Sivil toplum nedir? Ne değildir?

Sivil toplum kavramı kadim zamanlardan beri kullanılan ve analiz edilen bir kavramdır. Ancak kavramın popülerleşmesi ve sosyal bilimler alanında yaygın olarak kullanılması yenidir.

1980’li yıllarda yaygınlaşan kavram, reel sosyalizmin yıkılmasıyla daha geniş bir alana yayılarak hem pratikte hem teoride en çok kullanılan kavramlardan birisi olmuştur.

Kavramın çağdaş kullanımı 1980’lerden sonra liberal değerler ekseninde geliştirilmiştir. Kavramın tarihsel geçmişinin detaylarına girmek hem pratik hem teorik olarak anlamlı değil.

Ancak yine de genel hatlarıyla kavramın tarihsel macerasına kısaca değinmekte fayda var: Antik Yunan’da sivil toplum, ‘polis’ içinde yaşayan ve siyasi olarak aktif vatandaşların alanına gönderme yapan bir kavramdır.

Ortaçağ’da kavram, kent sistemi olan burglar etrafında biçimlenen yeni özerk alanlara gönderme yapar. Sivil toplum kavramı 17. ve 18. yüzyılda liberalizmden beslenen toplumsal sözleşme ilkesine bağlı birey imgesi ekseninde analiz edilmiştir.

  1. yüzyıldan itibaren sivil toplum kavramıyla Hegel, Marx ve Gramsci gibi devletçi-toplumcu filozoflar da ilgilenmişlerdir.

Toplumu, devletin müdahalesine karşı korunması gereken ve kendi-kendini düzenleyen bir alan olarak gören liberal sivil toplum teorisine karşı, 19. yüzyılda Hegel veMarx karşıt bir görüş geliştirdi.

Bu görüş, sivil toplumun iç çelişkilerini vurgulayarak bunların çözümünü siyasi alanda görüyordu. Devleti yücelten Hegel, sivil toplum kavramının özerkliğini ortadan kaldırdı.

Ona göre, sivil toplum kendi başına doğal ve insani bir durum değildir; devletçe düzenlenmeli ve gözetilmelidir. Ona göre sivil toplum, bireylerin kendi menfaatleri peşinde koştukları küllî bir egoizm alanıdır. Devlet ise küllî diğergâmlık (altruism) alanıdır.

Görüldüğü gibi Hegel kavrama, egoizm bağlamında negatif bir anlam yüklemiştir. Genel olarak Marksistler ve sosyalistler, özellikle eşit olmayan sınıf iktidarı ve sosyal adaletsizlikle ilişkilendirdiklerinden dolayı sivil topluma genellikle pek sıcak bakmamışlardır.

Marx, Hegel’den farklı olarak devleti sivil toplumun üstünde değil onun bir türevi olarak görüyordu. Ona göre,sivil toplum esas olarak mülkiyet ilişkilerine dayanan arındırılmalı burjuva düzeninin kendisiydi; onun için de devlet faaliyeti hâkim sınıfın çıkarlarına hizmet ederdi.

Sivil toplumun çelişkileri ise ancak devletin ortadan kalktığı, sosyal ve siyasi hayatın yeni ahlakî birliği içinde aşılabilirdi. Görüldüğü gibi Hegel ve Marx’ın görüşleri çağdaş sivil toplum teorisiyle pek bağdaşmayan görüşlerdir.

Hegel’ci tez, en sonunda devletin toplum karşısında yüceltilmesiyle sonuçlanmaktadır. Marx ise taşıdığı çelişkilerin, esas olarak ekonomik ilişkilere indirgediği sivil toplumun sonunu getireceğini düşünüyordu.

Devletçi-toplumcu gelenek içinde sivil toplum teorisine asıl katkıyı Gramsci’nin yaptığı söylenebilir. Gramsci, sivil toplumun siyasi toplumdan farklı ilkelere dayandığını ve onun sadece ekonomik ilişkileri değil fakat manevi ve entelektüel hayatı da kapsadığını söylemiştir.

Gramsci’ye göre, tahakküme dayanan siyasi toplumdan (devletten) farklı olarak, sivil toplum rızanın üretildiği alandır.

