Ana Sayfa Blog Sayfa 573

Tek tip askerlik devam…

Tek tip askerlik konusundaki yazımla ilgili çok sayıda eleştiri aldım.
Eleştirilerden anladığım kadarıyla bu konu bir yazıyı daha hak ediyor. (Bu arada, mektuplarına “nasılsa okumazsınız ama” diye başlayan okurlarım için söyleyeyim; internet çıkalı beri okumadığım tek bir okur mektubu yoktur.)

Askere alma sistemleri ile ilgili tartışmaların şöyle bir zorluğu var: Hangi platformda tartışacaksınız? Bir yanda sürüp gitmekte olan bir zorunlu askerlik sistemi var ve siz buna karşısınız ama bir yandan da bu sistem içinde yapılan bir değişiklik var ve milyonlarca insanı yakından ilgilendiriyor.

Bir yazar burada iki farklı tutumu alabilir. Birincisi, temeldeki itirazınızı saklı tutmak kaydıyla, güncel değişiklik konusunda tutum alırsınız. İkincisi ise bu paradigma içinde kalarak tartışmayı reddedersiniz. “Ben zorunlu askerlik sistemine toptan karşıyım; profesyonel orduya geçilmesini savunuyorum; dolayısıyla da bu sistem içinde yapılan değişikliklerle ilgili görüş belirtmeyi reddederim” der, susarsınız. Ama o zaman da, bir köşe yazarı olarak, çok geniş bir kitleyi yakından ilgilendiren bir meselenin tamamen dışında kalmış olursunuz.

Üstelik, böylesi “platform reddetme” tutumları askerlikle de bitmez.

Mesela YÖK’ün mutlaka kaldırılması gerektiğini düşünüyorsanız, YÖK’ün yaptığı katsayı değişikliği ile ilgili fikir de söylememeniz gerekir. MGK’ya toptan karşıysanız, başına sivil sekreter geçince “iyi oldu” diye yazamazsınız. Diyanetin kaldırılmasını savunuyorsanız bu kurumun şu ya da bu uygulaması üzerine tartışmaya girmek de uygun düşmez. Okullarda Milli Eğitim’in tek tip müfredat dayatmasına karşıysanız, “din dersi zorunlu mu olsun seçmeli mi” konusunda fikir beyan etmeniz abes görünebilir.

Örnekler çoğaltılabilir. Açıkçası ben, genel olarak böyle tartışmalara farklı bir paradigmadan bakmaya, güncel tartışmaya bu paradigma içinden bakarak yeni bir boyut katmayı tercih ederim.

Ama bazen konu somut olarak o kadar çok insanın hayatını etkilemektedir ki, siz de ister istemez mevcut paradigmanın içinde kalarak tutum almaya mecbur kalırsınız.

Benim açımdan, tek tip askerlik böyle bir konu. Tıpkı yeni bir bedelli askerlik çıkması gibi, yurtdışında çalışanlara tanınan bedelli askerlik hakkı gibi ve hatta vicdanı ret gibi…

Kimileri, gerek kısa dönem askerliği, gerek bedelliyi ya da vicdani reddi, karşı olunan zorunlu askerliğe karşı kazanılmış “mevzi başarılar” olarak görebilir. Yani, “ne kadar insan paçasını kurtarırsa kârdır” hesabı… Zorunlu askerliğe karşı değil miyiz; o zaman bırakalım hiç değilse parası olanlar paçayı kurtarsın; hiç değilse yurtdışında iş bulma imkânı olanlar paçayı kurtarsın; hiç değilse arkasına uluslararası kamuoyu desteği alabilen bir kısım entelektüel paçayı kurtarsın… Hiç değilse okumuşlar kısmen kurtarsın…

İşte bu tablo benim vicdanımı kanatıyor. Bu tabloyu hani bizim o meşhur deyişimizdeki gibi “Alavere dalavere köylü Memet nöbete” tablosu olarak gördüğüm için dayanamayıp tartışmaya giriyorum.

Hele hele, okumuşlar ya da parası olanlar ya da “felsefesi olanlar” ayrıcalık talebi gerekçelerini diğerlerini aşağılamak üzerine kuruyorlarsa; ifadelerden asıl tahammül edemedikleri şeyin uzun askerlik değil, “ayaklarını bile yıkamayı bilmeyen cahil köylü çocuklarıyla bir tutulmak” olduğu ortaya çıkıyorsa, tepkim daha da artıyor.

x x x

Son olarak şu soruya cevap arayalım:

Bu değişiklik, yani herkesin 9 ay erlikte eşitlenmesi nihai olarak profesyonel askerliğe geçişi zorlaştırır mı, kolaylaştırır mı?

Doğrusu ben pek bir etkisi olacağını zannetmiyorum; çünkü zorunlu askerlikte direnişin çok ciddi ideolojik sebepleri var (ordu millet) ve bu yüzden de kaldırılması siyasetin bu ideoloji sahipleriyle giriştiği hesaplaşmada birkaç adım daha atmasını gerektiriyor.

Ama eğer söz konusu değişiklik az da olsa bir etki yapacaksa, bu etkinin olumlu olacağını sanıyorum.

Öyle ya; bu değişiklikle Genelkurmay, toplumun daha güçlü kesimlerini (yüksek eğitim ayrıcalığına, paraya, sosyal statüye sahip olan kesimini) güçsüzlerle kader birliği içine sokmuş oluyor. Kim bilir belki de bu sayede zorunlu askerliğin kaldırılması için daha büyük bir kamuoyu oluşabilir.

Bugün, 03.09.2010

 

Hayır, Türkiye demokrasisini geliştirir mi?

Geçen hafta hayırcıların anayasa değişikliğine yaptıkları şekille ilgili itirazların mantıklı ve Türkiye demokrasisini ileriye taşıyıcı olmadığını ifade etmiştim. Asıl önemlisi değişikliklerin mahiyeti olduğundan, bu yazıda paketin muhtevasına yapılan itirazları ele almak istiyorum.

Hayırcıların itirazlarını bir tek noktada toplamak mümkün: AKP bu değişikliklerle kuvvetler ayrılığını bozmak, yürütmeyi yargıya hükmeder hâle getirmek, hukukun hâkimiyetini zedelemek, kendi yargısını kurmak istiyor. Durum gerçekten buysa, değişikliklere her demokratın şiddetle karşı çıkması gerekir. Hukuk ve hukukun hâkimiyeti, son tahlilde, hepimizin, fakat özellikle fakirlerin ve zayıfların son sığınağıdır ve hukukun hâkimiyetine zarar verecek her teşebbüse engel olmak bir görevdir. Ama, hayırcıların çizdiği resim doğru mudur?

Gerçek durumun ne olduğunu anlayabilmek için önce Türkiye’nin siyasî sistemine teşhis koymalıyız. Cari sistemimize ilgili literatürde verilen ad, “bürokratik vesayet sistemi”dir (BVS). BVS’nin mantığı şöyle işler: Vesayet altındakiler (toplumun çoğu kesimi) kendi başlarına doğru kararları almaya muktedir değildir. Onların iyiliği için, onların vasisi olarak davranacak, yani temel kararları alıp uygulayacak, bilgili, aydınlanmış, iyi niyetli bir güce ihtiyaç vardır. Bu anlayıştan şu sonuçlar çıkar: 1) Vesayet, vesayet altındakilerin iyiliği içindir, 2) Vasiler vesayet altındakilerin velinimetidir, 3) Vasiler, vasi olmakla, yanlış bir şey yapmamakta, hatta, büyük bir fedakârlığa katlanmaktadır…

Cumhuriyet bir BVS olarak kuruldu. Demokrasiye geçiş sistemi sarsınca 1960’tan itibaren bir dizi darbe yapılarak BVS sağlamlaştırıldı. BVS’nin ana ayağı, sorgulanması, hesaba çekilmesi imkânsızlaştırılan ve istisnai bir anayasal-yasal statüye kavuşturulan askerî bürokrasiydi. Ancak, askerî bürokrasi ortaklara ve müttefiklere muhtaçtı. Bu yüzden BVS’nin sacayakları yüksek yargı bürokrasisini, akademik bürokrasiyi, işbirlikçi medyayı kapsayacak ve kuşatacak şekilde genişletildi. Tabii ki sisteme menfaat ve ideoloji olarak eklemlenen sermaye ve sendika çevreleri de eksik olmadı. BVS yakın zamanlara kadar hayli başarılı çalıştı. Ancak, son 20-30 yılda vuku bulan iç ve dış gelişme ve değişmeler onu zorlamaya başladı.

