında doğru dürüst bir muhalefet partisi bulunmayan son derece güçlü bir partiyle karşı karşıyayız. Ve bu parti içinde hiçbir konuda aykırı ses çıkmıyor. Koca parti her konuda “yekvücut” ve tek ses olarak hareket ediyor. Böyle bir tablo bize görüş ayrılıkları olmadığını değil, sadece bastırıldığını ya da kendini ortaya koymaya cesaret edemediğini gösterirdi. Ve elbette hem AK Parti için hem de Türkiye için son derece korkutucu olurdu.

AK Parti’de farklı görüşlerin böyle açıkça ortaya konabilmesinin -İktidarın ilk yıllarından daha rahat konabilmesinin- en önemli sebebi, dış tehdidin ortadan kalkmış olmasıdır. Dışarıdan ağır saldırı altında olan yapılarda öz savunma mekanizmaları harekete geçer, “düşman” karşısında safları sıkı tutmak, “açık vermemek” eğilimi güç kazanır. Ne zaman ki, varlığı tehdit eden düşman ortadan kalkar, o yapı içindeki farklı eğilimler daha özgürce ortaya çıkar ve farklılaşma gözle görülür hale gelir. Bu durum partinin özgüven kazanması, düşünce üretiminin hızlanması, eleştiri-özeleştiri mekanizmalarının çalışması, yeni siyasi önderlerin yetişmesi ve liderin yanlış çıkışlarının dengelenip engellenmesi açısından hayatidir.

Bugün AK Parti’de olan budur. Ve bu hayırlı bir şeydir.

 

Bugün, 03.10.2012

Lincin yeni sokağı: Sosyal Medyanın kötülük kültürü

 

Sosyal medyanın siyasal bağlamını ilk olarak Arap Baharı başladığında tartışmaya başladık.

Mısır’da ‘bahar’ başladığında sosyal medya üzerinden örgütlenen kitlelerin nasıl bir siyasal değişime yol açtığını hepimiz kendi gözlerimizle gördük. Bu bir anlamda sosyal medyanın siyasal bağlamdaki gücünün de keşfiydi. Aslında gördüğümüz, küreselleşme bağlamında dönüşen siyasal sürecin bilgi teknolojileriyle siyasal kültürü nasıl da sanal dünyaya taşıdığıydı. Gerçek dünyada yarattığımız siyasal kültür, kodlarını değiştirerek ama son noktada aynı genlerle sanal dünyaya taşınmaktaydı.

Sosyal medyanın bu bağlamdaki gücünün keşfi özünde yeni bir siyasal kültür yaratmamaktaydı. Yalnızca siyasal öğrenme süreci kendine yeni bir kanal yaratmıştı ve daha önce bu süreçte büyük yer tutan gazete ve televizyonun yerini almaktaydı. Dolayısıyla, gazete ya da televizyonlardan öğrendiğimiz siyaseti bu sayede sosyal medya aracılığıyla öğrenirken, aradaki temel fark bilgi akışının daha hızlı ve karmaşık olmasının yanında interaktif bir süreç haline gelmesi ve oluşan bilgiye herkes tarafından bir katkı sağlanmasıydı.

Bu durumun özünde bir sakınca taşımadığı düşünülse de zihniyeti ‘demokrasinin kurumsallaşması’ açısından çok da çabalamamış toplumlar açısından elbette sakıncası vardı. Çünkü mesele her şeyden önce ‘demokrasi piyasasında’ fikirlerin özgürce dolaşımı ve rekabeti idiyse bunun en kolay sağlandığı ortam sosyal medyaydı ve aslında hepimiz fikirlerimizin daha çok insana ulaşabileceği bir kanal bulmuştuk. Ne var ki, bilgi teknolojilerinin o hayranlık duyduğumuz etki ve değişim gücü öyle kolay kolay siyasal kültürü değiştirecek gibi gözükmemekteydi ve demokrasiye olan bakış açımızın koordinatları eksene göre hep aynı paralel üzerinde yer değiştiriyordu. Dolayısıyla, gerçek dünyada tahammül ve hoşgörü sınırlarımızı aynen ve hatta daha katı bir şekilde sanal dünyaya taşıdık. ‘Fikirlerin rekabetine’ pek alışık olmayan zihinlerimizin sanal dünyada karşılaştığı büyük fark ise orada gerçek dünyada hiç karşılaşmadığımız kadar farklı fikrin olmasıydı. Her gün ancak birkaç insanla fikir alışverişinde bulunurken, arkadaş listemize ekli yüzlerce insanın fikrini birkaç saat içinde işitmek hepimiz açısından hem şaşırtıcı, hem karmaşık hem de bir ölçüde korkutucuydu.

