Ünsal Çetin
Para politikasının gelir/servet ve sermaye dağılımı üzerindeki tesirlerini ilk olarak Richard Cantillon incelemişti. Cantillon’dan sonraki bazı büyük iktisatçılar için de bu tesirlerin izini sürmek önemli olmaya devam etti. Fakat 20. yüzyılın ortalarına doğru Keynesyen ve müdahaleci iktisat paradigmasının yükselişi ile birlikte işler değişmeye başladı. Önce parasal politikanın yalnızca belirli bir durumda gelir ve servet üstünde tesirde bulunacağı kabul edildi. İnsanlar sözleşme yaparken enflasyon oranını doğru tahmin edemezlerse,‘enflasyona göre yapılan rakam ayarlamalarının’ Cantillon tesirlerinin önüne geçemeyeceği düşünüldü. Yani, çok istisnai olarak böyle bir durum gerçekleşebilirdi. Ve bu kabulün ardından bu konu ne yazık ki tamamen unutuldu. Liberal ekonomistler, onların özellikle de Avusturyalı kanadı ise bu talihsiz unutkanlığa iştirak etmeyen değerli bir istisna olarak kalmaya devam etmektedir.
ABD’de 2008 sonrasında ekonomik rahatsızlığı iyileştirmek gerekçesiyle aşırı dozda bir parasal politika kullanımı söz konusu. Bu politikayı bir ‘sıfır faiz oranı politikası’ diye adlandırabiliriz.
Bu politikanın özellikle emekliler ile (düşük riskli ve basit bir yatırım arayan) orta gelir grubunun ufak tasarruf sahipleri üstündeki tesirleri ‘sıfır faizin’ maliyetsiz bir politika olmadığını net bir şekilde açığa seriyor. 2008 sonrasında izlenen söz konusu politikanın sonucunda ABD’de kişisel faiz gelirleri yıllık toplamı 1,2 trilyon $ seviyelerinde seyrediyor. Kişisel tüketim harcamaları fiyat endeksinin yükselişini, yani hayat pahalılığındaki artışı da dikkate aldığımızda, 2014’ün ilk dönemleri itibariyle Amerikalılar reel rakamlarla 2000 yılında kazandıkları faiz gelirinin ancak % 88 kadarını kazanabilmektedir. Faiz oranları en basit ifadesiyle tasarruf etmenin getirisidir. Dolayısıyla, bu getiri kaybı hiç şaşırtıcı değil.
Tasarruf edenlerin tasarruf ettikleri için gelir kaybına uğradıklarının diğer bir göstergesi ABD’nin enflasyona endeksli 5 yıl vadeli hazine tahvilleri getiri oranlarının 2010’dan bu yana neredeyse hep negatif seyretmiş olması. Kaybedenlerin tasarrufçular olduğu açık, hem de bir enflasyon endekslemesine rağmen. Bu sonucun bir de kazananı var, o da borçlandığı için fiilen cebine para giren ABD Hazinesi, yani devlet. Birkaç yaman çelişkiyi tespit etmek mümkün. Bir yandan talebi canlı tutmak amacıyla faiz oranlarını baskı altına alırsınız, ama bu yaptığınız diğer yandan faiz geliri düşürülen toplum kesimlerinin talebini kısıtlamış olur. Bir yandan sosyal devlet programlarıyla orta ve dar gelirli grupların lehine politikalar izlersiniz, ve bir de bakarsınız ki, para politikanız bu gelir gruplarının faiz gelirlerini, yani refah seviyelerini düşürmüş.
Çalışma hayatı boyunca yaşlılık günleri için tasarruf eden, yani tutumlu ve sorumlu davrananların cezalandırılması başka bir kaleden gol yemenize de sebep olur. Nitekim, ABD’nin iş gücü piyasasına katılım oranı 2008 sonrasında 16–54 arası bütün yaş grupları için azaldığı halde, 55 yaş ve daha üstündekilerin 2002’de % 34,5 olan katılım oranı 2012’de % 40,5’e önemli seviyede bir yükseliş göstermiştir. Emeklilik günlerinde tekrar çalışmak zorunda kalmak, hem de bunu bir ekonomik durgunluk döneminin iş bulma zorluğu ile yapmak pek de hoş olmasa gerek.
Elbette, gelir dağılımı üstüne kriz sonrası para politikasının tesirlerine ilaveten 2008’e gelinceye kadarki sürecin de bir kazananlar ve kaybedenleri olduğunu unutmamak gerek. Enflasyon oranından düşük bir faiz politika oranı ile büyük bankaların yapay kredi genişlemesini mümkün kılan FED bu politika ile aynı zamanda halkın satın alım gücünü yıpratan bir fiyat istikrarı politikası gütmekteydi. Yapay ve hızlı büyüme döneminde özellikle büyük bankalar rekor kârları ceplerine indirdiler. Fakat işler kötü gitmeye başlayınca bu bankalar FED’in hazırladığı kurtarma paketleri ile açıktan ve parasal gevşeme turları ile de çaktırmadan iflas etmeme ayrıcalığına sahip oldular. Kârların özel kâr olarak kalması, zararların ise devletleştirilmesi elbette Amerikan vergi mükellefinin sırtına bir yük bindirmeden mümkün değildi.
İşin garibi, para politikası yapıcılarının ve para politikası üstünde çalışan iktisatçıların ‘para politikalarının sınırlarına’ dair uyarıları pek de gündemlerine almadıkları bir zamanda yaşıyoruz. Yani, gelir dağılımı üstündeki parasal politika tesirlerinin bu kadar gündem dışı olması bu nedenle ayrıca şaşırtıcı olmalıdır. Belirtmemiz gerekir ki, para politikası sınırlarına dair bir tartışma Cantillon tesirlerini konu dışında tutmaz. Hatta bu tesirlerin izinin sürülmesi sınırların da daha iyi ve doğru çizilmesini sağlayacaktır. Merkez bankalarının öncelikle yapabileceklerinin ve yapamayacaklarının belirlenmesi, onların verecekleri zararların engellenmesi ve makroekonomik istikrara yapabilecekleri katkıya odaklanılmasını sağlaması nedeniyle önemlidir.
24.08.2015, Yeni Söz