Türkiye son yıllarda büyük bir toplumsal çeşitlenmeye ve zenginleşmeye sahne oluyor. Sosyolojik plüralizm güçleniyor. Sermaye tek biçimli ve tek merkezli olmaktan çıkıyor. Entelektüel dünyada liberal ve muhafazakâr aydınlar eskinin kolektivist sosyalist, Kemalist, nasyonalist söylemlerini ve tezlerini darmadağın ediyor. Medya çoğulculaşıyor ve gerçek işlevlerini üstlenmeye başlıyor. Kısaca, Türkiye uygarlık ve demokrasi mecrasında akmaya çalışıyor. Elbette reaksiyoner, gerici, eskiyi ve statükoyu muhafaza etmek isteyen güçler de boş durmuyor. Bu yüzden yaşanan aslında bu iki kesim arasındaki bir kavga ve anayasa değişikliği mücadele alanlarından yalnızca biri.

İşte bu ortamda statükocular şekle ve öze ilişkin itirazlarla anayasa değişikliğine hayır diyor. Ancak, özle ilgili itirazlar da, demokratik meşruiyetten yoksun. Bir iki noktaya işaretle bunu gösterebiliriz. Paket YAŞ ve HSYK kararlarını yargıya açıyor; bu yanlış mı? YAŞ ve HSYK kararlarının zaman zaman askerlik ve hukukçuluk mesleğinin mensuplarına zulme dönüştüğü bilinmiyor mu? Paket geçici 15. maddeyi kaldırarak darbecilere yargı yolunu açıyor. 12 Eylül darbecileri fiilen yargılanamayacak olsa bile bunun sembolik önemi ve değeri yok mu? Bu, müstakbel darbecileri caydırmaz mı? 145. madde değiştirilerek askerlikle ilgisi olmayan suçlar işleyen asker memurların sivil yargıda yargılanması sağlanıyor. Hangi demokrat bu adımı alkışlamaz?

Paketin iki önemli maddesi AYM ve HSYK’yla ilgili. Hayırcılar bu değişikliklerin yanlış olduğunu ve söz konusu yargı kurumlarını AKP’nin egemenliğine sokacağını söylüyor. Ama sadece söylüyor; niçin öyle olacağını, öyle olmak zorunda olduğunu açıklamıyor. Soralım: AYM’nin ve HSYK’nın şimdiki yapısı ve yapılanma tarzı ideal midir? Bu kurumlar şimdi kimin kontrolündedir? Niçin ve nasıl yüksek yargıda sadece veya ağırlıkla altı ok ideolojisi temsil edilmektedir? HSYK savcı ve yargıçların bağımsızlığının teminatı mıdır yoksa korkulu rüyası mı? HSYK niçin F. Sarıkaya ve S. Kayasu’yu korumamış, yok etmeye çalışmıştır? HSYK niçin Balyoz ve Ergenekon yargılamalarına müdahil olmaya çalışmaktadır? İddialar düzmece ise yargılama sonunda gerçek zaten ortaya çıkmayacak mıdır? Düzmece değilse HSYK suçluların masum ilan edilmesini sağlamaya mı çabalamaktadır?

HSYK’yla ilgili değişikliğe daha yakından bakmak, hayırcıların pozisyonunu daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir. Bugünkü yapıda bir kooptasyon sistemiyle organize bir azınlık HSYK’yı ve Yargıtay’la Danıştay’a üye atanmasını kontrol etmekte. HSYK’nın yedi üyesinin beşi Yargıtay ve Danıştay’dan gelmekte ve bu beş üye Yargıtay ve Danıştay atamalarını yapmakta. Bu yüzden HSYK’nın ne iç işleyişinde demokratik meşruiyet var ne de icraatlarında hukuka bağlılık. Değişiklikle HSYK’nın 22 asil, 12 yedek üyesi olacak. Kurul 3 daire halinde çalışacak. Başkanı yine adalet bakanı, bakanlık müsteşarı da doğal üyesi olacak. Üyeler farklı kaynaklardan gelecek. Cumhurbaşkanı hukukçu öğretim üyeleri ve avukatlar arasından 4 üye seçecek. Yargıtay 3, Danıştay 2, Adalet Akademisi 1 üye gönderecek. Adlî yargı hâkimleri 7, idarî yargı hâkimleri 3 üye seçecek. Görüldüğü üzere HSYK daha geniş bir tabana oturacak ve daha demokratik bir şekilde oluşturulacak. Üye sayısı arttığı ve kaynak çeşitlendiği için bir kliğin onu tam olarak kontrolü zorlaşacak. Mevcut HSYK’nın yüksek yargı kökenli 5 üyesini ve destekçilerini telaşa sokan da bu. Bakanın kurulda olmasına itirazları inandırıcı değil. Şimdiye kadarki tecrübe savcı ve yargıç güvencesini tehdit eden kaynağın bakan değil kendileri olduğunu gösterdi. Taslak, aksine, bakanın ağırlığını azaltıyor. Nitekim AYM bile bunun altını çizdi. HSYK’nın malum 5 üyesinin bastırdığı ve hayır kampanyasında kullandığı broşür de dolaylı olarak hem bu gerçeği itiraf hem vesayetçi zihniyeti ifşa etmekte. Broşürde, taslağın getirdiği düzenlemenin AB standartlarına uygun olduğu tespitine, ülkemizde demokrasi kültürü gelişmediği için AB’nin bize model olamayacağı söylenerek cevap verilmekte.

Hayırcıların tavrı şekil yönünden olduğu gibi muhteva bakımından da demokratik ilke ve değerlerle bağdaşmamakta. Bu yüzden, hayır, demokrasiyi geliştirmeye hizmet etmez.

Zaman, 03.09.2010

 

Yedek subaylık kalkarken

Günlerdir, tek tip askerlik konusunda mesajlar alıyorum.
Bana “Lütfen bu konuda yazın, tek tip askerliğe karşı çıkın” diye mesaj gönderen okurlarımı hayal kırıklığına uğratacağım için üzgünüm. Zira yazacaklarım onların hiç hoşuna gitmeyecek.

Yeni Genelkurmay Başkanı’nın daha ayağının tozuyla yaptığı o buyurgan, son söz söylenmiştir havasındaki açıklama benim de hiç hoşuma gitmedi elbette. Koşaner’in üslubundaki o “bu iş bizden sorulur”, “Karar mercii biziz” tonu tez elden terk edilmesi gereken bir ton. Genelkurmay elbette görüş bildirir ama askere alma sistemi ile ilgili kararların alınacağı merciin orası olmadığını hem Genelkurmay hem de Milli Savunma Bakanlığı bir an önce anlasa iyi olur.

İkincisi, bedelli askerlik tartışmalarında da döne döne yazdığım gibi, bu işin asıl çözümü profesyonel orduya geçiştir. Gerçi Koşaner konuşmasında yaptığı “Mehmetçik’in ordunun temeli olduğu” vurgusuyla profesyonel askerliğe geçişe vize verilmeyeceği mesajı vermeye çalışıyor ama dediğim gibi, bu konudaki karar hakkı Meclis’indir. Hele hele, o Mehmetçikler’in on binlercesinin (İngiliz ordusu kadar bir bölümünün) ordu tesislerinde ya da posta olarak subayların hizmetinde kullanıldığı koşullarda bu vurgu daha da garip kaçıyor.

