Farklılıklar, Sivil Toplum ve Demokrasi

Sivil topluma dair çeşitli tanımlar/anlayışlar olmakla birlikte ikisi öne çıkmaktadır. Sivil toplumdan ne anlaşılması gerektiğine dair ilk görüş diğeri ile kıyaslandığında daha dar bir çerçeve sunar. 

Buna göre sivil toplum kâr amacı gütmek dışındaki çeşitli amaçlar etrafında bir araya gelmiş ve devletle organik bağı bulunmayan örgütlü yapılar için kullanılan bir tanımlamadır. Bu tanıma giren örgütler geniş bir yelpazeyi oluşturur. 

Buna göre, uyuşturucuyla mücadele etmek veya yetim ve öksüz çocukların eğitimine destek olmak gibi amaçlarla bir araya gelen insanların oluşturduğu örgütlenmelerden meslekî veya yöresel dayanışma için kurulmuş örgütlere, belli bir siyasî görüşü tanıtmak ve yaygınlaştırmak için kurulmuş örgütlerden spor veya hobi ile ilgilenen insanlardan oluşan yapılara kadar uzanan resmî veya gayri resmi her türlü örgütlenme sivil toplum içinde kabul edilir. 

Bu tanıma göre sivil toplum kuruluşu olmanın iki kriteri vardır; devletin dışında olmak ve kâr amacı gütmemek. 

Sivil toplum ikinci olarak, sivil ve siyasî toplum veya kamusal alan ve sivil alan şeklindeki bir tasnif üzerinden izah edilmektedir. Buna göre devletin herkes için zorlayıcı ve bağlayıcı olan resmî/kurumsal/ kamusal iktidar kullanım alanları dışında kalan bütün toplumsal aktivite/edim alanı sivil toplum olarak tanımlanır. 

Burada siyasî olarak tanımlanan devlet ile sivil olarak tanılanan toplum arasında yapılan bir ayrım söz konusudur. İlkinden farklı olarak burada sivil toplum özel alan ve ekonomik alanı da kapsayacak şekilde düşünülür. Burada sivil toplum ekonomik veya değil, çeşitli amaçlarla gönüllü olarak yürütülen tüm aktiviteler/edimler ve örgütlenmeleri kapsayacak şekilde düşünülür. 

Bir toplumda sivil toplum kuruluşlarının sayısı, çeşitliliği ve etkinliğinin fazla olması demokratik katılımı besleyen ve mümkün kılan bir nitelik olarak değerli kabul edilir. Bu manada güçlü bir sivil toplumun varlığı o ülkedeki demokrasinin derinleşmesi, pekişmesi ve işlemesi için hayati görülür. 

Devletle İlişkisi Bakımından Sivil Toplum

Sivil toplum ile demokrasi arasındaki ilişkiye bu iki ayrı tanım/anlayış üzerinden giderek bakmayı deneyelim. İlkinde, yani sivil toplumu sivil toplum örgütleri/örgütlenmesi olarak kabul eden anlayışta sivil toplum ve demokrasi arasındaki ilişki esas itibariyle ‘katılım’ kavramı üzerinden inşa edilir. 

Burada, bir yönetim biçimi ve ortak karar alma yöntemi olarak demokrasinin seçimlerle sınırlı kalmaması, seçimler dışındaki zamanlarda da yönetilenlerin politika oluşturma ve karar alma süreçlerine dâhil edilmesinin yol ve yöntemi olarak sivil toplum kuruluşları yer alır. 

Bir toplumda sivil toplum kuruluşlarının sayısı, çeşitliliği ve etkinliğinin fazla olması demokratik katılımı besleyen ve mümkün kılan bir nitelik olarak değerli kabul edilir. 

Bu manada güçlü bir sivil toplumun varlığı o ülkedeki demokrasinin derinleşmesi, pekişmesi ve işlemesi için hayati görülür. Bu anlayışa göre, sivil toplum hem demokrasinin var olabilmesi, ayakta kalabilmesi için gerekli bir sosyolojik koşul, hem de demokratik bir rejimin işleyişinin temel bir unsuru olarak görülmektedir. 

İkincisine, yani sivil toplumu devletin karşısına (sadece dışına değil) yerleştiren anlayışa göre ise sivil toplum ile demokrasi arasındaki ilişki “sınırlı devlet” kavramı üzerinden inşa edilir. 