Sosyal medyanın, gerçek dünyada var olan görüntümüzün dışında bize yeni imajlar oluşturma şansı sağlaması da önemli bir durumdu. Bu doğrultuda kimseyle birebir muhatap olma zorunluluğumuz olmadan, kimsenin gözünün içine bakmadan, mimiklerine adapte olmadan iletişim kurma şansımız oluyor ve fikirlerimizi aktarma olanağı buluyorduk. Dolayısıyla, gerçek dünyadaki çekingenliğimiz ya da ürkekliğimizi bir kenara bırakıp ölçüsüzce bir cesaret sergileme şansını da yakalayabiliyorduk. Çünkü gelecek tepkinin sınırlı bir yazı karakteri alanına sahip olduğunun farkındaydık ve her şeyden önemlisi bu tepkiden sakınma, gizlenme ve görünmez kalma olanağına sahiptik. Dolayısıyla fikirlerimizi aktarırken daha sert ve vicdanen daha az rahatsız oluyorduk.

DEMOKRASİ KÜLTÜRÜMÜZ VE İNTERNET ALIŞKANLIĞIMIZ

Siyasal kültürümüz açısından baktığımızda Türkiye’de demokrasi kültürünün çok sağlam bir kurumsallaşma gösteremediğini çoğumuz kabul ederiz. Fikirlerin rekabet sürecine olan tahammülümüz ve bu süreçteki hoşgörü sınırımızın dar olduğunu söylemek mümkündür. Buna bir de baş edemediklerimize karşı sertleşme karakterimiz eklenince durum daha vahim bir hal alır. Son dönem sosyal medya üzerinden yürütülen sanal-politik linç kampanya ve girişimleri de yukarıda bahsettiğim siyasal kültürümüzün bir ürünüdür. Türkiye, siyasal linççi kültürü bakımından şeceresi çok da temiz bir ülke değildir. Özellikle 2000’li yıllarla birlikte (2005-2006 arası oldukça yoğunluktadır) sivil toplum kaynaklı linç ve linç girişimlerinin istisna niteliğini kaybedip süreklilik düzeyine yükselmesi aslında süreçsel bir deneyimler bütününün siyasal kültürümüzdeki yansımasıydı. Keza, 2010’lu yıllarda bu kültürün sanal dünyaya taşınmasıyla birlikte siyasal lincin –tabiri caizse- ‘alâsını’ sosyal medyada görür olmaya başladık. Önceleri ‘bilmem kimi ya da neyi seven 1 milyon kişi bulabilirim’ tarzı sanal girişimler korkunç görseller paylaşılarak ‘bilmem neyi seven beğensin, paylaşsın’ tarzı sanal eylemlere döndü. Sosyal medyanın soğuk sanal kanallarında bu girişimler neticede önüne geçilmez bir iddialar, hakaretler, yalan haberler sürecine girdi ve daha da cesur bir çizgide artış göstermeye başladı. Son noktada, sanal bir güruh yaratabileceğini görenler belirli ajitasyon unsurlarını kullanarak bazı kesimleri linç etmeye girişti. Öyle ki bu korkunç bir rahatlık içinde, vicdanen hiçbir sorumluluk duyulmadan yapılmaya başlandı. İşin hiç de şaşırtıcı olmayan yanı ise bu organizasyonların binlerce görünmez sanal kişiyle linççi bir güruh oluşturmasıydı. Çünkü bu durum gerçek dünyada halihazırda var olan siyasal kültürümüzün sanal dünyanın sınırsız imkanlarıyla tanışmasından başka bir şey değildi.