Bu noktalar akılda tutulmak kaydıyla, Genelkurmay’ın son projesi olan

9 aylık tek tip askerliğe gelecek olursak, doğrusu ben bu sistemi bugünkünden daha eşitlikçi ve daha doğru buluyorum.

Genelkurmay Başkanlığı’nın tasarısı, yedek subay veya er olarak askerliğini yapma ayrımını kaldırıp herkesi aynı statüde ve aynı sürede eşitliyor. Bu yüzden yedek subay olma, dolayısıyla kısa dönem askerlik yapma hakkını kaybedecek olan kesimlerin yoğun tepkisine neden oluyor.

Bir insanın, kendi çıkarlarına dokunulmasından rahatsız olmasını anlarım ama bu rahatsızlığını “haklı bir mücadele” olarak sunmaya çalışması ve başkalarının da bu mücadeleye destek vermesini beklemesi hiç de haklı değil.

Her şeyden önce cevaplamamız gereken soru şu: Böyle bir statü farkının meşru, makul bir sebebi var mıydı ki, kaldırılmasına itiraz etmemiz bekleniyor? Eğer askerlik -şimdi olduğu gibi- zorunlu bir vatandaşlık görevi ise neden daha eğitimliler daha eğitimsizlerden daha az yapıyor bu görevi? Daha eğitimli olmak, orduda nasıl bir fark yaratıyor ki, sağladığı imtiyaz meşru olsun? Eğitim durumu, ordunun askere aldıklarından beklentisi, orada yapacakları görev açısından bir fark yaratmadığına göre, şu anki yedek subay/er statüleri de, bu statülerden doğan imtiyazlar da meşru değildir. (Sakın kimse eğitimlilerin eğitimsizlerden daha iyi savaştığını, daha stratejik görevler yaptığını, orduda daha verimli olduğunu iddia etmeye kalkmasın. Eğitimli genç Genelkurmay’da çevirmenlik, askeri tesislerde ek inşaat ya da askeri hastanelerde doktorluk yaparken, eğitimsiz genç de sınır karakollarında nöbet bekliyor ve eğer konu ölmekse, Azrail eğitim farkı gözetmiyor.)

Daha eğitimli olmak, zaten bir insana toplumsal statü farkı, gelir farkı, itibar farkı getiriyor ve getirmesi de normal. Ama bu toplumsal statü farkının ordu içine de yansıtılmasının açıklanabilir hiçbir sebebi yoktur. Bu tıpkı, eğitimlilerin eğitimsizlerden daha az vergi vermesine benzer.

Yedek subaylığın kaldırılmasına ilkesel açıdan karşı çıkamayanlar bu defa da projenin pratik bazı sonuçlarına işaret ediyorlar: Eğer yedek subaylık ve kısa dönem askerlik imkânı ortadan kaldırılırsa, üniversite eğitimine talepte ciddi düşüş olurmuş.

Doğrusu bu gerekçe, bu projenin yerindeliğini bir kez daha doğrulamaktan başka bir şeyi ispat etmiyor. Öyle ya; bazı insanlar sırf “uzun askerlikten yırtmak için” yıllar yılı üniversite sıralarını işgal ediyorlarsa, kamu kaynaklarını bu amaçla kullanıyorlarsa, bu gibilerin üniversiteye hiç gitmemeleri daha iyidir. Hiç değilse boşalttıkları yer, üniversite eğitimine daha istekli ve daha layık gençlere kalır.

Bugün, 01.09.2010

 

Hasan Kaya – Engelsiz anayasa için, evet!

0

12 Eylül 1980 Cuma günü saat 05.30’da ülke yönetimine el koyan generaller, sadece bir yönetim değişikliği yapmadılar. Sonraki kuşakların hayallerini, umutlarını, sevdalarını, sevinçlerini de şekillendirip hem demokrasi üzerinde hem de bireyler üzerinde kuşaklar boyu silinmeyecek izler bıraktılar. Bıraktığı psikolojik miras bugün bile, özgür düşünmemizi engelliyor, yaşananları tahlil edip değerlendirme yapmamızı etkiliyor.
Onlarca insan darağaçlarında öldürüldü, milyonlarca kişi gözaltına alındı, binlercesi işkencelerden geçirildi ve yapılan işkenceler sonucunda hayatının geri kalan kısmını “engelli bireyler” olarak sürdürmek zorunda kaldı.

“Engelsiz” Anayasa İçin

Birey hak ve özgürlüklerinin yerine sistemlerin ve kurumların yaşatılabilmesi amaç edinildi, kurumların geleceği ve statükonun devamı için bireyler, kurumlara feda edildi. Devlet için, bireyin hak ve özgürlük alanı daraltılmamalı, tam tersine bireyin hak ve özgürlük alanı genişletilerek, devletin alanı daraltılmalı. Engellilerin insan hakları için bir politika oluşturmak, ayrımcılıkla da mücadeleden geçer. Ayrımcılığa karşı olma aynı zamanda bir duruşu da beraberinde getirir. Ayrımcı bakış açısı aslında bedenler üzerinden yürütülen bir iktidar savaşıdır. Diğerinin ötekileştirilmesi ırkçılık anlayışının farklı bir yansımasıdır. Diğerini ötekileştirmeden “ya bu, ya şu” yerine “hem o, hem bu” denebilmelidir.

12 Eylül’de yapılacak olan anayasa değişikliği Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu ve Anayasa Mahkemesi gibi kurumların etrafında yoğunlaşıyor, adeta kurumlar kutsanıyor, birey yok sayılıyor. Oysaki yapılacak yeni düzenlemelerle “engellinin insan hakları” açısından önemli değişiklikler getiriliyor, “engelli birey” devletin karşısında güçlendiriliyor. “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özel surette korunması gerekenler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılamaz” (madde 10) denilerek, kadın-erkek eşitliğine vurgu yapan maddeye engelliler de eklendi ve böylece engellinin insan hakları, ulusal anlamda en büyük hukuk sözleşmesi çerçevesinde güvence altına alınacak. Bu değişiklikle, pozitif ayrımcılık savunuluyor, direk ve dolaylı ayrımcılık yasaklanıyor. Bu düzenleme özellikle engelliler açısından önemli.
BM ve AB engellilik politikaları, tarihsel süreçte Türkiye’de uygulanan engellilik politikalarını etkiledi. Ülkemizin 21. yüzyılda, çağdaş toplumlar içinde hak ettiği yeri alabilmesi, uygarlığın ortak değerleri arasında sayılan engellinin insan hakları alanındaki gelişmişliğine bağlı. Demokratik devlet olmanın yolu, engellilerin kapalı yaşamlarından kurtularak açık toplum haline gelmeleri, engellilerin yaşadıkları sorunların çözümü ve farklılıkların eşitliğinden geçiyor.

Referandumda oylanacak olan düzenleme, Türkiye’nin 2007’de imzalayarak kabul ettiği “Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi”nin “Engellilerin fiili eşitliğini hızlandırmak veya sağlamak için gerekli özel tedbirler işbu sözleşme amaçları doğrultusunda ayrımcılık olarak nitelendirilmez” (BMEHS. m.5. f. 4) anlayışıyla da uyumlu. Bu düzenlemeyi, engelli insanın onurunu koruyan ve engelli insanın onuruna saygıyı güçlendirmesi açısından önemli bir değişiklik olarak değerlendirmek gerek.

Engelleri Kaldırmak

Bireyi bireyin, bireyi toplumun, bireyi devletin karşısında güçlendirmeden, engellilere yönelik ayrımcılıkla mücadele etmeden, bedenlerin ve düşüncenin tutsak olduğu kapalı toplumların yerine bedenlerin ve düşüncenin özgürleşeceği açık toplumu savunmadan, her türlü vesayet sistemine karşı çıkmadan, hukukun üstünlüğünü, hak ve hürriyetleri savunmadan demokrat olamayız. Unutulmamalıdır ki “herkes farklı ve herkes eşit”tir.

