Ana Sayfa Blog Sayfa 191

Zaman, Mekân ve Bayram

Son 30 yıl içinde ülkemizin sosyal-siyasal-ekonomik altyapısı, çalışma koşulları ve yaşam alanları o denli hızlı değişikliğe uğradı ki kaçınılmaz olarak bundan gelenek ve göreneklerimizde etkilendi, değişti ve dönüştü. Sanal dünya ve sosyal medyanın da etkisi ile insani ilişkilerimiz de sanallaşma eğilimi içinde. Bayram günlerini yaşadığımız bu günlerde bu değişim ve dönüşümü açıkça gözlemleyebiliyoruz.

Birbirimizi ziyareti geçtim, telefon edip hal hatır dahi sormayacağımız insanlara dahi, sırf rehberimizde olduğu için sosyal medya ve iletişim araçları ile toplu mesajlar atarak önemli günlerin yükünden kurtuluyoruz.

Eskiden de dilimize pelesenk olan “Nerede o eski bayramlar?” nisyanı çok daha güçlü bir şekilde hayatımızda ama bundan kurtulmak için işe kendimizden başlamamız gerektiğini unutuyoruz.

***

Modernizm, her şeyi dönüştürürken farkında olmadan insanın insanla, doğayla ve tanrı ile ilişkisini de dönüştürdü ve dönüştürmeye devam ediyor. Ve bizler de bu büyük dönüşüme daha insani cevaplar vermek yerine bize sunulanı kabul ediyoruz.

Bayram günleri çoğumuz için artık başka bir anlam taşıyor. Dün, bayram demek ana baba ve çocukların, belki kırk yıldır birbirini görmeyen eş, dost, akrabanın birbirini görmek için vesile kıldıkları, küskünlük ve dargınlıkların sonlandırılması için fırsat kabul etikleri günler iken şimdilerde tatile çıkma ve birbirlerinden uzaklaşma aracı durumunda.

Burada insanları suçlamak belki de en kolay yol.

***

Maalesef bugün, insanlarımızın dinlenecek, kafa dinleyecek, iş stresini atabilecekleri çok fazla zaman ve ortamları yok.

Aile, eş ve dost ilişkilerimiz de değişti. Bir zamanlar açık kapılı, sofrasına misafir gelir diye bir tabak fazla konan evlerde yaşarken şimdi kapalı kapılar ardında yaşıyor, farklı mekânlarda buluşuyoruz. Asansörde dahi selamlaşmadığımız yabancı (?) insanlarla komşuyuz ve birbirimizi tanıma ihtiyacı dahi hissetmiyoruz. İş hayatı ve çalışma koşullarının zorlaması ile insanlarımızın birbirlerini ziyareti dahi en az seviyeye inmiş durumda. Eskiden çat kapı, istediğimiz saatte acaba kötü karşılanır mıyız, sıkıntı verir miyiz diye endişe dahi duymadan eş, dost, arkadaşları ziyaret edip, kabul edebilirken bugün kendi kardeşimizi, ana baba evimizi dahi ziyaret ederken haber verme ihtiyacı duyuyoruz.

Peki, suç kim de?

Hani bugünlerde her şeyi üst akıl ile açıklama çabamız var ya! Belki tüm bunlarda da bir üst aklın rolü var.

***

Zaman ve mekân değişirken bizlerin de bu değişen zaman ve mekâna uygun cevapları üretebilmemiz gerekiyordu. Ancak, ekmek ve maişet kavgasına öyle daldık ki tüm bunları hep es geçtik. Bizi biz yapan değerleri yeni mekânlarımıza taşıyamadık. Zenginliğin sadece maddi boyutları ile ilgilendik, ahlaki zenginliğin önemini unuttuk.

Dün zengini ile fakiri ile ortak mekânları paylaşırken bugün farklı mekânların insanları haline geldik. Birbirimizden uzaklaştıkça insani vasıflarımız da hassasiyetlerimiz de değişti. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyen inancın çocukları olarak birbirimizi görmez ve dokunmaz olduk. Gördüğümüzde ise rahatsızlığımız gizleme ihtiyacı bile hissetmiyoruz artık.

Kimseyi de suçlamaya hakkımız yok çünkü fırsatını bulduğumuzda biz de o mahallelere taşınacağız.

Kim bilir belki de bundan böyle ülkemizi yönetenlerin de, bu topraklara karşı kendini sorumlu hissedenlerin de en önemli mücadelesi bu konular olmalı.

İçe dönük, sadece kendini düşünen, empatiden yoksun, sosyal ilişkilerden kopuk, makam ve mevkie önem veren bir neslin üretimine bu bayramdan başlayarak son verebilecek adımları düşünmek ve birilerinden izin beklemeden kendi hayatımızdan başlayarak bu mücadeleye katılmamız gerekiyor.

Cümlemizin bayramı mübarek ola…

Karar Gazetesi, 06.07.2016

Madımak’tan Başbağlar’a ikiyüzlülük

Bazı yaralar vardır köz gibidir, üstü kül kaplansa da içten içe yanar. Madımak katliamı böyle bir yaradır unutamayanlar için. Hatırlanmasını bile istemeyenler ise orada yaşananların yaşanmışlığından değil de bura(lar)da olmasından, adımızın karaya çıkmasından rahatsızdır. Kendilerince haklıdırlar; ağır tahrik vardır ve ne oldu ise din û devlet içindir.

***

Laik-anti laik cepheleşmesinde kurulmuş hain bir tuzak. Sığınacak o kadar çok bahane var ki; A. Nesin’in ateistliğinden, Şeytan Ayetleri tahrikine, önyargı ve yalanlarla beslenmiş daha pek çok şey vicdanları sükût ettirebilir.

Ve yine bazı yaralar var ki kabuk bağlasa da yumuşak yerdedir, hafif kıvrandı mı kanar. Başbağlar katliamı gibi. Birilerinin çok vicdanlı görünen vicdansızlıklarını örtmek için kullandığı. Hatırlanması hakikat ve merhametten değil de bir hesaplaşma isteğindendir.

Ve bir de bu iki olayı cephesine malzeme olarak görenler var ki ikiyüzlülüklerine akıl sır ermez.

Geçmişte Sivas katliamı ile ilgili araştırma komisyonları kuruldu, yenilerinin kurulması teklif edildi. Ne hikmetse ne kurulandan hayır geldi ne de kurulmak istenirmiş gibi yapılanlardan.

‘Hafıza-i beşer nisyan ile malul’dür der atalar. Bazımız cahilliğinden bazımız hinliğinden hatırlamak istemez geçmişi.

***

Kurguladığımız geçmişe itikatla bağlanırız. Gerçekte neler oldu? Öğrenmek ve bilmek istemeyiz. Bir şeylerin yanlışlığını hissetsek de imanımız o denli kesif ki idrak susar ve cehlin konforuna sığınırız.

Bu nedenle hiçbir hakikat komisyonundan hakikat çıkamıyor! Sağcı-Solcu, Alevi-Sünni gerçeğin kendisinden korkuyoruz. Çünkü, hangi tarafsak(?), işin bize de bulaşmasından, içinde bizim(?) çocukların da olma ihtimalinden tedirginiz. Öyle ürküyoruz ki, bırakalım olduğu gibi kalsın istiyoruz.

Seyfi Oktay “Ne araştırması? Mahkeme onlarca kişiye idam kararı ve hapis cezası verdi. Daha ne yapılacak?” demişti. Şüphesiz Seyfi Oktay da biliyordu, o mahkemelerin siyasi olduğunu ve siyasi mahkemelerde “adalet”in tecelli etmediğini.

