Ana Sayfa Blog Sayfa 571

13 Eylül: Yeni Türkiye yeni anayasa, yeni siyaset

12 Eylül referandumu, Türkiye’nin çok sert geçen bir siyasi kampanya dönemini sona erdirdi. 13 Eylül itibarıyla Türkiye’de değişim ve demokratikleşme süreci, önemli bir eşiği daha aştı. %77 katılımla, %58 evet, %42 hayır oranıyla referandum tartışmasız bir şekilde sonuçlandı.

BDP’nin güçlü olduğu yerlerde ise boykot etkili oldu. Böylece on dokuzuncu yüzyıldaki uzak 1999 sonrası yakın tarihî kökleri olan demokratikleşme bahsinde, doğrudan halkın oyuyla asker-sivil bürokratik vesayet sisteminin anayasadan tasfiyesinde dönülmez bir yola girildi. Şimdi siyasi tansiyonun düşürülmesi, reformların hayata geçirilmesi, reaksiyoner cephenin teskini, Kürt sorunu ve yeni anayasa, siyasi gündeme gelecek.

Referandum sonuçlarıyla demokratikleşmenin tarihî kökleri yanında, güçlü toplumsal tabanı da ortaya çıkmış oldu. Bu toplumsal taban öylesine güçlenmiş durumda ki, referandumdaki hayır cephesi dahi, yeni anayasa ve demokrasi vaat etmekten uzak duramadı. Hayır cephesi, bürokratik vesayet sisteminin daha yavaş ve kendi iktidarları döneminde tasfiyesini taahhüt etti. Bu şekilde demokratikleşmeden korkanlara ve değişimle kurulacak yeni düzendeki konumlarından emin olmayanlara hitap edilirken, demokratikleşme isteyen taban da karşıya alınmadan ikna edilmiş oluyordu. Bilhassa CHP ve Kılıçdaroğlu, 13 Eylül’den itibaren genel seçimlere kadar bu hususta samimi olup olmadıklarıyla sınanacaklar.

12 Eylül referandum sonuçları, daha demokratik bir anayasa ve devlet yapısını beraberinde getirecek. Bürokratik vesayet kurumları ve bilhassa yargı bürokrasisi, işgal ettikleri demokrasi ve siyaset alanını terk etmeye mecbur kalacaklar. Siyasetin alanı genişleyecek. Siyasetin alanının genişlemesi, referandumdaki saflaşma ve iç tartışmalarla beraber düşünüldüğünde siyasi yelpazenin yeniden inşa edilmesine yol açacak. Bu yeni durumun, siyasetteki kutuplaşmanın azalmasından çok yaklaşan genel seçimler dolayısıyla yeni tartışmaları beraberinde getirmesi beklenebilir. Bu bakımdan siyasi partilerin ve bilhassa AK Parti hükümetinin, toplumdaki kutuplaşmayı azaltıcı çalışmalara öncelik vermesi yerinde olacaktır. Bu tespit, hayırhah bir temenni olmanın ötesinde siyasi bir hesaba dayanırsa hayata geçebilecektir. Bu siyasi hesap, AK Parti ile CHP’nin kısmî bir reform cephesini mümkün kılabilirse, her iki partinin de çıkarına bir tablo ortaya çıkabilir. AK Parti ve CHP, reform amacıyla bir araya gelemese dahi, genel seçimler sonrasındaki reform taahhütleriyle MHP-BDP kutuplaşmasını engelleyebilirler. CHP, reform vaadiyle oy tabanını genişletebilir.

CHP MHP ALEYHİNE BÜYÜYOR

MHP ve BDP ise, milliyetçilik üzerinden bir kutuplaşmayı artırmayı deneyeceklerdir. Esasen referandum sonuçları ve BDP’nin boykot coğrafyası Türkiye’nin en ciddi probleminin Kürt sorunu olduğunu bir kez daha gösterdi. 20 Eylül sonrasında PKK’nın eylemsizlik kararının sona erecek olması, bu konuyu yeniden sansasyonel bir şiddetle kamuoyu gündemine taşıyabilir. AK Parti ile CHP bu konuda bir çözüm bloku oluşturarak genel seçimlere kadar bu meselenin şiddet dışında bir yolla çözülebileceğini gösteremezlerse, MHP-BDP bloklaşması ve şiddet, siyasetin gündemini tayin edecek bir mahiyet kazanabilir.

AK Parti, bürokrasinin ve bilhassa yargının vesayetinden kurtulduktan sonra muktedir olabileceğini göstermenin avantajıyla genel seçimlere gidecektir. Bu şekilde Türkiye, demokrasi sorunlarından biri olan çoğunluğun yönetme hakkını tesis etmiş olacaktır. Ancak bu bağlamda azınlıkların hak ve hukuku gündeme gelecektir. Sadece siyasi azınlık olan muhalefetin değil dinî, mezhebî, etnik vs. azınlıkların temel hak ve hürriyetlerindeki problemlerin bizzat çoğunluğun siyasi temsilcisi olan siyasi parti marifetiyle aşılması veya en azından aşılması vaadi siyasi tansiyonun düşmesini sağlayacaktır. Bu şekilde Türkiye demokrasi tarihinin azınlıkların hak ve hürriyetlerinin tesisi gibi ikinci temel meselesi de aşılabilecektir. AK Parti’nin bu bağlamda laikçi/ ulusalcı cephenin hassasiyetlerini dikkate alan bir yumuşama politikasına ihtiyacı var. Mamafih AK Parti ve muhalefet siyasi ortamı yumuşatmak isteseler dahi, işlerini zorlaştıracak, bir genel seçim baskısıyla karşı karşıya kalacaklar. Siyasi partilerin bu baskıyı aşabilecek bir liderlik ve siyasi akıl gösterebilip gösteremeyecekleri, Kürt sorunu dolayısıyla Türkiye’nin tarihine etki edecek bir kırılmaya yol açabilecektir. Bu bakımdan AK Parti’nin yeni anayasayı seçim gündemine taşıması kaçınılmaz görünüyor.

Referandum sonuçları, AK Parti dışında diğer siyasi partilerde bir iç tartışma ve yeniden yapılanmanın yolunu açabilir. Ancak burada CHP dışında, MHP’nin bir hareket alanı kaldığı söylenemez. CHP’nin Kılıçdaroğlu çizgisinde reformcu kimliğini pekiştirmesi ve hele başörtüsü sorununun çözümünde somut adımlar atılması CHP’nin MHP aleyhine büyümesi anlamına gelecektir. Bu bakımdan MHP’nin genel seçim stratejisinin Kürt sorunu etrafında gelişeceği şimdiden söylenebilir. Bu sorunun gelişimi MHP’nin kaderini de tayin edecektir.

Anayasa değişiklikleri ve referandum süreci, daha sonuçlar ortaya çıkmadan siyaseti dönüştürmeye başlamıştı Referandumun sonuçlarıyla yargının geriye çekilmesiyle siyasete yeni bir alan açılıyor. Siyasi partiler, referandum sonuçlarını tahlil ederek bu yeni siyasi alana yayılacak bir yenilenme ihtiyacı duyacaklar .2011 Temmuz’unda yapılması gereken genel seçimlerin baskısı ile yeni ortaya çıkan siyaset alanı arasındaki baskı, siyasi partilerin yenilenme performanslarını ve geleceklerini etkileyecek durumda. Sonuç olarak referandum, bürokratik vesayetin tasfiyesinin, demokratikleşmeye intibak edemeyen siyasi partilerin yenilenme ihtiyacının ve yeni siyasetin yolunu açtı.

Zaman, 13.09.2010

13 Eylül: Yeni Türkiye yeni anayasa, yeni siyaset

12 Eylül referandumu, Türkiye’nin çok sert geçen bir siyasi kampanya dönemini sona erdirdi. 13 Eylül itibarıyla Türkiye’de değişim ve demokratikleşme süreci, önemli bir eşiği daha aştı. %77 katılımla, %58 evet, %42 hayır oranıyla referandum tartışmasız bir şekilde sonuçlandı.

BDP’nin güçlü olduğu yerlerde ise boykot etkili oldu. Böylece on dokuzuncu yüzyıldaki uzak 1999 sonrası yakın tarihî kökleri olan demokratikleşme bahsinde, doğrudan halkın oyuyla asker-sivil bürokratik vesayet sisteminin anayasadan tasfiyesinde dönülmez bir yola girildi. Şimdi siyasi tansiyonun düşürülmesi, reformların hayata geçirilmesi, reaksiyoner cephenin teskini, Kürt sorunu ve yeni anayasa, siyasi gündeme gelecek.

Referandum sonuçlarıyla demokratikleşmenin tarihî kökleri yanında, güçlü toplumsal tabanı da ortaya çıkmış oldu. Bu toplumsal taban öylesine güçlenmiş durumda ki, referandumdaki hayır cephesi dahi, yeni anayasa ve demokrasi vaat etmekten uzak duramadı. Hayır cephesi, bürokratik vesayet sisteminin daha yavaş ve kendi iktidarları döneminde tasfiyesini taahhüt etti. Bu şekilde demokratikleşmeden korkanlara ve değişimle kurulacak yeni düzendeki konumlarından emin olmayanlara hitap edilirken, demokratikleşme isteyen taban da karşıya alınmadan ikna edilmiş oluyordu. Bilhassa CHP ve Kılıçdaroğlu, 13 Eylül’den itibaren genel seçimlere kadar bu hususta samimi olup olmadıklarıyla sınanacaklar.

12 Eylül referandum sonuçları, daha demokratik bir anayasa ve devlet yapısını beraberinde getirecek. Bürokratik vesayet kurumları ve bilhassa yargı bürokrasisi, işgal ettikleri demokrasi ve siyaset alanını terk etmeye mecbur kalacaklar. Siyasetin alanı genişleyecek. Siyasetin alanının genişlemesi, referandumdaki saflaşma ve iç tartışmalarla beraber düşünüldüğünde siyasi yelpazenin yeniden inşa edilmesine yol açacak. Bu yeni durumun, siyasetteki kutuplaşmanın azalmasından çok yaklaşan genel seçimler dolayısıyla yeni tartışmaları beraberinde getirmesi beklenebilir. Bu bakımdan siyasi partilerin ve bilhassa AK Parti hükümetinin, toplumdaki kutuplaşmayı azaltıcı çalışmalara öncelik vermesi yerinde olacaktır. Bu tespit, hayırhah bir temenni olmanın ötesinde siyasi bir hesaba dayanırsa hayata geçebilecektir. Bu siyasi hesap, AK Parti ile CHP’nin kısmî bir reform cephesini mümkün kılabilirse, her iki partinin de çıkarına bir tablo ortaya çıkabilir. AK Parti ve CHP, reform amacıyla bir araya gelemese dahi, genel seçimler sonrasındaki reform taahhütleriyle MHP-BDP kutuplaşmasını engelleyebilirler. CHP, reform vaadiyle oy tabanını genişletebilir.