Engellinin, kadının ve çocukların insan hakları için yapılacak her türlü düzenleme kim tarafından yapılırsa yapılsın desteklenmeli. Yapılacak değişikliklere karşı çıkmak, bahaneler üretmek, aslında hak ve özgürlüklere karşı olmak anlamına gelir. Engelliler, bu yapay tartışmaların dışında kalarak, referanduma statüko penceresinden değil, demokrasi penceresinden bakmalı, 12 Eylül’de “birey olmak ya da olamamak” açısından değerlendirmeli ve kararlarını vermeli. Kendilerini de ilgilendiren en büyük toplumsal sözleşmeye evet diyerek, “eşit yurttaş”lar olarak kendi kaderini belirleme konusunda söz sahibi olmalı. Yıllardır görülmeyen, yok sayılan, horlanan, dışlanan, birey olarak kabul edilmeyen engellilerin önünde tarihi bir fırsat var. Yapılan düzenlemeler engellinin insan hakları mücadelesinde son aşama değil ama bu yönde atılmış bir adım. Yeni bir anayasanın önünün açılması, mevcut olandan daha ileri bir noktaya taşınması da engellinin insan hakları mücadelesinde kaydedilen bir aşama olacaktır. Yepyeni ve engelsiz bir anayasaya kadar mücadeleye devam edilmeli. Bu düzenleme yeterli değil ama engelli birey için atılacak her adım çok değerli. O nedenle “bu adım yetmez ama evet” deyip mücadeleye devam edilmeli.

12 Eylül-27 Mayıs: Darbeciler için hesap vakti

0

Referandum, aslında 12 Eylül değil 27 Mayıs darbesiyle bir hesaplaşma olacak. Çünkü 12 Eylül darbesinin de, anayasasının da anasıdır 27 Mayıs. 
 
Kurduğu rejimin adı da ‘bürokratik vesayet’ rejimidir. Modelin özünde de sözde rekabetçi bir siyasetin gerisinde son sözü sivil-asker yüksek bürokrasinin söylemesine imkân veren bir ‘anayasal düzen’ vardır. ‘Asıl’ kararların alındığı odak, siyasetin denetlendiği ve sınırlarının çizildiği makam bürokrasidir…

İşte 12 Eylül’de oylanacak anayasa değişikliği ‘vesayet rejimi’ne vurulan bir darbe, ilk ciddi darbe. Kampanyada, bürokratik iktidar odakları gibi CHP’nin de bütün gücüyle değişikliğe karşı gelmesi sebepsiz değildir. CHP’nin 12 Eylül’de mağdur olan siyasi partilerden birisi olması hasebiyle 12 Eylül Anayasası’nı savunması tuhaf görülebilir ilk bakışta. Ama başa dönersek bunun nedeni anlaşılır; bu anayasa değişikliği 12 Eylül değil 27 Mayıs anayasasıyla kurulan ‘rejim’i değiştirmeye başlıyor. 12 Eylül Anayasası 27 Mayıs’ın ‘ince’ ayarlı vesayetinin ‘kaba’ bir versiyonundan ibarettir. O ince ayarın 12 Eylül’de yapılamamasının nedeni de 27 Mayıs gibi CHP’li aydınlara dayanmamış olmasıdır.

Meselenin özü, değiştirilmeye başlayan bu vesayet rejiminin mimarının CHP olduğudur. 1961 Anayasası, yani 12 Eylül Anayasası’nın ‘anası’ bir CHP anayasasıdır. Hiç seçim kazanmamış ve sonra da hiç seçim kazanamayacak olan CHP’nin asker-sivil bürokrasi üzerinden hep iktidar kalması için kurulan bir düzendir bu. Yani CHP kendi anayasasını yapmış, yaparken de demokratların Kurucu Meclis’te yer almalarını bile yasaklamışlardır. Bugün dillerinden düşürmedikleri ‘mutabakat’ akıllarına bile gelmemiştir.

CHP Genel Başkanı kimliğiyle İsmet İnönü bu Kurucu Meclis’in başköşesine kurulmuştur. Anayasa heyetinden üyelerine Kurucu Meclis’te yer alanlar, öncesinde ve sonrasında çok büyük ölçüde CHP’de siyaset yapmış kişilerdir. Bu yapıyladır ki 27 Mayıs sonrası seçimleri yine hep Demokrat Parti’nin devamı ‘merkez-sağ’ partiler kazanmakla birlikte devletin iktidarında hep CHP oturmuştur.

Dolayısıyla 12 Eylül’de oylayacağımız, 27 Mayıs’ta CHP’nin kurduğu vesayet rejimidir.CHP’nin bunu durdurmak için yollara dökülmesi hiç şaşırtıcı değildir. Peki, kanları üzerine bu vesayet rejimi kurulan Menderes ve arkadaşlarının partisini bugün ele geçirenlerin yaptıklarına ne demeli?

Onlar, Menderes’in ruhunu şâd eden Süleyman Soylu gibi demokratları partiden ihraç etmekle meşguller. Çünkü onlar Demokrat değiller, hiçbir zaman da olmadılar. 1955’te DP’den ayrılıp sonra da CHP’ye katılan siyasal gelenekten geliyorlar; asıllarına rücû ediyorlar… Bugün Soylu’yu ihraç edenler yarın CHP’ye katılacaklar, bunların da gideceği yer aynı… ’12 Eylül’de Menderes’in de hesabını soruyoruz’; önceki gün Ankara mitinginde Başbakan’ın sözleri bunlar. Bu yerinde tespiti çok önceden gayet iyi anlayan insanlar da var Demokrat gelenekten. Şehir şehir Türkiye’yi dolaşıp ‘evet’ kampanyası yapan Soylu, Bayar’ın torunu Profesör Emine Gürsoy Naskali ve Aydın Menderes gibi sembol isimler… Aydın Menderes’in ‘her evet oyu babamın ruhuna gönderilen bir Fatiha’dır’ sözü her Demokrat ocağı yeniden tutuşturmuştur.

Rahatsız olanlar da var şüphesiz; Demokratlar konuştukça derin bir utanç ve suçluluk duygusuna kapılan Süleyman Demirel ve Hüsamettin Cindoruk gibi isimler… Yıllardır Menderes’in partisinin ve hatta idamının siyasal rantını yiyen bu insanların bugün CHP ve bürokratik vesayet rejiminin yanında saf tutmaları esaslı bir hadisedir.

İnsanlar değişir; fikirlerini, çevrelerini değiştirebilirler. Ama ben Demirel ve adamlarının hiç değişmedikleri kanısındayım. Onlar hep CHP’liydi, gizli CHP’li. Demirel ve Cindoruk, vesayet rejiminin merkez sağ içindeki ‘truva atları’; sadece bugün değil, dün de öyleydi.

Zaman, 31.08.2010
 

Hasan Kaya – Engelsiz anayasa için, evet!

0

12 Eylül 1980 Cuma günü saat 05.30’da ülke yönetimine el koyan generaller, sadece bir yönetim değişikliği yapmadılar. Sonraki kuşakların hayallerini, umutlarını, sevdalarını, sevinçlerini de şekillendirip hem demokrasi üzerinde hem de bireyler üzerinde kuşaklar boyu silinmeyecek izler bıraktılar. Bıraktığı psikolojik miras bugün bile, özgür düşünmemizi engelliyor, yaşananları tahlil edip değerlendirme yapmamızı etkiliyor.
Onlarca insan darağaçlarında öldürüldü, milyonlarca kişi gözaltına alındı, binlercesi işkencelerden geçirildi ve yapılan işkenceler sonucunda hayatının geri kalan kısmını “engelli bireyler” olarak sürdürmek zorunda kaldı.