Çoğumuzun halet-i ruhiyesi darbelerle yıkılan ama kaderi darbecilikle sonlanan Demirel gibi; “Bana sağcılar ve milliyetçiler (ya da solcular ve sosyalistler) cinayet işliyor dedirtemezsiniz, böyle bir şey söylemiyorum, devlet cinayet işleyenin yakasına yapışmak zorundadır.” Yarı doğru yarı yanlış. Bunları söylerken Çorum’da, Maraş’ta, Sivas’ta katliamlar yaşanıyordu.

Aynı Demirel, yıllar sonra devletin açık ihmali(?) yüzünden Madımak’ta insanlar ölürken “Fevkalade hassas bir konu. Devlet güçleriyle halk karşı karşıya getirilmemelidir… Olay münferittir. Ağır tahrik var” diyebilmişti.

Böyle bir ruh halinden hakikat çıkabilir mi?

Ve son söz “Madımak’ı kınayanlar Başbağlar’ı niye kınamıyor?” diyenlere. Bugüne kadar bu soruya muhatap bırakılanların “iyi olmuş” dediğini duymadım. Ama bunu soranların akıl ve vicdan sorunu olduğu çok açık. Birini diğerine emsalmiş gibi görmelerinin arkasında başka şeyler yatıyor.

Farklı şekillerde gelişen iki olaya biri birinin karşılığıymış gibi davranmanın başka bir izahı yok.

Biri eli kanlı bir terör örgütünce, gözlerden ırak ve güvenlikten yoksun bir dağ köyünde 33 köylünün kahpece katledilerek toplumun bölünmüşlüğünden istifade etme çabası.

Diğeri, böyle bir olayın yaşanma ihtimali bırakın saatleri günler öncesinden belirmesine rağmen devlet ve sorumluların dur deme dirayeti gösterememesi.

***

Olaylar başladıktan sonra kimsenin sorumluluk almadığı, güvenlik güçlerinin seyirci kaldığı, insanlar bir otele sıkıştırılıp linç edilmek istenirken, linç edilmek istenen vali imiş gibi valiliğin korunduğu ve binlerce insanın adeta trans halinde Allah’ın kutlu adını işledikleri günaha örtü ettikleri ve üstelik de tüm bunların TV’lerden canlı yayınlandığı bir olay. El insaf…

Acılarımızı bile insanca yaşayıp, hatırlayamıyoruz…

Karar Gazetesi, 02.07.2016

Ölüm

Tasavvuf ehli için dünyanın başı da sonu da “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” sırrına ermektir. Çünkü Allah diyor ki; “Gerçekten biz hem yaşatırız, hem öldürürüz. Sonunda dönüş yalnız bizedir.” Bu nedenle de ölmekten değil yüzü kara çıkmaktan korkulur.

***

Kaygusuz Abdal “Âdem dünyaya gelmekten murad hemân kendüyi bilüp Hakk’ı anlamakdur. Tâ ki Hakk’ı batıldan fark idüp ömrüni telef etmemiş ola. Çün sen dahi âdemüm dirsin. İbret ile vücudun kubbesine çık, bu sahranun düzine ve enişine bak ve yokuşına nazar eyle. Korkulu menzilleri öndin yokla. Ta ki yol vurandan emin” ol diyor.

Ölüme ait birçok gelenek var. Bir can Hakk’a yürüse ailesi gücü yettiğince üçü, beşi, yedisi ve kırkında hayrına yemek yedirir, Kur’an ve mevlit okuturdu.

Kadim Alevilik’te bunların dışında ikrârlı ve musahipli (yol kardeşliği) bir talip için “Dâr’dan İndirme Cemi” yapılır. Maksat talibin dünya gözü ile gördüğü, görüştüğü, alış-verişte bulunduğu ehl-i tarik ile helalleşmesi, varsa bir vereceği hak sahiplerine teslim edilerek ahirete borçlu gitmemesidir.

***

Meşhur rivayettir, Allah “Bana iki günah ile gelmeyin, biri şirk diğeri kul hakkı”dır buyurur.

Bu cem’de dede önce talip için dua eder, dünya ve ahiret hayatı hakkında bilgiler verir. Geride kalanları teselli eder. Cemin ortak ritüelleri tamamlandıktan sonra Hakk’a yürüyen talibin yakınları veya musahibi Dâr-ı Mansur’a durur ve şu tercümanı okur:

***

“Eger benden günah oldu ise mevcûd
Geç ondan ey sahib-i keremcûd
Sagıyren ve kebiyren veya sehven ki vardır.

Hak Teala buyurur: Rabbena zalemnâ enfüsenâ ve in lem tağfir lenâ ve terhemnâ le nekûnne minel hasirin” Allah Allah! Yüzüm yerde, özüm dârda, erenler huzurunda, Hak-Muhammed-Ali divanında, erenlerin dâr-ı Mansur’unda canım kurban, tenim tercüman, bu hakirden alacağı olan, incinmiş, gönlü kırılmış can karındaşı varsa, dile gelsin. Allah eyvallah erenler hû dost. Pür Cemal-i Muhammed, Kemal-i Hüseyin Ali râ bülend salavat. Allahümme salli alâ Muhammed ve alâ âli Muhammed hü.”

Şayet talibin sağlığında kalbini kırdığı, gücendirdiği kimse var ise söz alır ve bunlar razı edilmeye çalışılır, borcu varsa ödenir, alacağı var ise varislerine teslim edilir. Sorgu-sual bitince cem olan halk: “Gönül birliği ile hepimiz hakkımızı helal eyledik. Allah ve erenler de bağışlasın. Biz razıyız, Allah da razı olsun. Hakk’a yürüyen kişinin ruhu şad ve sevinçli olsun. Hak-Muhammed-Ali yardımcısı olsun. Allah rahmet eylesin.” der ve “Allah eyvallah hü dost, aşk ola” diyerek tasdik için hep birden niyaz (secde) eder.

***

Devamında dede bazı ayetler okur, topluca salâvat getirilir, tövbe istiğfar edilir ve Dâr duasına geçilir. Bu duanın her bölümünde Allah’a hamd ve sena edilir, başta Peygamberimiz ve Ehl-i Beyt olmak üzere cümle peygamberler ve evliyalar zikredilerek bu seçkin kulların yüzü suyu hürmetine af dilenir, tövbe edilir.

Biz de sözü Dâr duasından bir bölüm ile bağlayalım, Allah eyvallah;

“İki Cihan Serveri Muhammed Mustafa’ya, Hak Teâlâ ihsân idüp, şefâat hürmeti ve mu’cizatının ve kerametinin ve Şahı Merdan İmam Aliyyü’l Murtaza’nın kerametinin ve azametinin ve Düldül’ünün ve Zülfikâr’ının ve Kamber’in ve Zülfikar ile ittiği gazanın hürmeti hakkıçün, Hak Teala Hazretleri ol geçen merhumun kabrini Cennetü’l-Me’va, sualini âsân eyleye. Cümle günahlarını bahş eyleye. Rahmet ve mağrifet üzere ise, rahmetini ve mağrifetini günden güne ziyade eyleye. Diyelim: Allah Allah.

Ehl-i mücîb olan kardeşlerin, sağ olanlara selamet ve ömürleri mezît ola. Borçlu olanlara edâlar, hasta olanlara devalar ihsan eyleye. İstedikleri kabul ola. Muradı hasıl ola. Sahib-i zaman zuhura gele. Cümle Yezidler hor ve hakîr ola. Cümle mü’min, Müslim kardeşler şâd u Hürrem ola dem. Hü diyelim hü…”

[1] Nefsini bilen Rabbini bilir.