Bu yaklaşıma göre devletin (iktidar) alanı ne kadar dar, buna karşı sivil toplumun (faaliyet) alanı ne kadar genişse o ülkede demokrasi layıkıyla işliyor demektir.

Burada, güçlü, çoğul ve kendi kendine yeten bir nitelik taşıyan sivil toplumun, devleti sınırlandırılmış alanında tutabilmeye, devletin topluma doğru yayılan ve toplumu kuşatan bir tahakküm kurmasına direnç gösterebilmeye ve devlet karşısında bireysel özgürlükleri savunabilmeye imkân verdiği düşünülür. 

Bu anlayışta sivil topluma demokratik katılım için bir araç gözüyle bakılmaz, doğrudan bir değer atfedilir. Eğer hedeflendiği gibi sınırlı bir devlet varsa, sivil toplumun bizzat kendisi demokratik ve özgür bir toplumun varoluş hâli olarak kabul edilir. 

Bu yaklaşıma göre devletin, sivil toplum için bir tür koordinasyon ve yargıçlık yaparak sınırlı bir alanda kalması arzu edilirken, sivil toplumun genellikle kendi kendine yeten faaliyetler ve gönüllü ilişkiler yoluyla büyük bir arenada hüküm sürmesi arzu edilir. 

Bu anlayışta demokrasi, hem sınırlı bir devlette, hem de toplumun, kendisine bırakılan geniş alanda özgürce hareket edebilmesinde görülür. 

Çoğunluğun Azınlığa Tahakkümü mü?

Sivil toplum ve demokrasi ilişkisini farklılıklar meselesini ilave ederek ele almaya devam edelim. 

Demokratik bir rejimin iltifata mazhar olmasının en önemli gerekçelerinden biri, farklı kimliklere ve görüşlere sahip olanların baskı görmeden, hakları ihlal edilmeden ve yönetimden dışlanmadan yaşayabilecekleri bir hukukî ve siyasî çerçeveyi garanti etmesidir. 

Demokratik bir rejim farklılıklarla ilgili olarak bir yandan hiç bir kesimin/kimliğin ayrıcalık ve ayrımcılık görmediği, herkesin hukuk karşısında eşit muamele gördüğü, diğer yandan kimliği ve görüşleri ne olursa olsun herkesin yönetimde ve karar alma süreçlerinde yer alma fırsatının açık olduğu bir sistem olarak tanımlanabilir. 

Demokrasi ve farklılıklar meselesi gündeme geldiğinde akla gelen tartışmalardan biri demokratik karar alma usulleri sebebiyle çoğunluğa sahip olan kimlik veya görüşlerin azınlıkta kalan kimlik ve görüşler üzerinde kurabileceği tahakküm meselesidir. 

Bu konudaki en aşırı olası durum demokrasi teorisinde ‘çoğunluğun diktatörlüğü’ olarak adlandırılan tehlikedir. Ancak bugün bir tür ‘çoğunluk diktatörlüğü’ olarak nitelenebilecek bir rejimin demokrasi olarak kabul edilemeyeceği konusunda genel bir kabul oluşmuş durumdadır. 

Demokrasi ve farklılıklar konusuyla ilgili akla gelen diğer tartışma devletin farklılıklar karşısında alacağı pozisyon ile ilgilidir. 

Devlet diğer farklılıklar karşısında bir veya birkaç farklılığı sahiplenir, iktidar gücünün altında onları himaye eder veya o farklı kimlik, görüş veya iyi hayat anlayışlarını devletin resmi ideolojisi haline getirir, üstelik diğer rakip veya alternatif farklılıklara baskı veya yasak getirirse demokratik bir rejimden bahsetmek mümkün olmaz. 

Farklı Kimlik ve Grupların Talepleri Ne Olacak?

Şimdi, sivil toplum ile demokrasi arasındaki ilişkide farklılık meselesinin kritik bir yer tuttuğu aşikârdır. 

Demokratik bir rejimde farklılıklar meselesinin sivil toplum bağlamında nasıl ele alınacağı konusunda bize, yukarıda özetle bahsettiğimiz iki farklı sivil toplum tanımı/anlayışı rehberlik edebilir.  

İlk sivil toplum anlayışında, farklı kimlik ve görüşlere sahip olanların kendi kimlik ve görüşlerini temsil etmek suretiyle bu farklılıklarıyla şekillenen talep ve çıkarlarını yasa ve politika yapımı sürecine dâhil olarak takip etmeleri, demokrasinin olağan işleyişinin bir parçası olarak kabul edilir. 