ÇAĞDAŞ DÜNYADA SİVİL TOPLUM

Yukarıda da değindiğimiz gibi sivil toplumun çağımızdaki kullanımı liberal değerlerden beslenmiştir. Bu yaklaşıma göre sivil toplum, devletin doğrudan denetimi altında tuttuğu alanların dışında kalan ve ekonomik ilişkilerin baskısından da görece bağımsız olarak, gönüllü ve rızaya dayalı ilişkilerle oluşturulan kurumlar ve etkinlikler alanını tanımlar.

Sivil toplum denince öne çıkan unsurlar şunlardır: Özgürlük, özerklik, çoğulculuk, yasallık, gönüllü örgütlenme, esneklik, şeffaflık, devletten bağımsızlık, kâr amacının gözetilmemesi, vb.

Çağdaş filozoflardan Barry ve Kukathas’a göre sivil toplumu açıklamaya yönelik karmaşık teoriler geliştirmeye gerek yok. Aslında sivil toplumun tanımı gayet basittir: Kendi haline bırakılmış toplum. Böyle bir toplumda hayatın her alanında kendiliğinden büyük bir çeşitlilik gelişir. 

Sivil toplum, insanî problemleri çözmek için kurumlar ve regülasyonlar oluşturur. Sonuçta, herkese hayat alanı açan zengin bir amaç, değer ve tarz çoğulculuğu ortaya çıkar.

Çağdaş sivil toplum anlayışına göre sivil toplum ile devlet arasında kaçınılmaz bir çelişki bulunur. Birisi güçlendikçe diğeri geriler. Aslında saf bir sivil toplum anlayışı devlete şöyle demelidir: Gölge etme başka ihsan istemez! Bu bağlamda hemen söylemek gerekir ki, bu anlayışa göre, sivil toplum kuruluşu (STK) tabiri yerine hükümet dışı organizasyon (NGO) tabiri daha uygundur.

Sivil Toplum ve Devlet

Çağdaş sivil toplum anlayışına göre sivil toplum ile devlet arasında kaçınılmaz bir çelişki bulunur. Birisi güçlendikçe diğeri geriler. Aslında saf bir sivil toplum anlayışı devlete şöyle demelidir: Gölge etme başka ihsan istemez! Bu bağlamda hemen söylemek gerekir ki, bu anlayışa göre, sivil toplum kuruluşu (STK) tabiri yerine hükümet dışı organizasyon (NGO) tabiri daha uygundur.

Tercih sivil toplumdan yanadır: Sivil toplum, siyasi, ekonomik ve kültürel düzeylerde güçlendirilmelidir. Sivil topluma ulaşılabilmesi için bu üç düzeyde yapılması gerekenler şunlardır: Siyasi düzeyde, devlet vatandaşlarının siyaset yapma, siyasete katılma ve parti kurma hakkına kısıtlama getirmemelidir.

Ayrıca siyasi etkinlikler devletten arındırılmalıdır. Kültürel düzeyde, devletin resmi dini ya da resmi ideolojisi olmamalıdır. Devlet, din, dil ve ırk ayrımı yapmamalı, belirli kültürel kodları dayatmamalıdır. 

İktisadi düzeyde, bireyler devletten izin almadan ekonomik faaliyette bulunabilmelidir. Yani piyasa mekanizmasına ve mülkiyet hakkına devlet karışmamalıdır.

Modern sivil toplum anlayışına göre siyasi toplum (devlet) ile sivil toplum arasındaki ilişkinin sağlıklı olabilmesi için birtakım gereklilikler vardır. Bunların başında hukuk devleti (kanun hakimiyeti) ve anayasacılık ilkeleri gelir.

Yasama, yürütme ve yargı başta olmak üzere bütün devlet kurumları hukukla sınırlanmalıdır. Devlet farklı düşünce ve inanç gruplarına karşı tarafsız olmalıdır.

Devlet, adalet ve güvenlik gibi sivil toplum kuruluşlarına bırakılmayacak nitelikteki faaliyetlerle sınırlı kalmalıdır. Diğer alanlar sivil toplum aktörlerine bırakılmalıdır. Sivil toplum anlayışı adem-i merkeziyetçi bir yönetimden yana olduğu için hukukun ve siyasetin de adem-i merkeziyetçi olmasını talep eder.

Güçlü bir sivil toplum için toplumsal alanın devlet müdahalesinden arındırılması gerekir. Toplumsal alan serbest, özgür ve açık olmalıdır. Tek bir kimliğin dayatılmadığı, farklılıkların hoş görüldüğü, iletişimin özgür olduğu bir toplumsal yapının varlığı olmazsa olmaz bir gerekliliktir.

