Ana Sayfa Blog Sayfa 572

Kürtler’in boykotla imtihanı

BDP’nin boykot tutumu dalgalı bir seyir izliyor.
Biliyorsunuz, İmralı’dan gelen “halkı serbest bırakma” benzeri laflar üzerine önce herkes biraz umutlandı, boykot kaldırılıyor diye. Ama bu fos çıktı. Tam tersine bir sertleşme gözlendi BDP cenahında. Parti ileri gelenleri evet tutumlarını açıklayan sivil toplum kuruluşlarına tehditlerle saldırdılar. Güneydoğu’dan yoğun “mahalle baskısı” haberleri gelmeye başladı. Ancak bu baskılar demokratik kamuoyunda o kadar büyük tepki gördü ki, bunu bir yumuşama izledi. BDP yetkilileri ve söz konusu STK’ların yöneticileri bir araya gelip barışma mesajı verdiler.

En son olarak da Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in açıklamasını okuduk. Baydemir referandumda boykotun yüzde 51’in altında kalması halinde kendi meşruiyetinin de tartışma konusu haline geleceğini; böyle bir durumda halkı temsil etmiyorum deyip istifa edeceğini söyledi.

Sevilen siyasetçilerin istifayı seçimlerde bir “son dakika kozu” olarak öne sürmeleri zaman zaman rastlanan bir durumdur; ne kadar etkili olduğu da pek bilinemez.

Ama tabii bu bizim sorunumuz değil.

Bizim açımızdan bu açıklama, BDP’nin ve Baydemir’in referandum sonucunu tam olarak “hayat memat” meselesi haline getirdiklerini göstermesi bakımından önemli. Ve tabii buradan da şu soru geliyor akıllara: Bu mesele bu kadar hayat-memat meselesi haline gelmişse, BDP’nin halk üzerindeki baskılarını kaldırması beklenebilir mi?

Doğrusu ben bu referandumu Türkiye için bir hayat-memat meselesi olarak görenlerden değilim. Buna karşılık, referandumun Güneydoğu’da özgür bir atmosferde yapılıp yapılamayacağı meselesini ve elbette ki referandumda çıkacak sonucu, Kürt meselesinin bundan sonraki seyri açısından gerçekten hayati önemde görüyorum.

Hep vurguladığım gibi bugün içinde yaşadığımız dönemin en önemli ihtiyacı Kürtler’in konuşması… Kürt halkının farklı kesimlerinin, Kürt hareketi içindeki farklı siyasi eğilimlerin ve farklı örgütlenmelerin kendilerini bütün farklılıklarıyla özgürce ortaya koyabilmeleri…

Kürtler’in özgür iradesi tecelli edemezse Kürt sorununda hiçbir adım atamayız. Mesela şu demokratik özerklik denen projeye Kürtler’in ne kadarının sıcak, ne kadarının soğuk baktığını bilemezsek; ne kadarının köklü bir yerel yönetim reformuyla yetinmekten; ne kadarının ise ille de bayrak dikmekten yana olduğunu anlayamazsak doğru siyasetler inşa etmek için pusula kalmaz elimizde.

Daha genel olarak, eğer halkların kendi kaderini tayin hakkından söz ediyorsak, o hakkı kullanacak olan halkın bunu kendi özgür iradesi ile yapabilecek ortama sahip olması gerekir. Sorunların siyaset yoluyla çözüldüğü demokratik rejimlerde son sözü sandık söyler. Ve sandık ortaya konduğunda insanlar sandığa gitmeye korkuyorsa; bu temel şart yoksa gerisi laf-ı güzaftır, büyük bir aldatmacadır.

Şimdiye kadar böyle bir özgürlük ortamı yaratılamadı.

Geçmişten bu yana, bölge esnafının PKK tehdidi altında kepenk kapatmak zorunda kaldığı, bölgedeki işadamlarından zorla alınan haraçlar, PKK’ya karşı çıkan aydınların nasıl “yargısız infaz”a uğradığı, örgütün kurduğu sözde Halk Mahkemeleri’nde yargılanmak dahil çeşitli tehditler altında yaşadığı herkesin malumu…

Bütün bu dönem boyunca, bölge halkı PKK’dan gelen bu baskıları engelleyebilen “güçlü bir devlet”i arkasında bulabilseydi, ona güvenebilse ve bu güven içinde korkmadan tavır alabilseydi durum çok farklı olabilirdi.

Ama öyle olamadı. Tam tersine Kürtler hep iki tarafa da güvenemeden, iki taraflı bir sıkışmışlık içinde yaşamak zorunda kaldılar. Bir okurumun mesajında söylediği gibi, uzun yıllar boyu “ağızlarında devletin, enselerinde PKK’nın namlusuyla” yaşamlarını sürdürmeye çalıştılar.

Bu referandumda bu tablonun değişmesi için hem devlete hem de Kürtler’e düşen görevler var:

Devlet o bölgede güçlü bir “tarafsız hakem” olarak ortaya çıkabilir ve özgür iradenin tecelli edeceği güvenlik ortamını sağlayabilirse; Kürtler de cesaretlerini toplayıp oy kullanma haklarına sahip çıkabilirse bundan böyle hiçbir şey eskisi gibi olmaz ve Kürt meselesinin siyaset yoluyla çözümü için önümüzde yepyeni olanakların açıldığı yeni bir döneme gireriz.

Aksi halde, daha önümüzde çok uzun bir yol ve çekilecek çok acı var demektir.

Bugün, 06.09.2010

 

Referanduma Neden EVET?

Son üç aydır Türkiye’nin temel gündem maddesi referandum oldu; referandumla yatıp referandumla kalkıyoruz. Sağda ve solda insanların referandumda kullanacağı oy bağlamında önemli kırılmalar yaşanıyor, saflar ayrışıyor.

MHP “hayır” çağrısı yaparken 12 Eylül’de uğruna canlarını ortaya koydukları devletin fena halde tokatını yiyen, işkence gören ülkücüler “evet” diyorlar.

CHP “hayır” çağrısı yaparken, CHP’li belediye başkanlarının, il ve ilçe yöneticilerinin, hattâ milletvekillerinin bir kısmı, partiden atılma pahasına “evet diyorlar.

Alevilerin bir bölümü “hayır” diyeceklerini açıklarken, bir bölümü ise, son Dersim tartışmalarından ve Ergenekon’un bazı Alevi önderlerine suikast planlarının ortaya çıkarılmasından aldıkları dersin de yardımıyla, “evet” diyeceklerini söylüyorlar.

BDP Kürtlere referandumu “boykot” çağrısı yaparken, Güneydoğulu onlarca STK boykota uymayacaklarını, Kürt halkının oylarına ipotek koymanın kimsenin hakkı olmadığını, referandumda “evet” diyeceklerini belirtiyorlar.

Devlet eliyle zengin edilmiş, devletin korumacı kanatları altında serpilmiş, dışa açılmaktan ve rekabetten hazzetmemiş, askeri darbeler karşısında net bir duruş ortaya koyamamış patronlar kulübümüz TÜSİAD “oyumuzun rengi belli değil” derken, Anadolu’da yeni yükselen dindar-muhafazakâr burjuvazinin çatı örgütü MÜSİAD “evet” diyor.

Kısaca, referandum aynasında “memleketimden insan manzaraları” çok manidar tablolar sunuyor… Bakmasını, görmesini bilenler için esasen bu manzara Türkiye’nin demokratikleşme, sivilleşme, özgürleşme ve zenginleşme yürüyüşünde kimin nerede durduğunu, nasıl pozisyon aldığını, nasıl bir tavır takındığını, ne tür gelecek planları kurguladığını gözlemlemek bakımından son derece anlamlı bir tablodur bu…

Özetle statükodan, mevcut düzenden yana olanlar, ayrıcalıklarının devamını isteyenler, değişime direnenler “hayır” derken; değişimden ve özgürlükten yana olanlar, ayrıcalıkların ortadan kalkmasını, mevcut düzenin değişmesini isteyenler “evet” diyorlar. Aslında temsil ettiklerini iddia ettikleri halkın menfaatleri “evet” demeyi gerektirirken, terör örgütünün derin bağlantıları, derin işbirliği ihtiyacı ve dehşete dayalı iktidarlarının sona ereceği kaygısına kapılanlar da “boykot” çağrısı yapıyorlar…

Bazılarımızın her şeye rağmen, bunca gelişmeye, her şeyin gözümüzün önünde cereyan etmesine rağmen, hâlâ kafası karışık. Referanduma seçimlerde oy verdiğimiz siyasi partinin oyu ile siyasi partilerden tamamen bağımsız olarak, sırf referandum maddelerine bakarak oy kullanma arasında tereddüt yaşayanlarımız var.