Bu sivil toplum yaklaşımının odaklandığı husus olan katılım, farklı kimlik ve grupların örgütlü olarak kendi talep ve çıkarları doğrultusunda yönetime katılmaları anlamına gelir. 

Farklılıkları doğrultusunda örgütlenmiş gruplar kendi taleplerini yerine getirmeleri konusunda hem hükümetler/yerel yönetimler/parlamento gibi yapılara baskı yapma, onlarla pazarlık veya onlara danışmanlık etme gibi ilişkiler ile hem de diğer farklı grupların örgütlenmeleri ile rekabet veya işbirliği yoluyla demokratik katılım sürecini işletiyor kabul edilir. 

Burada değer verilen, bu yolla farklı kimlik ve görüşlere sahip olanların talep ve çıkarlarının devlet alanında kendine karşılık bulabilmesi ve ilgili alanlardaki yasa ve politikalara yön verebilme olağanın bulunmasıdır. 

Bu anlayış günümüzde geniş kabul görmesine rağmen bir kaç noktada ciddi sorun barındırmaktadır. İlk sorun, bu örgütlenmelerin kamusal alana etkilerinin oranının meselenin ne kadar kişiyi ilgilendirdiği bakımından ‘sayıları’, diğer grupların talepleri karşısında taleplerinin ‘aciliyeti’ ve bu taleplerin ‘meşruluğu’ gibi değişkenlerden çoğunlukla bağımsız olabilmesidir. 

Sivil toplum örgütlerinin başarıları, bu örgütlerin etkinlikleri, bütçeleri ve networklerinin niteliği gibi unsurlara, yani lobi yapma ve kamuoyu oluşturma konusundaki güç ve kabiliyetlerine bağlı olarak değişmektedir. Bu durum ‘gerçek’ problemleri ve ‘acil ve meşru’ talepleri olan diğer farklı kimlikler ve gruplar bakımından hakkaniyetsizliklere yol açabilir. 

Nihayetinde, bu tür taleplere cevap vermek için ayrılacak kamu bütçesi kaynakları sınırsız değildir. Bu faaliyetlerde başarılı olan kimlik ve grupların talepleri yerine getirilirken, örgütlü veya etkin olamadıkları için diğer pek çok kimlik ve grubun talepleri yerine getirilmeyecektir. 

Ayrıca, bazı durumlarda güçlü ve başarılı örgütlerden gelen pek çok talep, örgütlü ve/veya etkin olamayan kimlik ve grupların aleyhine sonuçlar da üretebilecektir.

Zira birlikte/bir arada yaşamanın doğal bir sonucu olarak pek çok kimlik ve grubun çıkarları zaman zaman birbiriyle çatışacak, ancak gelen talepler doğrultusunda yapılan devlet müdahaleleri bazıları lehinde ve diğerleri aleyhinde olabilecektir. 

Paradokslardan kaçınmak için atılacak ilk adım, sivil toplumu örgütlerden ibaret gören ve devlet/kamu üzerinden araçsallaştıran anlayış yerine, hukuk ile korunan özgür bir geniş alanda sivil toplumun kendisine ve dinamiklerine güvenen yaklaşımı benimsemek olmalıdır. 

Sivil Toplum Örgütlerinin Devletleşme Riski

Bu anlayışla ilgili ikinci sorun bu örgütlerin işin doğası gereği sürekli devlet ve/veya hükümetlerle yakın ilişki içinde olmalarıyla alâkalıdır. 

Son dönemde, katılımcı/ radikal demokrasi ve bununla bağlantılı yönetişim gibi kavramların gittikçe yükselen itibarı sebebiyle sivil toplum örgütleri ile kamu kurumları arasında yapısal, sürekli ve organik kanallar ve yollar kurulması eğilimi belirdi. 

Bu durum, sivil toplum örgütlerinin bağımsızlıklarını yitirerek, devlet ile tehlikeli bir yakın temasa girmeleri ve finansal, işleyiş ve denetleme gibi alanlar üzerinden devlete eklemlenmeleri gibi ciddi bir riski barındırıyor. 

Yani, bu ilişki biçimi sivil toplum örgütlerinin ‘devletleşmesi’ gibi bir sonuca yol açabilir. Ayrıca, devlet bu tür ilişki ve kanalları bazı grupları ödüllendirmek bazılarını ise cezalandırmak yoluyla sivil toplum örgütlerini ve kamuoyunu manipüle ve kontrol etmek amacıyla suistimal edebilir. 