Toplumu tektipleştirmek ve düzleştirmek isteyen bütün otoriter ve totaliter siyasi rejimler sivil toplumun düşmanlarıdır. Totaliteryenizm, sivil toplumun ilga edilmesi anlamına gelir.

Nitekim totaliter bir toplum idealine sahip faşist ve sosyalist rejimlerde sivil toplum tamamen ortadan kalkmıştır.

Sivil toplumun gelişmesi açısından sosyolojik farklılaşmanın hoş görülmesi yeterli değildir. Farklılıkların serbestçe örgütlenmesine de izin verilmelidir. Örgütlü bir yapı olan devletle mücadele için sivil toplumun da örgütlenmesi gerekir.

Sivil toplum unsurlarının serbestçe dernek, vakıf, sendika, siyasal parti ve informel örgütler oluşturabilmeleri için kültürel, siyasal ve hukuki engellerin kaldırılması gerekir.

Böylece farklı gruplar siyaset üretebilir ya da siyaset üretenleri etkileyebilirler. Farklılık temelinde oluşan örgütlerin ‘gönüllülük’ temelinde teşekkül etmesi gerekir. Bireylerin zorunlu olarak üye oldukları oluşumlar sivil toplum kuruluşu sayılamaz.

Sivil toplum kuruluşuna giriş de çıkış da serbest olmalıdır. Grup kimliği, bireyin özel kimliğini, özgürlüğünü ve tercihini yok etmemelidir. Modern sivil toplum anlayışı “bireysel varoluşu” yok eden örgütlenmeleri dışlamaktadır.

Sivil toplum güçlü olabilmek için devlet karşısında otonom bir statüde olmalıdır. Bu otonomi içinde şiddetten uzak, hukuk çerçevesinde bir baskı mekanizması oluşturabilir.

Bunun için sivil toplum finansal, işlevsel ve yasal açıdan devletten özerk olmalıdır. Devlet ödeneklerine ya da yardımlarına bağımlı, devlet tarafından yaratılmış ya da yetkilendirilmiş örgütler sivil toplum örgütü sayılmazlar.

Sivil Toplum ve Demokratik Kültür

Güçlü bir sivil toplum için hiç kuşkusuz kültürel yapının müsait olması gerekir. Bu bağlamda demokratik, özgürlükçü, katılımcı ve girişimci bir kültürel yapının varlığı gerçek bir sivil toplum için elzemdir.

Olumlu veya olumsuz her şeyi devletten bekleyen bir devletçi kültüre sahip toplumlarda sivil toplumun gelişmesi beklenemez. Sivil toplum kuruluşlarının genel olarak demokrasiyi güçlendirdiği, demokrasinin de sivil toplumu güçlendirdiği kabul edilir.

Güçlü ve gerçek bir sivil toplum ancak demokratik rejimlerde mümkündür. Ancak bazı durumlarda, örneğin demokrasiyi ve özgürlükleri ortadan kaldırmayı amaçlayan sivil toplum kuruluşlarının demokratik rejim açısından zararlı olduğu açıktır.

Bu gibi durumlarda devletin, demokratik rejimi koruma amaçlı olarak ‘düzenleyici ve denetleyici’ rol oynaması gerekebilir. Gerçekten de son zamanlarda birçok ülkede, sivil toplum içinde yuvalanmış ancak sivil ve demokrat bir zihniyete sahip olmayan oluşumların mevcudiyeti aşikâr bir hale gelmiştir.

Bunlar devlet iktidarını meşru olmayan yollardan ele geçirerek demokrasiyi ve hukuk devletini ortadan kaldırmayı amaçlıyorlar. Demokrasi-sivil toplum ilişkisi bağlamında şu husus da önemlidir: Sivil toplum içindeki farklılıklar ‘halk’, ‘toplum’, ‘sınıf’ ve ‘millet’ gibi soyut ve bütüncül kavramlarla düzleştirilmemelidir.

Farklılık ve birey temeline dayalı demokratik sivil toplum, bütüncül (total) bir kimliğe tekabül eden her türlü ideolojinin ve dayatmanın reddini gerektirir. Bu dayatma devletten ya da devlet dışı aktörlerden kaynaklanabilir.

Gerçek bir sivil toplum anlayışı her türlü total dayatmayı ve hegemonyayı reddeder. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Ancak demokratik bir devlet, demokratik bir sivil toplumu yaratabilir ve ancak demokratik bir sivil toplum demokratik bir devleti besleyebilir.