“Engelsiz” Anayasa İçin

Birey hak ve özgürlüklerinin yerine sistemlerin ve kurumların yaşatılabilmesi amaç edinildi, kurumların geleceği ve statükonun devamı için bireyler, kurumlara feda edildi. Devlet için, bireyin hak ve özgürlük alanı daraltılmamalı, tam tersine bireyin hak ve özgürlük alanı genişletilerek, devletin alanı daraltılmalı. Engellilerin insan hakları için bir politika oluşturmak, ayrımcılıkla da mücadeleden geçer. Ayrımcılığa karşı olma aynı zamanda bir duruşu da beraberinde getirir. Ayrımcı bakış açısı aslında bedenler üzerinden yürütülen bir iktidar savaşıdır. Diğerinin ötekileştirilmesi ırkçılık anlayışının farklı bir yansımasıdır. Diğerini ötekileştirmeden “ya bu, ya şu” yerine “hem o, hem bu” denebilmelidir.

12 Eylül’de yapılacak olan anayasa değişikliği Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu ve Anayasa Mahkemesi gibi kurumların etrafında yoğunlaşıyor, adeta kurumlar kutsanıyor, birey yok sayılıyor. Oysaki yapılacak yeni düzenlemelerle “engellinin insan hakları” açısından önemli değişiklikler getiriliyor, “engelli birey” devletin karşısında güçlendiriliyor. “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özel surette korunması gerekenler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılamaz” (madde 10) denilerek, kadın-erkek eşitliğine vurgu yapan maddeye engelliler de eklendi ve böylece engellinin insan hakları, ulusal anlamda en büyük hukuk sözleşmesi çerçevesinde güvence altına alınacak. Bu değişiklikle, pozitif ayrımcılık savunuluyor, direk ve dolaylı ayrımcılık yasaklanıyor. Bu düzenleme özellikle engelliler açısından önemli.
BM ve AB engellilik politikaları, tarihsel süreçte Türkiye’de uygulanan engellilik politikalarını etkiledi. Ülkemizin 21. yüzyılda, çağdaş toplumlar içinde hak ettiği yeri alabilmesi, uygarlığın ortak değerleri arasında sayılan engellinin insan hakları alanındaki gelişmişliğine bağlı. Demokratik devlet olmanın yolu, engellilerin kapalı yaşamlarından kurtularak açık toplum haline gelmeleri, engellilerin yaşadıkları sorunların çözümü ve farklılıkların eşitliğinden geçiyor.

Referandumda oylanacak olan düzenleme, Türkiye’nin 2007’de imzalayarak kabul ettiği “Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi”nin “Engellilerin fiili eşitliğini hızlandırmak veya sağlamak için gerekli özel tedbirler işbu sözleşme amaçları doğrultusunda ayrımcılık olarak nitelendirilmez” (BMEHS. m.5. f. 4) anlayışıyla da uyumlu. Bu düzenlemeyi, engelli insanın onurunu koruyan ve engelli insanın onuruna saygıyı güçlendirmesi açısından önemli bir değişiklik olarak değerlendirmek gerek.

Engelleri Kaldırmak

Bireyi bireyin, bireyi toplumun, bireyi devletin karşısında güçlendirmeden, engellilere yönelik ayrımcılıkla mücadele etmeden, bedenlerin ve düşüncenin tutsak olduğu kapalı toplumların yerine bedenlerin ve düşüncenin özgürleşeceği açık toplumu savunmadan, her türlü vesayet sistemine karşı çıkmadan, hukukun üstünlüğünü, hak ve hürriyetleri savunmadan demokrat olamayız. Unutulmamalıdır ki “herkes farklı ve herkes eşit”tir.

Engellinin, kadının ve çocukların insan hakları için yapılacak her türlü düzenleme kim tarafından yapılırsa yapılsın desteklenmeli. Yapılacak değişikliklere karşı çıkmak, bahaneler üretmek, aslında hak ve özgürlüklere karşı olmak anlamına gelir. Engelliler, bu yapay tartışmaların dışında kalarak, referanduma statüko penceresinden değil, demokrasi penceresinden bakmalı, 12 Eylül’de “birey olmak ya da olamamak” açısından değerlendirmeli ve kararlarını vermeli. Kendilerini de ilgilendiren en büyük toplumsal sözleşmeye evet diyerek, “eşit yurttaş”lar olarak kendi kaderini belirleme konusunda söz sahibi olmalı. Yıllardır görülmeyen, yok sayılan, horlanan, dışlanan, birey olarak kabul edilmeyen engellilerin önünde tarihi bir fırsat var. Yapılan düzenlemeler engellinin insan hakları mücadelesinde son aşama değil ama bu yönde atılmış bir adım. Yeni bir anayasanın önünün açılması, mevcut olandan daha ileri bir noktaya taşınması da engellinin insan hakları mücadelesinde kaydedilen bir aşama olacaktır. Yepyeni ve engelsiz bir anayasaya kadar mücadeleye devam edilmeli. Bu düzenleme yeterli değil ama engelli birey için atılacak her adım çok değerli. O nedenle “bu adım yetmez ama evet” deyip mücadeleye devam edilmeli.

31.08.2010

Siyasetin en çirkin yüzü

Seçim kampanyalarını sevmiyorum.
Siyasetin en çirkinleştiği; siyasetçilerin zıvanadan çıktığı, o zamana kadar savundukları bütün ilkeleri rafa kaldırıp her türlü oportünistliği yapmayı meşru gördükleri bu dönemlerden; bu dönemlerdeki siyasi polemiklerden nefret ediyorum.

Siyasi çizgisine karşı olduğum ya da önemsemediğim siyasetçiler bunu yaptıkları zaman fazla da etkilenmiyorum da önem verdiğim siyasetçiler yapınca sarsıcı oluyor.

Böyle zamanlarda hep aynı soru dolaşıyor kafamda: Hangisi gerçek? Siyasette sular sakin akarken hesaplı-kitaplı söylenen sözlerin sahibi olan siyasetçi mi gerçek; yoksa şu anda seçim kazanma arzusuyla gözü dönmüş, canını dişine takmış çalışan ve bunu yaparken de etrafta kırılmadık pot, çiğnenmedik ilke bırakmayan siyasetçi mi gerçek? Siyasetçinin seçim kampanyasındaki hali, her türlü kontrolün devre dışı kalıp gerçek kişiliğin ortaya çıktığı an mı, yoksa geçici bir metamorfoz mu yaşanıyor bu kampanya günlerinde?

Bana kalırsa bir insan, ölüm cezasına gerçekten karşıysa, bir insanın devlet tarafından soğukkanlı bir şekilde katledilmesini insanlık durumuna aykırı görüyorsa sırf rakibine oy kaybettirmek için “Apo’yu siz asamadınız” polemiğine girmez, giremez, buna dili varmaz.

Ayrıca, MHP lideri Bahçeli siyasi hayatının en hayırlı işlerini sözü edilen koalisyon döneminde yaptı. Avrupa Birliği üyeliği perspektifinin önüne dikilmek yerine, zaman zaman kendi parti programından da fedakârlık ederek yanında yer aldı; uzlaşmacı, sorumlu bir politika izledi. İdam kararının kaldırılmasına verdiği destek, bu sorumlu politikanın en saygıdeğer örneklerinden biridir.

Hal böyleyken, kendisi de AB üyeliği için çalışan bir politikacının, sırf milliyetçi oyları kendi tarafına çekmek için, rakibini bu kadar yanlış ve haksız bir noktadan sıkıştırmaya çalışması etik midir? Başbakan, Bahçeli’nin o günlerde katır gibi direnmesini, Öcalan’ı astırmasını, AB yolunu kapatmasını, o dönemde yapılan bütün diğer reformların da yapılmamasını mı tercih ederdi?

Hadi bu geçmişte kalmış bir mesele…

Peki ya Erdoğan’ın üç-beş oy uğruna, af gibi kritik bir meselede, gelecekte kendi elini kolunu da bağlayacak olan bu saldırgan milliyetçi tutumuna ne demeli?