Normal şartlarda “evet” diyeceği halde, aklı ve vicdanı “evet”ten yana olduğu halde, bunu bir AK Parti projesi olarak görüp, futbol takımı tutar gibi tuttuğu partinin çağrısına kulak versem mi diye düşünenlerimiz var…

Bu hengamede Akademik İzdüşüm’dekiler de dâhil, bazı dostlar bana referanduma “evet” deme gerekçelerimi soruyorlar, işte bazıları…

Yepyeni, sivil, demokratik, çoğulcu ve özgürlükçü bir anayasanın kapılarını açabilmek için, evet.

Ordu vesayetine de, yargı vesayetine de, ikisinin birlikte oluşturduğu “bürokratik vesayet rejimi”ne de son verebilmek için, referandumda evet.

Yüksek yargıdaki kast sistemine son verebilmek için; “seç beni seçeyim seni” sistemini kırabilmek için, halkın taleplerine ve değerlerine daha duyarlı bir yargı sistemi için, evet.

Şekil denetimini bırakıp esastan denetime girerek anayasayı bizzat kendisi çiğneyen bir Anayasa Mahkemesi yerine, yetki gaspı yapmayan, jüristokrasi peşinde olmayan, Meclis’in yetkilerini iptale kalkışmayan bir Anayasa Mahkemesi için, evet.

Anayasanın eşitlik ve eğitimde fırsat eşitliği ilkelerine takla attırarak meslek liselilerin önünü kesmeye, başörtülü kızları üniversiteye sokmamaya yeminli, “esmer” Türklerin çocuklarının toplumsal hareketliliğini sınırlandırmaya kararlı, ayrımcı uygulamalara imza atan, adalete güveni sarsan bir yargı düzenine son vermek için, evet.

12 Eylül darbecileriyle, 30 yıl sonra hesaplaşma fırsatı için, evet.

“Şartların olgunlaşması” için sokaklardaki kan gölüne seyirci kalanlarla, 11 Eylül’de akan kanı 13 Eylül’de “mucizevi” şekilde durdurmayı başaranlarla, Diyarbakır askeri cezaevini işkencehaneye dönüştürenlerle, insanlara anadillerini konuşmayı bile yasaklayarak Kürt sorununu terör sorununa dönüştürmeyi başaranlarla, idamlar ve işkencelerle onbinlerce insanın kanına girenlerle, analara çok gözyaşı döktürenlerle hesaplaşabilmek için, evet.

İşçi ve memurların sendikal haklarının genişletilmesi için, evet.

Kadınlara, çocuklara, şehit ve gazi ailelerine belirli alanlarda özel bir ihtimam gösterilmesi için, evet.

“Üstünleri hukuku”ndan “hukukun üstünlüğü”ne geçebilmek için, evet.

Darbe anayasasından sivil anayasaya geçebilmek için, evet.

Geleneksel iktidar seçkinlerinin yargılanamadığı, sorgulanamadığı, dokunulamadığı bir oligarşik düzenden, bütün kurumların ve kişilerin haddini bildiği, kanun karşısında eşit olduğu, kanuna aykırı davrandığı zaman dokunulabildiği, sorgulanabildiği, yargılanabildiği ve gerekirse cezalandırılabildiği bir demokratik hukuk devleti düzeni için, evet.

Kürt sorununa silahlı çözümü, dolayısıyla çözümsüzlüğü reddeden bir yaklaşımla, demokratik, siyasi, barışçıl çözüm yollarının önündeki engellerin kaldırılabilmesi için, evet.

İttihat ve Terakki cuntası iktidarıyla başlayıp Tek Parti diktasıyla devam eden, darbelerle, derin devlet operasyonlarıyla, Ergenekon ve PKK işbirliğiyle bu memlekette tam yüz yıldır sürdürülen bir “askeri vesayet rejimi”ne son verebilmek için, evet.

Yirminci yüzyıl başında içine girdiğimiz, 1980’den beri çıkmaya çalıştığımız “fetret devri”nden çıkabilmemiz, “makus talihimiz”i yenebilmemiz için, evet.

Barışçı yollarla Kürt sorununu çözmüş, Alevi sorununu çözmüş, Ermeni sorununu çözmüş, komşularıyla barışık, dünya ile bütünleşen, barış ve istikrarı yakalamış, güçlü ve itibarlı bir Türkiye için, evet.

Devletin halkla barıştığı, Alevi-Sünni, dindar-laik, Türk-Kürt, sağ-sol, devrimci-ülkücü çatışmalarından medet ummayan, halkı aşağılamayan, toplumun belirli kesimlerini kendisine tehdit olarak algılamayan, ayrımcılık yapmayan, sınırlı, sorumlu ve hizmetkar devlet için, evet.

Nihayet bütün bunların sonucu olarak da,

Türkiye’nin demokratik, sivil, özgür ve zengin bir dünya devleti olabilmesi için, evet.

06.09.2010

Başbakan Diyarbakır’da Ne Dedi?

Günlerdir Başbakan”ın Diyarbakır”da yapacağı  konuşma tartışılmaktadır. Referandum kampanyasının en  önemli konuşmalarından birini Başbakan”ın Diyarbakır”da yapacağına kuşku yoktu. Ancak BDP, MHP ve CHP  Diyarbakır  konuşması etrafında yapmış oldukları spekülasyonlarla Başbakan”ı rehin almak istediler ve orada yapacağı konuşmaya günler öncesinden ipotek  koymaya çalıştılar. Diyarbakır mitingi öncesinde Başbakan eleştirilmedi,  Başbakan”a Diyarbakır”da ne söyleyeceği bir anlamda psikolojik, sosyal ve zihinsel açılardan dikte ettirilmeye çalışıldı.

3 Eylül”de Başbakan böyle bir  kuşatılmışlık girişiminin yapıldığı bir ortamda Diyarbakır”daki  mitingini gerçekleştirdi ve  merak edilen konuşmasını yaptı.Diyarbakır mitingi önemliydi, çünkü bölgede BDP”nin dışında siyasi faaliyet yürütebilen ve tabanı olan tek siyasi aktör Ak Parti”dir. CHP, MHP ve DP gibi  statükonun    siyasi  gardiyanlığına soyunmuş   partiler,  tabela partisi bile değildirler. Hayır kampanyasıyla statükonun  gardiyanlığını yapan bu siyasi partilerin ne söylediğini, bölge halkı hiçbir değer atfetmemektedir. Boykot propagandasına ve   yapılan baskılara rağmen bölge halkının gözünün Başbakan”ın yapacağı konuşmada olması çok önemli bir husustur. Bölge halkının Başbakan”ın Diyarbakır”a gelişini  ve yapacağı konuşmayı dört gözle beklemesi, Başbakan”ın ve Ak Parti”nin Kürtler tarafından güven duyulan ve sevilen ana siyasi aktörler  olduğunu göstermektedir.Bütün negatif propagandaya karşı bölge halkı  sözü dinlenecek ve güvenilecek siyasi lider olarak Erdoğan”ı görmeye devam etmektedir. Halkın Erdoğan”a duyduğu güven ve sevginin değerinin  çok iyi bilinmesi lazımdır.

Konuşmasını  polemik ve suçlamaların  üzerine kurmayan Erdoğan, bölgeye ve Türkiye”ye önemli mesajlar verdi. Bölge halkının  kendisine duyduğu güven ve sevginin farkında olan Erdoğan,  insanlara duyguyla dolu güçlü bir   konuşma yaptı. Başbakan,  Diyarbakır mitinginde hem bir Diyarbakırlı hem bir Türkiyeli gibi konuştu. Halka ne yapması gerektiğini emreden  bürokrat  siyasetçi tipinin dışında sivil ve doğal bir kişilik sergileyen Başbakan, bölge halkının  yaşadıklarıyla kendi kişisel  tecrübesi arasında bağ kurdu. Bölge halkına ben sizden biriyim mesajını  verdi. Başbakan”ın halka sizden biriyim mesajını vermesi çok  önemliydi. Çünkü Başbakan, bu mesajıyla sahici anlamda  onlardan biri olmakla   bölge halkının yanında görünüp gerçekte başka güçlerin yanında yer alan  sahte güçler arasında bir ayırım yapılması gerektiğini halka hissettirmeye çalıştı.

Başbakan, bir Diyarbakırlı olarak Diyarbakırlılardan 12 Eylül referandumunda evet oyu kullanmalarını istedi. Erdoğan”ın bir Diyarbakırlı gibi hitap etmesi dikkat çekiciydi.O, 12 Eylül referandumunda   verilecek evet oylarının Türkiye”de  demokrasinin, özgürlüğün, hukukun ve refahın  önünü açacağını  Diyarbakırlılara anlatmaya çalıştı. Militer bürokratik vesayet sistemi devam ettiği sürece  Kürt sorununun demokratik yollardan çözümünün mümkün olmadığının mesajını verdi. Militer bürokratik vesayet sisteminin şimdiye kadar Kürt sorununu çözmek yerine onu çözümsüz bırakmak, çatışmayı derinleştirmek için her şeyi yaptığına dikkat çekti.