 

Siyasal linç, bir ya da birden fazla insanın, kendilerinden sayıca daha fazla ve güçlü bir grup tarafından kasıtlı olarak bilumum iddia, yalan, hakaret, nefret ve ölüm çığlığıyla ezilmesi, bastırılması ya da yok edilmesidir. Eylemi gerçekleştiren bu grup, bilinçli ve amaçlı bir araya gelmemiş bir güruhtur. Güruhların en önemli özelliği, üyelerinin daha önce birbirlerinden hiç haberleri olmadan, sadece geçici bir amaç uğruna (linç etmek gibi), geçici bir süre aynı hedef etrafında bir araya gelmesidir. Güruh içindeki birey, akıl tutulmasına uğrar ve normal sosyal yaşantısı içinde yapmaya cesaret edemeyeceği şeyleri güruhun sorumsuzluk hali içinde yapabilir hale gelir. Aslında bir anlamda vicdanından sıyrılmış, aklını geçici olarak askıya almış ve güruh içinde ‘tek’ olmaktan kurtulmuş ve güruhun görünmezliğinden faydalanan bir varlıktır artık o. Güruhu harekete geçiren mutlaka bir ajitasyon unsurudur ve bu ajitasyonu yapan bir kişi ya da bir grup her zaman söz konusudur. Linççi güruh özünde kendi medeniyet anlayışını yaratır, bu anlayış içinde bir hukuk ve bu hukuka göre de bir yargılama yapar. Ne var ki suç ve ceza daha ajitasyon başladığında bellidir: Suç yalnızca ‘güruha hedef olmaktır’, ceza ise zaten linç etmek.

Sosyal medyanın linç için sağladığı imkanlar ise sınırsızdır: Öncelikle, size gerçek dünyada hiç beceremeyeceğiniz kadar sayıda insanı bir araya toplama olanağı sağlar. Bunun yanında ajitasyon unsurunuz sosyal medyada çeşitli görsel ve işitsel malzemelerle kolaylıkla desteklenebilir; keza görsel ve işitsel malzemelerin güruh üzerinde ne kadar etkili olduğu bilinmektedir. En önemlisi ise, linççi güruhu oluşturmak için sosyal medyadan daha ideal bir alan yoktur: Sanal âlemin size sağladığı kendi imajınızı tercihlerinize göre oluşturma imkânı, sosyal medyada bütün sosyal süreçlerden bağımsız bir kimliklenme yaratma şansı sağlar. Bu kimlik gerçek dünyadaki kimliğinizle paralel olabileceği gibi ondan çok farklı ve ayrı bir kimlik de olabilir. Dolayısıyla sanal dünyada gerçek dünyaya oranla kimliğinizi gizleme imkânınız daha fazladır. Bu durum ise tam da linç güruhunun istediği insan tipini yaratır. Sonuçta, güruh içinde kaybolmak bireyin bu eyleme katılma arzusunu tetikleyen önemli bir unsurdur ve sosyal medya size linççi güruh içinde gizlenme, kaybolma, görünmez olma imkanını sağlar. Görünmez olmayı, gizlenmeyi tercih etmiyor olsanız bile, sosyal medya üzerinden linç eylemine katılmak daha kolaydır çünkü bunu yapmak için ne enerji ne de vakit kaybedersiniz. Hem sosyal medyada girişilen bu eylemin riski de yoktur. Her şey bittiğinde yaptıklarınızın izini silmek parmaklarınızın ucunda durmaktadır.

* Araştırma Görevlisi, Hacettepe Üniversitesi

Zaman, 2 Ekim 2012

 

 

Hüç kimde?

Bir çizgi film vardı. Çocukların süper kahramanı He-man, ‘güç bende’ narasıyla düşmanlarını yok ederdi.

Sahi, Türkiye’de güç kimde? Demokratik siyaset, açık toplum ve piyasa ekonomisinin egemen olduğu bir ülkede acaba ‘güç kimdedir’?

İktidar partisi büyük kongresini yaptı. Kongrenin temel sloganı ‘güç’ üzerine kurulmuştu; ‘Büyük Millet, Büyük Güç’. Bu formülasyonda gücün kimde olduğunu es geçmiş, ama hem Türkiye’nin hem de AK Parti’nin ‘büyük güç’ olduğundan pek kimsenin kuşkusu yok.

Türkiye ekonomisiyle, nüfusuyla, insan kaynaklarının niteliğiyle, sivil toplumuyla belki de tarihinde hiç bu kadar ‘güçlü’ olmamıştı. AK Parti iktidarı bu gücün üzerine oturuyor. Hem Türkiye’nin gücüne güç katıyor, hem de bu gücü partinin yedeğine alarak hakim pozisyonunu daha da perçinliyor. Öylesine muhteşem bir formülasyon var ki AK Parti için tam bir ‘kazan-kazan’ durumu; Sivil Türkiye büyüyor, güçleniyor; bu, AK Parti için de aynı etkiyi yaratıyor. Türkiye’nin devinimi AK Parti’yi sürekli yeniden üretiyor. Bu mekanizmalar AK Parti’yi neredeyse ‘yenilmez’ yapıyor.