Bir siyasi parti, genel af konusunun bugün gündeme getirilmesinin yanlış olduğunu düşünebilir ki ben de böyle düşünüyorum. Çünkü genel af, her şeyden önce siyasetçilerin değil toplumun karar vereceği bir meseledir. Çünkü suç, devlete ya da hükümete karşı değil bütün halka karşı işlenmiştir. Dolayısıyla, affın gündeme gelebilmesi için halkın geçmişte olan bitenleri affetme noktasına gelmiş olması, acı ve öfkenin yerini merhamet duygularının almış olması; toplumun çoğunluğunda, artık eski acı günlerin üzerine bir sünger çekip yeni bir döneme adım atma isteğinin ağır basması gerekir.

O günler ne zaman gelecek bilmiyoruz. Ama biraz ileri görüşlü her siyasetçi görüyor ki bu günler bir gün mutlaka gelecek. Türkiye yarın ya da öbür gün, affı konuşmak zorunda kalacak. Silahların susup iki halkın kucaklaşmasının, şiddetin yerini siyasetin almasının ayrılmaz bir parçası olarak gündeme gelecek af… Şekli, şemali, kapsamı elbette çok tartışılacak ama sonuçta bir af olacak…

O yüzden de özellikle Kürt meselesini çözme konusunda iddialı bir partinin lideri, halkın duygularının öfke ve intikamdan merhamet ve affetmeye doğru dönüşmesine yol açacak, kamuoyunun oluşmasına katkıda bulunabilecek her girişimi, her çıkışı olumlu karşılaması -ses etmese de- memnum kalması gerekir.

Ama Erdoğan bunu yapmıyor. Kılıçdaroğlu’nun Tunceli açıklamasını halkın öfke ve intikam duygularını körüklemek için bulunmaz bir fırsat olarak değerlendiriyor ve üstüne atlıyor. Referandumda kazanmak öylesine “tek hedef” halini almış ki yarın öbür gün bu dosyanın kendi önüne de geleceğini; belki bizzat kendisinin halka “affedin artık” çağrıları yapmak zorunda kalacağını düşünmüyor.

“Kim bu genel aftan bahseden cüretkâr… Karşında yüzde 65’imizde kaya gibi biz dikiliriz… Genel af kimsenin haddi değildir… Bayrak kırmızısı, şehit kanı…” Artık Allah ne verdiyse verip veriştiriyor.

Ve tabii bütün bu sözler yarın karşısına çıkarılmak ve ayağına pranga yapılmak üzere tarihe not ediliyor.

Bugün, 31.08.2010

 

Yahu ne bahtsızmış bu Kürtler!

Kürtler, devletten çok çektiler. Devlete egemen olan ittihatçı zihniyet ve ideolojiden çok mağdur oldular. Ama gün geldi, bazı Kürtler fazlasıyla ona benzediler.

PKK, bu ihlalciyle özdeşleşme hastalığının en trajik örneği. Ve o da tıpkı Kemalist rejim gibi halkı zorla kurtarmaya çalışıyor. Tek fark, kurtarılacak halkı daha “dar” tanımlaması, yoksa yöntem tıpatıp aynı.  O da en az İttihatçı-Kemalist damar kadar totaliter. Tam mutabakat ve mutlak itaat istiyor. Doksan dokuz konuda mutabık ol, bir konuda olma, lanetlenmen için yeter.

Ve en az onun kadar jakoben; “Bana karşı olmayan benimle birliktedir” yerine, “benimle birlikte olmayan bana karşıdır” diyor. Kurtarılacak halkın çatlak ses çıkarmak gibi bir lüksü yok (Bu en hafif tabirle bir “cüret”tir). Ve böyle olduğu için Öcalan, Diyarbakırlı STK’lara “bu cesareti nereden alıyorlar” diye gürleyebiliyor. Öyle ya, cesaret edememeleri gerekir.

BDP de bu zihniyet ve siyaset pratiğinin dışında değil.  Ve öyle olduğu içindir ki, geçenlerde BDP lideri Selahattin Demirtaş, bireysel olarak çok iyi tanıdığı ve şimdiye dek BDP ile sayısız kez aynı paralelde açıklama yapmış Diyarbakırlı STK temsilcilerini, olağanüstü bir vefasızlık pahasına, sırf “evet” dedikleri için paylayabiliyor, çıkarcılıkla suçlayabiliyor.

***

Şimdi, “boykot” kararını uygulatabilmek için “halkımız” dediği insanlara “sürü muamelesi” yapıyor. Kendisini onların sahibi olarak görüyor ve sandığa gitmesi durumunda “evet” oyu vereceğini bildiği için de onları oradan uzak tutmaya çalışıyor. Van’a gittiğimde, toplumun nasıl terörize edildiğine dair çok bilgi edindim.

“Erdoğan’ın mitinginden dönen insanlara saldırdılar”, “altmış yaşında kadını sokak ortasında dövdüler”, “ben yoktum, eşime ve kızıma sataşmışlar, kızım karşılık verince saldırmışlar, kızımı tanıyan esnaf kolundan tutup içeri çekmiş de ellerinden kurtarmış”, “falancayı da dövmüşler [elmacık kemiğini gösteriyor] yüzünün şurası kırılmış”…

Van’da bu sözleri çok duydum.

Son olarak da arkadaşımın akrabası olan Van İHD şube başkanının babasının dövüldüğünü öğrendim.

***

Van’da doksanlı yılların faili meçhullü alacakaranlık kuşağı sona ermiş, artık akşamları “Mecburiyet Caddesi” boyunca insanlar gezip dolaşabiliyor. Ama bu kez de başka bir baskı var. Ve o baskıya karşı da çok korunaksızlar. Şimdi birçok yerde, Öcalan’ın “Cuma Hutbesi”nin “tefsirine” bağlı olarak Kürtlerin ev hapsine alınabileceğinden korkuluyor. Bu olursa, özellikle de kent merkezlerinden uzaklaşıldıkça, korkudan dolayı o gün kimsenin kolay kolay evinden çıkıp oy kullanamayacağından yakınılıyor. Ve kimse bu tür sözleri yadırgamıyor, “hadi canım, olmaz öyle şey” demiyor.

***

“Yahu bu Kürtler ne bahtsız milletmiş” demişti bir arkadaşım.

Gerçekten de öyle. Başlarının üstünden sopa hiç eksik olmuyor. Sopanın birinin menzilinden çıktıklarında ötekininkine giriyorlar.

BDP bunu görmeli. Bu ittihatçı zihniyet ve pratikten kurtulmaya çalışmalı. Çoğulculuğu Kürtler arasında da istemeli ve farklı düşünen Kürt seçmenin iradesinin ezilmesine kendisi karşı çıkmalı.

Biliyorum, BDP’liler bütün bu olanlara “münferit” diyecekler. Ama bunu söylerken, hem doğru olmadığını bilecekler, hem de bu sözü bir yerden hatırlayacaklar…

En azından yıllarca insan hakları savunuculuğu yapan Demirtaş hatırlayacak…

Star, 31.08.2010

 

Devlet Nasıl Yönetiliyor?

Devleti yöneten politikacıların işlerini yürütmek için nasıl vakit bulduklarını,  işlerini nasıl takip edebildiklerini merak ediyorum. Bana Başbakanın ve bakanların ömrü seçim kampanyalarıyla, mitinglerle, törenlerle, basın toplantıları ile, televizyon konuşmaları, törensel yemeklerle ve bitmez tükenmez gezilerle geçiyor gibi geliyor.

Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında devlet protokolü dört kez bir araya geliyor. Önce Anıtkabir’de, sonra Hipodrom’da, sonra Meclis’te, en sonunda da Çankaya’da yapılan kutlamalarda devleti yöneten bütün kişiler tam kadro hazır bulunuyorlar. Kutlamalara katılmayan devlet yöneticileri ya bir bahane uydurmak zorunda, ya da sahte hastalık raporları almak zorunda… Devleti yönetenlerin ömürlerinin önemli bir kısmı bu törenlerde geçiyor; yine de bu törenlere katılmaktan, bu törenler için hazırlanmış konuşmaları tekrarlamaktan bıkmıyorlar.