Reel olarak görülmüştür ki, otoriter ve totaliter rejimlerle yönetilen ülkelerde sivil toplum gelişememiştir. Bu ülkelerde ‘sivil toplum’ olarak gösterilen oluşumlar tek bir kimlik, tek bir değer ya da tek bir ideoloji ekseninde örgütlenmiş sahte oluşumlardır.

Gellner’e göre sivil toplumun temelinde ideolojik tekelin reddi yatar. Sivil toplum Batı kaynaklı bir kavramdır. Fakat Batı’yı yekpare bir bütün olarak görmemek gerekir.

Modern ve liberal bir sivil toplum, devletçi-toplumcu kültürün baskın olduğu Kıta Avrupası’nda değil de, sivil, demokrat ve özgürlükçü kültürün egemen olduğu Anglo-Amerikan dünyada gerçekleşmiştir.

Alexis de Tocqueville ‘Democracy in America’ adlı eserinde 1830’lardaki Amerika seyahatinde onu en fazla etkileyen şeyin Amerikalılar’ın dernekleşme konusundaki eğilimleri olduğundan bahseder ve şunu vurgular: Demokrasiyi kurgulayabilmek için sivil toplum vazgeçilmez önkoşuldur.

Tocqueville Amerikan toplumunu (Atilla Yayla’nın özetiyle) mealen şöyle tasvir eder: “Burası öyle bir toplumdur ki, bir problem çıktığı zaman, o problem ne türden olursa olsun, insanlar gönüllü şekilde bir araya gelirler, kaynaklarını, bilgilerini, enerjilerini birleştirip seferber ederek o problemin çözümü için çalışırlar.

Benim ülkemdeyse (Fransa), bir problem ortaya çıktığı zaman herkes devlete döner ve ‘devlet nerede’ diye sorar.”

Sivil Toplum ve Serbest Piyasa Ekonomisi

Sağlıklı ve gerçek bir sivil toplum için demokrasinin yanı sıra serbest piyasa ekonomisinin varlığı da zorunludur.

Serbest piyasanın olmadığı ya da ekonominin büyük bir oranda devlet tarafından güdüldüğü bir rejimde sağlıklı sivil toplum olamaz. Özellikle sosyalist zihniyete sahip yaklaşımlar, sivil toplum analizi yaparken serbest piyasayı ihmal etmekte ya da gereken önemi vermemektedirler.

Halbuki devletin müdahale etmediği, arz ve talebin serbestçe hareket ettiği bir piyasa mekanizması sivil toplumun varlığı için temel bir zorunluluktur. Adam Smith’e göre insanlık, avcı, toprağa bağlı, tarımsal ve ticari dönemlerden geçmiştir.

En son dönem olan ticari toplum ya da sivil toplum, ticari alandaki özgürlüğün en geniş kullanılabildiği toplumdur. Ferguson için de ticari toplum ve sivil toplum aynı şeydir. Her iki kavram da ilkel olmayan, medeni (civilized) topluma gönderme yapmaktadır.

Çağdaş filozoflardan Kukathas da sivil toplumu bir pazar toplumu olarak nitelendirmektedir.

STK’ların siyaseti etkilemeye çalışması meşrudur. Bunun için yayın faaliyeti yürütebilir, araştırmalar yapabilir/yaptırabilir, destek ve protesto gösterileri düzenleyebilir, lobi faaliyetleri gerçekleştirebilirler. Ancak, alanlarında ne kadar başarılı ve etkili olursa olsunlar, STK’lar siyasette siyasî partilerinki kadar geniş ve derin bir meşruiyete sahip olamazlar.

Sivil Toplum Kuruluşları

Sivil toplum içinde yaratılan oluşumlara değişik isimler verilmekle birlikte son zamanlarda sivil toplum kuruluşu (STK) ve hükümet dışı organizasyon (NGO) tabirleri en çok kullanılan tabirlerdir.

Çağdaş ve liberal yaklaşıma göre STK tabiri yerine, devletten bağımsızlığı vurgulayan NGO tabiri maksada daha uygun bir tabirdir. (Bu iki tabir dışında, sivil toplum kurumu, sivil toplum örgütü, üçüncü sektör ve gönüllü kuruluş gibi tabirler de kullanılmaktadır.)