Şunu açıkça ifade etmek lazım; Türkiye’de gelmiş geçmiş hiçbir hükümet AK Parti hükümeti kadar güçlü olmamıştı. Güçlü olmamıştı, çünkü hiçbiri AK Parti kadar ‘büyük kaynakları yeniden dağıtma’ imkanına sahip değildi. Türkiye’nin gücünü büyüten, yöneten ve de kullanan AK Parti sadece mevcut rakiplerinden değil bütün geçmiş hükümetlerden de güçlü. Başbakan’ın dün adını andığı liderlerden ne Atatürk, ne Menderes, ne Özal böylesine ‘güçlü’ bir ülkenin tepesinde değillerdi. Daha yakın dönemde Özal’ın elinde bu büyüklükte bir ekonomi yoktu. Memleketin yıllık ihracat geliri 140 milyar dolar civarında. Bu rakam ihracat atılımlarının yapıldığı, Türkiye’nin dışa açıldığı, dünyayla bütünleştiği Özal’lı yılların sonunda 12 milyar dolardı sadece. Devletin vergi gelirleri de harcamaları da Özal dönemiyle kıyaslayınca bugün on kat fazla. Dolayısıyla devletin gücü de…

Tarihte hiçbir iktidar AK Parti kadar ‘kaynak’ sahibi olmamıştı ve bu kaynakları ‘yeniden dağıtıcı’ güce sahip değildi. İşte tam bu bağlamda ‘kritik’ bir noktadayız; bu güç devletin toplumu bağımlılaştırması, denetlemesi ve etkisizleştirmesi için mi kullanılacak, yoksa toplumu devletten özgürleştirmesi için mi? ‘Güçlü devlet’ toplumu mu boğacak, yoksa gücün kaynağı olan toplum devleti mi dizginleyecek?

Bu sorunun cevabını siyasal tercihler belirleyecek. Toplumun tercihi belli; sivilleşmeden yana. Bürokrasiyi, elitizmi temsil eden, toplumu ezen vesayetçi devleti boşuna tasfiye etmedi. Vesayet rejimi geride kaldı. Halkın seçtiği, halka hesap vermek zorunda olan siyasetçiler artık devlete hakimler. Hükümet yol, su, elektrik işlerine bakmak, dokunulmaz bürokrasi de devletin âli çıkarlarını savunmak gibi bir ‘işbölümü’ içinde değil. Bu saçma ayırım artık geçersiz. Devlet-hükümet ikiliği tarih oldu. Seçilmişler hem sorumlu, hem yetkili… O halde memlekette olup bitenler hükümetten sorulacak. Devletle hükümetin birleşmesinden muazzam bir güç ortaya çıktı. Bu güç hukukla, sivil toplumla dengelenmesi gereken bir güç. Çünkü ancak o zaman sivilleşmeyle sonuçlanabilir.

Övündüğümüz kaynaklar ve güç topluma ait. Toplumun kaynakları ile devletin gücü siyasette birleşir. Gidilecek istikamet siyasetin tercihiyle belirlenir. Siyasetin unutmaması gereken gerçek şu; kaynaklar ve güç toplumun.

Gücü sevenler ve kullananlar, onu üreten toplumu özgür bırakmazlarsa ‘güç yumurtlayan tavuk’u kesmiş olurlar. Bu da ‘kaybet-kaybet’ durumudur, herkes kaybeder… Büyük güç özgürleştirici, demokratikleştirici, dönüştürücü de olabilir, sivil alanı devletin yedeğine almaya çalışan, toplumu baskılayan bir araç da…

Sonuçta güç iyi, ‘büyük güç’ daha da iyi diyelim; ama önemli olan bunun kim(ler) tarafından ve nasıl kullanılacağı… Gücün sınırlandırılması, denetlenmesi, kullanımının şeffaflaştırılması şart. Aksi halde güç, sahiplerini bozar.

 

Zaman, 02.10.2012

Erdoğan cephesinde yeni bir şey yok

Yazıya başlamadan önce gazetelerin haber sitelerinde Başbakan Erdoğan’ın konuşmasının nasıl bir başlıkla verildiğine baktım.
Arkadaşlar kusura bakmasın ama birçoğunun kullandığı “tarihi konuşma” nitelemesine hiç mi hiç katılmıyorum.
Bu konuşma tarihi bir konuşma değildi; bırakın tarihi olmayı, önemli bir konuşma bile değildi.
Evet, bol şiirli, bol duygulu, bol gözyaşlı bir konuşmaydı ama içinde daha önce söylenmemiş hiç, ama hiçbir şey yoktu.