Başbakan Tayyip Erdoğan gözündeki rahatsızlığı dolayısıyla 19 Mayıs törenlerinden birine katılmamıştı. Bu ülkede ciddi bir krize sebep oldu. Kimine göre Başbakan Cumhuriyeti pek benimsemediği için törene katılmamıştı, Kimine göre de suikast ihbarı aldığı için törenlere katılmadı… Başbakan, birkaç gün sonra siyah gözlüklerle ortaya çıkmasına rağmen, tartışmalar devam etti.

Başbakanın, bakanların, müsteşarların, daire başkanlarının, genel müdürlerin, valilerin, rektörlerin, dekanların her sabah önlerine yığılan sumen yığınları içinden imzaladıkları tek bir evrakı bile okuyup okumadıklarını çok merak ediyorum. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlunun Dışişleri Bakanlığının AİHM’deki Hrant Dink davası için yaptığı savunmayı duyduğunda gösterdiği tepki bu sebeple beni fazla şaşırtmadı.

Meğer Suçlu Dink’miş

Devlet vatandaşı Hrant Dink’i koruyamadı. Hrant Dink kolay yoldan kahraman olmak isteyen bir fanatik tarafından sokak ortasında vuruldu. Sonra görüldü ki, Hrant Dink’in öldürülmesinde güvenlik kuvvetlerinin çok büyük ihmalleri vardı. Hrant Dink adeta güvenlik güçlerinin kasıtlı ihmallerinin sonucu göz göre öldürülmüştü.

Görünüşe göre ülkeyi yönetenler de Hrant Dink’in öldürülmesine çok üzülmüşlerdi. İktidarın önde gelen mensupları her vesile ile üzüntülerini dile getiriyorlar, suçluların ve ihmali görülenlerin cezalandırılacağı hakkında teminat üstüne teminat veriyorlardı.

Hrant Dink’in ailesi hukukunu aramak için AİHM’de devlete karşı bir dava açtı.

Suçunu bilen, bunu devleti yönetenlerin ağzından her yerde kabullenen devlet, suçunu kabullenecek yerde, yaptığı savunma ile baskın çıkmaya çalışıyor. Vatandaşı Hrant Dink’i koruyamayan devletin yaptığı savunmada gösterdiği özür kabahatinden de büyüktü. Dışişleri Bakanlığının AİHM’e gönderdiği savunmada, Dink’in Türklüğü aşağıladığı, nefret söyleminde bulunduğu, halkı tahrik ettiği, kamu düzenini bozduğu söyleniyor, benzer bir suçtan Almanya’da bir Nazi liderine verilen cezayı AİHM’nin onayladığı, tehdit edilmiş olsaydı Dink’in koruma istemesi gerektiği, koruma da istemediği söyleniyor.

Bu savunma utanç verici bir skandaldır. Skandalın sebebi önüne gelen evrakları okumadan imza eden devlet yöneticileridir. Ya da, AKP yöneticileri samimiyetsizdirler, medyaya ve halkoyuna karşı başka türlü konuşmakta, devlet işlerini yürütürken de başka türlü hareket etmektedirler.

Leyla Şahin de Suçlu Çıkmıştı

Vatandaşımız Leyla Şahin de devletten şikâyetçi idi. Türkiye Cumhuriyeti devleti başını örttüğü için Leyla Şahin’den üniversitede okuma hakkını elinden almıştı. Leyla Şahin doktor olmak için girdiği üniversiteden, eğitiminin sonuna yaklaşırken atılmıştı. Leyla Şahin hakkını aramak için AİHM’e başvurdu.

Leyla Şahin’in davası sürerken AKP iktidardaydı. Abdullah Gül Dışişleri bakanı, Recep Tayyip Erdoğan da başbakandı. AKP’li politikacılar görünüşte inanç özgürlüğü için, herkesin inancını gönlünce yaşaması için, başını örten kızların da üniversitelerce serbestçe okuyabilmesi için politika yapıyorlardı.

AİHM Türkiye Cumhuriyeti devletinden savunma istediğinde, devlet işlediği insanlık suçunu kabul eder, Leyla Şahin’le uzlaşmaya gidebilirdi. Devlet bunu yapmadı, bunun yerine aynen Hrant Dink davasında olduğu gibi,  “Türbanın Türkiye’deki laik ve demokratik rejimi ortadan kaldırmak isteyen siyasi bir görüşün simgesi haline geldiği açıktır. Bu yüzden yasaklanması gerekir” diyerek alenen haksızlığı savundu.

İşin garibi, AİHM’nin Leyla Şahin aleyhine karar almasından sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün yaptıkları konuşmalarda AHİM’i suçlamaları idi…

DSİ’nin Trafo Davası

Devlet Su İşleri, çiftçiye destek olmak için milyarlarca para harcayıp su kuyuları açtırıyor, ya da sulama tesisleri kuran sulama kooperatiflerine yardımcı oluyor.

DSİ Erzin’de bir su kooperatifinin açtırdığı kuyuları teslim alırken, kuyulara elektrik verecek Trafoyu yapan müteahhitle bir anlaşmazlığa düşüyor, mahkemelik oluyorlar. Çiftçi bahçelerini çoktan dikmiş, kuyuların bir an önce açılmasını bekliyor.

Bu arada bir yıl geçiyor, sulama tesisleri hazır olduğu halde bu dava dolayısıyla trafolar çalıştırılamıyor. Çiftçi diktiği fidelerin kurumaması için tankerlerle su taşıyarak sulama yapmaya çalışıyor. Davayı müteahhit kazanıyor. Çiftçi dava bitti, artık kuyular çalışır diye ümitlenirken, bu sefer de DSİ temyize başvuruyor. Bir yıl daha geçiyor. Bu arada sulama kooperatifinin trafoları tahrip ediliyor, kabloları çalınıyor. En sonunda DSİ temyizde de kaybediyor, çiftçilere su, ancak tesisler hazır olmasına rağmen 3 yıl sonra verilebiliyor.

Ne için bütün bunlar? DSİ avukatlarının aldıkları ücretleri hak etmesi için. DSİ yetkililerinin müfettişlere hesap verirken her formaliteyi yerine getirdiklerini göstermek için. Muhtemelen DSİ’yi yöneten bakanın olaydan haberi bile yok; varsa da, işlerin tıkır yürüdüğünü veya devletin çıkarlarını korumak için bürokratların gereken şeyleri yaptıklarını düşünüyordur herhalde. Çiftçinin kaybolan yılları, sulama kooperatifinin tahrip olan trafoları kimin umurunda!

Halk 12 Eylül’de neyi oylayacak

Önümüzdeki 12 Eylül’de halk tarafından oylanacak olan anayasa değişiklikleri başlıca iki kısımdan oluşuyor. Birinci grubu temel hak ve özgürlüklerle ilgili değişiklikler oluşturmaktadır. Genel olarak özgürlükleri, eşitliği, çalışanların iş hayatına katılımını ve hukuk devletini takviye edici nitelikte olan bu haklar şunlardır: Çocuklar, yaşlılar, “özürlüler”, şehitlerin dul ve yetimleri, malul ve gazilerin korunması için ek tedbirler alınabilecek (m. 10): kişisel verilere erişim ve bunların korunması hakkı (m. 20): yurtdışına çıkma özgürlüğü ancak suç kovuşturması nedeniyle ve hâkim kararıyla sınırlanabilir (m. 23): çocukların korunması güçlendiriliyor (m. 41): aynı işkolunda birden fazla sendikaya üyelik yasağı kalkıyor (m. 51): kamu görevlilerine toplu sözleşme yapma hakkı tanınıyor (m. 53, 128): grev esnasında işçilerin ve sendikanın verdiği maddi zarardan artık sendika sorumlu değil; siyasi ve dayanışma amaçlı grev ve lokavt yasağı kalkıyor (m. 54): kamu denetçisine (ombudsman’a) başvurma hakkı getiriliyor (m. 74): parti kapatmada milletvekilliğinin düşmesi kalkıyor (m. 84): Yüksek Askerî Şûra’nın “ilişik kesme” kararlarına karşı yargı yolu açılıyor, yargı mercilerine yerindelik denetimi yapma yasağı geliyor (m. 125): kamu görevlilerine verilen “uyarma” ve “kınama” cezaları yargı denetimine açılıyor (m. 126): Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı tanınıyor, Yüce Divan kararlarına karşı “yeniden inceleme” imkânı getiriliyor (m. 148): HSYK’nın meslekten çıkarma kararları yargı denetimine açılıyor (m. 159). 