[2] Kâf/43

[3] Araf 23, “Rabbena, dediler, nefislerimize zulmettik, eğer sen bize mağfiret etmez, merhamet buyurmazsan şüphe yok ki hüsrana düşenlerden oluruz”

Karar Gazetesi, 29.06.2016

Okul biter dertler bitmez!

Okullar kapansa da eğitim-öğretim sorunları bitmiyor. LYS sınavları, öğretmenlerin il içi-dışı tayinleri, atanamayan öğretmenler sorunu, ortaöğretim kurumlarına yerleşme heyecanı, müfredat değişikliği tartışmaları, sendikal sorunlar vb. daha pek çok sorun.

***

1998’den beri öğretmen ihtiyacının giderek azalacağı bilinmesine rağmen MEB ve YÖK’ün popülist politikaları sonucu, binlerce öğretmen adayı atanamadıkları ya da başka alanlara yönlendirilemedikleri için birike birike sayıları 350 bini aştı.

Ak Parti’nin bu konudaki en açık sözlü bakanı Ömer Dinçer (2011-2013) “Herkes kendi kabiliyeti ve kendi mesleğine uygun bir şekilde başka işlere de yönelsin, ihtiyacımız şu anda piyasada atama bekleyen (234 bin) insan kadar değil.” derken, maalesef gereğini yap(a)madı.

***

Ortaöğretimde sınav maratonu bitti, şimdi tercih heyecanı yaşanıyor. Ancak, mevcut sınıf geçme sistemi ile sadece kendimizi kandırıyoruz. Sistem kalburüstü aile çocuklarının başarılı olması üzerine kurulu. Eğitim bir sınıf atlama aracı olmaktan uzun zamandır çıktı. En fazla önem verilmesi gereken meslek liseleri ise akademik olarak en düşük düzeydeki öğrencilerle dolu. Neden? Çünkü meslek liselerinin büyük kısmı piyasadan kopuk ve bir gelecek vaat etmiyor.

***

LYS oturumları başladı; maalesef şişirilmiş kontenjanlar ve piyasayla uyumsuz, sadece diploma almak için okunacak çok sayıda bölümde binlerce genç hayatlarının en önemli yıllarını boşa harcayacak. Hala Eğitim ve Fen-Edebiyat fakülteleri işsiz öğretmen adayı sayısını artırmak için kontenjan şişirmeye devam ediyor. Harcanan emek ve para bir yana bu gençlerin umutlarına yazık!

Meslek lisesi düzeyinde çözmemiz gereken sorunları bu kadar ileri yıllara bırakarak mı 2023 ve 2071 hedeflerine ulaşacağız?

***

80’lerden beri müfredat tartışılıyor. Her gelen kendi meşrebince bir nesil yetiştirme sevdasında ama kimse çağın ihtiyacına göre “nasıl bir sistem” kurmalıyız derdinde değil. İlk-orta ve lise öğrencileri saatlerce dört duvar arasında vakit geçirmeye mahkûm. Sosyal ve sportif faaliyetler neredeyse sıfır. Sonra da çıkıp “Almanya 3.5 milyon Türk’ten ne cevherler çıkarıyor” diye geyik yapıyoruz.

***

Gelelim öğretmenlere, pek çok sorunun yanında bir başka sorun tayinler. İl içi ve il dışında kolay kolay yer değiştirilemiyor. Binlerce öğretmen tayin dönemini heyecanla bekliyor ama sonuç hüsran. Geçen yıl eksikliklerine rağmen pek çok yönden doğru bir uygulama olan rotasyon uygulamasından hemen vazgeçilirken pek çok öğretmen hayal kırıklığına uğradı.

Tayin sisteminde bir sürü aksaklık var. İl içi tayinler sırasında emeklilikten boşalacak kadrolar tercihe açılmıyor, il dışı tayinlerde ise öğretmenlere adeta tayin istemesinler diye en ücra yerler açılıyor. MEB, kendi çalışanlarından çok diğer bakanlık personelinin öğretmen eşlerini düşünerek elinde açık kadro tutmaya çalışıyor. Karı-koca öğretmenseniz vay halinize.

Tayin sistemindeki sıkıntılar nedeniyle pek çok kişi yasaları esneterek hîle-i şer’iye yoluna sapıyor. Hastalık raporu almak, anlaşmalı evlilik yapmak, eşlerden birine istenen ilde sigorta yaptırmak, il içinde bir şekilde torpil ayarlamak gibi.

Bugün, MEB il içi ve il dışı tayinlerini bir arada yapabilecek teknik altyapıya fazlası ile sahip artık bu düşünülmeli. Eskiden MEB’de de uygulanan becayiş sistemi, sakıncalarına rağmen yeniden getirilebilir.

***

Öğretmenler birçok derdin arasında bir de sendikal baskılarla uğraşıyor. Sendikaların asli görevi öğretmenlerin özlük haklarını korumak ve mali taleplerini gerçekleştirebilmekken maalesef birilerine koltuk ve kadro vaat eden mekanizmalara dönüşmüş durumda. Söylenecek çok şey var ama şimdilik susalım.

Karar Gazetesi, 22.06.2016

Ramazan’ın ruhu ama nasıl?

Ramazan için sevgi, muhabbet ve hoşgörü ayıdır deriz ancak sevgi, muhabbet ve hoşgörü kelimelerinin hakkını vermek söylemek kadar kolay değil. Yetmiş iki buçuk millete bir göz ile baktığını iddia etmekle bakmış olmadığımız gibi.

Geçenlerde Kayseri ve Edirne müftülerinin açıklamaları gazetelere yansıdı. İlk bakışta ortalama bir Müslümanı rahatsız etmeyecek ve hoşuna gidecek şeylerdi söylenenler. Çoğunluğu Müslüman bir ülkede Ramazan ayında “lokantaların kapalı olmasını” istemek ya da biraz daha nazikçe “açın ama önüne perde çekin” demek çok da tuhaf durmuyordu. Bu isteklerden rahatsız olmasam da bende tuhaf hisler uyandırdığını itiraf etmeliyim.

Oruç, sayın müftümüzün de dediği gibi “sadece yemeden içmeden kesilme değil aynı zamanda ahlaken de bir yükselme ve yücelme” ise bu yükselmenin bir dayatma ile olamayacağı çok açık. Bizim oruçlu olmamız tutmayanları sıkıntıya sokacak ise bu işte bir yanlışlık olmalı.

Ramazan’ın ayrı bir manevi havası var ve başkalarının da bu havayı teneffüs etmelerini istemek çok güzel. Ancak, bu isteğin insanların bir kısmını bile olsa riyakârlığa sürükleme ihtimali hoş değil. Söz ve zorla başkalarını da bu havaya dâhil etmek yerine hâl ve davranışla onları cezbetmek amaç olmalı, ikiyüzlü ve riyakâr sözde dindarlığın topluma egemen olmasına fırsat verilmemeli.

***

Çocukluğumda Muharrem ayında ailece oruçlu olmamıza rağmen dışarıdan bir misafir geldiğinde, misafire oruçlu olup olmadığı sorulmaz, birkaç dakikalık hoşbeşten sonra suyu, yemeği, çayı ikram edilirdi. Aynı şekilde oruçlu olduğu bilinen bir komşu geldiğinde de aynı hassasiyetle davranılır ve oruçlu olunsun olunmasın misafiri rahat ettirmek adına çay, kahve içilmez; ortaya nefsin çekebileceği bir şey konmazdı.