O yüzden de bu konuşmayı zorlama birtakım yorumlarla önemli kılmaya çalışmak yerine, kongrede dağıtılan 62 maddelik Yol Haritası üzerinde durmak belki daha verimli olacak.

Seçim barajı düşecek mi?

Partinin Yol Haritası’nda dikkatimi çeken ilk nokta, “Seçimlerle ilgili mevzuatın topyekûn gözden geçirilmesi” ve “Temsilde adaletin sağlanması için tedbirler alınması” maddeleri oldu. Bu ifadeleri seçim barajının nihayet düşürüleceğine dair bir sinyal olarak algılarsak, önemli bir karar olduğunu söyleyebiliriz.

Üzerinde durulması gereken ikinci nokta ise Yol Haritası’nın 10 ve 11’inci maddelerinde yer alıyor: 11. maddede yer alan “Şartlar ne olursa olsun mutlaka yeni bir anayasanın ülkeye kazandırılması” maddesini olumlu bir mesaj olarak algılasak da sanırım artık iktidar partisinden soyut bir “yeni anayasa” söyleminin ötesinde, hedeflediği bu yeni anayasanın en can alıcı maddeleri konusundaki görüşünü de okumalıydık. Üstelik, bir üstteki maddede yer alan “Başkanlık, yarı başkanlık ve partili cumhurbaşkanı meselelerinin tartışılması” maddesi, yeni anayasadan esas muradın ne olduğu konusundaki endişelerimizi de artırıyor.

Başbakan, gerek partisinden gerekse kamuoyundan gelen olumsuz tepkilere rağmen başkanlık sistemi tartışmasını sürdürmeye kararlı görünüyor. Eğer böyle olursa, başkanlık sistemi tartışmalarının yeni anayasa tartışmalarının tam göbeğine oturması ve yapılması gereken bütün diğer tartışmaların güme gitmesi kaçınılmazdır. Böylece Türkiye kamuoyu eline ilk kez geçen “21. yüzyıl Türkiye’sinin ihtiyaçlarına cevap veren sivil ve demokratik bir toplumsal sözleşme” yapma fırsatını Erdoğan’ın başkanlık sistemi hevesi yüzünden heba etmiş olur.

Darbeciliğe karşı kurumsal önlemler

Yol Haritası’nda yer alan “Darbelerin dayanağı olan mevzuatın ayıklanması”, “İsmi darbelerle anılan şahısların isimlerinin kamu alanlarından kaldırılması”, “Askeri okullardaki müfredatın yenilenmesi”, “Jandarmanın kolluk hizmeti sunan sivil bir yapıya dönüştürülmesi” gibi maddeleri, askeri vesayeti fiilen kaldıran iktidarın, şimdi bu dönüşümün hukuksal, idari ve zihinsel altyapısını oluşturma çabası olarak okuyabilir ve bundan memnun olabiliriz.

Ancak ben, 63 maddelik bu yol haritasında nelerin sıralandığından çok, nelerin sıralanmadığının; nelerden hiç söz edilmediğinin daha önemli olduğunu düşünüyorum.

Tek bir örnek verip şimdilik bitireyim:

YSK’nın yeniden yapılandırılmasından, yurtdışı teşkilatlarımıza adli müşavirlik atanmasına kadar ikinci-üçüncü derecede önemli birçok konuya yer veren bu metinde, yerel yönetim reformundan hiç söz edilmemesi çok manidar ve bir o kadar da vahim değil mi?

 

Bugün, 01.10.2012

Erdoğan’sız AK Parti olur mu?

Hafta sonu AK Parti kongresi var. Ülkeyi yöneten partinin gelecek vizyonunu görmek için önemli bir fırsat. Başbakan Erdoğan son kez genel başkanlığa aday olacak. Dolayısıyla partinin gelecek vizyonunda parti başkanı olarak Erdoğan yok.

 

Başbakan’ın 2014 seçimlerinde cumhurbaşkanı adayı olacağı konusunda kimse kuşku duymuyor. Karşısında henüz onu zorlayabilecek bir aday görünmüyor. Anayasa Mahkemesi’nin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yeniden adaylığının önünü açması elbette ‘yeni bir durum’ yarattı. Ancak, daha önce de yazdım; bu iki ismin yarışacağı bir cumhurbaşkanlığı seçimi yaşanmayacak. Cumhurbaşkanı Gül böyle bir işe kalkışmaz, ama aday olmama kararının kendi dışında verilmesine de razı gelmez. Her durumda Anayasa Mahkemesi kararının geleceğin siyaset planlamasında cumhurbaşkanını dışlanamaz bir aktör haline getirdiği ortada.