Bu anlayışın en problemli noktası ise farklılıkları temelinde bir arada olan/bir araya gelen grupların devletten bir şeyler ‘koparmak’ veya devletin kendileri için bir şeyler yapmasını ‘istemek’ için söz konusu demokratik mücadeleye giriyor oldukları gerçeğidir. 

Burada sivil toplum bakımından temel amaç, örgütlü her ‘farklılığın’ devletten mümkün olan en büyük fayda veya avantajı elde etmeye kilitlenmiş olmasıdır. 

Bu tür bir sürecin kaçınılmaz sonucu devletin bu tür talepleri karşılamak üzere her geçen gün daha da fazla ‘büyüme’sidir. 

Söz konusu kimlik ve grupların taleplerini büyük ölçüde yasal düzenlemeler yapmak, finansal kaynak tahsis etmek, yeni kurumlar oluşturmak veya mevcut kurumlara yeni görevler vermek yoluyla karşılayacağından, devletin, ‘sınırlı’ kalması pek mümkün olmayacaktır. 

Devletin sınırlarını aşarak büyümesi, devlet ile (sivil) toplum arasındaki farkın/ayrımın silinmesi, devletin toplumun her alanına nüfuz ve tahakküm edebilmesi, sivil toplumun ve farklı kimlik ve grupların devlete bağımlı hale gelmesi ve nihayetinde devletin toplumu kuşatması gibi bir sonuca yol açacaktır. 

Ayrıca, farklı kimlikler ve gruplar devlet tarafından tanımlanma, statik hale mahkûm edilme ve özne durumundan nesne durumuna dönüştürülme gibi bir risk ile yüz yüze kalabilirler. 

Tam bu noktada, sivil toplum konusundaki ikinci anlayış, yani sivil toplumu basitçe bir demokratik katılım unsuru değil, demokratik bir toplumun kendini gerçekleştirdiği alan olarak ele alan anlayış öne çıkmaktadır. 

Burada farklı kimlik ve grupların devletten kendileri için çeşitli ayrıcalık veya avantaj ‘kapabilmek’ için mücadele etmesini gerektirecek bir durum yoktur. 

Burada devlet sınırlı ve de tarafsız olacağından, farklı kimlik ve gruplar arasından birini veya bir kaçını diğerleri karşısında kayırmaya veya cezalandırmaya girişemeyecek, aralarında ayrıcalık veya ayrımcılık yapamayacaktır. 

Devletin, sınırlar içinde kalması gereken temel görevi, sivil toplum içinde herkesin olduğu gibi farklı kimlik ve grupların da hak ve özgürlüklerini koruyan ve ihlal durumunda ihlalcileri durduran, yargılayan ve cezalandıran bir roldür. 

Böyle bir siyasî rejimde farklı kimlik ve gruplar kendi kültürlerini, dillerini, dinî ve ahlâkî inançlarını diledikleri şekilde yaşayabileceklerdir. 

Kendi farklılıkları bakımından gerekli olduğunu düşündükleri amaç ve projeleri hayata geçirmek için şirket, okul, üniversite, yayın evi, vakıf, sanat evleri, medya kurumları vb. kurmak gibi yollara serbestçe başvurabileceklerdir. 

Bu sistemde, kimlikler ve gruplar kendi farklılıklarını yaşatması, desteklemesi veya koruması için devlete başvurmak yerine, bizzat kendileri gibi var olarak, kendi istekleriyle ve kendi imkânlarıyla, kendi istedikleri kadar ve istedikleri şekilde farklılıklarını hayata geçirmek, onlara yön vermek ve onlarda değişiklik yapmak, velhasıl serbestçe kendilerini gerçekleştirme fırsatı ve özgürlüğüne sahip olmuş olurlar.  

Özgürlük İstiyor Ama Koşullarını Kabul Etmiyor

İkinci anlayışın sunduğu sivil toplum devlet ilişkisi, ilk yaklaşımda ortaya çıkacak problemlerle yapısal olarak karşılaşmayacaktır. Diğer taraftan söz konusu bu ikinci anlayış genellikle iki noktadan eleştiriye tabi tutulur. 

Eşitlik argümanı ile yapılan ilki, farklı kimlikler ve grupların eşit şartlarda olmadığı, dolayısıyla adaletin devlet tarafından dezavantajlı olanların desteklenmesini gerektirdiği şeklinde yapılan eleştiridir. 