CHP MHP ALEYHİNE BÜYÜYOR

MHP ve BDP ise, milliyetçilik üzerinden bir kutuplaşmayı artırmayı deneyeceklerdir. Esasen referandum sonuçları ve BDP’nin boykot coğrafyası Türkiye’nin en ciddi probleminin Kürt sorunu olduğunu bir kez daha gösterdi. 20 Eylül sonrasında PKK’nın eylemsizlik kararının sona erecek olması, bu konuyu yeniden sansasyonel bir şiddetle kamuoyu gündemine taşıyabilir. AK Parti ile CHP bu konuda bir çözüm bloku oluşturarak genel seçimlere kadar bu meselenin şiddet dışında bir yolla çözülebileceğini gösteremezlerse, MHP-BDP bloklaşması ve şiddet, siyasetin gündemini tayin edecek bir mahiyet kazanabilir.

AK Parti, bürokrasinin ve bilhassa yargının vesayetinden kurtulduktan sonra muktedir olabileceğini göstermenin avantajıyla genel seçimlere gidecektir. Bu şekilde Türkiye, demokrasi sorunlarından biri olan çoğunluğun yönetme hakkını tesis etmiş olacaktır. Ancak bu bağlamda azınlıkların hak ve hukuku gündeme gelecektir. Sadece siyasi azınlık olan muhalefetin değil dinî, mezhebî, etnik vs. azınlıkların temel hak ve hürriyetlerindeki problemlerin bizzat çoğunluğun siyasi temsilcisi olan siyasi parti marifetiyle aşılması veya en azından aşılması vaadi siyasi tansiyonun düşmesini sağlayacaktır. Bu şekilde Türkiye demokrasi tarihinin azınlıkların hak ve hürriyetlerinin tesisi gibi ikinci temel meselesi de aşılabilecektir. AK Parti’nin bu bağlamda laikçi/ ulusalcı cephenin hassasiyetlerini dikkate alan bir yumuşama politikasına ihtiyacı var. Mamafih AK Parti ve muhalefet siyasi ortamı yumuşatmak isteseler dahi, işlerini zorlaştıracak, bir genel seçim baskısıyla karşı karşıya kalacaklar. Siyasi partilerin bu baskıyı aşabilecek bir liderlik ve siyasi akıl gösterebilip gösteremeyecekleri, Kürt sorunu dolayısıyla Türkiye’nin tarihine etki edecek bir kırılmaya yol açabilecektir. Bu bakımdan AK Parti’nin yeni anayasayı seçim gündemine taşıması kaçınılmaz görünüyor.

Referandum sonuçları, AK Parti dışında diğer siyasi partilerde bir iç tartışma ve yeniden yapılanmanın yolunu açabilir. Ancak burada CHP dışında, MHP’nin bir hareket alanı kaldığı söylenemez. CHP’nin Kılıçdaroğlu çizgisinde reformcu kimliğini pekiştirmesi ve hele başörtüsü sorununun çözümünde somut adımlar atılması CHP’nin MHP aleyhine büyümesi anlamına gelecektir. Bu bakımdan MHP’nin genel seçim stratejisinin Kürt sorunu etrafında gelişeceği şimdiden söylenebilir. Bu sorunun gelişimi MHP’nin kaderini de tayin edecektir.

Anayasa değişiklikleri ve referandum süreci, daha sonuçlar ortaya çıkmadan siyaseti dönüştürmeye başlamıştı Referandumun sonuçlarıyla yargının geriye çekilmesiyle siyasete yeni bir alan açılıyor. Siyasi partiler, referandum sonuçlarını tahlil ederek bu yeni siyasi alana yayılacak bir yenilenme ihtiyacı duyacaklar .2011 Temmuz’unda yapılması gereken genel seçimlerin baskısı ile yeni ortaya çıkan siyaset alanı arasındaki baskı, siyasi partilerin yenilenme performanslarını ve geleceklerini etkileyecek durumda. Sonuç olarak referandum, bürokratik vesayetin tasfiyesinin, demokratikleşmeye intibak edemeyen siyasi partilerin yenilenme ihtiyacının ve yeni siyasetin yolunu açtı.

Zaman, 13.09.2010

‘Değiştirilemez hükümler’ demokrasiyle badaşır mı?

Türkiye’de “yeni anayasa” konusunun gündeme geldiği her defasında, cari rejimin arkasında yatan felsefenin her ne pahasına olursa olsun korunmasından yana olanların gündeme getirdikleri temel kaygı, anayasanın “değiştirilemez hükümleri”nin değiştirilmesi ihtimalidir. Başka bir ifadeyle, bunlar, Türkiye baştanbaşa yeni bir anayasa yapsa bile “Cumhuriyetin Nitelikleri”ne ilişkin mevcut anayasa hükmünün hiçbir şekilde değiştirilemeyeceğini, “Cumhuriyetin felsefesi”ne dokunulamayacağını ileri sürüyorlar. Ne var ki, yürürlükteki anayasanın yine onun öngördüğü usule uygun olarak değiştirilmesi söz konusu olduğunda anlamlı olan bu düşünce, mevcut anayasanın yerine tamamen yeni bir anayasanın yapılması durumunda temelsizdir. 

 

Bir anayasanın, kendisinin yerine geçecek anayasanın içeriğini belirleyeceğini kabul etmek ne hukuken ne de siyaseten savunulabilir bir görüştür. Açıktır ki, yeni anayasa yapmak belli bir siyasi felsefeye göre devleti yeni baştan organize etmek demektir. Esasen, eğer cari anayasa kendisinden sonra gelecek olan anayasayı/anayasaları belirleyecek olsaydı, o zaman o ülkenin anayasal düzenini değiştirmek sonsuza dek mümkün olmazdı. Böyle bir rejime demokrasi denemeyeceği ise izahtan varestedir. Dolayısıyla, anayasalardaki “değiştirilemez hükümler”, sadece o anayasa yürürlükte kaldığı sürece ve onda yapılacak değişiklikler söz konusu olduğunda bağlayıcıdır.

 

‘Sert anayasal çekirdek’

 

Modern anayasacılık pratiğine baktığımızda, kimi devletlerin anayasalarında değiştirilmesi şu veya bu şekilde yasaklanmış kimi hükümler bulunduğunu görüyoruz. Bazı hukukçuların “sert anayasal çekirdek” olarak adlandırdıkları bu gibi hükümlerde somutlaşan tercihler o anayasanın kurduğu devlet düzeninin en temel ve vazgeçilmez özellikleri olarak görülebilir. Türkiye’de halen yürürlükte bulunan anayasa da, içerdiği nispeten kapsamlı “değiştirilemez hükümler” ve benzerleriyle, bu kategoriye girmektedir.

 

Bu türden değiştirilmez hükümlere yer veren anayasalar arasında Avrupa Birliği üyesi olan bazı ülkelerin anayasaları da vardır. Fransa, İtalya, Almanya ve Portekiz bunlar arasındadır. Bunlardan Fransa ve İtalyan anayasaları (sırasıyla, m. 89/son, m. 139) hükümet şekli olarak cumhuriyetin değiştirilemeyeceğini öngörmektedirler. Buna karşılık Alman ve Portekiz anayasalarının değiştirilemez hükümleri daha kapsamlıdır. İlkinde (1949 Anayasası, m. 79/3) temel haklara dayanma, demokratiklik, sosyal devlet, federalizm, anayasanın bağlayıcılığı ve direnme hakkı değiştirilemezlik kapsamına alınmıştır. Portekiz’in 1976 tarihli Anayasası ise (m. 288), anayasa değişikliklerini uyması gereken esasları gösteren hayli uzun bir değiştirilemez ilkeler listesi vermektedir ki bunlar neredeyse anayasal düzenin bütününün ilkeler halinde özetlenmiş bir şeklidir. Cumhuriyetçi yönetimi eyaletler için de zorunlu hükümet şekli olarak öngörmüş olan 1787 ABD Anayasası hükmü  (Art. IV, Sec. 4) de işlevsel açıdan benzer bir etkiye sahiptir.

 

Anti-demokratik ilkeler

 

Bu anayasa örneklerinden, Fransa, İtalya ve ABD dışındakilerin, başta Portekiz ve Türkiye anayasalarının birtakım felsefi-ideolojik tercihleri koruma kaygısına dayandıkları açıktır. Bu yolla Portekiz’de sosyalist tercihlere, Türkiye’de ise Kemalist-vesayetçiliğe dokunulmazlık sağlama amacı güdülmüştür. Öte yandan, 1946 tarihli Japonya Anayasası’nın 97. maddesi de temel insan haklarını “en üstün hukuk” olarak tanımış ve bu hakların gelecek kuşaklar için de geçerli oluğunu ve hiçbir zaman ihlâl edilemeyeceklerini belirtmiştir. Bu hüküm normatif yapısı bakımından bizim anayasamızın “İnkılâp Kanunlarının Korunması”na ilişkin 174. maddesine benzemektedir. Benim, değiştirilemez hükümler yanında “ve benzerleri”nden söz ederken kastettiğim de bu gibi örneklerdir.

 

Anayasa teorisinde anayasaların “değiştirilemez” hükümlere yer vermesi “katı anayasa” kavramıyla ilişkili görülen bir durumdur. Bilindiği gibi, “katı” veya “sert” anayasa terimiyle kastedilen değiştirilmesi çeşitli yollarla zorlaştırılmış olan anayasalardır. Yazılı anayasalar çoğunlukla olağan kanun yapma veya değiştirme usulüyle değiştirilemeyen, katı anayasalardır. Ama anayasanın

 

“katı”lığı sadece değiştirilme yöntemiyle ilgili değildir; “değiştirilemez hükümler” örneğinde olduğu gibi, kimi durumlarda anayasaların içeriğine de kısmen dokunulmazlık sağlanır. İşte, demokratik yönetim tercihiyle bağdaşması asıl zor olan bu türden bir katılıktır.