Militer bürokratik vesayet sisteminin Kürt sorununu  çözümsüzlüğe mahkum etmek için  yaptıklarının en güçlü kanıtı ve sembolü Diyarbakır Cezaevinde bölge insanının yaşadıklarıdır. Diyarbakır”ın ortasında  bir kabus ve vahşet sembolü olarak duran Diyarbakır Cezaevini  yıkacağına Başbakan söz verdi ve vesayet sisteminin inkarcı politikasını eleştirdi. İnkarcılık ve işkenceyi reddetmekle Başbakan, bölge halkına işkenceden arınmış insan onuruna yaraşır özgür ve müreffeh bir yaşamın onların da hakkı olduğu mesajını verdi. Bu bağlamda  bölgede yapılan  ve yapılacak hizmetleri sıraladı.  Başbakan”ın şimdiye kadar düşülen şu hatayı tekrar etmediği görülmektedir. Başbakan, bölge halkını, kimlik ve hizmet arasında  bırakma gibi bir ikilemle karşı karşıya bırakmayan bir dil kullandı. Etnik aidiyetlerini koruyarak Diyarbakırlıların hizmet görmeye layık olduğunu Başbakan ifade etti. “Ya kimlik ya hizmet” yerine “hem kimlik hem hizmet” söylemi, Başbakan”ın konuşmasının önemli bir temasıydı.

Başbakan, Diyarbakır konuşmasında  hayır ve boykot bloğunu eleştirmekle beraber hiçbir şekilde ötekileştirici bir dil kullanmadı.Başörtüsünü rahibe kıyafetine benzeten CHP söylemi gibi bir ötekileştirici bir dilin kullanıldığı referandum kampanyasında Başbakan”ın Diyarbakır gibi kritik bir merkezde bütünleştirici ve yapıcı  mesajlar vermesi çok önemlidir. Diyarbakır ve bölgenin tarihsel ve kültürel mirasının  medeniyet inşa eden yüksek değerler olduğunu  sembol şahsiyetlerle ifade eden Başbakan, geçmişten günümüze  bölge halkının duygu ve düşünce dünyasının şekillenmesine katkı sunan olaylara ve şahısları referans aldı. Mekke ve Medine den sonra en son sahabe kabrinin bulunduğu şehir olarak Diyarbakır”dan söz edilmesi önemliydi.Selahattin Eyyubi ve Alparslan”ın, Ehmede Xani  ve Musa Anter”in, Fexiya Teyra ile Abdurrahman Semavi”nin birlikte referans alınması, bölge halkı açısından çok anlamlıdır ve değerlidir. Başbakan, bölgenin bu derin değerlerine atıfta bulunmakla  tarih ve kültürümüzün derinliklerindeki ana değerin şiddet değil, barış olduğuna, baskı yerine demokrasi ve hukukun kaim kılınması gerektiğini ifade etmeye çalıştı.

Başbakan, Diyarbakır”da bir referandum konuşmasının ötesinde   barış içerisinde farklılıklarımızı  koruyarak bir arada yaşamanın çerçevesini ortaya koydu. Hayır ve boykotun  halka tahakküm eden, halkı sömürgesi olarak gören vesayet sistemini tahkim etmekten başka bir işe yaramayacağını, “evet”in ise ülkemizde   demokratik ve özgürlükçü bir anayasa yapmanın önünü açacağını ifade etti. Referandum sandığından çıkacak “evet” sonucunun, bürokratik vesayet sisteminin   toplumsal ve demokratik temelinin olmadığını ortaya çıkaracağının farkında olan antidemokratik vesayet bloku, bütün güçleriyle halkı Tayyip Erdoğan karşıtlığı temelinde  hayır demeye ikna etmeye çalışıyorlar. Toplumun, evet oylarıyla vesayet sistemine hayır demesi,  daha özgür, daha demokrat ve daha müreffeh bir ülke olmanın yolunu açacaktır. Başbakan, Diyarbakır”da  Diyarbakırlıları, bölgeyi ve Türkiye”yi  bütün baskı, boykot ve hayır manipülasyonuna rağmen demokrasiye, sivilleşmeye ve  normalleşmeye “evet” demeye davet etti.

06.09.2010
 

‘Haliç’te Yaşayan Sazanlar’ 7 Eylül’ü hatırlar mı?

Hanefi Avcı’yı tanımam. Kitabını da okumadım.

Büyük kitapevlerinin girişinde gözümüzün içine sokulan kitaplardan uzak durmama rağmen bir ara alıp okumayı düşünmüştüm.

Beni vazgeçiren bizzat yazarın kendisi oldu.

NTV’deki konuşmasına tam evden çıkarken rastladım. Oturup dinlemeye başlamıştım ki, Hrant Dink cinayetinin “göründüğü gibi” olduğunu söyleyince, kendi kendime “başka sorum yok hakim bey” dedim ve televizyonu kapatıp evden çıktım.

***

Avcı’ya göre “Dink meselesi”nde her şey çok açık!

Meğer Türkiye’de öyle bir ortam yaratılmış ki, bir takım insanlar eylem yapacak hale gelmiş. Zaten “savcılar mermileri veren kişiye kadar herkesi ortaya çıkar[mış]”, burada zorlanan neymiş? Danıştay saldırısı, Hrant Dink’in öldürülmesi, Malatya’daki Zirve Yayınevi katliamı görünen failler tarafından işlenmiş. Bunların “görünen faillerden başka Ergenekon veya benzeri gruplar tarafından yapılmış olacağına mevcut deliller ve olayların oluş biçimine bakarak kimse beni ve makul birini ikna edemez” diyor Hanefi Avcı.

***

Ben Şamil Tayyar veya Mehmet Baransu gibi devletin kan ve irin kokan derin dehlizlerinde kimin kim olduğunu bilenlerden değilim. Kimin kimle dans ettiğini, kimin kiminle ittifak kurduğunu veya savaştığını bilemem. Hoş, okuyup öğrensem de unutuyorum.
Ama ben devleti bilirim.

Bildiğim için de ona inanmıyorum.

Hrant Dink’in katledilişini böyle açıklayan kişi, ya yıllarca içinde bulunduğu düzen hakkında hiçbir şey bilmiyor demektir ya da bir hesabı vardır.

Avcı’ya bir noktada katılıyorum; bence de bu cinayetler “göründüğü gibi”. Ama sorun onun bakışında. Çünkü bu fotoğrafların her birinde devlet zaten görünüyor. “Dink meselesi”nde Türkiye’de öyle bir ortam yaratılmış ki, bir takım insanlar eylem yapacak hale gelmişmiş. O ortamın nasıl yaratıldığını bilmesek neyse. Malatya’da da o ortam yaratılmıştı. Ve o ortamı yaratanlarla, bu kolektif cinayeti işleyenler, sonra da her aşamada örtenler aynı “mükemmel organizasyon”u yapanlardı.

Bugün nefret ve utançla andığımız 6-7 Eylül Hayvanlığından Sivas ve Başbağlar Katliamlarına, oradan Zirve Katliamına ve Dink Cinayetine kadar bu korku filminin her karesinde deriniyle sığıyla, o hep var. Hrant Dink, böyle kolektif bir cinayetle katledildi. Tıpkı “Şark Ekspresinde Cinayet”teki gibi herkesin olaydan haberi vardı. Belli ki sadece Avcı duymamış.

***

Önceki gün 5 Eylül’dü; yani Orhan Miroğlu’nun bahsettiği Diyarbakır Askeri Cezaevi’ndeki isyanın yıldönümü. Sizin bu yazıyı okuduğunuz gün ise 6-7 Eylül’ün, yani Özel Harp Dairesi’nin “mükemmel organizasyonu”nun yıldönümü. Birkaç gün sonra 12 Eylül geliyor. Nerdeyse her gününe devleti anmadan konuşamayacağımız acıların düştüğü bir aydayız.

Simonu mimonu bilmem. Ama pis kokulu Haliç’ten söz edecekse, “Hanefi Avcı benim işkencecimdi” diyen Şaban Dayanan’a da bir cevap versin.

Kimin ne hesabı var bilmem. Ama sazan yerine konmak gerçekten ağır geliyor.

 

Ge­ri­ci­lik ne­dir?

MHP’den Tun­ca Tos­kay ay­nen şöy­le söy­le­di:
“Tür­ki­ye Cum­hu­ri­ye­ti Dev­le­ti­nin ku­rul­du­ğu gi­bi kal­ma­sını is­ti­yor­sa­nız ‘ha­yır’ di­ye­cek­si­niz”.
E tam da bu­dur.
Ben da­ha iyi ifa­de ede­mez­dim.

Star, 06.09.2010
 

Dörtyol’da Provokatöre Gerek Var mı?