Sivil toplum kuruluşlarının formel olması gerekmez; esnek, süreklilik göstermeyen, yasal bir statüyle belirlenmemiş oluşumlar da sivil toplum kuruluşlarıdır.

En genel tanımıyla sivil toplum kuruluşu terimi, bireylerin ortak bakış, ortak çıkar, ortak duyarlılık ve ortak talep temelinde gönüllü olarak bir araya gelerek, devletin dışında kalan alanda meydana getirdikleri dernek, vakıf, sivil girişim, platform, ilişki ağı ve benzerlerinden oluşan yapıları ve etkinlikleri ifade eder.

Sivil toplum kuruluşları yasal ve demokratik olmak kaydıyla amaçlarına ulaşmak için her türlü enstrümanı kullanabilirler. Ancak bu konuda önemli bir sınır vardır: Kullanılan araçlar şiddet ve hakaret içermemelidir. (Sivil itaatsizlik eylemleri bile şiddet ve hakaret içermemelidir.)

Sivil toplum kuruluşları çoğunlukla toplumsal sorunlarla ilgilenirler. Sivil toplum geleneği güçlü toplumlar, Tocqueville’in Amerika üzerindeki analizlerinde işaretettiği üzere, çok sayıda ve hemen hemen akla gelen her konuyla ilgili STK’lar ortaya çıkartırlar.

STK’lar faaliyet alanlarıyla ilgili olarak bir taraftan toplumsal bilinci ve gönüllülüğü geliştirmeye, diğer taraftan devleti etkilemeye çalışır. Ancak, bir STK yalnızca devleti etkilemeye yöneldikçe STK olma vasfı zayıflar, gitgide bir menfaat grubuna dönüşür. STK’ların siyaseti etkilemeye çalışması meşrudur.

Bunun için yayın faaliyeti yürütebilir, araştırmalar yapabilir/yaptırabilir, destek ve protesto gösterileri düzenleyebilir, lobi faaliyetleri gerçekleştirebilirler.

Ancak, alanlarında ne kadar başarılı ve etkili olursa olsunlar, STK’lar siyasette siyasî partilerinki kadar geniş ve derin bir meşruiyete sahip olamazlar.

Bu yüzden, siyasî partilerin yerlerini alma, fonksiyonlarını üstlenme talebinde ve iddiasında bulunamazlar.

TÜRK İYE’DE SİVİL TOPLUM

Osmanlı İmparatorluğu, merkezin güçlü olduğu bir devletti. Ancak tüm ülkenin merkez tarafından yönetilmesi mümkün değildi.

Teknik ve maddi zorunluluklardan dolayı adem-i merkeziyetçi bir yönetim geçerliydi. Bu yönetim modeli sınırlı da olsa sivil toplumun varlığına ve faaliyette bulunmasına imkân sağlıyordu.

Özellikle çeşitli alanlarda faaliyet gösteren vakıflar, sivil toplumun kullandığı güçlü ve yaygın kuruluşlar olarak öne çıkmıştır. Vakıfların dışında, millet sistemi ve loncalar da sivil toplum potansiyeli taşıyan yapılar olarak öne çıkmışlardı.

Son olarak devletin dışında örgütlenmiş sivil dini kuruluşlar da sivil toplum potansiyeli taşıyan kuruluşlar olarak dikkate değer etkinlikler yapmışlardır. Osmanlı’dan Tek Parti Dönemine 1908 sonrası dönem, yani Meşrutiyet dönemi, sivil toplum açısından çok zengin bir dönemdir.

Meşrutiyet dönemi hem genel olarak sivil toplumun hem de sivil toplum örgütlerinin güçlendiği, çeşitlendiği ve siyasi toplumu etkilemeye başladığı bir dönem olmuştur.

Hem demokrasinin hem sivil toplumun güçlendiği bu süreç tek parti yönetiminin hâkim olduğu Cumhuriyet’in ilk yıllarında sekteye uğramıştır. Özellikle Takrir-i Sükûn Kanunu’nun çıkarıldığı 1925 sonrası, sivil toplum açısından tam bir gerileme dönemidir.

Bu dönemde CHP dışındaki bütün partiler ve Halk Evleri dışındaki bütün sivil toplum kuruluşları ya kapatılmış ya da susturulmuşlardır. Süreci iyi analiz eden Mustafa Erdoğan bu durumu şöyle özetler: “Osmanlı’nın son döneminde Türkiye’de hukukî kurumsal anlamda bir demokratikleşme süreci başlamıştı.

