Büyük sermaye ‘çevre’ye mesafeli

Yıllar önce yüksek öğretimin planlanması konulu bir toplantıya katılmıştım. Orada TÜSİAD’dan da bir temsilci vardı. Toplantı boyunca doğru dürüst konuşmadı. Sadece “katsayı” konusunda söz aldı ve AB İlerleme Raporu doğrultusunda katsayının kaldırılması lehine yorumlanabilecek bir ifadeye itiraz ederek metinden çıkarılmasını sağladı. Sonra yine kayda değer bir “katkı” yapmadı.

Toplantıdan sonra birlikte Ankara’ya dönerken, yolda katsayının mesleki eğitimi öldürdüğünden o çocukları kendi sınıflarına mahkum ettiğine kadar birçok sakıncasından bahsettim. Nezaketle dinledikten sonra plastik bir gülümsemeyle, “biz bu konuda sizden farklı düşünüyoruz” dedi. “Elinin körü” diyemedim, sadece “farklı düşündüğünüzü görüyorum, niye böyle düşündüğünüzü anlamak istiyorum” dedim. Gülümseyerek aynı cümleyi tekrarladı: “Biz bu konuda sizden farklı düşünüyoruz”.

Argümanı yoktu, ama aslında ikimiz de bu “farklı düşünce”nin nedenini biliyorduk. TÜSİAD; meslek liselerinin yüzde 8’ini oluşturan İmam Hatipli çocukların önünü kesebilmek için diğer tüm meslek okulu öğrencilerinin geleceğini karartmak istiyordu. O günlerde çok az insan açık yüreklilikle “evet, sırf İmam Hatiplilerin üniversiteye girmemesi için katsayıyı savunuyorum” diyebiliyordu. İşadamları örgütü TÜSİAD ile “emekçi” örgütü KESK’i aynı safta birleştiren bu gerekçeyi çok az insan itiraf edebiliyordu. Ama TÜSİAD’ın, bir kuşağın geleceğini yok etme pahasına katsayı rezaletini hararetle savunmasının, islamofobik önyargıların yanında, gayet maddi ve sınıfsal bir anlamı da vardı.

‘Devletim sağolsun’

Bu anlam, TÜSİAD’ın demokratikleşme konusunda bir türlü evrensel burjuvazinin işlevini görememesinin, bir yandan demokrasi isterken diğer yandan otoriteryen yapı ve onun resmi ideolojisinden geçemeyişinin de arkaplanını oluşturuyordu. Gerçekten de TÜSİAD’ın yaptırdığı çalışmalara ve çağrılara bir bakın, bu ülkede çoğunluğu oluşturan Müslümanların din ve vicdan özgürlüğü hariç, hemen her kesimin haklarıyla ilgili sempatik ve doğru bir yaklaşım göreceksiniz. Ama konu başörtüsü, imam hatip vs.ye gelince bu kurum aniden demokrat paradigmayı terk edip, otoriter-despotik bir paradigmaya geçiyor ve onların hakkını savunmamak bir yana, siyasi iktidarların Müslümanlara hak tanımasını da engellemek için çaba sarf ediyor. Hem de bir demokratikleşme paketinden ülkedeki en büyük çoğunluğu, Müslümanları dışlamanın o paketi otomatikman ölüme mahkum edeceğini gördüğü halde.

Elbette TÜSİAD içindeki herkes İslam’la problemli diyemeyiz. Onu oluşturan birçok ismin Kemalist veya Mason olması da yeterli bir açıklama değil (Mason olmak, bir yandan “evrensel insan kardeşliği”nden vs. bahsederken diğer yandan Müslümanlara karşı önyargılı bir tutum almak nasıl mümkün olabilir, Türkiye’de masonluk neden böyledir, bu ayrı konu) ve galiba bunun sebebini başka bir yerde daha aramak gerek.

Bunun için biraz geçmişe, büyük sermayenin ilk birikim tarzına, başka bir ifadeyle “ilk günah”a dönmek gerek.

Türkiye’deki büyük sermaye, bugün sahip olduğu gücü Batıdaki burjuvazi gibi pazarda, piyasa koşullarında biriktirdiği sermaye ile yaptığı yatırımlarla kazanmadı. Onun gibi, devlete rağmen, yer yer onunla itişerek var olmadı. Tersine, devlet eliyle, devlet sayesinde, devletin sağladığı imkan, fırsat ve ayrıcalıklarla var oldu. Ve daima, sahip olduğu zenginliği serbest piyasa koşullarına değil devlete borçlu olduğunun “idraki” içinde hareket etti. Bugün de hala devletçi olmasının nedeni bu.

Bu sermayenin başlıca iki kaynağı vardı ve ikisi de devletten doğmuştu.