“Erzin bir sanayi şehri olmamasına rağmen son 30 yılda Güneydoğu’dan göçen 5.000 kadar Kürt nüfus Erzin’e yerleşti. Güneydoğu’da boşaltılan köylerin insanların bir kısmı da  çaresiz Erzin’e gelip yerleşiyorlardı. Bunlar kendi aralarında bir mahalle oluşturdular. Daha çok tarım işlerinde çalışarak geçinmeye çalışıyorlar. Ayrıca her yıl, Güneydoğu’dan birkaç bin insanda portakal toplama mevsiminde Erzin’e çalışmaya geliyor. Böylece Erzin’in etnik yapısı hızla değişiyor.

Erzin’e yerleşen Kürtler Erzin’e entegre olmadılar, kendi mahallelerini kurdular, Erzinlilerden kopuk yaşıyorlar. Oylarını topluca DTP’ye veriyorlar. DTP’yi tercihlerinin silah zoruyla olduğunu kimse iddia edemez. Erzinliler oylarını ne kadar özgürce veriyorsa, bunlarda oylarını aynı şekilde veriyorlar. Erzin’de kimse evinin damına hoparlör koyup müzik çalmadığı halde, Kürt mahallesinde bazı evlerin damlarına konmuş hoparlörlerden sürekli Kürtçe müzik yayını yapılıyor.

Erzinliler bu kadar çok Kürdün kısa zamanda Erzin’e yerleşmesinden hiç de memnun değiller. Bilmiyorum, köyünü, evini, belki de işini kaybederek, memleketinden göç etmek zorunda kalarak Erzin’e gelen Kürtler durumdan memnun mu?

Kürt mahallesinin çocuklarıyla sohbet ederken nereli olduklarını sordum. Çoğu Erzin’de doğmuş çocuklar, bana Diyarbakır’ın, Urfa’nın bazı ilçelerini saydılar.  Ben, çocuklara babalarının Diyarbakırlı veya Urfalı olduğunu, kendilerinin artık Erzinli olduklarını, Erzin dışına çıktıklarında, birisi nereli olduklarını sorarsa, “Erzinliyiz” diye cevap vermelerini tembihledim…

Erzin’e yerleşen Kürtlerin kurduğu mahalle bir gecekondu mahallesine hiç benzemiyor. Sokakları çok dar olsa da, evleri düzgün ve bahçeli; elektriği, suyu var. Son seçimden önce bir kısım yolları da asfaltlanmış. Çocukların hepsi okula gidiyorlar. Şimdilik Erzinlilerin portakal bahçelerinde çalışarak geçinip gidiyorlar. Bir gün geri dönmeyi düşündüklerini zannetmiyorum. Her şeye rağmen, Erzinlilerle Kürtler arasında şimdiye kadar önemli bir sorun çıkmadı.”

Kışkırtıcının İşi Zor Değil

Bu yazıyı tam bir yıl önce burada yazmıştım. Yazıyı iyimser bir cümle ile bitirmiştim, ama bu yörede yerli halkla son yıllarda Güneydoğu’dan gelip yerleşenler arasında bir çatışma ihtimali endişesini de hep taşıyordum.

Erzin Dörtyol’a 15 km uzaklıkta, Dörtyol’la aynı sorunları yaşayan bir kasaba…

Herkesin birbirini ismiyle ve lakabıyla tanıdığı, çoğunun birbiriyle akraba olduğu 20 bin nüfuslu bir Anadolu kasabasına kısa bir süre içerisinde, dillerini bile anlamadıkları 5-6 bin yabancı yerleşiyor. Erzin’de bir lokantaya girdiğimde, garsonların ve lokanta sahibinin Kürtçe konuştuklarını görünce hayretler içinde kalmıştım…

Yeni gelenler Erzin’e uyum sağlayacak gibi değildi. Dilleriyle, yaşam biçimleriyle, kimlikleriyle Erzin’e yabancı idiler. Ayrıca Erzin’in asimile edemeyeceği kadar kalabalıktılar ve kendilerine ait bir mahalle oluşturmuşlardı, birbirlerine dayanarak yaşamaya çalışıyorlardı. Şu anda bizim mahallenin ilkokulunda çoğunluğu Kürt çocukları sağlamış durumda. Bu arada bizim mahalledeki caminin cemaatinde de bayağı bir artış oldu.

Erzin’de yerli halkın nüfus artışı Türkiye ortalamasının epeyce altında… Yeni gelenler ise hızla çoğalıyorlar ve bunlara her yıl daha yeni gelenler de ekleniyor.

Yeni gelenler kimlik konusunda da yaralılar. Evlerinin damından Kürtçe müzik yayını yapmalarının, açtıkları lokantada yerli müşteriyi kaybetme pahasına Kürtçe konuşmalarının, oylarını topluca Kürt partisine vermelerinin sebebi bu yaralanmış kimliği tedavi çabasının bir sonucudur herhalde.

Bu durum her toplum için sorunlu bir durumdur. Hiçbir Avrupa ülkesinde 20 bin nüfuslu bir şehir 5 bin yabancıyı tolere edemez. Madam Mitterand bile bunu bir Fransız kasabasına kabul ettiremez. Hele, camilerin minarelerine bile katlanamayan İsviçre kantonlarında hiç mümkün değildir.

Bölgede provokatörlerin işi zor görünmüyor. Bir yanda Türklerle Kürtler arasında kavga çıkarmak için her türlü kışkırtmayı yapan bir terör örgütü, bunlara ayak uydurmuş politikacılar, diğer yanda da sabrı gittikçe zorlanan yerli halk…

Birlikte Yaşamak Zarureti

“Kürtlerle birlikte yaşamak zorunda mıyız?” sorusu, artık bu yörede geçersizdir. Bir gün Türkiye’nin bir yerinde bir Kürdistan devleti kurulsa da, burada Türkler ve Kürtler bir arada yaşamak zorundadır. Birlikte yaşamanın çarelerini aramaktan başka bir çıkar yol yoktur.

Bu insanlar Erzin’e, Osmaniye’ye, Dörtyol’a durup dururken gelmediler. Güneydoğu’da güvenlik gerekçesiyle köyleri boşaltanlar, mezraları yaşanmaz hale getirenler, hayvancılığı öldürenler, tarımsal ürünlerin ticaretini engelleyenler herhalde böyle bir sonucun da sorumlusudurlar. Güneydoğu’da köyü boşaltılan insanlar, herhalde Osmaniye’ye, Erzin’e, Dörtyol’a, İskenderun’a, Adana’ya, Mersin’e yerleşeceklerdi. Herhalde bu beklenmeyen bir durum değildi. Ben ortaokulu giderken Dörtyol’un nüfusu 10 bindi; şimdi 70 bin…

Provokatörün işi zor gibi görünmüyor. Aslında provokatöre de gerek yok. Durup dururken 4 polisin öldürülmesi yeteri kadar provoke edici herhalde… Taraf gazetesi, Erzin’de olayların büyümemesinde Erzin BDP İlçe Başkanı Hüseyin Kur’un sağduyulu davranışının önemli katkısı olduğunu yazdı. Aynı sağduyu Dörtyol’daki olayların üstüne Diyarbakır’da hazırladıkları konvoyla gitmeye çalışan BDP lideri Selahattin Demirtaş için de gerekiyor.

Dörtyol’da olanların arkasında ille de provokatör aramak  boşuna… Osmaniye’de; Erzin’de, Dörtyol’da yerli halkla Güneydoğu’dan gelenler arasında sorunların çıkması olağanüstü bir şey değil. Birlikte kavgasız yaşamak isteyen insanların işi hiç de kolay değil… Yerli halkın çeşitli sebeplerden dolayı bölgeye göç etmek zorunda kalmış olan bu insanları kabullenmesi, kimliklerine de saygı göstermesi; memleketlerini terk edip buraları yurt edinenlerin de huzurun bozulmaması için çaba göstermeleri, kışkırtıcılara destek olmamaları gerekiyor.

 

Adil Savaş Olur mu?

Savaş insanlık tarihinde yeni, modernliğe özgü bir olgu olmasa da, savaşın modern devletle, onun doğuşu ve örgütlenme tarzıyla çok özel bir ilişkisi vardır. Hatta bu ilişki modern ulus-devletin tanımlayıcı özelliklerindendir.  Charles Tilly bütün modern devletlerin birer savaş-yapma aygıtı olarak ortaya çıktıklarını ve savaş-yapmanın gereklerine göre örgütlendiklerini söyler.