Ancak partinin geleceğini, gelecekteki yapısını ve söylemini belirleyecek olan Başbakan Erdoğan. Kongre bu anlamda bir ‘veda’ olmayacak. 2014’te cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda bile Erdoğan’ın parti üzerindeki belirleyici konumu değişmeyecek. ‘Partili bir cumhurbaşkanı’ göreceğiz seçilmesi halinde. Hükümet işlerine de parti işlerine de müdahale eden ‘güçlü bir cumhurbaşkanı’.

Dolayısıyla bu kongrenin ‘Erdoğan sonrası AK Parti’nin inşa kongresi olduğunu iddia etmek doğru değil. AK Parti’de ‘Erdoğan sonrası yok, hiç olmayacak’. Ne Erdoğan bırakacak partiyi ne de partililer Erdoğan’ı… Sıfırdan alıp yüzde elliye getirdiği bir partiyi kimse kaderiyle baş başa bırakmaz. Cumhurbaşkanı da olsa gölgesi değil varlığı, ağırlığı, tercihleri hissedilir partide.

Aslına bakarsanız AK Parti bir kitle partisi. Bünyesinde çok farklı kimlikleri, grupları, görüşleri barındırıyor. Ama aynı zamanda da bir lider partisi artık. Şu anda partide Erdoğan’dan başka toplumda kayda değer bir ‘politik karşılığı’ olan kişi yok. Aslında kurulduğu yıllarda böyle değildi. Parti içinde Erdoğan’dan başka ‘ikinci’, ‘üçüncü’, hatta ‘dördüncü adam’dan söz edilirdi. Refah Partisi çizgisinden koparken de Erbakan’ın ‘tek adamlığı ve liderlik’ anlayışına karşı ‘kolektif bir liderlik’ sergileneceği ifade edilmişti.

Hem Türkiye’nin siyasal parti kültürü ve mevzuatı hem de zaman içinde Erdoğan’ın karizması ve yönetim anlayışı parti içindeki diğer figürleri siyaseten önemsizleştirdi, ‘politik aktör’ olmaktan çıkardı. Sonuçta AK Parti, içindeki bütün nitelikli isimlere rağmen bugün ‘lider’ demek.

Dolayısıyla bu liderin olmayacağı bir senaryo parti için yıkıcı olabilir. Hem toplumsal desteğin devamı hem de parti içindeki farklılıkların bir arada tutulabilmesi açısından Erdoğan’sız bir AK Parti’yi düşünmek zor. Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanı bile olsa partiyi bırakmayacağını söylememin nedeni bu. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasına sıcak bakmayan bazı AK Partililerin de temel kaygısı bu; Erdoğan olmazsa partiye ne olur?

Kaygılar haksız değil. Eminim parti yönetimi de bunun farkında. ‘AK Parti aklı’ bunu nasıl çözecek, göreceğiz. Belki ‘istikrar’ adına Abdullah Gül’ün partiye dönüş yapması istenecek. Gül dışında partinin ve tabanın üzerinde anlaşabileceği bir başka isim zor. İsimler çıkar elbette, ama bunların partiyi bir arada tutabilme yeteneği tartışma götürür. Ancak bu senaryonun gerçekleşmesi iki engelin aşılmasına bağlı. Birincisi Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığının ardından ‘partizan’ bir pozisyonda olmasını gerektiren, günlük ve sert polemiklere girmesini kaçınılmaz kılan bir parti başkanlığı görevini kabul etmesi. Türkiye tarihinde aslında olmadık bir dönüş değil bu. İsmet İnönü bunu yaptı. Turgut Özal’ın da cumhurbaşkanıyken parti kurma hazırlığında olduğunu biliyoruz.

Diğer mesele cumhurbaşkanı seçilen bir Erdoğan’ın partinin başında ve başbakanlıkta nasıl bir ‘figür’ görmek isteyeceği. Aslında bütün bunlar bize ‘yeni’ bir şeyler anlatıyor. Türkiye siyaseti uzun süren bir aradan sonra yeniden ‘öngörülemez’ özellikler göstermeye başlıyor. Türkiye’yi yüzde elli oyla yöneten siyasi partinin 2015 seçimlerine kimin liderliği altında gideceğini bilmiyoruz.