İkincisi ise bu geniş özgürlük sayesinde farklı kimlik ve grupların içyapıları bakımından anti-demokratik ve anti-özgürlükçü kapalı cemaatler şeklinde örgütlenebilecekleri şeklinde yapılanıdır. 

Her iki eleştiri de, bazılarının bir yandan sürekli ‘daha fazla özgürlük’ deyip dururken, diğer taraftan aslında özgür bir toplumun zorunlu koşulları ve sonuçlarını kabul etmeye bir türlü yanaşmamalarının bir göstergesidir. 

Bu anlayışta olan insanlar farklılık meselesi konuşulurken hep aynı paradoksa düşmekten kendilerini bir türlü kurmesi, sivil toplumun ve farklı kimlik ve grupların devlete bağımlı hale gelmesi ve nihayetinde devletin toplumu kuşatması gibi bir sonuca yol açacaktır. 

Ayrıca, farklı kimlikler ve gruplar devlet tarafından tanımlanma, statik hale mahkûm edilme ve özne durumundan nesne durumuna dönüştürülme gibi bir risk ile yüz yüze kalabilirler. 

Tam bu noktada, sivil toplum konusundaki ikinci anlayış, yani sivil toplumu basitçe bir demokratik katılım unsuru değil, demokratik bir toplumun kendini gerçekleştirdiği alan olarak ele alan anlayış öne çıkmaktadır. 

Burada farklı kimlik ve grupların devletten kendileri için çeşitli ayrıcalık veya avantaj ‘kapabilmek’ için mücadele etmesini gerektirecek bir durum yoktur. 

Burada devlet sınırlı ve de tarafsız olacağından, farklı kimlik ve gruplar arasından birini veya bir kaçını diğerleri karşısında kayırmaya veya cezalandırmaya girişemeyecek, aralarında ayrıcalık veya ayrımcılık yapamayacaktır. 

Devletin, sınırlar içinde kalması gereken temel görevi, sivil toplum içinde herkesin olduğu gibi farklı kimlik ve grupların da hak ve özgürlüklerini koruyan ve ihlal durumunda ihlalcileri durduran, yargılayan ve cezalandıran bir roldür. 

Böyle bir siyasî rejimde farklı kimlik ve gruplar kendi kültürlerini, dillerini, dinî ve ahlâkî inançlarını diledikleri şekilde yaşayabileceklerdir. Kendi farklılıkları bakımından gerekli olduğunu düşündükleri amaç ve projeleri hayata geçirmek için şirket, okul, üniversite, yayın evi, vakıf, sanat evleri, medya kurumları vb. kurmak gibi yollara serbestçe başvurabileceklerdir. 

Bu sistemde, kimlikler ve gruplar kendi farklılıklarını yaşatması, desteklemesi veya koruması için devlete başvurmak yerine, bizzat kendileri gibi var olarak, kendi istekleriyle ve kendi imkânlarıyla, kendi istedikleri kadar ve istedikleri şekilde farklılıklarını hayata geçirmek, onlara yön vermek ve onlarda değişiklik yapmak, velhasıl serbestçe kendilerini gerçekleştirme fırsatı ve özgürlüğüne sahip olmuş olurlar. taramıyorlar. 

Bir yandan hiçbir farklılığın diğerine üstün olmadığını ve bütün farklılıkların baskı görmeden özgürce var olabilmesi gerektiğini ileri sürerken, aynı zamanda kendilerinin (farklı) iyi, doğru, adil, güzel, ahlâkî buldukları anlayışlarının devlet eliyle ve/veya zoruyla sivil toplumda hayata geçirilmesini talep ediyorlar. 

Bir yandan bir toplumda farklılıkların varlığının ne kadar önemli ve değerli olduğunu vaaz ediyorlar, diğer yandan her fırsatta devlet gücü ile bu farklılıkları ‘eşitlemenin’ (aynılaştırmanın) erdeminden dem vuruyorlar. 

Bir yandan devleti özgürlüklerin ve toplumun düşmanı belliyorlar, diğer yandan her musibetin ve sorunun yegâne çaresi ve çözümünü devletin ellerinde arıyorlar. 

Bu paradokslardan kaçınmak için atılacak ilk adım, sivil toplumu örgütlerden ibaret gören ve devlet/kamu üzerinden araçsallaştıran anlayış yerine, hukuk ile korunan özgür bir geniş alanda sivil toplumun kendisine ve dinamiklerine güvenen yaklaşımı benimsemek olmalıdır.

Dernekler Dergisi, 14.05.2015

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et