 

Siyaseti bağlama faaliyeti

 

Oysa, aynısı anayasayı değiştirme yönteminin zorlaştırılması bakımından, prensip olarak,  söylenemez. Aslına bakılırsa, biçimsel anlamda katı anayasa “anayasacılık” düşüncesinin mantığından kaynaklanmaktadır. Şöyle ki: Yazılı anayasa yapmanın amacı siyasi iktidarı (devleti) nispeten sabit bir “üstün hukuk”la bağlamak ve çerçevelemektir. Dolayısıyla, faaliyetlerinin meşruluğu anayasanın çizdiği bu referans çerçevesine bağlı olan çoğunluk kendi siyasi programını uygulamak için gerekli olan yasal ve idari düzenlemeleri elbette yapabilmelidir, ama aynısı anayasayı değiştirmek için söz konusu olmamak gerekir. Pratik açısından baktığımızda da, demokratik çoğunlukların dizginsiz hükmetme hırsına kapılmalarına ve bunun yaratması muhtemel felâketli sonuçlara set çekilmelidir. Bu nedenlerle, hükümet etmek için yeterli olan çoğunluk anayasayı değiştirmek için yeterli olmamalıdır. Bu, elbette, yönetme yetkisine sahip olan çoğunluk iktidarının anayasayı hiçbir şekilde değiştiremeyeceği anlamına gelmez. Ama bunun için ya kendi siyasi gücünü aşan bir desteğe ya da referandum yoluyla halk katılımına ihtiyacı vardır.

 

Anayasanın olağan kanun yapma yoluyla değiştirilememesi bu işin mantığı gereğidir, ama barışçı-demokratik yollardan hiç değiştirilemeyen bir anayasa da tercihe şayan olmadığı gibi, bunun demokratik rejimin idamesi açısından ciddi sakıncaları da vardır. Açıkça söylemek gerekirse, anayasanın değiştirilmesini fazla zorlaştırmak hem sistemin toplumsal değişime intibakını imkânsız hale getirir, hem de bu barışçı olmayan yolları denemek isteyenler için bir nevi teşvik oluşturur. Anayasanın toplumsal değişme ve gelişmenin gerisinde kalması devletin yeni şart ve ihtiyaçlara cevap veremez hale gelmesine yol açacağı gibi, devlet-toplum gerilimine yol açmak suretiyle de “aşağıdan” gelen bir kalkışmayı veya devletin otoriterleşmesini yahut da her ikisini birlikte teşvik edebilir.

 

Kanaatimce bunlardan daha önemlisi, anayasanın değiştirilemez olmasının yol açacağı ahlâki sorundur. O da şudur: Anayasanın değiştirilemezliğini buyurmak, anayasayı yapan kuşağın sonraki kuşakların kaderini sonsuza dek belirlemesi demektir. Oysa, ahlâki olarak bakıldığında, ne kadar iyi niyetli, kahraman ve fedakâr olsalar bile hiç bir kuşağın daha sonraki kuşakların iradesine ipotek koyma, onların nasıl yaşamaları gerektiğini değiştirilemez bir şekilde belirleme hakkı yoktur. Gelecek kuşakların şartlarının, değer ve ideallerinin bizimkilerle aynı olacağını ne öngörebiliriz, ne de böyle olmasını buyurmaya ahlâken hakkımız vardır. Şu apaçık bir hakikattir ki, kendini-belirlemek veya yönetmek sadece “kurucu” kuşak”ların değil, her kuşağın hakkıdır. Dahası, sadece toplumsal talep ve ihtiyaçlar ve bunları karşılama yolları değil, demokrasi anlayışı da zaman içinde değişikliğe uğrar. 

 

Geleceği ipotek altına alma

 

Kısaca,  anayasalar hiç değiştirilemez olmasın, ama herhangi bir parlamento çoğunluğunca değiştirilebilecek kadar da esnek olmasınlar. Şimdi, bir anayasaya “değiştirilemez hükümler” koymak, onun değiştirilmesini büsbütün yasaklamak kadar değilse de, yine de gelecek kuşakların tercihlerini bir ölçüde kısıtlamak anlamına gelir. Bu, dediğim gibi,  demokrasi açısından problemli bir durumdur. Elbette, halka dayanan bir yönetimin bile baskıcılığa yönelmemek için uyması gereken bazı anayasal güvenceler var olmalıdır; ama bu ilkenin, demokratik çoğunlukların siyasi sistemi halkın taleplerine ve değişen şartlara uyarlama imkânını elinden alacak ölçüye vardırılmaması da gerekir.

 

İçerik sınırlaması olmamalı

 

Böyle bakıldığında, anayasaların değiştirilmesi konusunda en doğru çözümün, anayasa değişikliği usulünü zorlaştırmak ama değişikliğe hiçbir içerik sınırlaması getirmemek olduğu söylenebilir. Çünkü aksine bir tercih, yani anayasanın bazı hükümlerine değiştirilemezlik sağlamak, Türkiye örneğinde açıkça gözlendiği gibi, başta yargı olmak üzere tutucu güçlerin bunları statükonun değişmezliğini sağlamak üzere kullanmaları için açık kapı bırakır.

 

Kaldı ki, anayasalara konan “değiştirilemez hükümler”in uzun vadede etkili olacakları da şüphelidir. Çünkü, her şeyden önce, bu gibi yasakları aşmanın teknik yolları vardır. Öte yandan, eğer korunması istenen siyasi ilke veya değerlerin arkasında yeterli bir toplumsal destek varsa, bunlara anayasal dokunulmazlık sağlamaya zaten ihtiyaç yoktur. Buna karşılık, değiştirilemez hükümlerden yana olan toplumsal güçler zayıfsa veya tersinden söylersek, toplumda kısmen de olsa farklı ilkeler temelinde yeni bir anayasal mutabakat üreten daha güçlü bir irade oluşmuşsa,  değiştirilemezlik hükümleri bu sefer de işe yaramaz. Esasen, böyle bir durumda zaten yaramaması da gerekir. 

 

Star, 12.09.2010

Büyük sermaye ‘çevre’ye mesafeli

Yıllar önce yüksek öğretimin planlanması konulu bir toplantıya katılmıştım. Orada TÜSİAD’dan da bir temsilci vardı. Toplantı boyunca doğru dürüst konuşmadı. Sadece “katsayı” konusunda söz aldı ve AB İlerleme Raporu doğrultusunda katsayının kaldırılması lehine yorumlanabilecek bir ifadeye itiraz ederek metinden çıkarılmasını sağladı. Sonra yine kayda değer bir “katkı” yapmadı.

Toplantıdan sonra birlikte Ankara’ya dönerken, yolda katsayının mesleki eğitimi öldürdüğünden o çocukları kendi sınıflarına mahkum ettiğine kadar birçok sakıncasından bahsettim. Nezaketle dinledikten sonra plastik bir gülümsemeyle, “biz bu konuda sizden farklı düşünüyoruz” dedi. “Elinin körü” diyemedim, sadece “farklı düşündüğünüzü görüyorum, niye böyle düşündüğünüzü anlamak istiyorum” dedim. Gülümseyerek aynı cümleyi tekrarladı: “Biz bu konuda sizden farklı düşünüyoruz”.

Argümanı yoktu, ama aslında ikimiz de bu “farklı düşünce”nin nedenini biliyorduk. TÜSİAD; meslek liselerinin yüzde 8’ini oluşturan İmam Hatipli çocukların önünü kesebilmek için diğer tüm meslek okulu öğrencilerinin geleceğini karartmak istiyordu. O günlerde çok az insan açık yüreklilikle “evet, sırf İmam Hatiplilerin üniversiteye girmemesi için katsayıyı savunuyorum” diyebiliyordu. İşadamları örgütü TÜSİAD ile “emekçi” örgütü KESK’i aynı safta birleştiren bu gerekçeyi çok az insan itiraf edebiliyordu. Ama TÜSİAD’ın, bir kuşağın geleceğini yok etme pahasına katsayı rezaletini hararetle savunmasının, islamofobik önyargıların yanında, gayet maddi ve sınıfsal bir anlamı da vardı.

‘Devletim sağolsun’

Bu anlam, TÜSİAD’ın demokratikleşme konusunda bir türlü evrensel burjuvazinin işlevini görememesinin, bir yandan demokrasi isterken diğer yandan otoriteryen yapı ve onun resmi ideolojisinden geçemeyişinin de arkaplanını oluşturuyordu. Gerçekten de TÜSİAD’ın yaptırdığı çalışmalara ve çağrılara bir bakın, bu ülkede çoğunluğu oluşturan Müslümanların din ve vicdan özgürlüğü hariç, hemen her kesimin haklarıyla ilgili sempatik ve doğru bir yaklaşım göreceksiniz. Ama konu başörtüsü, imam hatip vs.ye gelince bu kurum aniden demokrat paradigmayı terk edip, otoriter-despotik bir paradigmaya geçiyor ve onların hakkını savunmamak bir yana, siyasi iktidarların Müslümanlara hak tanımasını da engellemek için çaba sarf ediyor. Hem de bir demokratikleşme paketinden ülkedeki en büyük çoğunluğu, Müslümanları dışlamanın o paketi otomatikman ölüme mahkum edeceğini gördüğü halde.

Elbette TÜSİAD içindeki herkes İslam’la problemli diyemeyiz. Onu oluşturan birçok ismin Kemalist veya Mason olması da yeterli bir açıklama değil (Mason olmak, bir yandan “evrensel insan kardeşliği”nden vs. bahsederken diğer yandan Müslümanlara karşı önyargılı bir tutum almak nasıl mümkün olabilir, Türkiye’de masonluk neden böyledir, bu ayrı konu) ve galiba bunun sebebini başka bir yerde daha aramak gerek.

Bunun için biraz geçmişe, büyük sermayenin ilk birikim tarzına, başka bir ifadeyle “ilk günah”a dönmek gerek.