Zaman, 28.09.2012

TSK’nın kurtuluşunun başlangıcı mı?

0

 

İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi, Balyoz davasında tarihî bir karar verdi. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa, bir eksik darbe teşebbüsünün failleri olduğu iddia edilen silahlandırılmış memurlar, bir sivil mahkeme tarafından, pozitif hukuka uygun olarak cezalandırıldı.

Dava henüz tam olarak sonuçlanmış olmamasına, bunun için temyiz sürecinin tamamlanmasının gerekmesine rağmen, bu kararın her bakımdan önemli yankıları ve sonuçları olacaktır. Her şeyden önce, davanın açılmasına dayanak teşkil eden belgeleri kamuya mal etmek için adım atan (muhtemelen ordu içinden) insanlara, bunları yayımlama cesareti gösteren Taraf gazetesine ve orada çalışan gazetecilere, belgelere dayanarak dava açan savcılara ve her türlü baskı, yıldırma, terörize etme çabalarına rağmen davaları azimle ve kararlılıkla yürüten hâkimlere uygar toplum ve Türkiye demokrasisi şükran borçlu. Toplumun bir şükran borcu da, kökleşmiş ko-optasyon yapısını referandum yoluyla kırarak yargıyı silahlı bürokrasinin aleti ve emir eri olmaktan çıkartan hükümete ve ona bu çabalarında destek veren her meşrepten ve çizgiden demokratlara. Umut edilir ki, bu bir son değil, bir başlangıç olacaktır ve Türkiye aynı yoldan daha önce geçmiş olan Arjantin, Yunanistan, İspanya ve Şili’yi izleyerek uygar dünyanın bir üyesi olma yolunda ilerleyecektir.

Her mahkûmiyetin iki yönü bulunur. Birincisi mahkûmu ve yakınlarını, ikincisi mağdurları ve toplumsal adaleti ilgilendirir. Birincisi açısından bir dram yaşanıyor. Yıllarca üniformayla itibarlı görevler yapan kimselerin demokraside yüz kızartıcı olması gereken bir suçtan hüküm giymeleri, onlar için de onların yakınları için de üzücü. Allah hepsine metanet ve sabır versin. Toplum ve demokrasi açısından ise adaletin tecelli etmesi ve silahlı bürokrasiye “marş marş, yerine!” emri verilmesi söz konusu. İlk gruptakilerin acısı ve varsa utancı, ikinci grubun haklarını ve adalet talebini geçersizleştirmez. Darbeye yeltenenlerin cezalandırılmasının aslında çok daha önceden ve daha vahim olaylar (meselâ, 12 Eylül) üzerinden vuku bulmuş ve halkın iradesini halkın seçtiği politikacıları yine halkın verdiği silahlar ve insan gücüyle ezerek defalarca ve tereddütsüzce çiğneyen ve çiğnemeye teşebbüs eden silahlı memurların demokrasi ilkeleri boyunca hizaya çekilmiş olması gerekirdi. Ne yazık ki bu noktaya geç ulaştık.

TSK’YI GERÇEKTEN SEVENLER ÜZÜLMESİN

Davaya çeşitli eleştiriler yöneltildi, yöneltiliyor. Bunların bir kısmını ciddiye almak gerekebilir, diğerleri ise hukuk, ahlâk, adalet ve demokrasi ilkelerine dayanarak değersiz sayılabilir. Balyoz davası elbette siyasî bir boyut içeriyor; bunun sebebi, davanın amacının demokrasiyi silahlı memurlara karşı korumak olmasıdır. Dört darbe yaşamış, defalarca darbe teşebbüslerine sahne olmuş bir ülkede ordunun birçok üst düzey görevlisinin darbe yapma siyasî kültürünü derinlemesine benimsemiş olmasına şaşırmak zor. TSK ne yazık ki darbecilik hastalığına yakalanmış. Bunu, az sayıdaki istisna haricinde, bir generalle, on dakikalık bir konuşma hemen ifşa edebilir. Hastalığın bünyeyi iyice sarması ve anormalliğin normalleşmesi yüzünden TSK darbeci çeteleşmeleri engelleyecek ve temizleyecek bir iç denetim mekanizması kuramadı. Kurabilse ve işletebilseydi, bu tür davalarla karşılaşmak yerine, söz gelimi, 2003’te, en azından teşebbüsün merkezinde olanlar emeklilik veya tard yoluyla görevden uzaklaştırılmış ve Balyoz tipi davalara ihtiyaç kalmamış olurdu. Bunun olmaması dışarıdan müdahaleyi zaruri kıldı. Demokratik siyaset ve bürokratik tahakkümden kurtarılan yargı, sonunda bunu toplumun büyük desteğiyle elbirliği içinde gerçekleştirdi.