Tilly’ye göre, devleti yapan veya oluşturan savaştır; devlet özünde bir savaş aygıtı olarak ortaya çıkmıştır. Hem ülke dışındaki hem de ülke içindeki rakiplerini etkisizleştirmek için savaşmak ve bu faaliyetler için kaynak toplamak modern devletin karakteristik özelliğidir. Savaş yapma ordulara, donanmalara ve destek hizmetlerine yol açmıştır. İçteki rakiplerini etkisizleştirme yoluyla “devlet kurma” ülke içinde sürekli gözetim ve denetim araçlarını üretmiştir. Modern devletin maliye ve muhasebe sistemi de esas olarak savaş için kaynak toplama ihtiyacının sonucudur.

Savaş karşıtı Amerikalı düşünür Randolph Bourne (1886-1918) de vaktiyle “Savaş devletin sağlığıdır” demişti. Bunu Türkçeye “savaş devletin gıdasıdır” şeklinde uyarlayabiliriz. Şüphesiz bunu söylerken Borne’nin de aklında tuttuğu modern devletti. Aynen, Ludwig von Mises’in “topyekun savaş”ı modern ulus-devletin karakteristik bir özelliği olarak nitelemesi gibi. Kısaca, her ne kadar insanlar/halklar için kan, gözyaşı ve yoksulluk demek olsa da, savaş devleti besleyen, onu azman ve azgın hale getiren ana gıdadır.

Modern ulus-devletlerin özellikle 20. yüzyıldaki performansı maalesef bu öngörüleri doğrulamıştır. Nitekim, devletin teknolojik bakımdan en donanımlı olduğu 20. yüzyıl aynı zamanda insanlık tarihinde en fazla insan hakları ihlalinin ve bu arada insan öldürmenin gerçekleştiği dönemdir. Bu yüzyılda ulus-devletler, başta giriştikleri savaşlar yüzünden, toplam 170 milyon kadar insanın ölümüne sebep oldular. Başka tarihî kanıtlarla birlikte, bu gerçek insan güvenliğinin en büyük düşmanının devlet olduğunu göstermektedir.

Gerçi, hiç değilse demokratik devletleri bu yargının dışında tutmak için gerekçeler üreten modern devletin apolojistleri de yok değildir. Meselâ Rudolph Rummel savaşların asıl nedeninin demokratik olmayan devletler olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre, demokrasiler hem daha az şiddet yanlısıdırlar, hem de birbirleriyle değil demokratik olmayan rejimlerle savaşırlar. Son zamanlarda bir hayli popüler hale gelen bu iddia “dünyayı demokrasi için güvenli hale getirme” projesinin de ilham kaynağını oluşturmuştur. Günümüzün Amerikan “neo-muhafazakarlar”ının Orta ve Yakın Doğu’yu kana bulamalarının nedeni, bu Wilson’cu düşünceyi mantikî sonucuna kadar takip etmeleridir.

Rummel’in tezinin empirik olarak doğru olmadığı gösterilmiştir, ama burada sadece şu kadarını söylemek yeterli olabilir. İddia edildiği gibi, demokratik bir rejimde savaş kararı almak pek de zor değildir. Bir kere, psikolojik nedenlerle, demokratik bir yönetimin halkı savaşa ikna etmede meselâ otokratik rejimlerden daha avantajlı olduğu açıktır. Çünkü, demokrasilerde politik liderler halkı “temsil ettikleri” ve “halk adına” konuştukları için peşin bir meşruluğa sahiptirler. Vatandaşların yöneticilere karşı kendilerini yabancılaştırmaları bu nedenle daha zordur.

Kaldı ki, hedef devleti toplumun husumetini davet edecek ve onu savaş için motive edecek vasıflarla tanımlamak veya ona hayali isnatlarda bulunmak hiç de zor değildir. Savaşı kafasına koymuş olan yöneticiler “düşman ülke”yi antidemokratik olarak nitelemek suretiyle bu engeli rahatlıkla aşabilirler. Ayrıca, demokratik olsun olmasın, iktidar mevkiinde olanların bu konuda işlerini çok kolaylaştıracak bir araçları var: milliyetçilik. Vatandaşlarının milliyetçilik damarını kabartmak ve onları savaşın “ulusal çıkarlar”ın bir gereği olduğuna ikna etmek için yanıltmak modernliğin şartlarında hiç de zor değildir. Şüphe yok ki, bundan demokrasiler de muaf değildir.

Savaşla ilgili asıl sorun, insanların onun kötülüğünün farkında olmamaları veya bu noktayı gözden kaçırmaları değildir. Akıl ve ruh sağlığı yerinde olan herhangi bir kişi savaşın zararlı, kötü, hatta “şeytani” bir şey olduğunun zaten farkındadır veya en azından onu bu konuda ikna etmek kolaydır. Mesele, insanların çoğunun bu “soyut doğru”yu somut şartlarda geçersiz kılacak haklı gerekçeler olabileceğine inanmaları veya buna ikna edilebilmeleridir. Başka bir anlatımla, çoğu insan “adil savaş” diye bir şeyin olabileceğine inanır.

Elbette “adil savaş”a inanmak ilkesel olarak yanlış değildir. Meselâ, gerçekten şartları varsa, saldırıya karşı “kendini savunma” elbette meşru, haklı bir yoldur. Meşru savunmayı, uluslar arası hukukta da kabul edildiği gibi, saldırıya uğrayan bir halka yardımı da kapsayacak şekilde düşünebiliriz. Ama bunun için saldırıya uğrayan halkın direnişe geçmesi ve başka halkların yardımını talep etmesi gerekir. Ayrıca, meşru savunma herhangi bir devletin uluslar arası camiadan bağımsız olarak sırf kendi iradesiyle başka bir halkın “yardımıma koşması”nı da meşrulaştırmaz. Çünkü, bu tür durumlarda “yardıma koşan” devletin bunu barışçı olmayan amaçlarını gizlemenin bir yolu olarak kullanması pekalâ mümkündür.

İşte bu tür meşru savunma durumlarını, kınamanın objesi olarak “savaş”tan ayırmak gerekir. Çünkü, savaş şiddete başvurmayı başlatma iradesiyle ilgilidir; oysa meşru-savunma durumunda olan bir halk şiddete başvurmayı kendisi başlatmış değildir. Mamafih, kendini-savunmanın meşruluğu da şiddete mukabele etmenin ölçülü olmasına bağlıdır. Bu ölçü, bir yandan mukabelenin/karşılık vermenin saldırıyı etkisizleştirmenin ötesine geçmemesini, öbür yandan da muharip olmayanlara zarar verilmemesini gerektirir. Açıktır ki, kendini-savunma bahanesiyle yayılmacı veya emperyalist bir yol tutarak başka bir toplumu veya ülkeyi istilâ veya işgal etmek meşru görülemez.

“Adil savaş”la ilgili mesele, adilliğin veya haklılığın referanslarını keyfi biçimde genişletme eğiliminin insanlarda yaygın olması veya devletlerce bu şekilde ikna edilmelerinin kolay olmasıdır. Modern devletin elinde bu konuda yurttaşlarını ikna edebilmek için çok sayıda uygun araç var. “Hikmet-i hükümet”çi ulusal çıkar iddiasına dayalı ikna faaliyetleri bunun tipik bir örneğidir. Kendi özgürlükleri ile “hikmet-i hükümet”in gerekleri arasında özdeşlik olduğuna zaten inandırılmış olan yurttaşları eğer “devletin bekası”nın tehlikede olduğuna inandırabilirseniz, onları bu uğurda yapılacak bir savaş için mobilize etmek hiç de zor olmaz. Bunun gibi, “ulusal çıkar” söyleminin aslında hikmet-i hükümetçi zihniyetin halkı seferber etmek için başvurduğu bir kandırmaca olduğunun farkında olmayan insanları emperyalist bir savaşa bile ikna edebilirsiniz. Normal şartlarda, devletçi söylemde “ulusal çıkar” denen şeyin aslında “ulus”un (milletin, halkın, toplumun… her neyse) kendisinin çıkarlarıyla aynı olmadığının çok az insan farkındadır.

“Adil savaş” konusundaki başka bir risk de, pek çok insanın bunu “iyi amaçlar” gütmekle özdeşleştirerek, başka toplumlara şiddet yoluyla müdahaleyi haklılaştırdığını düşünmeye yatkın olmasıdır. Bu anlayışa göre, savaş kendi başına kötü olabilir, ama eğer güttüğünüz amaç “iyi” veya “hayırhah” ise onu gerçekleştirmek için savaşa başvurmakta sakınca yoktur, hatta böylesi durumlarda savaş ahlâki bir gereklilik haline gelebilir. Bu noktada ilk akla gelebilecek “iyi” amaç, baskı altındaki bir toplumu “özgürleştirmek”tir.