Buna paralel giden şaşırtıcı bir süreç de başlıyor; II. Meşrutiyet dönemi, ‘Cemiyetler Dönemi’ diye de adlandırılır. Fevkalâde bir cemiyetsel hayat (associational life) ortaya çıkıyor birden bire. (…)

İlk işçi örgütlenmeleri, sendikalar, komünist hareketler de o dönemde başlamıştır. Bunların hepsi Cumhuriyet’le birlikte baskı altına alınmış, büyükölçüde yok edilmiştir.

Toplumun kendiliğinden oluşturduğu kurumsal yapılar zayıflatılmış ve bu gayret 1930’larda zirve noktasına ulaşmıştır. Son kırıntılar da otuzlu yıllarda bitirilmiştir.

Zaten 1924’te vakıfların, tekkelerin, zaviyelerin kapatılması, vakıfların devletleştirilmesi, eğitimin resmîleştirilmesi çok önemli ölçüde sivil olabilecek bütün odakları ortadan kaldırdığı gibi, geri kalan son birkaç kurumu da otuzlu yıllarda ortadan kaldırmıştır.”

Dönemle ilgili olarak Atilla Yayla’nın analizi de özetle şöyledir: “1925-45 dönemini Kemalizm’in egemen olduğu dönem olarak ele alırsak bir ilerlemeden çok gerilemeye tekabül ediyor diyebiliriz.

İfade hürriyeti yok, siyasi hürriyet yok, muhalefete teşkilatlanma izni verilmiyor. Bu ve benzeri faktörler bir gerileme göstergesidir.” Özetle tek parti döneminde gerçek ve demokratik bir sivil toplumdan bahsedemeyiz.

Elitist ve solidarist bir yaklaşımla yürütülen ‘toplumsal mühendislik’ faaliyetleri esasen sivil topluma, farklılığa ve sivil inisiyatife imkân tanımamıştır. Bu dönemde yönetime vaziyet eden kesimler genel olarak, sivil toplumu dışlayan Fransız-Alman devletçi- devrimci geleneğini takip etmişlerdir.

  1. Dünya Savaşı sonrasında daha çok Anglo-Amerikan dünyanın zorlamasıyla Türkiye’de yavaş da olsa demokrasiye geçildi. Bu geçiş aynı zamanda kültürel bir değişme sürecini de başlattı. Devletçi-devrimci geleneğin yerine sivil toplumu teşvik eden Anglo-Amerikan kültüre geçiş süreci başladı

1946-80 Arası Dönem

  1. Dünya Savaşı sonrasında daha çok Anglo-Amerikan dünyanın zorlamasıyla Türkiye’de yavaş da olsa demokrasiye geçildi. Bu geçiş aynı zamanda kültürel bir değişme sürecini de başlattı.

Devletçi-devrimci geleneğin yerine sivil toplumu teşvik eden Anglo-Amerikan kültüre geçiş süreci başladı. 1946’dan itibaren hem farklı siyasi partilerin hem de farklı sivil toplum kuruluşlarının kurulmasına izin verildi.

1946-60 arası dönemde farklı kesimler tarafından 37 parti kuruldu. 1946’da 700 civarında olan dernek sayısı 1950’de 2000’e yükseldi. 1960’a gelindiğinde dernek sayısı 20 bin sınırına dayanmıştı.

Sendikal örgütlenmede de çok partili hayata yeniden geçilmesiyle birlikte önemli sayıda artış gerçekleşti. DP iktidarının 1950-55 arası dönemi, sivil toplum açısından daha güçlü ve canlı olduğu bir dönemdir.

1955-60 arasında görece olarak sivil toplum bağlamında daha durağan bir dönem yaşanmıştır. 27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan askeri darbe bütün sivil gelişmeleri bir anda tersine çevirmiştir.

Sivil toplumun zemini olan demokratik rejim kaldırılmış, yerine vesayete dayalı sınırlı bir demokratik modele geçilmiştir. Sivil toplumun gelişimini engelleyen ikinci gelişme de ekonomi alanında yaşanmıştır.

Ekonomi, DPT ve benzer kuruluşlar eliyle büyük bir oranda devletin güdümüne sokulmuştur. Bir bakıma yarı-sosyalist bir ekonomi kurulmuştur. 27 Mayıs’tan sonra da demokrasiye müdahale bir gelenek halini alarak devam etmiştir.