Ama aynı çocukluğumda Sünni komşularımızca gece yarıları ışığımızın gözlenmesi ve kazara ışığımız yanmamışsa ertesi günü “herhalde uyuya kaldınız, isterseniz biz sizi uyandıralım” yollu imalı sözler eksik olmazdı.

Bir Alevi olarak Ramazan ve Muharrem oruçlarını aksatmamaya ve bu güzide ayların manevi havasını teneffüs etmeye çalışırım. Benim için Muharrem Resulullah ve Ehlibeyt aşkı iken, Ramazan Kur’an ayıdır.

Yıllarca Anadolu’nun oldukça muhafazakâr bir kentinde yaşadıktan sonra Trakya’da nispeten daha serbest bir şehre taşındım. Belki tuhaf gelecek ama Trakya’da oruçtan aldığım manevî hazzı hiçbir zaman diğerinde yaşamadım.

O yoğun Ramazan hali içindeki aşırı gösterişçi ve her daim ben oruçluyum havası bende hep bir eksiklik ve yapaylık hissi uyandırmıştır. İşyerinde ve çevremde pek çok insanın oruçlu olmamasına rağmen sırf ortamın etkisi ile oruçlu görünmeleri hep tuhafıma gitti. Alevi olduğum için ben tutmasam belki kimsenin umurunda olmayacaktı ama diğer arkadaşların ve onların oruçlu olmadığını bilmelerine rağmen onlara oruçlu muamelesi yapan insanların hali gerçekten iç acıtıcıydı. Din ve inanç, dindarlık adına zedeleniyordu.

Trakya’daki ilk Ramazanımda ise oldukça şaşırmıştım, mesai arkadaşlarımın bir kısmı oruçlu değildi. Oruçlu olanların da oruçlu olmayanlardan herhangi bir beklentisi yoktu ve insanlar birbirlerini takip etmek yerine daha çok oruçlarını yaşamaya çalışıyordu. Sokaklarda bir yanda mukabeleye giden kadınlar diğer yanda kendi hallerinde insanlar vardı. Teravih namazı kılmak gibi bir alışkanlığım olmamasına rağmen oruçlu insanların akın akın teraviye gitmeleri beni bile cezbediyordu. Ve burada orucu kendi nefsimde ve dünyamda yaşadığımı, maneviyatını daha derinden hissedebildiğimi gördüm.

***

Hangisi daha hayırlı elbette Allah bilir…

Unutulmamalı ki mümin her daim mücahedede olmalı. Ben oldum dememeli, başkalarının ayıplarını görücü değil, örtücü olmalı ve eksikliği kendi özünde aramalı.

Karar Gazetesi, 15.06.2016

Madımak’tan Tavşanlı’ya hukuk

Bir sohbet sırasında A. Nezihi Turan hocamız “ahlak mı kuralları belirler yoksa kurallar mı ahlakı?” diye sormuş; ‘Ahlak’ın kuralları belirlediğini söylemiş ancak derinleştikçe ikisi de doğru olmakla beraber kuralların olmadığı yerde geçerli bir ahlakın oluşamayacağı noktasına varmıştık.

Peygamberimiz “Din nedir?” ve “Mümin kimdir?” suallerine “Güzel ahlak” ve “İnsanların kendisinden emin olduğu kişidir” cevabını veriyor. Geleneksel tasavvufun epistemolojik tasavvurunda aşamalandırma şeriat, tarikat, marifet, hakikat şeklinde izah edilir. O halde din şeriatla (Hukukla, kuralla yani, bu yüzden şeriatın kestiği parmak acımaz denir) başlar güzel ahlakla neticelenir.

Kurallar kaynağını nereden alırsa alsın, toplumu ortak bir norma uymaya zorlar. Üçkâğıtçı ve açgözlü biri, toplumda kabul görebilmek için nasıl bu özellikleri törpülemek zorundaysa sapık eğilimleri olan bir kimse de dürtülerini engellemek zorundadır.

Ancak, kuralların işleyişi davranış kodlarını da belirliyor; AB sınırları içinde insanımız trafik kurallarına uyar, hak ve hukuka riayet ederken aynı hassasiyeti Kapıkule’den içeri taşımaması bunun bir göstergesi. Neden? Çünkü AB’de kurallar keyfi uygulanmıyor.

***

Bir ülkede kurallar keyfileşirse varılacak yer; güçlülerin ve vatandaşın izanına kalıyor. Güçlülerin norm ya da normsuzlukları zamanla norma dönüşüyor. Buna itiraz etmek de sanıldığı kadar kolay değil.

AİHM’de temel hak ve özgürlüklerin ihlali konusunda Rusya’dan sonra en çok mahkûm olan ülkeyiz.

Ülkemizde suça ve eylemlere bakış açımız genelde kim tarafından, kime karşı yapıldığına göre değişiyor. Bu yüzden futbol gibi kuralları basit bir oyunda bile anlaşamıyoruz. Ceza sistemimiz, hukuken suç olan bazı eylemleri, bazı özel durumlarda(?) karşılıksız bıraktığı için, vatandaşın bilinçaltında bazı eylemlerin bazı durumlarda serbest olduğu algısını üretiyor.

Aileden sokağa, siyasetten spora, şiddet her hücremize nüfuz etmiş durumda ve topluca cinnetin kıyısında yaşıyoruz.

Tavşanlı’da şantiye yakma, Abdi İpekçi’de Abradoviç’e tükürme, tribünleri ateşe verme ya da HDP bürolarına saldırma arasında temelde hiçbir fark yok. Yine sırf hoşumuza gitmediği için birilerinin konferans düzenlemesi, toplantı yapması ya da fikirlerini açıklamasına izin vermemek gibi. Burada eylemciler, mevcut hukuki yapı ve devletin güvenlik algısının bu tür tekil ya da toplu cinnet ve eylemlere karşı hukuku uygulamayacağını, hatta birilerince sırtlarının sıvazlanacağını bildikleri için bu tür eylemlerden çekinmiyor.

***

Çok yakın bir geçmişte katillerle zafer pozu veren güvenlik görevlileri, bu cinayetlerde açık ihmali bulunan üst düzey bürokratların terfii ülkemizin rutinleri arasındaydı.

Tavşanlı’da yaşananlar biraz da bu çifte standardın ürünüdür ve bu nedenle geçmişin karanlık yüzünü hatırlatıyor. Nasıl, “Bayrak yakıldı” dedikodusu ile şantiye yakılmışsa yıllar önce de “Falancalar cami yaktı” vb. iddialarla Maraş, Çorum, Sivas, Kırıkhan vb. katliamlar gerçekleştirilmişti.

Bu kez can kaybı yaşanmadı ama böyle bir felakete de bir adım mesafede durduğumuz görülüyor. Unutulmamalı ki, 23 yıl geçmesine rağmen Madımak katliamının yarattığı travma hala toplumu etkilemeye ve bedel ödetmeye devam ediyor.

Adaletin tesis edilmediği bir ülkede din ve devletin ayakta kalamayacağını bilmemiz gerekiyor.

Geçmişte bu tür eylemler zamanında engellenmiş ve suçta ısrar edenler kim olursa olsun hakkıyla cezalandırılmış olsaydı bugün kimse bu tür taşkınlıklara cüret edemezdi. Ve dahası ne bir Kürt sorunumuz olurdu ne de Alevilik vb.

2023 hedefi ile yola çıkarken işin sadece köprüler, yollar yapmak, yerli otomobil veya silah üretmekle olmayacağını bilmemiz gerekiyor.