Yıllar önce bir yazımda bu yaklaşımı “insaniyetçi emperyalizm” olarak adlandırmıştım. Buna göre, özgürlük, insan hakları ve demokrasi gibi temel insani değerlere her insanın doğal olarak hakkı bulunduğu için, ahlaki açıdan, özgür toplumlar baskı altındaki halkların kaderine kayıtsız kalamazlar. Ayrıca, bu temel insani değerleri reddeden veya sistematik olarak çiğneyen yönetimler meşru değildirler. Öyleyse, siyasi baskı altındaki halkları özgürlüğe kavuşturmak ve diktatör yönetimlerin yıkılmasına katkıda bulunmak herkesin ahlaki ödevidir.

Soyut-ahlaki bir tez olarak insaniyetçi emperyalizmin özgürlük ve insan haklarını evrensel değerler olarak görenler nezdinde bir çekiciliği olduğu açıktır. Gerçekten de, özellikle son dönem Amerikan dış politikası örneğinde gözlendiği gibi, bu görüş pratik sonuçları bakımından oldukça problemlidir. Nitekim, ABD’de yeni-muhafazakârlar şöyle düşündüler: ABD gerek kuruluş felsefesi gerekse temel anayasal tercihleri bakımından özgürlük ve birey hakları gibi evrensel değerlere dayandığına göre, baskı altındaki halkların da aynı değerlere kavuşması için mücadele etmek –diktatörlüklere savaş açmak dahil- onun kuruluş felsefesinin gereğidir. Oysa, böyle düşünen Amerikalılar özgürlükçü ilkenin paternalizmi sadece bireyler bakımından değil halklar/uluslar bakımından da reddettiğini göz ardı ettiler.

Amerikan işgalinin Irak’ı kasıp kavurduğu 2004 yılında yine bir Amerikalı düşünürün, Claes G. Ryn’ın, Amerikan yeni-muhafazakârlarını uyarma sadedinde söylediği gibi, başkalarının iyiliğini ne kadar fazla düşünürseniz bu hayırhah misyonunuzu gerçekleştirmek için o kadar daha fazla güce ihtiyacınız olur. Daha fazla güç ise daha fazla savaş ve savaşçı ruh demektir. Ryn’dan devam edersek, ona göre, bu tür bir sözde hayırhahlığın bir devletin dış politikasına hakim olması aslında “jakoben emperyalizm”den başka bir şey değildir: Nitekim Jakobenler de toplumun tarihsel olarak şekillenen hayat tarzını ıslah etmek yerine, onu radikal bir biçimde yeniden yapılandırmaya çalışmışlardı; onlara göre “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” bunu gerektiriyordu. Ne var ki, böylesine kapsamlı ve önemli bir misyon Jakobinlerin bütün iktidarı kendi ellerinde toplamalarını gerektiriyordu. Öyle de yaptılar ve muhalefeti şiddetle bastırdılar. Kötülerin karşısında iyiler, “erdemliler” vardı ve tabii bütün iyiler de aynı tarafta, yani Jakobinlerin safındaydı.

Aynen bugün Amerikan dış siyasetine hakim olan zihniyette olduğu gibi…

(Star-Açık Görüş, 5 Eylül 2010)

Şenol Kaluç – Ramazan münasebetiyle…

Çocukluğumun oruç günleri bir başkaydı. Komşularımız Ramazanda, bizler ise daha çok Muharrem ayında oruç tutardık. Hiç unutmam annem Ramazan öncesi hepimizi yıkar, paklardı. İlk gün hepimiz oruçlu olurduk. Hayal meyal hatırlıyorum, Ramazan gecelerinde oruç tutmasak da gece yarıları ışıklarımızı açardık. Sebebini yıllar sonra anlamıştım. Komşularımız Ramazan geceleri bizim ışıkları gözetleyip, gündüzleri anneme “Sırma hanım dün gece ışığınız yanmıyordu, yoksa hasta mıydın, uyanamıyorsan biz seni uyandıralım” gibi laflar söylerlerdi.

Yol erenlerinin dizlerinde muhabbet sohbetlerine katıldığımız günlerde Dedelerimiz nasihat verirken: “Bu ayda hiç olmazsa üç gün, başında, ortasında ve sonundaki arife gününde oruç tutun.” dediklerini hatırlarım. Gece sahurda önce abdestler alınır sonra sofraya oturulurdu. Genelde mümkün olduğunca az yenilirdi. Biz çocuk olduğumuz için bizlere biraz da kıyak geçilirdi. “Güler yüz de sadakadır” hükmünce oruçlu olunduğu kimseye hissettirilmez, suratların asılması ve oruçluluk halinin başkalarına gösterilmesi büyük ayıp sayılırdı. Gün batımında sofra hazırlandığında büyük bir sessizlikle abdestler tazelenir ve vakit beklenirdi.

Kırklayan ibadet

Arife günleri bir başka olurdu. Evde koca koca kazanlarda sular kaynatılır ve adeta kırklanırdık. Bütün aile sıra ile yıkanır ve temizlenirdi. Çocukların tırnakları özenle kesilirdi. Hiç unutmam rahmetli Anneannem “evlat kuldan utanırsan el, Allah’tan utanırsan ayak tırnağını kesmeyi unutma” derdi. Tırnak makasını ne zaman elime alsam hep bu sözü hatırlarım.

Alevi ve Bektaşilerde Oruç ritüelinin en yoğun yaşandığı günler Matem günleri olan Muharrem günleriydi ve bu günlerin havası Ramazanın neşesinden ziyade hüzünle iç içe olurdu. Muharreme girilirken arefe günü misali tüm aile temizlenir ve matem günlerine hazırlanırdı. Bazen Eba Müslim aşkına tutulacak oruca niyet edilmişse matem üç gün önce başlardı. Temiz iç çamaşırları istiflenir ve gardıroba dizilirdi. Matem süresince babalarımız tıraş olmaz, kimse yüksek sesle gülmez ve konuşmaz, saçlarımız elle düzeltilir, tarak vurulmazdı. Muharremin girmesi ile birlikte tüm hane halkı karalar bağlar ve evden gülen yüzler kaybolurdu. Yüzlerde derin bir ıstırap okunurdu. Ama tüm bu hale rağmen matem dışarıya yansıtılmaz, Ehl-i tarikler birbirleri ile karşılaştıklarında hüzünle selamlaşırlardı.

Evin kileri ve dolabı bu günlere özel olarak hazırlanırdı. Yumurta ve et kaldırılır, bıçak vurulacak hiçbir şey sofraya konulmaz, bu ayda aslan bile avına pençe vurmaz denilir ve hiçbir canlının hayatına kast edilmezdi.

Çocuklar için ekmek orucu

Matem günleri boyunca su içilmediği için su yerine boğazımızı ıslatacak meyve hoşafları hazırlanırdı. Gece yarısı sahura kalkılır ve abdest alınılarak sofraya oturulurdu. Annem abdest almadan sofraya oturmamıza izin vermezdi. Bu merasim oruç açılırken de tekrarlanırdı. İftar yaklaştığında annemin “haydi çocuklar doğru banyoya. Abdest alıp sofraya geçin” demesi hala kulaklarımdadır. Küçük kardeşlerim ekmek orucu tuttukları için onlar nispeten rahattılar. Kız kardeşlerim öğlene kadar sabreder, fakat açlıktan ağlamaya başladıklarında annem onların başını okşayarak “hadi siz orucunuzu açın, siz ekmek orucu tutuyorsunuz” derdi. Bazen ufaklıklar ısrarla bizi beklerlerdi, iki gözleri iki çeşme.

Hz. Hüseyin aşkına…

Muharremde yemek sorun değildi ama susuzluk dayanılır gibi değildi. Oruç açıldıktan sonra bile suya içmek için dokunulmazdı. Sofradaki hoşafla ve varsa bir bardak çay ile idare etmek gerekiyordu. Sanırım büyükler onlara bile pek yaklaşmıyorlardı. Fakat hiçbir şey bardaktaki saf suyun yerini tutmuyordu. Bazen bir başıma kaldığımda elim bidonlardaki suya gider, bardağı doldurur, sonra bardak dudaklarıma yaklaşırken Kerbela’da susuz şehit düşen İmam Hüseyin ve Yetmiş iki sahabesi aklıma gelir, ellerim titrer ve bardağı bırakırdım. Oruçlu olsun olmasın evde kimse sade suya el sürmezdi. Öyle bir hava oluşurdu ki, su içmek sanki Kerbela sahrasında Ehlibeytin önünde su kırbalarını saçarak içen Yezid’in ordusunda Hz. Hüseyin efendimize kastedenler gibi olmak demekti. İftar vakti sofra hazırlandığında biz küçükler Ramazan alışkanlığı ve okulda öğrendiklerimiz nedeniyle kulaklarımızı dört açıp ezan-ı Muhammedi’yi beklerdik beklemesine ama hiç ezanla birlikte oruç açtığımızı hatırlamam. İmamın Allahu Ekber nidası ile sofraya kurulur ama büyüklerimizin ikazı ile ellerimizi hemen geri çekerdik. Ezan okunur ve annem karanlığın kavuşmasını beklerdi. Dedelerimiz öyle demişti, hava kararmadan oruç açılmayacaktır. Gündüzün aydınlığı iyice gidip gecenin karanlığı kavuştuğu vakitte Dedemizin desturu ve duası ile oruçlar tuz ile açılırdı. Ve kesinlikle hangi orucu tutarsak tutalım orucumuzu su ile açmazdık; Ehlibeyt susuz bir şekilde oruç tutup bir hurma ile orucunu açarken biz nasıl olur da tatlı su ile orucumuzu açabilirdik? Öyle öğrendik, bidat bile olsa bunlar bizim için böyle anlamlıydı.