Türkiye’deki büyük sermaye, bugün sahip olduğu gücü Batıdaki burjuvazi gibi pazarda, piyasa koşullarında biriktirdiği sermaye ile yaptığı yatırımlarla kazanmadı. Onun gibi, devlete rağmen, yer yer onunla itişerek var olmadı. Tersine, devlet eliyle, devlet sayesinde, devletin sağladığı imkan, fırsat ve ayrıcalıklarla var oldu. Ve daima, sahip olduğu zenginliği serbest piyasa koşullarına değil devlete borçlu olduğunun “idraki” içinde hareket etti. Bugün de hala devletçi olmasının nedeni bu.

Bu sermayenin başlıca iki kaynağı vardı ve ikisi de devletten doğmuştu.

Bunlardan ilki, “Milli Mücadele” sonrası savaşın “iktisadiyat” sahasında da sürdürülmesinin bir sonucuydu. Burjuvazi gerekiyorsa, onu da devlet, daha somut olarak da devleti elinde tutan kadro yapacaktı. “Memleketi kalkındırmak” milli bir ödevdi. Ekonomide de devleti kurtarmak, yine asker ve sivil bürokrat kadroya düşüyordu. İnhisarların, ithalat imtiyazlarının ve hatta işverene çalışan “amele sandıkları”nın anlamı, devlet gözetiminde “bir müteşebbis sınıfın yaratılması”ydı.

İkinci “kaynak”, Rum ve Ermeni mallarının yağmalanmasıydı; yani devlet gözetiminde gerçekleştirilen resmi soygun ve gasptı. İttihat Terakki’nin bir darbeyle iktidara el koyduğu 1913’ten itibaren kullanılan ve Cumhuriyet’le birlikte pekişip kurumsallaşan bir “birikim stratejisi”ydi bu. Ve işte bu nedenle, bugün bazı büyük holdinglerin sermayesinde 1915’te Ermeni, 1934’te Yahudi ve 1955’te Rum ve 1942’de bunların hepsinden çocukların çalınmış ekmeği vardır (Elbette bugünkü bütün büyük sermaye böyle oluşmuştur veya TÜSİAD’ın içindekilerin hepsi de böyledir demiyorum).

O günden bugüne köprülerin altından çok sular geçti, ama büyük sermaye kendisine “bu günleri sağlayan” yüce devleti unutmadı. Başka ülkelerdeki burjuvazinin aksine liberal değil devletçi oldu; çevre partilerini değil, “sebeb-i serveti” olan CHP’yi destekledi.

Ancak zamanla Türkiye’deki büyük sermaye yapısı da değişmek durumunda kaldı. Birincisi, küresel kapitalizmin dönüşümü, artık iktidara gümrük duvarları veya ithalat vergileri koydurarak takoz arabaları Türkiye toplumuna “kakalamaya” izin vermiyordu. İkincisi, artık aşağıdan gelen, devletten bağımsız bir biçimde gelişen ve kendi ayakları üzerinde durup, tıpkı batıdaki benzerleri gibi “özgürlük” isteyen yeni bir burjuvazi vardı. Onlar kendilerine “Anadolu sermayesi” derken bunlar onlara “yeşil sermaye” diyorlardı.

‘Laiklik tehlikede’nin anlamı

İşte TÜSİAD’ın alaturka laikliğe duyduğu tutkulu aşkın maddi temeli buydu. “Çevre”den gelen dindar-muhafazakar hükümetler, onlara tahsis edilmiş makamlara talip oluyor, imtiyazlarını tehdit ediyordu. Ama bu açıkça böyle söylenemeyeceği için, aşağıdan gelenleri geri püskürtmek için resmi ideolojinin laikçi kalıpları kullanılıyordu. İmam hatip, başörtüsü ve katsayı gibi bariyerler, kendileri tarafından koyulmuş olmasa bile, aşağıdan gelen “yeni sınıf”ın önünü kesmek ve elit yapısındaki değişimi engellemek bakımından işlevseldi. Muhtıra da aynı pazara girip mal satmak isteyen Kayserili tüccarı dipçikle pazardan kovdurmanın tek yoluydu ve TÜSİAD 28 Şubat’ta bunu yaptı. Ama 2000’li yıllardan itibaren artık eski yapıyı sürdürmenin, sınır kapılarını kapatıp “biz bize müteşebbislik” yapmanın son imkanları da kırıldı. Dahası, TÜSİAD içindeki sermaye de farklılaştı. Artık bazıları devlet müdahalesine ihtiyaç duymuyor, çıkarını AB ile bütünleşmekte ve küresel ekonomiye entegre olmakta buluyordu. Öteki yarısı ise hala devletin onlara sağlayacağı “kıyaklara” bel bağlıyor ve taşralı satıcıyı askere dövdürüp pazardan kovdurmanın yolunu arıyordu. Üstelik de bunu, “ötekilerin iktidarı” olan Ak Parti döneminde, ekonominin istikrara kavuştuğu ve kendilerinin de zenginleştiği bir dönemde yapıyordu.

Boyner neyi simgeliyor?

Şimdi TÜSİAD bir geçiş sürecinin bütün sıkıntı ve çelişkilerini yaşıyor. Bir yanda artık devlet desteğine ihtiyaç duymadan kendi ayakları üstünde durabilen ve küresel ekonomiyle işbirliği ve rekabete hazır bir grup var ve bu grup genel olarak liberalleşme, demokratikleşme ve dünyayla bütünleşmeye yakın duruyor. Ak Parti iktidarında kendilerinin de zenginleştiğini görüyor, işlerinin iyiye gittiğini biliyor, sermaye arttırıyor, ama siyasi tutum maddi değişimin gerisinden geldiğinden, ona dair olumlu bir tutum almak veya desteklemek pek içinden gelmiyor. Bu durumu en iyi ifade eden, bir işadamının “oyumu CHP’ye vereceğim ama Ak Parti’nin kazanmasını istiyorum” şeklindeki sözleriydi. Şimdilerde bu grup güçleniyor ve ekonomik liberalleşmeye ve serbest piyasa koşullarının yerleşmesine bağlı olarak TÜSİAD içindeki gücü de artacak gibi görünüyor.

Diğer yanda ise devletçi kanat var; ki bir on yıl daha darbe olmazsa ya oyunu kurallarına göre oynamaya razı olup kendisini ekonominin yasalarına adapte edip zamanla ilk gruba katılacak, ya da eriyip yok olacak. Şimdi bu grup, TÜSİAD’ın içindeki demokrat kanadın elini tutuyor ve onları böyle ikircikli bir duruma mahkum ediyor. Dahası, hükümete karşı sureti haktan görünürken, onu yıkmak için elinden ne geliyorsa ardına koymuyor. Bunu, sahip oldukları medya organlarını CHP-MHP eksenini desteklemek için seferber ederek veya el altından demokrasi dışı güçleri hükümeti yıkması için destekleyerek yapıyor. Bu kapsamda, özellikle ABD’de Ergenekon Davası konusunda kulis yapıp kamuoyu oluşturmak için toplantı düzenlemek, “Türkiye’nin bir korku cumhuriyetine döndüğü” tezini işleyip Hükümetin dış desteğini koparmak için derin güçlerce düzenlenen etkinlikleri finanse etmek veya Ergenekon konusunda ısmarlama rapor yazdırmak gibi işler çevirdikleri söyleniyor (Aynı şekilde, 2002 sonrası düzenlenen darbe planları ile bazı işadamları arasında da ilişki olduğu, toplantılar vs yapıldığı Ergenekon Davası kapsamındaki ifadelerde geçiyor).

Ümit Boyner’in başkanlığı, değişimin bir ifadesi olarak okunabilir. Boyner’i, Yeni Demokrasi Hareketi’ni başlatan eşine ilişkin olumlu izlenimlerin de katkısıyla demokrat bir kişilik olarak algılayanlar, onun şimdiye kadarki performansından hayal kırıklığına uğramış görünüyorlar. Başbakan Erdoğan da ekonomideki gelişmeye ve demokratikleşme girişimlerine rağmen TÜSİAD’ın onu yalnız bırakmasından dolayı kızgın. Belki Boyner’le birlikte beklediği demokrasi standardını görememekten dolayı o da aynı hayal kırıklığını taşıyor.

Tutarsız olmak da haktır

Ama Erdoğan’ın TÜSİAD’ı eleştirme biçimi doğru değil. TÜSİAD’ın günahı çok, demokratikleşme konusundaki söylemleriyle bugünkü tutumu bariz çelişkili (hepimiz biliyoruz ki, CHP söz konusu olsaydı şimdi tutumu bambaşka olacaktı) ve dolayısıyla eleştiriyi hak ediyor. Ama bir başbakanın ondan tarafını belirlemesini istemesi ve “bertaraf olmak”tan söz etmesi anti-demokratik bir yaklaşımı ifade ediyor. Erdoğan TÜSİAD’ın ona CHP’ye baktığı gibi bakmasını istiyor ama bu hiç de kolay değil. Başka bir alanın diliyle söyleyecek olursak, TÜSİAD henüz bu düzeyde bir ilişkiye hazır değil. Ona biraz zaman tanımalı ve duygularını tartması için fırsat vermeli. Çünkü onlar ayrı dünyaların insanları ve TÜSİAD’ın dünyanın değiştiğini fark etmesi zaman alacak.

Şimdi TÜSİAD’ın önünde iki yol var: ya dünyanın değiştiğini, küresel ekonominin statükocu ve devletçi kayırmacılığa izin vermediğini, artık pazarı Kayserili pastırma tüccarıyla paylaşmak zorunda olduğuna ilişkin “acı gerçeği” kabullenecek ve gözünü darbe, muhtıra gibi haramlardan sakındırarak demokrasi içinde zenginleşmek için çalışacak, ya da zamanı durdurmaya ve değişimi engellemeye ilişkin beyhude bir çabaya girip gerici bir rol oynayacak.

Star, 12.09.2010

 

Nasıl bir Türkiye?

Türkiye epey bir zamandır “medeni milletler ailesi”nin şerefli bir üyesi olmak için çaba sarfediyor. Bu hedefe ulaşmanın toplumsal hayatımızla ilgili başka gerekleri de elbette var, ama siyasi sistemin buna uygun şekilde dönüştürülmesi nispeten daha kolay görünüyor. “Kurulu düzen”in devamında çıkarı olanların bu medenileşme çabasına gösterdiği şiddetli direnişe rağmen bu böyle.