Karar Gazetesi, 08.06.2016

Arkaik Şiddet ve “Hizmet”

Askerî darbeler Cumhuriyet tarihinin en önemli olaylarıdır. Birçok bileşeni mevcuttur. Askerî boyutuyla ön plana çıkmasına rağmen, iktisadî, siyasî ve daha da önemlisi ideolojik boyutlarıyla da belirgin bir mekaniğin çalışmasıyla ortaya çıkmışlardır.

Siyasal yapılarda, kamu kurumlarında gücün tekelleşmesi beraberinde müdahale, kontrol etme, yargılama ve cezalandırma fikrini geliştirir. Bu fikir genel yapılar içinde küçük grupların oluşmasına öncülük eder ve nihayetinde bu küçük grupların çalıştırdıkları darbe mekaniği devreye girer.

Amaçları ulvi sloganlarla belirgin hale gelir. “Laik Cumhuriyeti” kurtarmak ana slogandır. Darbeye teşebbüs edenlerin kimlikleri söylemi değiştirmez. Nitekim dinî değerleri yüceltme ve yayma misyonuyla “hizmet” ettiğini iddia eden ve sosyal ve siyasal kurumlarda çeteleşen “yeni nesil” benzer bir retorikle toplumsal hayata müdahale ederken seri cinayetleri bir film karesi gibi büyük perdeye yansıtmaktadır.

Totaliter eğitim sisteminden beslenen, kendi alt-totaliter dünya görüşünü buna göre oluşturan ve kendisini “hizmet hareketi” olarak lanse eden bu siyasal hareket büyük bir yok etme, katletme hareketine dönüştüğünün bilinciyle siyasal sistemi ele geçirmek için her türlü aracı kullanmayı meşru saymıştır.

Ahlâkî çerçevesi olmayan ve a moral karakterli bu hareket ve benzerlerinin yaratmakta oldukları travmayı atlatmak, tutarlı bir karşı koyuşu gerektirir. Bu çerçevede atılması gereken en önemli adım hakikat adına insanları öldürmeye kalkışan bu hareket mensuplarına gerçekten “ne yaptıklarını” hatırlatmak ve bunu defalarca tekrar etmek olmalıdır.

Açıkçası, belli bir mağduriyet literatüründen beslenen ve bunu dayanak yaparak toplum içinde maskelerle yaşayan “cemaat” mensuplarına yapılacak en büyük iyilik karşılarına geçerek maskelerini çıkarmalarını sağlamak ve kendilerine teslim olmalarına ön ayak olmaktır.

Söylenmesi gereken şudur: Ruhunuz çalınmıştır ve yüzünüze şeytanın maskesi takılmıştır. O halde ruhunuzu ele geçiren kötü gücü def etmek için size giydirilen maskelerden kurtulun!

Onlar için ve kendimiz için direnmeliyiz. Bilincimizi ve hayatımızı bulandıran totaliter fikirlerden arındırmalıyız zihnimizi. Hangi ideolojinin ve çetenin ya da örgütün canımıza, malımıza ve namusumuza kastettiğinin önemi yok. Hangi ad altında olursa olsun hayatımıza kasteden haysiyetsiz muhterisleri defetmenin yolu direnmekten geçer. Fikren ve ruhen direnmeliyiz. Bize vadettikleri sahte gerçeği elimizin tersiyle iterek ve uyguladıkları şiddete de elimizin tersiyle vurarak reddetmeliyiz.

Halkın hukukunu hiçe sayarak, bireylerin yaşam hakkını elinden alarak, meşru hükümeti zor yoluyla devirmeye çalışarak yarattıkları kaos zihnimizi daha da berraklaştırmaktadır. Onlar bizi göremeseler de biz onları görüyoruz, hem de çırılçıplak ve gerçek yüzlerini. Çok çirkinler, hakikati deforme ederek yüzlerine geçirdikleri maskenin arkasından kolayca yalan söylüyorlar. En sevdikleri oyuncakları ölüm! Nitekim kendileri ölmekteler.

Bireysel hayatımızı, doğal toplumsal düzeni, siyasî yapıyı bozan müdahaleci yapının ortadan kaldırılması elzemdir. Fakat bu yeterli olmayacaktır. Bu yapının tasfiyesiyle ortaya çıkacak boşluğu doldurmak isteyen başka zinde güçlerin ortaya çıkması muhtemeldir. Bunun önüne geçmek için yenilenmek gereklidir. Sağlam bir restorasyon başlatılarak özgürlüğü esas alan ve toplumun her kesimiyle diyaloğa geçerek yapılacak çalışmalar olumlu sonuçlar doğuracaktır. Kurulacak istişare mekanizmalarını bozmaya yönelik hareketler olabilir ama kazandığımız tecrübeyi kritik akılla birleştirerek gerçek bir senteze ulaşabiliriz.

Askeri darbe girişimi: Gördüklerim ve Yaşadıklarım

15 Temmuz 2016 gecesi, her yönüyle tarihi bir gece olma özelliği taşıyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içindeki bir grup askerin Türkiye’de darbeye kalkışması, siyasetçilerin, medyanın ve halkın onurlu duruşu ile önlendi. Bu süreçte Türkiye, cuntacılara karşı çok net, demokratik bir tavır sergiledi. Darbe girişiminin haberi ilk duyulduğundan beri meydanlardayım. Geleceğin bir sosyal bilimci adayı olarak, meydanlarda  gözlemlerimi yapmaya, halkın fikirlerini almaya çalıştım.

Malum darbe girişimi, başarısızlığa uğraması ile birlikte, bir çok yönden incelenmesi, üzerine düşünülmesi ve dersler alınması gereken bir vakaya dönüştü.  Fakat ben bu haftaki yazımda, bu tarz yorumlarda bulunmak yerine, o gece boyunca ve devamında yaşadıklarımı, gördüklerimi sizlerle kısaca paylaşmak ve bunları tarihe not düşmek istiyorum. Ne de olsa, söz uçar yazı kalır diye boşa dememiş eski insanlar.

Darbe teşebbüsünün gerçekleştiği gece, bilgisayarımda uzun zamandır üzerinde çalıştığım bir makaleyi bitirmeye çalışıyordum. Saat on buçuk civarıydı. İlk önce telefonuma mesajlar gelmeye başladı. Askerin İstanbul’da köprüleri boşalttığı ve giriş-çıkışı kapattığı bilgisi geldi. Bunu duyar duymaz haber sitelerine ve sosyal medyaya göz attım. Dehşet bir bilgi kirliliği vardı. Bazıları askerin bir istihbarat almış olabileceğini, bu yüzden köprüleri kapatmış olabileceğini söylerken bazıları ise çok daha karamsar (ya da gerçekçi demeliyiz) bakıyordu olaya.

Neyin ne olduğunu anlamaya çalışırken, Ankara’da F-16 uçaklarının alçak uçuş yaptığı haberleri gelmeye başladı. Yapbozun parçaları bir bir yerine oturuyordu. Ve ortaya çıkmakta olan tablo, Türkiye’nin, Türkiyelilerin çok yakından bildiği, acı bir tabloydu: Askeri darbe.