1962 ve 1963’teki başarısız darbe teşebbüslerinden sonra en ciddi darbe 12 Mart 1971’de yaşandı. Son ve büyük darbe ise hiç kuşkusuz 12 Eylül 1980’de oldu. Sonuç olarak ekonomiye ve siyasete yapılan müdahaleler sebebiyle sivil toplum güçlenememiştir.

Tam tersine, her şeyi devletten bekleyen ve herhangi bir sorunla karşılaştığında ‘devlet nerede’ diyen bir toplum ortaya çıkmıştır.

“Cemaatler sivil toplumun bir parçasıdır. Ancak, cemaatler otomatikman birer STK teşkil etmezler. STK olmak için resmen kayıtlı olmak; üyeleri, gelirleri, faaliyetleri, harcamaları bakımından şeffaf olmak; giriş ve çıkışın serbest olacağı şekilde yapılanmak gerekir. Üyelerini bilmediğimiz, faaliyetlerini Gözlemleyemediğimiz oluşumlara STK diyemeyiz.” Atilla Yayla

1980 Sonrası Dönem

1980’li yıllar dünyaya paralel olarak Türkiye’de de sivil toplumun güçlendiği yıllar olmuştur. 24 Ocak 1980 tarihli ekonomik kararlarla Türkiye yarı-sosyalist bir rejimden serbest piyasa ekonomisine geçmiştir.

Bu sivil toplum açısından çok önemli bir adımdır. İkinci önemli adım ise siyasi alanda atılmıştır. 6 Kasım 1983 tarihinde yeniden demokrasiye geçilmiş ve sivil toplumu önemseyen, Anglo-Amerikan siyasi geleneği benimseyen Turgut Özal başbakan olmuştur.

Özellikle 1985 sonrasında Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarının gelişimi hızlanmıştır. Dışa açık bir yönetimin hâkim olduğu bu dönemde, uluslararası gelişmelere paralel olarak çevre sorunları, kadın sorunları, etnik haklar,  insan hakları, dini haklar ve sağlık sorunları başta olmak üzere birçok konuda sivil toplum kuruluşları kuruldu.

Özal döneminde başlayan bu ilerleme 90’lı yıllarda durakladı hatta geri gidişler başladı. Özellikle 1997 yılında başlayan 28 Şubat sürecinde başta insan hakları, dini haklar ve iktisadi haklar olmak üzere birçok alanda gerilemeler yaşandı.

Genel olarak toplum, özel olarak sivil toplum büyük bir baskı ve yönlendirme altında kaldı. Bu geriye gidiş, Anglo-Amerikan siyaset geleneğine sahip başka bir partinin (AK Parti) 2002 sonunda iktidara gelmesiyle yerini ilerlemeye bıraktı.

Özellikle AB’ye tam üyelik sürecinin ve müzakerelerin (2005) başlamasıyla birlikte sivil toplum alanında var olan bütün sınırlamalar kaldırıldı. Sivil toplumu güçlendirici çeşitli ulusal ve uluslar arası teşvikler yürürlüğe sokuldu.

Sivil toplum hem nitelik hem nicelik olarak tarihinde olmadığı kadar güçlendi ve çeşitlendi. Sonuç olarak, sivil toplum kuruluşları demokrasinin gelişmesi açısından olumlu kabul edilir. Fakat illegal yollardan siyasete müdahale edegelen askeri bürokrasi kaynaklı odaklar bu yeni dönemde amaçlarına ulaşmak için bir takım STK’ları araç olarak kullanma yoluna girdiler.

Ölme ve öldürme üzerine yemin eden sözde STK’lar ortaya çıktı. STK’ların siyaseti etkilemeye çalışmaları doğaldır ancak illegal yollarla doğrudan devleti ele geçirmeye çalışması hem demokrasiye hem hukuk devletine aykırıdır. Bu konuda Atilla Yayla’nın analizi açıklayıcıdır: “Cemaatler sivil toplumun bir parçasıdır.

Ancak, cemaatler otomatikman birer STK teşkil etmezler. STK olmak için resmen kayıtlı olmak; üyeleri, gelirleri, faaliyetleri, harcamaları bakımından şeffaf olmak; giriş ve çıkışın serbest olacağı şekilde yapılanmak gerekir.

Üyelerini bilmediğimiz, faaliyetlerini gözlemleyemediğimiz oluşumlara STK diyemeyiz.”

Dernekler Dergisi, 14.05.2016

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et