Oruç terbiye eder

Aşure günü öncesinde annemle alışverişe gider ve bilumum bakliyat ve çeşitli aşurelik malzemeler alırdık. Dev gibi kara kazanlar aşure kaynatılmak için birkaç gün öncesinden iyice temizlenir, yıkanır ve hazır bekletilirdi. Sabahtan kara kazanın altına odunlar sürülür ve en az oniki çeşit malzemeden yapılacak olan ve koca bir mahalleye yetecek kadar aşure kaynatılıp kıvamı gelinceye kadar kaynatılırdı. Hepimiz oruçluyduk ve bize geleneğin bir uzantısı olarak gelen bir ritüel orucumuzu sakatlardı. İster oruçlu ol, ister olma aşure tamam olduğunda Dedelerin duaları eşliğinde herkese bir lokma Hüseyin aşkına sunulur ve oruca devam edilirdi. Ve hiç kimse orucunun bozulduğunu düşünmezdi. Ve bu zamanlarda şunu öğrenmiştik, oruçluyken bile oruçlu olduğumuzu söylememeyi. Kamber Dedem hep “Oğul, insan orucu kendisi için, nefsini terbiye için tutmalı. Öyle ki oruçlu iken, seni gören kişi senin oruçlu olup olmadığını anlamamalı, oruç senin özünü arıtmalı, gönül aynanı parlatmalı. Her daim dilin zikir üzere, nefsin oruç üzerine olmalı, dört kitabın özünde bu yazar” derdi.

Yıllar sonra İncil’i merak edip okumaya başladığımda Hz. İsa’nın Ferisilere hitaben söylediği sözleri gördüğümde evet dedim kendi kendime dört kitabı hakkı ile okuyan dünyaya aynı mana gözü ile bakar.

Aşk-ı muhabbetle Allahu Teala cümle tutulan oruçlarımızı kabul eyleye…

Açık Görüş, Star, 05.09.2010

‘Hayır’ların kazanması 12 Eylül rejimini tasfiye eder mi?

Halihazırda yürümekte olan halkoylaması kampanyasıyla ilgili olarak belki de en fazla kayda değer olan husus şu: Hiddet ve hararetlerine bakarsanız, sanırsınız ki “Hayırcılar” düşmana karşı mücadele veriyorlar.

Evet, sağcısıyla-solcusuyla, Hayırcıların çoğunun temel derdi gerçekten de “düşman” AKP’yi mağlup etmek. Anayasa onların umurunda değil: AKP “hezimete uğrasın” da, varsın kimse daha fazla özgürlükten yararlanmasın istiyorlar.

Böylesine gözü kara bir AKP düşmanlığıyla malul olanların elbette söz dinleyecek halleri yok. AKP bunlara, bırakınız mütevazı bir anayasa reformunu, “cennet”i sunsa bile onu ellerinin tersiyle itecekler.

Ben yine de, Hayırcıların hiç değilse bir kısmının bu anayasa değişikliği paketine, onu yetersiz buldukları ve “12 Eylül Anayasası”nın tamamen tasfiye edilmesinden yana oldukları için karşı çıktıklarını var sayarak, bu yazıda onların akıllarına hitap etmek istiyorum.

Temel soru şu: “12 Eylül Anayasası”nın kalkmasını sahiden istiyor musunuz? Eğer istiyorsanız, bu nasıl mümkün olacak? Herhalde kendiliğinden veya “Tanrısal” bir müdahaleyle değil. Öyleyse, bu işte inisiyatif alacak bir siyasi iradeye ihtiyaç var. Peki, halihazırdaki siyasi konjonktürde bu yönde iyi-kötü bir irade beyan etmiş, hatta girişimde bulunmuş AKP’den başka bir siyasi aktör var mı?…

Bugün “Hayır” kampanyası yürütenler değil miydi, daha önce AKP’nin “sivil anayasa” girişimini desteklemek ve ona katkıda bulunmak yerine, “AKP’yle olmaz” kampanyası yürüten ve böylece “12 Eylül Anayasası”nın devamını sağlayanlar?…

Şimdi aynı çevreler bugün de anayasa değişikliğine karşı çıkmakla, “12 Eylül rejimi”nin tasfiyesi amacına nasıl hizmet etmeyi düşünüyorlar acaba?… Diyelim ki, anayasa değişikliği paketinin 12 Eylül’deki halk oylamasında reddedilmesini sağladınız. Peki ondan sonra ne olacak?… Bu konuda yaptığı ikinci girişimde de başarısızlığa uğraması halinde, AKP’nin yürürlükteki anayasayı tümüyle değiştirmek için isteği kalır mı dersiniz?…

Önce şu konuda bir karar vermelisiniz: “12 Eylül rejimi”nin tasfiye edilmesini “demokratikleşme” için istiyorsanız, inisiyatifin iktidar partisinden gelmediği bir anayasa reformu bir demokraside nasıl mümkün olur? “AKP yapmasın”, “o öncülük etmesin”, hatta “o hiç bu işin içinde olmasın” buyuruyorsunuz, peki ama demokratik bir rejimde bunun başka bir yolu var mıdır?…

Şunu göremiyor musunuz? Normal şartlarda AKP 2011’deki genel seçimi de kazanacaktır. İki defa anayasayı değiştirme girişimi akamete uğramış bir hükümet için üçüncü bir defa aynı yönde girişimde bulunmak suretiyle kendisini yeniden bir sürü sıkıntıya sokmak yerine, bu konudaki iddiasından vazgeçip iktidardaki son dönemini sistemin rant mekanizmalarından azami ölçüde faydalanmakla geçirmesi onun için daha “rasyonel” değil midir?…

Kaldı ki, AKP’nin 2011’de başlayacak son iktidar döneminde Başbakan Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması da güçlü bir ihtimaldir. Böyle bir durumda liderlik sorunuyla boğuşmak zorunda kalacak olan partinin anayasa değişikliği konusunda irade göstermesi mümkün müdür? Yoksa siz AKP’nin muhtemel bir parçalanma ve dağılma sürecinin kendilerine iktidar yolunu açması muhtemel CHP-MHP blokunun mu “12 Eylül Anayasası”nı tasfiye edeceğini umuyorsunuz?…

Onun için, bu anayasanın değişmesini sahiden isteyenlerin referandumdan “evet” çıkmasını istemeleri gerekir. Çünkü, bu tamamen yeni bir anayasa girişimi için hükümete güven verir. Ama eğer “hayır” çıkarsa, o zaman da en makul beklenti yeni anayasa ümidinin büsbütün suya düşmesidir.

Sonuç olarak, 12 Eylül’de “hayırlar”ın kazanması “12 Eylül rejimi”nin devamını sağlamaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Çoğu öyle de, hayırcıların hepsi de bunu mu istiyor?

Star, 04.09.2010

Hayır çıkarsa…

Yazının başlığı sizi yanıltmasın; referandumdan evet çıkacağı konusunda pek kuşkum yok. Zaten kamuoyu araştırmaları da bunu gösteriyor.
Bu başlığı, evetçilerin hayır çıkma ihtimaline karşı çizdikleri “The day after” tabloları konusundaki rahatsızlığımı dile getirmek için attım.
Muhtemelen biliyorsunuz; The day after (Ertesi Gün) ünlü bir filmin adı. Nükleer bir felaketin ertesi günü dünyanın halini tasvir ediyor.

Referandum tarihi yaklaştıkça hem basında hem de hükümet cenahında -son kararsızları da kazanma taktiği olsa gerek- iknadan çok korkutmacaya yönelik bir propaganda aldı başını yürüdü.

Köşelerde yazılan, miting meydanlarında anlatılan senaryolara bakılacak olursa

hayır çıkarsa:

Ergenekon Davası sizlere ömür olacak.

Tabii o zaman Ergenekon yaralı bir hayvan gibi üstümüze saldıracak. Kaybettiği bütün mevzileri birer birer geri alacak.

Darbecilerin yargılanması bir başka bahara kalacak.

Askeri vesayet rejimi bütün kurumlarıyla tekrar geri gelecek.

Kürt sorunu çığırından çıkacak, iç savaş yaşanacak.

Ekonomide istikrar yok olacak.

Yabancı sermaye gelmeyecek.

Avrupa Birliği hayal olacak.