“Medenileşme” derken tabiiki “çağdaşçılık”ı kastetmiyorum. Çünkü, “çağdaşçı” toplumsal-siyasal tasavvur kurulu otoriteryen düzenin bazı makyaj düzeltmeleriyle aşağı yukarı aynen sürdürülmesini öngörüyor. Yine bu tasavvur devlet seçkinlerinin ve onların sözde sivil müttefiklerinin toplum üzerinde kurdukları vesayetin de değişmeden kalmasından yanadır. Oysa, sahici anlamda medenileşmek toplumun her türlü vesayetçi tasalluttan kurtulmasını ve kendi kaderini eline almasını gerektiriyor.

 

Sahici bir medenileşme programının bana göre başlıca üç ayağı var: Hürriyet, demokrasi ve refah. “Nasıl bir Türkiye?” sorusunun cevabı da bu formülde saklı: “Hür, demokrat ve müreffeh bir Türkiye”.

 

Bu sade üçleme birçoklarına gayet iddiasız bir formül gibi gelebilir. Özellikle, son zamanlarda -akademik literatürde bile- revaçta olan, vuzuhtan yoksun, ne dediği belli olmayan, gereksiz yere karmaşık hale getirilmiş söz söylemeyi başarının ölçütü sayan anlayışın çekiciliğine kapılmış olanlar için böyle. Ama yine de bu sade fomülün evrensel bir geçerliliği var.

 

En başta hürriyetin değerini takdir etmek için ağdalı sözler söylemeye, sofistikasyona başvurmaya hiç gerek. Hürriyet elbette insani-medeni bir hayat için vazgeçilmez değerlerden biri, belki de birincisi. Gayet sade olarak, hürriyet baskı altında olmama, beşeri bir otoritenin keyfi müdahalesine maruz kalmama durumudur. Bu özelliğiyle hürriyet demokrasinin ve refahın -aslında, özerklik ve erdemin de- temelidir. Medeni bir toplum her şeyden önce hür bir toplumdur.

 

Hür bir toplumda kamu hayatına dair (ortak) kararları almak için de demokrasiye ihtiyacımız var. Böyle bir demokrasi, toplum olarak ortak kaderimize hakim olmamızın olduğu kadar, bireysel özerkliklerimizin de teyididir. İnsanların fiziki ihtiyaçların baskısından kurtulmaları ve amaçlarını gerçekleştirmenin maddi araçlarına sahip olmaları anlamında refah da evrensel bir değeri temsil etmektedir. Bu amaca ulaşmak için gereken üretkenliği sağlamanın da hürriyetçi bir siyasi sistem ve piyasa ekonomisinden başka bir yolu yok. 

 

Bir şey daha var: “Hürriyet-demokrasi-refah” üçlü idealinin gerçekleşmesi de en temelde toplumda barışın tesis edilmesine bağlı. Onun için, bugün Türkiye’nin önündeki en acil mesele Kürt sorununun yol açtığı iç-savaş benzeri durumun sona erdirilmesidir. Bununla, elbette, “Önce Kürt sorununu barışçı bir çözüme kavuşturalım, hürriyet ve demokrasi meselesine ondan sonra bakarız” demek istemiyorum. Çünkü, bu çözüm de ancak hür bir ortamda ve demokratik müzakere yoluyla sağlanabilir.

 

Öte yandan, Kürt sorununda bir çözüme ulaşabilirsek, bu sadece Türkiye’yi dirlik-düzene kavuşturmayacak, fakat aynı zamanda toplumun genel özgürleşmesine de katkıda bulunacaktır. Daha önce başka bir yazımda kullandığım ifadeyle, böyle bir durumda “bizi Kürtler özgürleştir”miş olacaktır. Öyledir, çünkü, Kürt sorununun çözümü için gerekli olan düzenlemeler, ancak cari rejimin arkasında yatan tekçi-otoriteryen anlayışın terkedilmesiyle mümkün olabilir. Türkiye toplumunun kültürel çeşitliliğini tanıyan yeni bir anlayış ise elbette sadece Kürtleri değil toplumun bütün unsurlarını özgürleştirmekle sonuçlanacaktır.

 

Not: Okuyucularımın Bayramını kutluyorum.

 

Star, 11.09.2010

 

 

Kuran Yakmak İsteyen Rahibe Açık Mektup

0

Sayın Terry Johns,

Günlerdir  medyada ismin  geçiyor. Herkes senin yapmayı planladığın eylemle ilgili görüşünü daha doğrusu endişesini ifade ediyor. Başkan Obama bile   yapmayı planladığın eylemden dolayı kaygılarını ifade etti ve seni eylemden vazgeçmeye çağırdı.

Bunca insanı  endişe ve tedirginliğe sevk eden niyetin neydi? İnsanlığın son ilahi metni olan Kuran-ı Kerim’i yakmayı planladığın yazılıp konuşulmaktadır. Müslümanlara duyduğun nefret yüzünden onların kutsal saydığı ilahi metni  yakmaya  niyetlendiğin anlaşılmaktadır. Sana bu mektubumda  seni eyleminden vazgeçmeye çağırmayacağım.Senin önüne bir soru koymaya çalışacağım.

Ben bir teologum, sen ise bir din adamısın. Yani ikimizde dinin insan hayatı için su ve hayat kadar önemli olduğunu bilen insanlarız. Dinin insan için önemini bildiğimizden dolayı sen hayatını bir din adamı olarak geçiriyor, ben ise din olgusunu sürekli olarak derinliğine anlamaya çalışıyorum. İnsanlara   dinin bir ihtiyaç olduğunu, onun insan hayatına  yapıcı ve yaratıcı katkılar sunan  bir tecrübe olduğunu anlatmaya çalışıyoruz.  Doğal haline bırakıldığında su ve  hava  kadar hayatımızda doğal bir yere kavuşacak olan dini hayatı zehirleyecek, dini tecrübemizde hava kirliliği yaratacak  tavır, tutum ve davranışlardan sakınmaları gerektiğini insanlara söylüyoruz. Bu noktada şunu sormak istiyorum: Kuran’ı yakmanın,  dini, milyonlarca insanın hayatında  su ve hava konumundan çıkarıp bir ölümcül zehire ve bombaya dönüştürmekten başka bir işe yaracağının farkında değil misin? Yapacağını planladığın bu yakma eylemi etrafında yapılan tartışmalar ve verilen tepkiler bile,  milyonlarca insanın hayatında  yıkıcı ve olumsuz  etkiler ve algılar oluştuğunu  göstermektedir. Yapılmayan bir eylem, yapılmış kadar  yıkıcı bir etki meydana getirdi. Bu bağlamda kendini başarılı ve mutlu sayabilirsin.

Yapay müdahalelerle kirletilmedikleri sürece dinler, su ve hava kadar insan hayatında önemli ve değerli bir yere sahiptirler. Yapay  müdahaleler, dini   kitlesel imha silahlarından daha yıkıcı hale getirebilmektedir. Yapmayı planladığın Kuran’ı yakma eylemi,  sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın dini hayatına yapılan yapay, tehlikeli ve yıkıcı bir müdahaledir. Oysa dinler, kendilerine müdahale edilmesini değil,  insanlardan mesajlarını ve muhtevalarını anlamasını isterler.Özellikle yakmak istediğin Kuran, ısrarla düşünen ve akl eden, anlayış ve kavrayış sahibi insanları    muhtevasındaki ilahi mesajı  derinliğine anlamaya davet etmektedir. İnsanlığın önemli dini metinlerinden birini,  yakma yerine  anlamayı ve kavramayı hiç denedin mi? Kuranı yakmakla   Müslümanlara hiçbir meydan okumada bulunmuyorsun. Eğer   insanlığın önüne meydan okuyucu nitelikte bir  duruş ortaya koymak istiyorsan, bir Hıristiyan din adamı olarak bir başka dinin  kitabını  anlamak için  girişeceğin derin kavrayış ve anlayış tecrübeni   önümüze koy. Hepimize örnek ol, bir esin kaynağı ol! Yakmak yerine anlamaya ve kavramaya cesaretin var mı?Sansasyonelliğin ve  medyatikliğin şehvetine düşmeden,  anlayış ve kavrayışın derin dehlizlerinde tek başına  ilerleyen örnek bir gezgin olabilir misin?

Medyadan okuduğum kadarıyla fanatizmden nefret ediyorsun. Müslümanları fanatik, Kuranı’da fanatizmin el kitabı olarak  görüyorsun. Kuran’ı yakmakla,   sana göre fanatizmi temsil eden bir dini protesto ettiğini bütün dünyaya  göstermek istiyorsun. Ama burada seni  büyük bir yanılgı içinde görüyorum.  Fanatizmden nefret ettiğini söyleyen sen, o nefret ettiğini söylediğin fanatizme karşı  çok aciz gözüküyorsun. Sözde İslami fanatizmden nefret etmek adına sadece  kendi fanatizmini  ortaya koyuyorsun. Kuran yakma, fanatizmi protesto değil, fanatizmin basit bir taklididir. Fanatizme başka bir tür fanatizmle cevap vermek  bir dindarın vereceği bir tepki midir yoksa  bir kesin inançlı mutaassıbın  acizliği midir? O yakmayı düşündüğün kitap,   fanatizme başka bir fanatizm türüyle cevap verilmesini yasaklamaktadır. Dini değerlerimize kötü söz edenlere,  aynı şekilde karşılık verilmesini yasaklamaktadır. Çünkü Kuran, insanlığın kendisini  merhamet ve hidayet kaynağı olarak  anlamasını istemektedir. O, insanlığın hayatında su ve hava kadar doğal olmayı istemektedir.