Özgürleşme ve demokratikleşme arayışındaki bir toplum için bunlar şüphesiz ciddi kazanımlardır. Ama bu paketin bir de “yargı reformu” kısmı var. Anayasa değişikliği bir yandan Anayasa Mahkemesi’nin ve HSYK’nın üye kaynağını çeşitlendiriyor ve bunları kısmen de olsa demokratik meşruluğa kavuşturuyor, öbür yandan askerî yargının görev alanı daraltarak hukuk devletine aykırı yönlerini de kısmen buduyor. Yeni düzenlemeye göre (m. 146-149), Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısı 17’ye çıkarılarak, 2 daire ve genel kurul halinde çalışması öngörülüyor. Üyelerin görev süresi bir defalık olmak üzere 12 yılla sınırlanıyor. Mahkemeye TBMM de dolaylı olarak 3 üye seçebilecek. Geri kalan 14 üyeden 7’sini yüksek yargının, 3’ünü YÖK’ün gösterecekleri adaylar arasından ve 4’ünü bürokratlar, avukatlar, birinci sınıf hâkim ve savcılar ile Anayasa Mahkemesi raportörleri arasından olmak üzere doğrudan doğruya Cumhurbaşkanı seçip atayacak. Ayrıca, Anayasa Mahkemesi anayasa değişikliklerinin iptali ile siyasi partilerin kapatılmasına ancak üçte iki çoğunlukla karar verebilecek. Bu arada, Anayasa Mahkemesi’nin yapacağı Yüce Divan yargılamasının kapsamına TBMM Başkanı ile genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları da dahil ediliyor.

Öte yandan, HSYK’nın da üye sayısı arttırılarak 22’ye çıkarılıyor, üye kaynağı çeşitlendiriliyor ve üç daire halinde çalışması öngörülüyor. Adalet Bakanı yine Kurul’un Başkanı, müsteşar ise tabii üye. Kurul’un bir Genel Sekreterliği olacak, Genel Sekreteri, Kurul’un önereceği adaylar arasından Bakan atayacak. Hâkim ve savcıların mesleğe kabul, meslekten çıkarılma, atama, nakil ve diğer özlük işleri Kurul’un yetkisinde olacak. Keza, hakim ve savcıların mesleki denetimleri ve soruşturmaları Kurul’un görevlendireceği müfettişler eliyle yapılacak. Cumhurbaşkanı Kurul’un Bakan ve müsteşar dışındaki üyelerinin 4’ünü hukukçu öğretim üyeleri ile avukatlar arasından atıyor. Kurul’a Yargıtay 3, Danıştay 2, Adalet Akademisi 1 üye, birinci sınıf hâkim ve savcılar ise kendi aralarından 10 (7’si adli, 3’ü idari yargıdan) üye seçecekler.

Bunun yanında, askerî mahkemeler savaş hâli dışında sivilleri yargılayamayacak, askerler ise anayasal düzene yönelik suçları bakımından sivil mahkemelerde yargılanacaklar (m. 145). Ayrıca, genel olarak askerî mahkemeler (m. 145) ve bu arada Askerî Yargıtay (m. 156) ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesi (m. 157) “mahkemelerin bağımsızlığı” ve “hâkim teminatı” esaslarına göre düzenlenecek Başka bir ifadeyle, yürürlükteki metinde yer alan “askerlik hizmetlerinin gerekleri”nin de gözetilmesini öngören ibareler Anayasa’dan çıkarılıyor.

15. maddenin sembolik anlamı Anayasa değişikliği paketi son olarak Anayasa’nın Geçici 15. maddesini kaldırmak suretiyle, 12 Eylül yönetimine sağlanmış olan anayasal korumaya son veriyor. Halk tarafına onaylanması halinde bu değişikliğin ne ölçüde amacına hizmet edeceğini ve pratikte ne gibi sonuçlara yol açacağını şimdiden kestirmek zor olmakla beraber, yine de Geçici 15. maddenin kaldırılmasının sembolik önemi var.

Genel olarak olumlu olan bu değişikliklere karşılık, paketin ciddi eksiklikleri de söz konusu. Sistemin “vesayetçi” özelliğinden haklı olarak şikâyet edegelen iktidar partisi bu vesileyle MGK, YÖK ve Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumları tasfiye etmeyi maalesef akıl etmemiş. Ayrıca, Kürt sorununun demokratik çözümüne doğrudan doğruya katkı yapacak kültürel çeşitliliğin tanınması, anadilde eğitim-öğretim, vatandaşlığın yeniden tanımı ve idarenin adem-i merkezileştirilmesi gibi herhangi bir öneri de bu pakette maalesef yer almamıştır.

Bu değişiklik paketinde bazı “isabetsiz” tercihler de var. Bir kere, TBMM’nin Anayasa Mahkemesi’nin sayısı 17’ye çıkarılan üyelerinden sadece 3’ünü -o da dolaylı olarak- seçecek olması Batılıdemokratik standartları karşılamaktan uzaktır. Genel oyla seçilecek olan Cumhurbaşkanının geri kalan üyeleri doğrudan ve dolaylı olarak seçecek olması ise bu demokratik meşruluk eksiğini ancak kısmen telâfi edebilir. Öte yandan Askerî Yargıtay ile Askerî Yüksek İdare Mahkemesi’nden de Anayasa Mahkemesi’ne üye seçilmesinde ısrar edilmesi anlaşılabilir gibi değil. Nihayet, genelkurmay başkanı ile kuvvet komutanlarının Yüce Divan’da yargılanacak olmaları bu zevatın halihazırdaki fiili “dokunulmazlık”larına son verebilirse de, doğru olan, bunların Yargıtay’ın bir ceza dairesinde yargılanmalarıdır.

Öte yandan, HSYK’ya üye seçecek olanlar arasında parlamentonun yer almaması yanlış olmuştur. Ayrıca, dairelerin çalışmalarına katılamayacak olan Adalet Bakanı’nın Kurulun başkanı olması sakınca teşkil etmeyebilir, ama müsteşarın Kurul’da yer alması isabetsizdir. Buna karşılık, Kurul’un üyelerinin yarısına yakınının doğrudan doğruya hâkim ve savcılarca seçilecek olması ise fevkalâde isabetlidir. Nihayet, bu değişiklikler askerî yargının alanını daraltmakla beraber, onun genel yargı düzeninden özerk olan yapısını değiştirmemektedir. Oysa, ilk derece askerî mahkemeler korunsa bile, Askerî Yargıtay’ın ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesi’nin kaldırılması gerekir.

Sonuç olarak, eksik ve gedikleri, isabetsiz yanlarına rağmen bu değişiklikler yine de mevcut duruma göre Türkiye toplumunun özgürleşmesi yolunda ciddi bir ilerlemeyi temsil etmektedir. Ümit edelim ki, anayasa değişikliklerinin halk tarafından onaylanıp yürürlüğe girmesi halinde, bu önemli adım hükümete ve diğer siyasi aktörlere Türkiye’nin yeni baştan hazırlanacak sivildemokratik bir anayasaya hâlâ ihtiyacı olduğunu unutturmasın.

Taraf, 30.08.2010