Daha önce hayatımda hiç askeri darbeye  tanıklık etmediğim halde darbelerin  ülkeler için, insanlar için ve demokrasiler için ne kadar tehlikeli sonuçlar doğurabildiğini biliyordum. Başbakan  Binali Yıldırım’ın  “Bu, bir kalkışmadır.” sözünden sonra darbe girişimi olduğundan emin olup babamla birlikte soluğu, o anki adı ile, Kent Meydanı’nda aldık. (Meydanın ismi Demokrasi Meydanı olarak değiştirildi) Kent Meydanı’na giderken insanların çoğunun olaydan haberi bile yoktu. Hayat normal akışında devam ediyordu.  Meydana vardığımızda beklediğim kadar büyük bir kalabalıkla karşılaşamadım. Orada Sakarya Milletvekilleri Recep Uncuoğlu ve Ayhan Sefer Üstün vardı. İkisinin de yanına gidip, asla korkmamalarını, geri adım atmamalarını, bu halkın onların yanında olacağını söyledim.  Milletvekilleri de halk da son derece gergindi. Ne olup bittiğinden haber yoktu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan haber yoktu, Sakarya Valisi Hüseyin Avni Coş’tan haber yoktu. O esnada, valiliğin darbeci askerler tarafından basıldığı ve el konulduğu haberi meydana ulaştı.

Meydana gelen Başkan Zeki Toçoğlu, önce kısa bir konuşma yaptı ve meydandaki insanlardan tanıdıkları kim varsa sokaklara, meydanlara davet etmesini rica etti. O esnada Gar  Meydanı’nın yanına üç-beş halk otobüsü geldi. Bunun üzerine Zekİ Toçoğlu, mikrofonu tekrar eline aldı ve Gar Meydanı’nın kenarında bekleyen otobüslerin valiliğe gideceğini, meydanda bulunup gitmek isteyenlerin bu araçları kullanabileceğini söyledi.
Otobüsle valiliğe giderken çok gergin bir hava hakimdi. Cumhurbaşkanı’ndan haber geldikten sonra ise bu gergin hava kalktı. Otobüsten valilik kavşağına gelmeden önce indik.  Otobüslerle birlikte halk kendi özel arabaları ile de  Camili’ye akın ediyordu. Valiliğin kavşağının berisinde polisler yolu kapatmış ve yol boyunca dizilmiştiler. Kavşağın sağında kalan Valilik yolu ise tank ve askeri araçlarla kapatılmıştı. Toplu bir şekilde valilik binasına doğru yürümeye başlayınca askerler tarafından havaya ateş açıldı. Polisler aynı şekilde buna cevap verdi.Valilik kampüsüne girip, binaya doğru yürürken önden giden insanların vurulduğunu ve omuzlarda taşınarak çıkartıldığını gördüm. Buna rağmen kimse geri dönmüyordu. Valilik binası içinde çok silah sesi duyuldu. Yerler kan doluydu. Fakat kalabalığın giderek artmakta olduğunu gören darbeci askerler daha fazla direnemediler ve bir ambulansa bindirilip götürüldüler. O gece valilikte her kesimden insan vardı. Çarşaflı kadınlar, yaşlı teyzeler, genç kızlar, cübbeli amcalar, ayağı kırık delikanlılar, ülkücüler, milli görüşçüler, Kemalistler…

Halkın bu onurlu direnişi sayesinde valilik tekrar geri alındı. Gelen polis ekipleri valilikte tekrar güvenliği sağladı. Valiliğin darbeci askerlerden temizlenmesinin ardından kutlamalar başladı. Valilikten, Kent Meydanı’na geldiğimde ise on binlerce kişinin o saatte meydanda olduğunu gördüm. Meydanda mahşeri bir kalabalık vardı. Sadece meydanda değil şehrin çarşısı gündüz olduğundan daha kalabalıktı. Halk darbeye karşı direnmiş ve başarılı olmuştu. 15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece, Türkiye demokrasi tarihine altın harflerle geçen bir geceydi.

Sakarya Yenihaber, 22.07.2016

Bu zafer bütün halkın

“Kahramanlık filmleri izlemeyin, bir arkadaşınızın yüzüne bakın.”

Böyle yazıyordu, sabaha kadar sokağa sahip çıkan bir üniversite öğrencisi facebook sayfasında.

Hakikaten öyleydi.

İnsanı hayata, yaşadığı topluma çok daha fazla güvenle baktıran tarihi bir andı yaşadığımız. Gündelik hayatın olağan akışı içindeki göze görünmeyen erdemin ete kemiğe büründüğü, “sıradan insan”ın içindeki kahramanın ortaya çıktığı olağanüstü bir an.

Halka dehşet saçmak için alçaktan uçan uçakların küstahlığı halkı korkuttu korkutmasına. Ama aynı zamanda, ondaki demokratı, onuruna sahip çıkma iradesini de ortaya çıkardı.

Yaşama içgüdüsünden büyük olan

Darbecilerin hesap edemedikleri bir şey vardı: Korku elbette insani bir duyguydu, ama insanda ondan daha güçlü bir şeyler daha vardı. Kendilerinde olmayan bir şey.

İhmal ettikleri, insanın onurlu bir varlık olduğuydu. İradesinin ezilmesine, çocuğunun geleceğinin çalınmasına ve aşağılanmaya artık yeter demeye hazır milyonlar vardı ve gündelik hayatın olağan akışına yönelik bu olağan dışı, ahlak dışı müdahale, ondaki olağanüstü direnci de görünür kıldı.

Artık darbecilerin mücadele etmesi gereken çok daha büyük bir güç vardı: Çeliğin ve barutun, F16’ların bile alt etmeye yetmediği bir güç. Öngörülemez, sınırı çizilemez, kontrol edilemez ve dolayısıyla denklemdeki yeri hiçbir şekilde hesap edilemez bir güç. Tam da bu yüzden bütün hesapları bozan bir güç.

“Bütün muharebe stratejisini, karşınızdaki güçlerin hayatta kalmak için nasıl davranacağına göre kurarsınız. Ama ölümü göze alan insanlara karşı bunu yapamazsınız” tespitini doğrulayan bir direnişti yaşadığımız.

“Zor oyunu bozar” diye düşündü darbeciler, ama zordan daha büyük bir zora çarptı kibirli özgüvenleri: Sıradan insanın içindeki adalet duygusuna ve onuruna.

Hiçbir katkı değersiz değildi

Tarihin çok hayati kırılma anları vardır ve o anlarda sergilenecek cesaret tarihin yönünü belirler: Geleceğin korkunç bir felaket yerine umut olmasını sağlar.

Türkiye toplumu bütün çeşitliliğiyle bunu başardı 15 Temmuz gecesi.

Ve ülke tarihinin en uzun gecesinin sabahında galip gelen oydu.

O gece darbeye karşı demokrasinin kazanması, pek çok faktörün bileşkesiydi. Buradaki hiçbir faktörün önemini küçümsemek doğru olmaz; çünkü darbecileri boğan o son damla suyun kimin katkısı olduğunu hiçbir zaman ölçemeyeceğiz ve buna gerek de yok: Çünkü bu herkesin ortak zaferi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sergilediği inanılmaz cesaret, Başbakan’ın sakin ve kararlı duruşu, Parlamento’nun kendi iradesine sahip çıkması, polisin kahramanca savaşı, ordunun darbeyi reddeden unsurlarının sivil yönetime bağlılık açıklaması ve halkın safında yerini alması, siyasilerin duruşu, Devlet Bahçeli’nin daha en baştan itibaren doğru yerde durması, onu diğer liderlerin açıklamalarının izlemesi ve dört partinin ortak reddiyesi, medyanın darbecilere teslim olmayışı…

Bütün bunlar çok önemliydi.

Ama bu savaşta son sözü Ankara’da vurulan 28 yaşındaki inşaat işçisi Beytullah Yeşilay söyledi. Geriye dört aylık hamile bir eş ve doğmamış çocuğuna paha biçilmez bir miras bırakarak.