Kuran’ı yakmakla o nefret ettiğin Müslümanların önüne hiçbir meydan okuma koymayacaksın. Sadece  onlara ve kitaplarına duyduğun nefreti aciz bir şekilde ortaya koymuş olacaksın. Bu nefret eylemiyle,  bir müddet gündemde kalabilir,  başkalarının  duygu ve düşünce dünyalarını yarattığın bu nefret eylemiyle zehirleyebilirsin. Ortaya bir fanatizm örneği koymak yerine  fanatizm ve şiddet karşıtı,  anlayış ve kavrayış sahibi, kalbi mühürlenmemiş sahici anlamda bir insani duyarlılık ortaya koyabilir misin?  Küresel fanatizmin   global ölçekte etkileri olabilecek olan Kuran yakma eyleminin dışında   ne önermektesin? Ben bir Müslüman teolog olarak, insan onuru ve özgürlüğüyle bağdaşmayan her türlü  ayırımcılığa, fanatizme  ve şiddete karşı  tolerans, çoğulculuk ve barışı destekleyen küresel bir cihadın  yani  her insanın  bütün gücüyle  çalıştığı bir küresel insani seferberlik öneriyorum. Kuran’ı yakmanın dışında  dünyanın  daha barışçıl, daha adil ve daha özgür bir yer haline gelmesi için   ne öneriyorsun? Yoksa senin kutsal savaşın sadece  Kuran’ı yakmaktan mı ibaret?Ben İncil dahil hiçbir kitabın yakılmaması ve yasaklanmaması gerektiğini düşünüyorum. Hiçbir kitabı yakmama  olgunluğu gösterebilecek misin yoksa Kuran’ı yakmak suretiyle dini gelişiminin çocuksu seviyede kaldığını mı  göstereceksin?Tercihinin birinci seçenekten yana olmasını  umuyor, şiddet yerine barıştan, nefret yerine sevgiden, korku yerine umuttan yana olan doğru insanlar olmayı Allah’tan diliyorum.

11.09.2010
 

 

Referandumun anlamı

AKP ve CHP süreçte tabanının bütünlüğünü azamî ölçüde koruyan partiler oldu. Her iki partinin de % 5’ten fazla fire vermesi zayıf bir ihtimal. MHP ve BDP tabanının % 50’den fazlasının parti yönetiminin gösterdiğinin tersi istikamette hareket edeceği anlaşılıyor. MHP Kürtlere taviz verdiği, BDP Kürtlere bir şey vermediği gerekçesiyle anayasa değişikliğine karşı çıktı. DP, merkez sağın 1980’den beri devam eden bir süreçte altı okçu sistemin kontrolü altına girdiği tespitini (ki bu satırların yazarı tarafından 15 yıl önce dile getirilmişti) doğrulayan bir pozisyon aldı. Saadet Partisi ve BBP demokrasiye muhafazakâr ve ılımlı milliyetçi siyasi hareketler olarak pakete destek verdi.

REFERANDUMUN OTURDUĞU SOSYOLOJİK TEMEL

Toplumsal kesimler açısından da durum ilginçti. Türkler ve Kürtler iki parçaya ayrıldı. Alevilerin ana gövdesi hayırcı, fakat saçaklarda azımsanmayacak sayıda ‘evet’çi var. Sünniler ağırlıklı olarak ‘evet’çi ama genişçe bir kesim hayır diyor. Sosyalistlerin ana gövdesi hayır diye haykırıyor. Buna özgürlük kavramını bayrak yapan ÖDP ve Birgün çevresi dahil. TKP, EMEP ve diğer minik sosyalist parti ve hareketler de sosyalist hayır cephesinde yer aldı. Solda Troçkist DSİP ve sosyal demokrat EDP evetçi. Onlara bir de Birikim çevresi ekleniyor. Liberallerin ana çizgisi evet diyor ve değişime büyük entelektüel destek sağlıyor, saçaklarda ise Kemalistler gibi daha ziyade AKP nefretiyle hareket ederek hayır diyen dar bir kesim var. Türbanda olduğu gibi referandum olayında da liberaller sosyalistlerden daha iyi bir sınav veriyor. TKP’li komünistlerle bazı ülkücüler, Kürtlerden nefret eden radikal Kemalistlerle PKK çizgisine yakın militan Kürtler, azılı laisistlerle Haydar Baş’ın milliyetçi maneviyatçıları aynı safta…

İki gün sonra referandumun sonucu belli olacak ve taraflar tezlerinin halk nezdinde ak mı kara mı olduğunu öğrenecek. Sonuç, ne olursa olsun, referandum olayının bir sosyolojik temele oturduğu gerçeğini değiştirmeyecek. Bu yüzden, cevabını aramamız gereken önemli bir soru, neden bu durumun ortaya çıktığı. Cevabı bulabilmek içinse, bir teorik çerçeveye ihtiyaç var. Değişik teoriler analiz aleti olarak kullanılabilir; benim başvurmak istediğim teori ünlü İngiliz filozofu Lord Acton’a ait. Düşünür “Nationality” adlı makalesinde iki toplum modeli belirliyor: Fransız ve İngiliz. İlkine Kıta Avrupası veya Birlik Modeli (BM); ikincisine Anglo-Sakson modeli veya Harmoni Modeli (HM) adını da veriyor. Lord Acton’ınkine benzer yaklaşımlar 20. yüzyılda Hayek ve 21. yüzyılın başlarında Kukathas tarafında da geliştirildi.

BM’de toplum kavramı kolektif iradenin kesin ve daimi üstünlüğü fikri üzerine oturur. Başka hiçbir amaç ve değer birlik ideali karşısında değer taşımaz. BM toplumu homojenize etmeye çalışır. Ülke sakinlerinin haklarını ve isteklerini bastırır. Farklı menfaatleri hayali bir kolektif öznede bir araya getirir. Bireylerin şahsî eğilim ve ideallerini birlik uğruna feda eder. Doğal hakları ve yerleşik özgürlükleri çiğner. İyi toplumun her bakımdan birleşmiş ve bütünleşmiş toplum olduğunu kabul eder. Lord Acton BM’nin felsefi izlerini ve pratik yansımalarını Rousseau’nun fikirlerinde ve Fransız İhtilâli’nde bulur.

HM çeşitliliğe değer verir, birlik yerine harmoniyi gözetir. İdeal bir toplum yaratma, toplumu önceden tanımlanmış bir yapıya dönüştürme peşinde koşmaz. İnsanlara ve insan gruplarına ne iseler o olarak saygı gösterir. Doğrunun ne olduğunda anlaşmayı hedef almaz. Beraber yaşama kurallarının neler olduğunu veya olması gerektiğini araştırır. Özgürlüğün herkese aynı biçimde fayda sağlayan ve toplumsal muhalefet yaratmayan tek değer ve pratik olduğuna inanır.

BM ile HM farklı devlet felsefelerine vücut verir. HM özgürlüğün temel şartı olarak kamu otoritesinin sınırlanmasını talep eder. Kamu otoritesinin her seviyede ortak yaşayış kurallarına bağlı ve onları korumakla mükellef olmasını ve bireylerin hayatına ve toplumsal akışa asgarî seviyede müdahalede bulunmasını ister. Bireylerin, birey gruplarının, yerleşim birimlerinin kendi kendilerini idare etmesini değerli ve yararlı bulur; adem-i merkeziyetçiliği savunur. Devletin efendi pozisyonuna oturmamasını, toplumun hizmetkârı görevini üstlenmesini diler.

İLK ‘GÜNAH’ 1950’DE İŞLENDİ

BM, devleti teknik bir kayıt olmaktan çıkartır, ideolojik bir cihaza dönüştürür. Böylece devlet kendine toplumdan bağımsız bir misyon seçer ve topluma kendisinin belirlediği bir toplum modelini empoze eder. Hangi amacı devletin tek hedefi hâline getirirse getirsin, bu model (19. yüzyılda olduğu gibi) mutlakiyet veya (20. yüzyılda olduğu gibi) despotizm doğurur. Hedef ister bir sınıfın avantajı (sosyalizm); ister ülkenin güvenliği ve gücü (faşizm); ister bir dinin korunması ve egemen kılınması (dinî totaliterizm) olsun, sonuç aynıdır. BM bireysel özgürlük ve kendi kedini idare eden beşerî birimler fikrini sevmez. Adem-i merkeziyetçilikten nefret eder. Siyasî sistemi merkezîleştirir. Kamu otoriteleri aracılığıyla bireylere ve topluma doğru inanç-din, doğru hayat tarzı, doğru düşünce, doğru kılık-kıyafet vs. dayatır. Eğitimi topluma karşı bir silah gibi kullanır. Okulları öğrencilere belli değerlerin empoze edildiği bir alana çevirir. Sivil toplumu budar. Toplumu atomize bireyciliğe iter. Bireylerin kendisi dışındaki oluşum ve kurumlara saygı ve sadakat göstermesine tahammül edemez. Bu yüzden, gönüllülüğe dayanan cemiyet ve cemaatlere savaş açar. Ancak, bir taraftan da, ülkeyi herkesin ona tam olarak biat ettiği bir tekil cemaate dönüştürmeye çalışır.

Türkiye bir BM olarak kuruldu ve sistem 1950’ye kadar önemli bir kazaya uğramadan işledi. 1950’de işlenen ilk günah (demokrasiye geçiş) toplumda için için kaynayan HM dinamiklerini harekete geçirdi ve modelin işlemesini aksattı. O günden beri BM ve HM arasında henüz kimsenin muzaffer olamadığı bir mücadele var. Referandum işte bu mücadelenin bir sonucu ve tezahürüdür. Gelecek haftaki yazımda ele almayı düşündüğüm sebeplerle, Türkiye BM’den çıkıp HM’ye geçmeye çabalamaktadır. Referandumun sonucu ne olursa olsun bu gerçek değişmeyecek ve mücadele devam edecektir.

Zaman, 10.09.2010

 

Sandıkta kendi kendinize kaldığınızda

Yıl 1973…
12 Mart darbesinin üzerinden iki yıl geçmiş. Hapishaneler ağzına kadar dolu. Neredeyse bütün solcular içeride. Ama aynı zamanda, 12 Mart rejimi açısından “geri sayım” da başlamış. Darbeyle uzlaşmayan ilkeli tutumuyla bütün demokratların saygısını kazanan Ecevit CHP’nin başında… 14 Ekim’de seçim olacak. Ve bu seçimin “faşizmden çıkış” seçimi olması bekleniyor. Kamuoyunun iki yıldır süren suskunluğunun yerini itiraz sesleri almaya başlamış. Yeni Ortam Gazetesi bu itirazın, faşist rejime karşı uç veren muhalefetin sözcülüğünü yapıyor.