Özetle, hayır çıkması halinde Türkiye’nin son on yılda aldığı yol sıfırlanacak; her şeyi sil baştan yapacağız.

Böyle bir tablo gerçek olabilir mi? Böyle bir tabloyu gerçek sanmak topluma karşı haksızlıktır her şeyden önce. Son yıllarda aldığımız yolun büyük ölçüde toplumsal dinamiklerin sonucu olduğunu; sosyal, siyasal, ekonomik, iç, dış birçok etkenin iç içe ve bir arada yarattıkları bir konjonktür olduğunu inkar etmektir.

Ben size olacak olanı söyleyeyim:

Referandumdan hayır çıkması halinde -ki bu ihtimal sıfıra yakındır- elbette bazı olumsuz gelişmeler yaşanabilir. Hükümet zayıflayabilir; reformlara devam konusunda şevki kaçabilir; yeni bir anayasa konusu bir süre için rafa kalkabilir. Değişimin hızı yavaşlayabilir. Ama tersine gidiş yaşanamaz.

Değişimde kritik süreç artık aşılmıştır. Artık hiçbir güç Türkiye’nin derin devletle hesaplaşması sürecini durduramaz; Ergenekon’un üstünü örtemez. Darbeler dönemini geri getiremez. Kürt sorununda yapılan tartışmaları geri alamaz; tekrar Kürtler’i inkar politikasına geri dönemez. Artık hiç kimse şeriat fobilerini tekrar hortlatamaz; dini duyarlılıklara sahip partileri “gayrimeşru” ilan edip siyasetin dışında tutma çabaları artık hiçbir işe yaramaz. Bu halk artık son on yılda yaşadıklarını, duyduklarını, öğrendiklerini unutup “hiçbir şey olmamış gibi” eski rejim içinde yaşamaya razı olmaz.

X x x

Aslında biz bunu hep yapıyoruz: Her kritik dönemeçte o dönemeç aşılamazsa Türkiye’nin önünde büyük bir uçurum açılacağını ve ülkenin o uçurumdan yuvarlanacağını sanıyoruz. Avrupa Birliği’ndeki her kritik oylamada, Anayasa Mahkemesi’nin her kritik kararında yüreğimiz ağzımızda bekliyoruz. Her seçim sonucunu bir hayat-memat meselesi haline getiriyor ve kabuslar görüyoruz.

“The day after” senaryolarını yazanlar bunu çoğu zaman ajitasyon amaçlı olarak yazıyor olsa da, bu senaryoların toplum psikolojisi üzerinde son derece zararlı etkileri oluyor.

Öyle bir ülke ki kaderi hep bıçak sırtında…

Böyle bir ülkede yaşamanın ne kadar yıpratıcı bir şey olduğu açık değil mi?

İnsanların en büyük ihtiyacı güven duymaktır. İnsanlar yarınına güven duymak ister; istikrar içinde yaşamak ister; bu güven ve istikrar duygusu içinde geleceğini planlayabilmek, hayaller kurabilmek ister.

Adım başı önüne çıkardığımız bu felaket senaryolarıyla biz insanların elinden en değerli şeyini; hayallerini alıyor; kendi kaderini tayin etme hakkı elinden alınmış, geleceği olmayan; kendine güvensiz, umutsuz bir toplum yaratıyoruz.

Ondan sonra da bu toplumdan değişim iradesi bekliyoruz.

Yarın, referandumda oyların yarıdan bir fazlası hayır çıkarsa her şey tersine dönecekse; her şey bu kadar pamuk ipliğine bağlıysa, o toplum değişime neden inansın ve neden değişim için kendini öne atsın?

Bugün, 04.09.2010

 

Darbeciler yargılanmayacak mı?

12 Eylül darbecileri yargılanabilecek mi? Hayır kampanyacıları ‘yargılanamazlar’ diyorlar. Amaç da 12 Eylül’ün ülkücü ve Kürt mağdurlarını referandumda ‘evet’ cephesinden koparmak. 
 
Yargılanamayacaklarını öne sürenlerin temel tezi, 30 yıllık zamanaşımı süresinin 12 Eylül 2010’da dolacağı, dolayısıyla dava açılamayacağı…

Darbe kararı ve yönetime el koyma operasyonunun başlangıcı olan 12 Eylül günü yapılanlardan dolayı 30 yıllık zamanaşımı süresinin referandum tarihinde dolacağını kabul edelim. Peki, darbe yönetiminin 13 Eylül 1980’den itibaren işledikleri yüzlerce, binlerce suçtan yargılanmaları için söz konusu 30 yıllık zamanaşımının dolmayacağını biliyor muyuz?

Darbe bir günlük değildi; üç yıl sürdü… Darbecilerin işlediği suçlar da 13 Eylül’de bitmedi. Mamak, Diyarbakır, Metris cezaevlerinde işkenceler 13 Eylül 1980’de yeni başlıyordu. Yani 12 Eylül sonrası işlenen suçların çok büyük çoğunluğu için 30 yıllık zamanaşımı varsa bile bitmedi… Cezaevlerinde gözaltında bulunan binlerce kişiye işkence yapanlar, bunlara emir veren sıkıyönetim komutanları ve cunta yönetimi silsile yoluyla sorumlular ve yargıya hesap verecekler.

Üstelik bazı hukukçulara göre otuz yıllık zamanaşımı referandumla geçici 15. madde kaldırıldıktan sonra başlayacak. Kenan Evren hakkında dava açmaya kalkıştığı için meslekten men edilen savcı Sacit Kayasu’ya göre geçici 15. madde yargılamalar önünde hukuki bir engel. Ancak bu hukuki engel ortadan kalktıktan sonra zamanaşımı işlemeye başlayacak.

Ama bütün bu detayların ötesinde yalnız 12 Eylülcülerin değil 27 Mayısçıların da yargılanmasını mümkün, zamanaşımı iddialarını anlamsız kılacak hukuki bir durum var; uluslararası sözleşmeler ve içtihatlar ‘insanlığa karşı suçlar’ söz konusu olduğunda zamanaşımına bakmıyor. Önceki gün Today’s Zaman’daki yazısında İnsan Hakları Gündemi Başkanı Orhan Kemal Cengiz bunu ayrıntılarıyla izah etti.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi aldığı birçok kararda ‘suç işleme tarihine bakılmaksızın insanlığa karşı suçlarda zamanaşımı yargılanmayı önlemez’ hükmünü vermiş. Yine AİHM kararlarına göre insanlığa karşı suçlar söz konusu olduğunda yasalar geriye doğru da uygulanabilir.

27 Mayıs ve 12 Eylül darbeleri ‘insanlığa karşı suç’tur. Bu kavram son ceza yasasıyla bizim hukuk sistemimize de girdi. TCK 77. madde insanlığa karşı suçu şöyle tanımlıyor: ‘Aşağıdaki fiillerin, siyasal, felsefi, ırki veya dini saiklerle toplumun bir kesimine karşı bir plan doğrultusunda sistemli olarak işlenmesi, insanlığa karşı suç oluşturur: kasten öldürme, kasten yaralama, işkence, eziyet, kişi hürriyetinden yoksun kılma, cinsel saldırıda bulunma’… ve TCK 77’nin son bendi: ‘Bu suçlardan dolayı zamanaşımı işlemez’.

12 Eylül darbesi yukarıdaki tanıma göre ‘insanlığa karşı suç’tur.

‘Siyasal, felsefi, ırki veya dini saiklerle’ sistemli, organize bir dizi suç işlenmiştir. Belli siyasi gruplar hedef alınmış, özgürlükleri yok edilmiş, işkencelerden geçirilmiştir. Cunta’nın liderine göre ‘bir sağdan bir soldan’ adam asmaya özen gösterilmiştir!

650 bin kişi gözaltına alınmış, 1 milyon 683 bin kişi fişlenmiş, 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarılmıştır. Askerî yönetim boyunca kuşkulu ölümlerin toplamı 419 kişidir. 50 kişi idam cezasıyla öldürülmüş, aralarında 3 bin 854 öğretmen, 120 üniversite öğretim görevlisi ve 47 yargıç da olan toplam 14.509 memurun işine hiçbir hukuki süreç işletilmeden bir emirle son verilmiştir. 350 bin kişinin pasaportları alınmış, seyahat özgürlükleri yok edilmiş, siyasi partiler ve sendikaların yanı sıra 23 bin dernek kapatılmıştır.

Nedir bunlar? İnsanlığa karşı suç… Bu suç kimsenin yakasından düşmez. Sadece 12 Eylül darbecileri değil 27 Mayısçılar da yargılanacak. Yunan cuntasının liderleri birer birer hapiste ölüyor. Pinochet doksan yaşında yargılandı. Bizim darbecilere de 12 Eylül 2010’dan sonra rahat uyku yok.

Zaman, 03.09.2010