Ve İslam bireyi yarattı…

İslamiyet’ten önceki “cahiliye” Araplarının temel özelliğinin putperestlik olduğu, hemen her Müslüman tarafından bilinir. Ancak aynı Arapların bir özelliği daha vardır ki, putperestlik kadar önemli olmasına rağmen, daha az dikkat çeker: Kabilecilik.

Cahiliye kabileciliği çok güçlüydü, çünkü altıncı yüzyılda yaşayan bir Arap, ancak kabilesi kadar kuvvet, itibar ve güvenlik bulur, kabile dışında ise varlığını bile sürdüremezdi. “Sen kimsin” sorusunun ilk cevabı “ben falancayım” değil, “ben falancalardanım”dı.

Yani, cahiliye devrinde “birey” yoktu. Öyle ki, “bireysel suç ve ceza” dahi yoktu. Mesela A kabilesinden biri B kabilesinden birini öldürürse, B kabilesi gelir “sizden birini kısas yapmak üzere bize verin” derdi. (Herhangi birini!) Kız çocukları, kabileler arasındaki savaşlarda işe yaramadıkları için değersizdi: Diri diri toprağa gömüldükleri bile olurdu.

Arapların bu koyu kabileciliğinin coğrafi bir sebebi vardı kuşkusuz: Çöl şartları, insanların başına buyruk yaşamasına izin vermiyor, onları sık-dokulu yapılar içinde “kollektivist” hayatlara zorluyordu.

Payidar kabile

Fakat kabileciliğin bir de zihniyet temeli vardı: Araplar, elleriyle yaptıkları putlara iman ediyor, ama “ölümden sonra hayat”a ve bu hayatta sorguya çekileceklerine inanmıyorlardı. Nitekim, İslam peygamberine karşı şöyle diyeceklerdi:

“O, yalnızca bizim dünya hayatımızdan ibarettir; ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler değiliz.” (Müminun Suresi, 37)

Bütün gerçeklik “dünya hayatından” ibaret ise, bu hayattan ayrılan bireyler yok olup gidiyordu. Buna karşılık kabile, her daim varlığını koruyordu. Bu vizyonun doğal sonucu “ebedi” sanılan kabilenin, “geçici” görülen bireyi kendi içinde eritmesiydi. (Aynen, “ilelebet payidar” kalacağını vehmeden kimi modern otoritelerin, elleri altındaki her bireye “varlığım sana armağan olsun” dedirtmesi gibi.)

İslamiyet, işte bu kabileci kültüre karşı muazzam bir fikri devrim gerçekleştirdi. Bunu da her bir insanı, tek bir Yaratıcı’ya karşı tek başına sorumlu birer birey kılarak yaptı. İslam’a göre birey kabilenin içinde kaybolamazdı. Aksine, hem kabile hem de yeryüzündeki her şey yok olup gidecek, bir tek Allah bâki kalacaktı; bir de “ahiret hayatına” göçtüğü için sonsuza kadar yaşayacak olan birey…

Birey, Allah’a vereceği hesabında da başka hiç kimseden destek ve kayırma göremeyecek, sadece kendi yaptıklarına dayanacaktı. Ahirette karşılaşacağı hitap şuydu:

“Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geldiniz.” (En’am Suresi, 94)

Yaratıcı’dan bireye

İslam’ın bu uhrevi mesajının kabileci Arap toplumundan bireyi çekip çıkardığı gerçeği, kimi Batılı düşünürlerce de teslim edilir. Alman Katolik ilahiyatçı Hans Küng, “Islam” adlı 700 küsur sayfalık kitabında şöyle der:

“[Hz.] Muhammed’in yaydığı tutarlı tek-tanrıcılık… yeni bir bireysel sorumluluk yarattı… Tek bir Tanrı varsa ve o Tanrı Yaratıcı ise, onun yarattığı insanlar özel bir onur kazanıyor; her şeyi belirleyen bir kabileler sisteminin objeleri değil, Yaratıcı’larına karşı sorumlu ve hatta O’nun ‘halifesi’ olan bireyler oluyorlardı.”

Her ne kadar sonradan kimi Müslümanlar “kurtuluşa eren fırka” gibi kavramlar ve “şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” gibi efsaneler türetse de, yani “kollektif kurtuluş”a meyletse de, Kur’an’ın her insanı bir birey olarak muhatap aldığı ve sorumlu kıldığı gerçeği değişmemiştir.

Ve buradan da “bireyin özgürlüğü” kavramına oldukça güçlü bir İslami temel çıkmaktadır ki, tarih boyunca bunu anlayan ve savunan nice Müslüman düşünür olmuştur.

Çarşamba günü, inşallah, devam edelim.

Star, 08.08.2011

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et