Tutuklu aileleri (özellikle de anneler) Türkiye’nin görüp göreceği en etkili sivil toplum hareketi olmuş, arı gibi çalışıyorlar. Kurdukları heyetlerle yorulmak bilmeden, yurtiçi ve yurtdışı temaslar yapıyor; bütün etkili siyasetçilerle, gazetecilerle tek tek görüşüyor; Meclis koridorlarından, basın bürolarından ayrılmıyorlar. Cumhuriyetin 50. yılında bir genel af çıkarmaya çalışıyorlar.

CHP, “Ak Günlere” sloganıyla giriyor seçime. Seçim bildirgesinin başına askıya alınan demokrasinin yeniden işler hale getirilmesini koymuş. 12 Martçılar’ın yaptıkları anayasa değişikliklerini geri almayı, demokrasiyi geri getirmeyi, 50. yıl affını çıkartıp hapishaneleri boşaltmayı vadediyor.

Türkiye’de faşizme karşı herkes CHP’nin etrafında toplanmış; onun seçim kazanması için uğraşıyor.

Bir tek biz, yani hapishanedeki “hakiki solcular” hariç…

Bizim grup seçimleri boykot kararı almışız. Daha doğrusu, Mamak’taki şefler böyle bir karar alıp bize, Dışkapı’daki kadın tutuklulara da iletmiş.

Sebep? Çünkü CHP burjuvazinin “yedek lastiği” imiş. Burjuvazi, yani Koçlar, Sabancılar ve onların ağababası olan emperyalistler, Türkiye’deki devrimci hareketi bastırmak için önce darbe yapıp burjuvazinin faşist kanadını iktidara getirmişler ama bu sökmeyince şimdi de reformcu kanadını iktidara getirerek işçi sınıfı iktidarını engellemeye çalışıyorlarmış! Bu bir halkı uyutma operasyonuymuş, oyuna gelinmemeliymiş! İşte bu yüzden bizler seçimleri boykot ederek bu oyunu deşifre etmeliymişiz.

Böyle abuk sabuk şeyler…

“Karar” iletildiğinde Dışkapı’daki bizlerin halini bugün gibi hatırlıyorum. Bu akla ziyan boykot kararını içine sindiren tek bir kişi bile olduğunu sanmıyorum. Ama hiç kimse burnundan kıl aldırmıyor, birbirine bir şey söylemiyordu.

Sanırım, o anda bizi en fazla zorlayan şey; bu kararımızı ailelerimize nasıl söyleyeceğimizdi. Onlar dışarıda bizi çıkarmak için; CHP’nin seçim kazanması için varını yoğuna katmış çalışırken, biz görüş günü karşılarına geçip “biz seçimi boykot ediyoruz çünkü CHP burjuvazinin yedek lastiği” mi diyecektik?

Ama dedik… Zor da gelse, bizim aklımızı kaçırdığımıza hükmetseler de dedik…

Hem dedik, hem de -eminim ki hepimiz içimizden- CHP’nin kazanması için dua ettik.

Allah’tan bizim boykotumuz etkili olmadı da CHP yüzde 33’le seçimi kazandı. Tek başına iktidar olamadı ama koalisyon ortağı olarak 50. yıl affını çıkardı ve 14 Ekim 1973 seçimi 12 Mart faşizminin “sonunun başlangıcı” olarak siyasi tarihimize yazıldı.

Bilmem inanır mısınız; ben daha sonraki yıllar boyunca -“döneklik” yıllarımdan söz etmiyorum; solculuğa devam ettiğim yılları kastediyorum- bu boykot kararına itiraz etmeyişimden utandım. Siyaseten bu kadar yanlış ve gerekçesi de bu kadar saçma sapan bir kararı kendi kararımmış gibi savunmuş olmaktan hicap duydum. Hatırladığım kadarıyla, bizim grupta hiç kimse de daha sonraki yıllarda bu boykot kararı üzerine konuşmadı. Örgüt dahil herkes bu olayı unutma, hiç olmamış gibi davranma yoluna gitti.

Bütün bunları neden yazıyorum?

Bütün bunları, ideolojik saplantıların insanları ne hale getirebileceğini; aklı, iz’anı, sağduyuyu nasıl yok edebileceğini; dışa kapalı örgütlerin, kendi mensuplarını fikri hür insanların son derece doğal ve sade bir biçimde görebilecekleri doğrulara karşı nasıl körleştirebileceğini anlatmak için yazıyorum.

“Hayır”cı solcuların 12 Eylül günü sandıkta kendi kendilerine kaldıklarında yaklaşık kırk yıl önce bizim yaşadıklarımızı hatırlamaları ve gelecekte utanacakları bir tutum almamaları için yazıyorum.

Onlara söyleyeceğim tek şey; sade düşünmeleri ve içlerinden gelen sesi dinlemeleridir. Bugün ortaya atılan ve bizim “yedek lastik” hikâyesi kadar zırva olan hayır gerekçelerine hâlâ inanıyorlarsa söyleyecek bir şey yok.

Ama içlerinden bir ses “saçmalama” diyorsa; bu ses sağduyunun sesidir; kulak vermelerini tavsiye ederim.

Bugün, 08.09.2010

 

Türkiye Ayak Bağlarından Kurtulurken

Türkiye yirminci yüzyılı ıskalamış bir toplumdur, ama yirmibirinci yüzyılı ıskalama lüksü yoktur. Dünya tarihine yüzyıllarca damgasını vurmuş bir milletin 20. yüzyılda sırtına adeta bir deli gömleği geçirilerek, marjinal bir 3. dünya ülkesi koşullarında yaşamaya mahkûm edilmesi büyük bir talihsizlikti, hiçbir şekilde sürdürülebilir değildi. Bu makus talih bir yerlerden kırılmak zorundaydı. Bu millet daha iyisine layıktı, bunun için gerekli potansiyele sahipti, “varlık içinde yokluk” çekmek zorunda değildi. Kabuğunu kırmalı, ayak bağlarından kurtulmalı, sırtına geçirilmiş deli gömleğini yırtmalı, bir yandan kendisiyle bir yandan komşularıyla barışmalı, barışın ve refahın egemen olduğu bir ülke meydana getirmeliydi.

Şayet bugün ortalığa hâkim gibi görünen toz-dumandan başımızı kaldırıp, belirli bir tarihi perspektif içinde ve resmin tamamına bakmayı başarabilirsek, bugünlerde Türkiye’de olan bitenler bağlamında göreceğimiz manzara tam da budur: nicel birikimlerin nitel dönüşümlere kapı aralaması; uzun süredir askeri vesayetin cenderesinde sıkıştırılmış bir toplumun zincirlerini kırması ve yüzyıldır yüzleşmekten kaçındığı sorunlarla bir bir yüzleşmeye başlaması. Belki hâlâ tam farkına varamayanlarımız vardır. Eski zaman tellallarının diliyle söylersek: Ey Ahali! Duyduk duymadık demeyin, Türkiye engellenemez bir değişim ve dönüşümden geçiyor, ayak bağlarından kurtuluyor, İttihat ve Terakki zihniyetinden beslenen ve kendisini yoksul ve istikrarsız bir kenar mahalle ülkesi olmaya mahkûm eden bir askeri vesayet rejimine son veriyor, demokratikleşme-sivilleşme-özgürleşme yolunda dev adımlarla ilerliyor. Bu çerçevede, Türkiye için tarihin akışının adeta hızlandığı son zamanların kimi siyasi gelişmeleri üzerinde kuşbakışı bir gezinti yapmakta yarar vardır.

Bencileyin kafası karışıkların, bu ülkede neler olup bittiğini anlamaya çalışanların, kendisine “Ben kimim ve bu hal neyin nesi?” diye soranların gözünü açan, perdenin arkasında neler olup bittiğini anlamayı kolaylaştıran önemli gelişmeler oluyor son zamanlarda. Meselâ oldum olası merak ederdim, bu ülkede darbeler vatan-millet aşkıyla yanıp tutuşanların vatan kurtarma gayretlerinin eseri mi, yoksa içerde askerin hükümranlığını perçinlemenin, dışarıda ise Türkiye’yi uluslar arası sistemin uslu çocuğu olarak tutmanın aracı mıdır diye, son yıllardaki gelişmeler bu sorunun cevabını bulmama çok yardımcı oldu. Hep merak ederdim, terör sadece terör örgütlerinin marifeti mi, yoksa terör örgütleri derin devletlerin taşeronu mudur diye. PKK Kürt halkının temel hakları için savaşan bir örgüt mü, yoksa iktidarını terörün devamına borçlu olan Ergenekon-derin devletin taşeronluğunu yapan bir örgüt müdür diye. En son Hatay Dörtyol’daki gelişmeler, MHP’li muhbir-JİTEM elemanları ve PKK militanlarının işbirliğiyle gerçekleştirilen kışkırtma olayları bu konudaki toz bulutlarının aralanmasına çok katkıda bulundu.

Hep merak ederdim, bizdeki zorunlu askerlik, profesyonel orduya direniş ve bedelli askerliğin yaygınlaşmasına izin verilmemesi “Her Türkün asker doğmasından” dolayı eşyanın tabiatına uygun bir durum mu; yoksa her Türk erkeğinin askerin tezgahından geçmesini sağlayan, bir tür endoktrinasyon ve askeri vesayetin psikolojik dayanaklarından biri mi diye; halen Balyoz davasından hakkında tutuklama kararı bulunan Çetin Doğan’ın emir subayının bir süre önce basına yansıyan mektubu ve Başbuğ’un verdiği röportajlar bu konudaki kanaatlerimin netleşmesine çok katkıda bulundu. Hep merak edip durmuşumdur, İmralı’da tutuklu olduğu halde, tutuklu kaldığı cezaevi askerin kontrolünde olduğu halde, Öcalan nasıl oluyor da cezaevinden örgüt yönetmeye devam edebiliyor diye? Öcalan kendisini Kürt halkının kurtuluşuna adamış, emirleri kendisi veren birisi mi; yoksa derin devletin elinde esir, onun kontrolünde, onun isteklerine göre hareket eden, demokratikleşmenin önünü tıkayacak eylemler gerektiğinde devreye sokulan biri mi diye; son günlerdeki gelişmeler bu konudaki tereddüdümü azalttı. Neşe Düzel’in Taraf’ta Kemal Burkay ve Hüseyin Yıldırım’la yaptığı röportajlar bu açıdan çok öğreticiydi.