Bunlardan ilki, “Milli Mücadele” sonrası savaşın “iktisadiyat” sahasında da sürdürülmesinin bir sonucuydu. Burjuvazi gerekiyorsa, onu da devlet, daha somut olarak da devleti elinde tutan kadro yapacaktı. “Memleketi kalkındırmak” milli bir ödevdi. Ekonomide de devleti kurtarmak, yine asker ve sivil bürokrat kadroya düşüyordu. İnhisarların, ithalat imtiyazlarının ve hatta işverene çalışan “amele sandıkları”nın anlamı, devlet gözetiminde “bir müteşebbis sınıfın yaratılması”ydı.

İkinci “kaynak”, Rum ve Ermeni mallarının yağmalanmasıydı; yani devlet gözetiminde gerçekleştirilen resmi soygun ve gasptı. İttihat Terakki’nin bir darbeyle iktidara el koyduğu 1913’ten itibaren kullanılan ve Cumhuriyet’le birlikte pekişip kurumsallaşan bir “birikim stratejisi”ydi bu. Ve işte bu nedenle, bugün bazı büyük holdinglerin sermayesinde 1915’te Ermeni, 1934’te Yahudi ve 1955’te Rum ve 1942’de bunların hepsinden çocukların çalınmış ekmeği vardır (Elbette bugünkü bütün büyük sermaye böyle oluşmuştur veya TÜSİAD’ın içindekilerin hepsi de böyledir demiyorum).

O günden bugüne köprülerin altından çok sular geçti, ama büyük sermaye kendisine “bu günleri sağlayan” yüce devleti unutmadı. Başka ülkelerdeki burjuvazinin aksine liberal değil devletçi oldu; çevre partilerini değil, “sebeb-i serveti” olan CHP’yi destekledi.

Ancak zamanla Türkiye’deki büyük sermaye yapısı da değişmek durumunda kaldı. Birincisi, küresel kapitalizmin dönüşümü, artık iktidara gümrük duvarları veya ithalat vergileri koydurarak takoz arabaları Türkiye toplumuna “kakalamaya” izin vermiyordu. İkincisi, artık aşağıdan gelen, devletten bağımsız bir biçimde gelişen ve kendi ayakları üzerinde durup, tıpkı batıdaki benzerleri gibi “özgürlük” isteyen yeni bir burjuvazi vardı. Onlar kendilerine “Anadolu sermayesi” derken bunlar onlara “yeşil sermaye” diyorlardı.

‘Laiklik tehlikede’nin anlamı

İşte TÜSİAD’ın alaturka laikliğe duyduğu tutkulu aşkın maddi temeli buydu. “Çevre”den gelen dindar-muhafazakar hükümetler, onlara tahsis edilmiş makamlara talip oluyor, imtiyazlarını tehdit ediyordu. Ama bu açıkça böyle söylenemeyeceği için, aşağıdan gelenleri geri püskürtmek için resmi ideolojinin laikçi kalıpları kullanılıyordu. İmam hatip, başörtüsü ve katsayı gibi bariyerler, kendileri tarafından koyulmuş olmasa bile, aşağıdan gelen “yeni sınıf”ın önünü kesmek ve elit yapısındaki değişimi engellemek bakımından işlevseldi. Muhtıra da aynı pazara girip mal satmak isteyen Kayserili tüccarı dipçikle pazardan kovdurmanın tek yoluydu ve TÜSİAD 28 Şubat’ta bunu yaptı. Ama 2000’li yıllardan itibaren artık eski yapıyı sürdürmenin, sınır kapılarını kapatıp “biz bize müteşebbislik” yapmanın son imkanları da kırıldı. Dahası, TÜSİAD içindeki sermaye de farklılaştı. Artık bazıları devlet müdahalesine ihtiyaç duymuyor, çıkarını AB ile bütünleşmekte ve küresel ekonomiye entegre olmakta buluyordu. Öteki yarısı ise hala devletin onlara sağlayacağı “kıyaklara” bel bağlıyor ve taşralı satıcıyı askere dövdürüp pazardan kovdurmanın yolunu arıyordu. Üstelik de bunu, “ötekilerin iktidarı” olan Ak Parti döneminde, ekonominin istikrara kavuştuğu ve kendilerinin de zenginleştiği bir dönemde yapıyordu.

Boyner neyi simgeliyor?