Şimdi onların ailelerine sahip çıkmanın zamanı.

Sessiz mutabakatın gücü

Cumhurbaşkanı Erdoğan halkı iradesine sahip çıkmaya çağırdığında, en erken ve en geniş kesimde oraya gidenler ağırlıklı olarak sağ, muhafazakar, İslami kesimden insanlardı belki; ama olayın bir darbe girişimi olduğu anlaşıldığında sosyal medyada buna karşı çıkanlar arasında hükümet muhalifleri, Gezi zamanı onu sert biçimde eleştiren bazı isimler de vardı.

“Darbeyi sade, mütevazı, dindar insanlar engelledi” diyor Atilla Yayla Hoca. Esas olarak bu doğru ama toplumun en muhalif kesimleri bile, bütün siyasi gerilime rağmen en kritik anda farklı bir ses çıkarmayarak direnişe destek vermiş oldular.

Çok muhtemeldir ki, ekranları başında gündelik hayatın içindeki devrimci potansiyelin aktüel hale gelişini, örneğin basılan bir medya kuruluşunun veya stratejik bir tesisin halk tarafından geri alınışını izlerken rahatladılar; köprülerde, caddelerde, sokaklarda savaşan insanların, -siyasi muhalifleri de olsa- galip gelmesini dileyenler de vardı.

Açık olan şuydu ki, halk savaşırken hiç değilse ortada ayağına dolaşan kimse yoktu.

Ve sonuçta bütün toplum, darbecileri silahlarıyla beraber çırılçıplak ortada bıraktı.

15 Temmuz milat olsun

İşte bütün siyasi karşıtlıklara rağmen sergilenen bu kolektif bilgelik, bize yürüyeceğimiz istikameti de gösteriyor.

Bu destansı direnişin, kuşatıcı, kucaklayıcı ve demokratik bir yenilenme için zemin olarak görülmesi gereğine işaret ediyor.

Gündelik hayatın içindeki iyiliğin gücünü gösterdi yaşadıklarımız. Bir milat olarak bu hayırlı olay, yepyeni bir sayfa açmayı mümkün kılacak bir ahlaki zemin oluşturdu.

Gelecekte yeniden bir darbe girişiminde bulunabilecek ahlaksızlara karşı kolektif bir toplumsal dayanışma sergileyebilmek için değil sadece.

Bir daha hiç böyle bir kalkışma olmasa bile, bütün çeşitliliğiyle bu toplumun her bireyinin insan onuruna yaraşır şekilde yaşayabileceği bir sosyo-politik düzenin birlikte inşa edilmesi için.

Liderlerin verdikleri ortak fotoğraflar, Yıldırım ve Kılıçdaroğlu’nun dünkü ortak basın toplantıları güzel bir işaret.

Bu yoldan devam etmeli.

Serbestiyet, 19.07.2016

Kurtarıcılardan kurtulmak

Türkiye, 15 Temmuz gecesi uçurumun kenarından döndü. Ordunun kritik ve derin noktalarına sinmiş bir doku, meşru sistemi hedefleyen bir darbe girişiminde bulundu. Türkiye, darbelere yabancı bir ülke değil. Lakin bu sefer ki darbe girişimi, eşine az rastlanır bir cürete ve hiçbir değeri barındırmayan bir cürete sahipti. Öyle ki savaş uçaklarından sivil halka ateş açıldı, köprüler kapatıldı, Meclis’e ve başkente bombalar yağdırıldı, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a yerde ve gökte saldırı düzenlendi… Muhtemelen bir senaryo eskizi olarak önünüze konulduğunda “Olmaz artık o kadar deyip” saçma bulacağınız eylemler, gözümüzün önünde gerçekleşti ve milyonlar ekranlar aracılığıyla buna an be an tanıklık etti.

Tam da toplumun geniş bir kesimi “Darbeler tarihe gömüldü” derken yaşanan bu felaket, Türkiye’de darbeleri tetikleyen dinamikler üzerinde düşünmeyi zorunlu kılıyor. Bu minvalde başlıca üç kavrama eğilmenin faydalı olacağı kanısındayım:

“Halâskâr Zabitan”

İlki, “Halâskâr Zabitan”dır. Türkiye’de darbe yeni bir olgu değil; darbelerin Cumhuriyet öncesine giden bir geçmişi var. 1912’de kendilerine “halâskar zabitan” adını veren bir grup, İttihat ve Terakki Fırkası’na karşı bir muhtıra yayınladı. “Kurtarıcı Subaylar”a göre, buhran geçiren ve batma tehlikesiyle yüz yüze bulunan vatanın kurtarılması yine kendilerine düşmekteydi. Bunun için Meclis hemen dağıtılmalı ve uygun gördükleri birinin (Kamil Paşa) başkanlığında yeni bir hükümet kurulmalıydı.

Kurtarıcılar bu girişimlerinde başarı sağladılar. Fakat Balkan Savaşları’ndaki yıkımdan sonra onlar da İttihatçılar tarafından alaşağı edildiler. Ancak bu tecrübenin sonunda, memleketi kendi bildiği yöntemlerle kurtuluşa çıkarma düşüncesi askerler içinde yerleşti. Daha sonra Cumhuriyet’e de aktarılan düşünce, ordunun siyasi hayat içinde hep bir ağırlık merkezi olarak kalmasını sağladı.

Temelde bu düşünce;

– Siyasi faaliyeti yozlaşma ile eş değer tutar.

– Siyasetçileri, sadece kendi çıkarlarının peşinde koşan düzenbazlar olarak tipler.

– Söylemde yücelttiği halka gerçekte, kendisi için doğru olanı idrak edecek düzeyde olmayan bir güruh muamelesi çeker.

– Halk için en iyinin kendisince bilindiğine iman eder.

– Ve gerektiğinde yönetime koyup halkın temsilcilerinin tepesine binmeyi doğal bir hakkı olarak görür.

Nitekim 27 Mayıs’tan 15 Haziran’a kadar bütün darbe metinleri bu anlayışla kaleme alınmıştır.

Demokrasi karşıtlığı/düşmanlığı

İkincisi “demokrasi karşıtlığı”dır. ürkiye’de bu kadar çok darbenin yapılması ve ülkenin her zaman darbelere açık olması, sadece askerlerin kendilerinde ülkeyi kurtaracak bir kudret vehmetlerine bağlanamaz. Bunun yanında askerlerin siyasete el koymasını savunan ve bunun yolunu gözleyen geniş bir sivil çevre de var.

Öteden beri bu çevrenin başını siyasetçiler, gazeteciler, akademisyenler ve yargı mensupları çeker. Bununla birlikte toplumun her kesiminden temsilciler de bunun içinde yer alır. Genellikle bu çevre, demokratik yoldan halka sözünü geçirememekle maluldür. Halktan yönetim ehliyeti alamayacakları için demokratik bir yarıştan hazzetmezler. Halka her başvurulduğunda zemin yitimine uğradıklarından ve zamanla imtiyazlarını kaybettiklerinden –hep aleyhine işlediğini düşündükleri- demokrasiye diş biler, giderek onu düşmanlaştırır ve gözlerini askerin yapacağı bir darbeye dikerler.

Kimileri bu darbe destekçiliğini açıktan yapar. Kimileri de siyasetçilerin yetersizliğini ve kötü yönetimini gerekçe göstererek darbeleri meşrulaştırır. Her ikisinde de gaye aynıdır: Halkın vermediği yetkiyi darbecilerden almak ve sahip olduğu ayrıcalıkların elden gitmesine mani olmak. Türkiye’nin yakın tarihinde bunun örnekleriyle doludur. Her darbenin öncesinde “Ordu göreve” çağrısı yapan ve sonrasında da darbenin sorumluluğunu siyasetçilerin sırtına yıkan mebzul miktarda kişi, kurum ve parti vardır.