Davayı hiçbir hukukî yanı bulunmayan ve iç dinamiklerle değil yalnızca dış dinamiklerle vuku bulan bir olay olarak takdim çabaları da garip ve anlamsız. Darbelerde ABD’nin belli bir rolünün olduğu elbette doğru, ama bu, asker memurların sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Aksi takdirde, TSK’nın generallerinin kendi iradesi olmayan, efendileri tarafından istendiği gibi kontrol edilen ve kullanılan piyonlar olduğunu kabul etmemiz gerekir. Ana dinamik dışarısı değil içerisiydi. Dava TCK’ya göre görüldü ve hükme bağlandı. Muhtemeldir ki, bu davaya mahsus olduğu söylenemeyecek ve Yargıtay tarafından telafi edilmesini umduğum ve dilediğim usûl hataları yapıldı. Ancak, dava şeffaftı, bütün dünyanın gözleri önünde cereyan etti, hızla tamamlandı. Yargının bu tür davalarda tecrübesiz olmasına, sanıkların kalabalıklığına, içte ve dışta korkunç bir dezenformasyon ve psikolojik baskı mekanizmasının işletilmesine rağmen, dava yürütüldü ve sonuçlandı.

Davanın bazı delillerin sahte olduğu sanık yakınlarının ve avukatlarının nazarında, söylenmekle doğruluğu ispatlanmış sayılan bir tez hüviyetinde. Elektronik delillerin çok az bir kısmı için bu ihtimal bulunsa bile, ses kayıtları, ıslak imzalı yazılı belgeler, günlükler ve şahit ifadeleri davayı hükme bağlamaya yeterli görüldü. Ayrıca, davayı yakından takip eden bazı uzmanlara göre, kimi zaman ve bilgi tutarsızlıklarının izahı da zor değil. TSK her şeyi yazıya bağlayan ve bazı planları devamlı güncelleyen bir yapı. 12 Eylül darbesinin planları bile hâlâ arşivlerde bir prototip darbe planı olarak hazır tutuluyor. Kurum bu tür şeyleri müktesebatının ve varlığının bir parçası olarak görüyor. Kaldı ki, bazı belgeler sahteyse, bunu ispatlama yükümlülüğü sadece savcılığa değil savunmaya da düşer. Akıl yürütmek iddiaları doğrulamaya yetmez. Kim bu sahte belgeleri üretenler ve TSK’yı isim isim, birim birim nasıl bu kadar iyi tanıyorlar? Niçin başkalarını değil de bu davanın sanıklarını hedef alıyorlar? Nasıl oluyor da ürettikleri belgeleri TSK’nın en mahrem binalarına, onların en gizli bölümlerine yerleştirebiliyorlar? Niçin eski Genelkurmay başkanları (Işık Koşaner gibi) esas itibarıyla belgelerin sahteliğinden değil dışarı sızdırılmış olmasından şikâyetçi oluyor?

Bazıları darbenin bir bütün olarak TSK’ya karşı bir operasyon olduğunu, böylece TSK’nın zayıflatıldığını iddia ediyor. Davanın suç isnadı bakımından tüm TSK’yı değil belli isimleri hedef aldığı açık. Darbecilik virüsüyle ilgili olarak bütün TSK için sonuçlar yaratacak olması ise doğru ve gayet gerekli. Bence bu dava, TSK’yı kurtarma yolunda atılmış önemli bir adım. On yıllardır darbecilik mikrobunun pençesine düşmüş olan TSK, bu kararla başlayarak tedavi olmayı içten de benimser ve buna uygun davranırsa, gerçek bir demokratik ülke ordusu olmaya doğru yürüyebilir, illegal çeteleşmelerden ve askerlik değil siyaset oynamak isteyen safralarından arınarak güçlenebilir. Böylece asıl vazifelerine dönebilir ve onları başarıyla yerine getirebilir. Bu açıdan bakıldığında, TSK’yı gerçekten sevenlerin üzülmesini değil, sevinmesini gerektiren bir durumla karşı karşıyayız.

Zaman, 28.09.2012