Şimdi TÜSİAD bir geçiş sürecinin bütün sıkıntı ve çelişkilerini yaşıyor. Bir yanda artık devlet desteğine ihtiyaç duymadan kendi ayakları üstünde durabilen ve küresel ekonomiyle işbirliği ve rekabete hazır bir grup var ve bu grup genel olarak liberalleşme, demokratikleşme ve dünyayla bütünleşmeye yakın duruyor. Ak Parti iktidarında kendilerinin de zenginleştiğini görüyor, işlerinin iyiye gittiğini biliyor, sermaye arttırıyor, ama siyasi tutum maddi değişimin gerisinden geldiğinden, ona dair olumlu bir tutum almak veya desteklemek pek içinden gelmiyor. Bu durumu en iyi ifade eden, bir işadamının “oyumu CHP’ye vereceğim ama Ak Parti’nin kazanmasını istiyorum” şeklindeki sözleriydi. Şimdilerde bu grup güçleniyor ve ekonomik liberalleşmeye ve serbest piyasa koşullarının yerleşmesine bağlı olarak TÜSİAD içindeki gücü de artacak gibi görünüyor.

Diğer yanda ise devletçi kanat var; ki bir on yıl daha darbe olmazsa ya oyunu kurallarına göre oynamaya razı olup kendisini ekonominin yasalarına adapte edip zamanla ilk gruba katılacak, ya da eriyip yok olacak. Şimdi bu grup, TÜSİAD’ın içindeki demokrat kanadın elini tutuyor ve onları böyle ikircikli bir duruma mahkum ediyor. Dahası, hükümete karşı sureti haktan görünürken, onu yıkmak için elinden ne geliyorsa ardına koymuyor. Bunu, sahip oldukları medya organlarını CHP-MHP eksenini desteklemek için seferber ederek veya el altından demokrasi dışı güçleri hükümeti yıkması için destekleyerek yapıyor. Bu kapsamda, özellikle ABD’de Ergenekon Davası konusunda kulis yapıp kamuoyu oluşturmak için toplantı düzenlemek, “Türkiye’nin bir korku cumhuriyetine döndüğü” tezini işleyip Hükümetin dış desteğini koparmak için derin güçlerce düzenlenen etkinlikleri finanse etmek veya Ergenekon konusunda ısmarlama rapor yazdırmak gibi işler çevirdikleri söyleniyor (Aynı şekilde, 2002 sonrası düzenlenen darbe planları ile bazı işadamları arasında da ilişki olduğu, toplantılar vs yapıldığı Ergenekon Davası kapsamındaki ifadelerde geçiyor).

Ümit Boyner’in başkanlığı, değişimin bir ifadesi olarak okunabilir. Boyner’i, Yeni Demokrasi Hareketi’ni başlatan eşine ilişkin olumlu izlenimlerin de katkısıyla demokrat bir kişilik olarak algılayanlar, onun şimdiye kadarki performansından hayal kırıklığına uğramış görünüyorlar. Başbakan Erdoğan da ekonomideki gelişmeye ve demokratikleşme girişimlerine rağmen TÜSİAD’ın onu yalnız bırakmasından dolayı kızgın. Belki Boyner’le birlikte beklediği demokrasi standardını görememekten dolayı o da aynı hayal kırıklığını taşıyor.

Tutarsız olmak da haktır

Ama Erdoğan’ın TÜSİAD’ı eleştirme biçimi doğru değil. TÜSİAD’ın günahı çok, demokratikleşme konusundaki söylemleriyle bugünkü tutumu bariz çelişkili (hepimiz biliyoruz ki, CHP söz konusu olsaydı şimdi tutumu bambaşka olacaktı) ve dolayısıyla eleştiriyi hak ediyor. Ama bir başbakanın ondan tarafını belirlemesini istemesi ve “bertaraf olmak”tan söz etmesi anti-demokratik bir yaklaşımı ifade ediyor. Erdoğan TÜSİAD’ın ona CHP’ye baktığı gibi bakmasını istiyor ama bu hiç de kolay değil. Başka bir alanın diliyle söyleyecek olursak, TÜSİAD henüz bu düzeyde bir ilişkiye hazır değil. Ona biraz zaman tanımalı ve duygularını tartması için fırsat vermeli. Çünkü onlar ayrı dünyaların insanları ve TÜSİAD’ın dünyanın değiştiğini fark etmesi zaman alacak.

Şimdi TÜSİAD’ın önünde iki yol var: ya dünyanın değiştiğini, küresel ekonominin statükocu ve devletçi kayırmacılığa izin vermediğini, artık pazarı Kayserili pastırma tüccarıyla paylaşmak zorunda olduğuna ilişkin “acı gerçeği” kabullenecek ve gözünü darbe, muhtıra gibi haramlardan sakındırarak demokrasi içinde zenginleşmek için çalışacak, ya da zamanı durdurmaya ve değişimi engellemeye ilişkin beyhude bir çabaya girip gerici bir rol oynayacak.

Star, 12.09.2010

 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et