Ordu-millet/Millet-i müsellaha

Üçüncüsü “ordu-millet”tir. Kavram, Osmanlı ordusunun çağa uygun hale getirilmesi için davet edilen Colman von der Goltz’a aittir; silahlanmış ve silahlandırılmış bir millet idealini yansıtır. Ona göre, millet sürekli askeri faaliyet içinde bulunmalı ve her zaman bir bütün olarak savaşa hazır halde tutulmalıdır.

Şüphesiz millet topyekûn silahlandırılmadı; Goltz Paşa’nın hayali gerçekleşemedi. Ama kavram, milletin kendisini koruyan ordu için her türlü fedakârlığı göstermesinde ve orduya bağlanmasında çok iş gördü. Zorunlu askerlik nedeniyle insanlar çocuklarını askere gönderdi. Ordu ile aileler arasında evlatları üzerinden bir bağ kuruldu. Ordu, milletin çocuklarını emanet ettiği bir ocağa dönüştü. “Peygamber Ocağı” denilerek buna bir de dini kutsiyet atfedildi.

Böylece orduya bir koruyucu zırh oluşturuldu. Mesela ordunun yapıp ettikleri ayrıntılı olarak sorgulanmadı. Darbe gibi tasvip etmediği bir yola saptığında dahi halk orduya toz kondurmadı, saygınlığını her gözetti. Halk orduyla meydanlarda karşı karşıya gelmekten hep kaçındı. Bunun yerine, darbenin geçmesini, ordunun kışlasına çekilmesini bekledi ve hesaplaşmasını sandık vasıtasıyla yaptı.

15 Temmuz’un farkı

Zannımca memleketin siyasi ve sosyal hayatında etkili olan bu üç önemli kavram, bir taraftan darbeci bir damarın her daim canlı tutulmasını sağlıyor, diğer taraftan da darbelerle mücadele etmeyi güçleştiriyor. Peki, o halde 15 Temmuz’da darbeyi akamete uğratan neydi? Acaba bu kavramlar tedavülden kalktı da onun için mi cuntacılar başarı elde edemediler?

Elbette, hayır. Türkiye’de uzun bir tarihi arka plana sahip bir darbeci gelenek var. Bu gelenek ile onun inşasına hizmet eden kavramlar bir çırpıda ortadan kalkmaz, buharlaşmaz. Ama mühim tedrici değişimlerin olduğu da teslim edilmeli.  Ele alınan üç kavramla bağlantılı olarak değerlendirildiğinde, darbeyi kırılmasını sağlayan değişimler şu şekilde özetlenebilir:

1. Tüm işaretler darbe girişiminin Gülen Cemaati’nin ordu içinde yuvalanmış kanadının işi olduğuna delalet ediyor. Kurtarıcı postuna bürünen bu Cemaat’in ise iki önemli handikabı var: Biri, toplumsal bir karşılığın bulunmaması ve Cemaat’in darbeyi topluma taşıyacak bir güçten yoksun olmasıdır. Diğeri ise, Cemaat kaynaklı cuntanın –etkileyici olduğu su götürmez ama-   mutlak neticeyi elde etmeye yetecek genişlikte bir ağ kuramamasıdır.

Darbe teşebbüsü, ordu hiyerarşisine karşı gelişti. Genel Kurmay Başkanı ve kuvvet komutanları rehin alındı. Orduya komuta edenlerin ağırlıklı kısmı, bu yapıyı hem ülke, hem de ordu için tehdit olarak gördüler. Yani darbecilerin inandırıcılıktan uzak “kurtarıcılık” iddiaları bizzat ordu tarafından reddedildi ve darbe boşa çıkartıldı.

2. Öncekilerden farklı olarak bu darbede, iktidar ve muhalefet partileri darbenin karşısında dirayetli bir şekilde durdular. İktidar partisinin mensupları, her konuşmalarında darbecilerinin gayri-meşruluğunun altını çizdiler ve sonucu ne olursa olsun direneceklerini mesajını verdiler. Muhalefet partileri darbeden medet ummadılar. CHP ve HDP’nin açıklamalarının zamanlamasına ve tonuna ilişkin eleştirim saklı kalmak kaydıyla, muhalefetin demokrasi dışı dayatmaları kabul etmediklerinin deklere etmesi, demokrasi adına önemli bir kazanımdır.

Sonucun tayininde tesiri olacak tüm unsurlar demokratik tepki verdiler. Emniyet ve istihbarat güçleri, siyasi otoritenin emirleri doğrultusunda harekete geçitler. Medya açıktan ve net bir şekilde demokrasi savunusu taptı. Yargı makamları, haber duyulur duyulmaz darbeciler hakkında soruşturma açtılar. Demokratik ve hukuki mekanizmaların hızlıca işletilmesiyle, hava tersine döndü ve meşru otorite inisiyatifi eline geçirdi.

3. Önceki darbelerde halk, evinde oturmuş, darbecilere karşı meydanlara çıkmamıştı. Ama bu kez farklı oldu. Halk, iradesine tecavüz edilmesine müsaade etmedi. Kerameti kendinden menkul birilerinin, kendi namına kurtarıcılığa soyunmasına prim vermedi. İktidarın davetine icabet etti ve muazzam bir demokratik direnç gösterdi. Milletin sahaya inmesiyle birlikte darbecilerin oyunu bozuldu.

15 Temmuz, halkın “kendisini kurtarıcılardan kurtarma” iradesidir. Darbeye karşı açığa çıkan bu demokratik bilinç, önümüzdeki dönmelerde asker/toplum ve toplum/asker ilişkilerini yeni bir çerçeveye oluşturacaktır. Artık darbe yapmayı aklında geçirecek olanların dikkate alması gereken bir gerçeklik var. Uçaklara üzerlerinde alçak uçuş yaptırmak, halkı koşulsuz itaate sevk etmiyor. Toplum, “Peygamber ocağı” diye askerlerin her yaptığına itirazsız boyun eğmiyor. Görünen o ki, toplum ile asker arasındaki ilişkinin sağlığını belirleyecek olan, ordunun kendisine çizilen sınırlara riayet derecesidir.

Vak’ay-ı Hayriye

Sosyal medyada başarısız darbe girişimini, yeni bir “Vaka’a-yı Hayriye”ye benzetenler oldu. II. Mahmut’un Yeniçeri Ocağı’nı kapatması, Osmanlı’da hayırla anılır. Çünkü, İsmail Hami Danişmend’in “İstanbul’da asırlarca bir siyasi komite rolü oynamış, sarayla hükümeti ve esnafla halkı haraca kesmiş ve ulûfe almaktan başka askerlikle alakası kalmamış” diye tarif ettiği Yeniçerilerin tarihten silinmesi, imparatorluk yönetimine askeri ve siyasi alanda reform yapabilmenin kapılarını açmıştır.

Bastırılan darbe girişimine karşı da bu tür bir cevap üretilebilir. Eğer iktidarı ve muhalefetiyle siyaset, halkın demokrasiyi sahiplenme arzusuna hürmet eder ve darbe karşıtı dayanışmayı toplumsal sorunların çözümünde bir manivela olarak kullanabilecek basireti gösterebilirse, o zaman bu şerden bir hayır çıkar.

Al Jazeera Turk, 18.07.2016