Hep merak ederdim, bu ülkede terör bitirilemediği için mi bitmiyor, yoksa –ordusuyla, yargısıyla, istihbaratıyla- devlet içinden birilerinin istememesi, menfaatine uygun bulmaması yüzünden mi bitirilemiyor diye. Güvenlik kaygılarını sürekli gündemin tepesinde tutması, OHAL ve sıkıyönetim üzerinden askere iktidar alanı sağlaması, uyuşturucu ve silah ticareti üzerinden birilerine rant sağlaması nedeniyle terörün derin devlet ve uzantıları tarafından bitirilmek istenmediğine dair kuşkularım vardı; Dağlıca’dan, Aktütün’den, Gediktepe’den, “Heronları düşürün” çağrılarından, Mehmetçiği kendi döşedikleri mayınlı araziye bile bile ölüme göndermelerden, Ergenekon tutuklularının, faili meşhul zanlılarının, Camileri havaya uçurup Egede kendi uçağımızı düşürerek Yunanistan’la savaş çıkarma, gayrimüslim cemaat önderlerini öldürerek, müzede öğrencileri bombayla havaya uçurarak “vatan kurtarma” planları yapan gözüdönmüşlerin yargıdan kaçırılması, YAŞ’da terfi ettirilmeleri, ya da halen görev başında tutulmaları yönünde harcanan gayretlerden sonra, bu ülkede “en çok güvenilen” kurumların ne denli çürümüş, içten içe yıpranmış olduğunu daha iyi anladım. Denetlenemeyen, dokunulamayan, sorgulanamayan ve yargılanamayan “mutlak güç”ün nasıl “mutlak surette” yozlaşacağını söyleyen Lord Acton’a bir kez daha hak verdim.

Soğuk Savaş döneminde bu pislikler, bu yozlaşma ve ihanet planları gün yüzüne çıkmıyordu; dünya Türkiye’nin anti-demokratik, militarist, içe kapalı, tekelci, ve tektipçi rejimine katlanıyordu. İçerde de Anadolu halkının omurgasını teşkil eden dindar Müslüman kitle yoksul, diplomasız, taşralı ve özgüven yoksunu bir konumdaydı. 1980’lerin sonunda sosyalist sistemin çökmesi, Soğuk Savaşın sona ermesi ve askeri-sınai komplekse dayalı kapitalist modelin giderek tıkanması, hepsinden önemlisi de dünyayı bütünleşmeye zorlayan küreselleşme sürecinin hızlanması dış dünyanın hesaplarını değiştirdi. 1980’lerden itibaren başlayan dışa açılma, şehirleşme, eğitimde ve haberleşmede devlet tekelinin kırılması, serbest ticarete ve ihracata dayalı büyüme modelinin sunduğu imkanlarla Anadolu’da dindar-muhafazakâr bir orta sınıfın yükselmesi gibi iç dinamikler de Türkiye’yi esaslı bir değişim ve dönüşümün eşiğine getirdi. Sözkonusu orta sınıfın iktidara taşıdığı Adâlet ve Kalkınma Partisi bu değişimin taşıyıcısı oldu. Dindar Müslüman kitleye hâlâ küçümseyerek bakma eğilimindeki geleneksel, kentli, okumuş, laik, entelektüeller, siyasetçiler ve zengin beyaz Türkler sınıfı hâlâ anlama ve hazmetme zorluğu çekse de, Türkiye’de son yıllarda değişimi, demokratikleşmeyi, sivilleşmeyi, özgürleşmeyi sırtlayan kesimin dindar-muhafazakâr kitleler olduğu çok açıktır. Bu kesimi temsil eden siyasetçilerin geleneksel devletçi-milliyetçi reflekslerini bir kenara bırakıp, Türkiye’nin toplumsal-siyasal-ekonomik sorunlarına daha bireyci, piyasacı, serbest ticaretçi, özgürlükçü ve bütünleşmeci bir zihniyetin penceresinden bakabilir hale gelmeleri Türkiye’deki değişim ve dönüşüm sürecini çok daha hızlandıracaktır. Türkiye’de değişim ve demokrasi söylemini kimselere bırakmayan Türk solunun hali pür melali bu bağlamda içler acısıdır. Özgürlükçü-liberal sol diyebileceğimiz çoğunluğu Taraf çevresinde toplanmış bir avuç aydın dışında, Kemalist sol, sosyalist-Marksist sol, ve faşist-ulusalcı sol Türkiye’nin bu değişimine öncülük etme konusunda pek ümit vaat etmemekle beraber, solda belirli bir özeleştiri süreci içten içe devam etmektedir. 12 Eylül’deki Anayasa değişikliği referandumu bağlamında solda, sağda ve muhafazakâr kesimde bu anlamda önemli kırılmaların yaşanması hiç şaşırtmamalıdır.

MHP’nin geleceği CHP’ye emanet

Referandum sonrası MHP liderini ve yönetimini zor günler bekliyor. 13 Eylül itibarıyla Devlet Bahçeli ve ekibinin konumu, siyaseti, vizyonu sorgulanmaya başlayacak. 
 
Anayasa referandumunda CHP ve YARSAV gibi ulusalcıların peşine takılan MHP yönetimi geleneksel tabanından hızla uzaklaşmakla kalmadı, parti içindeki muhalifleri de uyandırdı ve güçlendirdi. Referandum, Türkiye’den önce MHP’yi değiştirecek.

Anlaşılmaz bir şekilde Bahçeli ve ekibi kendi kaderini CHP’nin referandumdaki başarısına eklemledi. Anlaşılmaz diyorum, çünkü kaderlerini referandumda ‘hayır’ çıkmasına bağlayan MHP yönetimi her durumda kaybedecek. Birincisi, bu saatten sonra hayır çıkması neredeyse imkânsız. Dolayısıyla değişime direnen ‘hayırcılar’la birlikte MHP yönetimi de yenilmiş olacak. Geriye yanlış yerde duran, siyaseten yaralı ve hesap vermesi gereken bir yönetim kalacak.

İkincisi, hayır çıksa bile bu, MHP’nin değil CHP’nin hanesine yazılacak. O andan itibaren de bugün MHP’ye gaz verenler sadece ‘gölge etme başka ihsan istemez’ diyecekler. Gelecek seçimlerde bütün ‘ulusalcı’ oyların CHP’ye akmasını isteyenler MHP’yi barajın altına itecek türlü oyunlar içinde olacaklar. Zaten bugünden MHP’yi hem kadrolarıyla hem de tabanıyla CHP’ye taşıma süreci başladı. Referandum bunun ilk uygulaması. MHP’nin kamuoyu yoklamalarında barajın altında görülmesi şaşırtıcı değil. MHP’nin kentli, eğitimli, kıyı oyları CHP’ye akıyor, akacak, akıtılacak…

MHP, geleneksel muhafazakâr-milliyetçi oylarını da bu referandum sürecinde ‘evet’ kampına kaptırıyor. Yönetim yapısı, sözcüleri, vitrini değişmeden de bu oylar MHP’ye geri dönmeyecek. Sonuçta, referandumda mevcut yönetime isyan ederek ‘evet’ diyen ülkücülerden ‘yeni’ bir MHP doğacak; ‘devlet’e değil ‘millet’e yaslanan, bürokratik oligarşinin egemenliği yerine millet hakimiyeti ilkesine dayanan ‘sivil milliyetçi’ bir parti.

Ergenekon’dan partisini korumayı beceren Bahçeli, referandum sürecinde ‘Ergenekon avukatları’nın peşine düşerek hayatının hatasını yaptı. Onu bu hataya sürükleyen yakın çevresiyle birlikte bunun siyasal faturasını ödeyecek. Ancak bu ‘hata’ MHP’yi devlet saflarından millet saflarına savurarak Türkiye’nin normalleşmesine de katkıda bulunuyor.

İşte bu ‘hata’ üzerinden mevcut MHP yönetiminin geleneksel muhafazakâr-milliyetçi tabanı temsil kabiliyetini kaybettiği iyice aşikâr hale geldi. Bugün ‘eski ülkücüler’e hakaretlerde bulunan MHP üst yönetimindeki isimler arasında ülkücü hareketin geçmişiyle, geleneğiyle ve fikir kökenleriyle akrabalığı sınırlı çok sayıda insan var. Herhalde ülkücü hareketin duayen isimleri tepede yetkilendirilen ve ülkücülere saldıran bu insanları gördükçe MHP’nin birileri tarafından ele geçirildiğini düşünüyor olmalılar. MHP yöneticilerinin konuşmalarını ve üsluplarını CHPlilerden ayırmanın iyice güçleştiği bir zamanda pek de haksız sayılmazlar bu düşüncelerinde. Bugün MHP adına konuşan birçok kişinin yarın hiç tereddütsüz CHP’de siyaset yapabilecekelerini düşünüyorum.

Ya bir ‘Truva atı’ durumu var, ya da siyaseten yanlış yaptıklarını bilmiyorlar. Ulusalcı cephede ‘mini bir CHP’ gibi davranmak siyaseten anlamlı değil. Ulusalcı-laikçi cephe iki partiyi kaldıracak toplumsal tabandan yoksun. CHP varken bu kulvara yönelmek MHP için tam bir intihardı ve bunu yaptılar. Ulusalcı siyaset mühendislerinin gelecek seçimler öncesi en büyük projesi, MHP’yi CHP içinde eritmek olacak. Referandumda ‘evet’ diyenler bu oyunu bozmaya çalışıyorlar.

MHP bir yol ayrımında.

Anayasa oylamasında ‘bürokratik oligarşi’nin ve onun partisi CHP’nin yanında duran MHP’nin siyasal geleceği yok. Daha önce de yazdım; MHP ya demokrat bir çizgiye kayarak rüştünü ispat edecek, ‘milliyetçi-demokrat’ kimliğiyle ‘muhafazakâr-demokrat’ AK Parti’ye alternatif bir siyasal güç olacak veya ulusalcı kanatta kalarak CHP’nin içinde eriyecek.

Son günlerde MHP ve ülkücü hareketin önemli isimlerinin öne çıkarak ‘evet’ demeleri birinci seçeneği güçlendiriyor. 12 Eylül’de ülkücülerin ‘evet’i, MHP yönetimine ‘hayır’ demek olacak.

Zaman, 06.09.2010