Kürt sorununun, Türkiye’nin halihazırdaki en büyük ve acil çözüm bekleyen sorunu olduğunda kuşku yok. Bu sorun eğer makul bir süre içinde hakkaniyete uygun bir çözüme kavuşturulabilirse, bu, Türkiye’de toplumsal barışın tesisi bakımından olduğu kadar, insan hakları ve demokrasi bakımından da bir kazanç olacaktır. Ne yazık ki, Türkiye bu meselede şimdiye kadar çok zaman kaybetti.
Terör sorunu mu?
Kabul edelim ki, Kürt sorununun çözümü konusunda AKP iktidarına gelinceye kadar ciddi bir adım atılmadı, atılamadı. Esasen, devlet elitleri uzun süre bu sorunun varlığını inkâr ettiler. Karşı karşıya olunan şeyin bir “terör sorunu” olduğunda ısrar ettiler ve “çözüm”ü de bununla tutarlı olarak “güvenlikçi” tedbirlerde aradılar.
Meselenin terör ve şiddetten ibaret olmadığını fark ettiklerinde bile, aslında sosyo-politik, kültürel ve hukuki boyutları olan esaslı bir sorunla karşı karşıya olunduğunu itiraf etmekten yine kaçındılar ve bu sefer “Güneydoğu sorunu”ndan, “ekonomik geri kalmışlık sorunu”ndan dem vurdular. Merhum Turgut Özal’ın ve daha sonra Süleyman Demirel’in Kürt sorununun varlığını kabul eden açıklamalarının ise arkası gelmedi veya getirilemedi.
Gelgitler yaşandı
Aslında AKP iktidarı da şimdiye kadar bu meselede kararlı ve tutarlı bir çizgi izleyemedi; zaman zaman tereddüt etti, bocaladı, gelgitler yaşadı. Başlangıçta bu çekingenlik ve tereddüdün anlaşılabilir nedenleri vardı. Nitekim, AKP hükümeti ancak iktidarını güvende hissetmeye başladığında bir “Kürt Açılımı” başlatıp bu yolda bilinen müsbet adımları atabildi. Ne var ki, hükümet kısa bir süre sonra tepkilerden ürkerek geri adım attı, “Açılım”dan vazgeçti ve ardından bir süre neredeyse tamamen güvenlikçi perspektife teslim oldu. Hükümet nihayet geçenlerde sorunun çözümü için bu sefer kararlı olduğunu gösteren yeni bir girişim başlattı. Bu girişimin Başbakan’ın partisine mensup Kürt milletvekilleriyle yaptığı toplantıdan aşağı yukarı iki hafta sonra açıklanması da anlamlıdır.
Kalıcı bir barış
Bu son hamle Kürt sorununun çözümünde asıl muhatap olarak Abdullah Öcalan’ı görmektedir. Bu hem hükümet çevrelerinden yapılan açıklamalardan, hem de BDP’nin kimi resmi sözcülerinin bu süreçte devre dışı bırakılacaklarından endişe ettiklerini gösteren açıklamalarından anlaşılmaktadır. Her ne hal ise, hükümetin muhatap seçimini elindeki verilerin doğru bir değerlendirmesinin sonunda verdiğini umut edelim.
Bu sefer gerçekten sonuç almak istiyorsa, bu önemlidir. Ancak, bu büyük toplumsal sorunu sadece Öcalan’la müzakere ederek çözmenin mümkün olmadığının herhalde hükümet de farkındadır. Sahici bir çözüm, PKK (‘Kandil’ ve Avrupa kanadı), BDP ve KCK’nın da sürece dahil edilmesini gerektirmektedir. Daha da önemlisi, Kürt toplumunun ‘BDP-KCK’ çizgisi dışında kalan diğer sivil unsurlarını hesaba katmayan bir çözüm arayışı kalıcı bir barışı getiremez.
Devlet politikası
Ayrıca, önceki benzerinden (Oslo süreci) farklı olarak, bu sürecin daha şeffaf bir şekilde yürütüleceği anlaşılmaktadır. Nitekim ilgililer kamu oyunu bilgilendirmek üzere zaman zaman bayağı “açık sözlü” açıklamalar yapıyor; bu amaçla medyayı da cömertçe kullanıyor, kullanabiliyorlar. Medyanın “kamuoyunu aydınlatma” işine dahil edilmesi ve esasen bu işi gönüllü denebilecek bir biçimde yapması “işin rengi”nin bu sefer gerçekten farklı olduğunu düşündürmektedir.
Açıkçası, hükümetin inisiyatifinde yürütülse ve siyasi sorumluluğu ona ait olsa da, bu seferki sürecin “Devlet” içindeki bir uzlaşmanın sonucu olduğu, yani bildik deyimiyle bunun bir “devlet politikası” olduğu söylenebilir.
Fakat kafa karıştıran bazı noktalar da yok değil. Bunlardan biri, hükümet sözcüleri tarafından ısrarla, sürecin amacının “PKK’nın silah bırakması”nı sağlamak olduğunun söylenmesidir. Bu açıklamalarda meselenin kültürel haklar ve demokrasi boyutuna hiç değinilmemesi, bu yönde yeni bazı adımlar atılacağına dair bazı ipuçlarının verilmemesi gerçekten şaşırtıcıdır. Çünkü, bırakınız Kürt sorununu, “terör sorunu”nu çözmek için bile tek başına PKK’nın silâh bırakması veya yurtdışına çekilmesi yeterli değildir.
Çözüm paketi!
Çözüm için esaslı tedbirleri içeren ciddi bir “çözüm paketi”ne ihtiyaç vardır. Devletin tanımına, yurttaşlığa, temel haklara, devletin siyasi ve idari örgütlenmesine ilişkin anayasal değişiklikler bu paketin zorunlu bir parçası olmak durumundadır. Ayrıca, “bir kere silâh bırakılsın, çözüm paketini ondan sonra düşünürüz (veya açıklarız)” yaklaşımı da doğru değildir. Ufukta bir “ışık” görmeyen Kürt tarafının sırf sizin iyi niyetinize güvenerek silâh bırakacağını beklemek sadece safdillik olmaz, aynı zamanda bir çözüm fırsatının daha hoyratça heba edilmesi anlamına gelir.
Başka bir kafa karıştıran noktaya Kürşat Bumin ısrarla işaret ediyor:
Bir ara medyada, sorunun çözümünü “İmralı”yla MİT müsteşarının “müzakere” edeceği ve bu konuda onun bir plan hazırlayacağı yolunda haberler yer almıştı. Bu haberlerde, hükümetin adeta bu işi MİT müsteşarına havale ettiği gibi bir hava hakimdi. Oysa, açıktır ki, Kürt sorununun çözümü bürokratik değil siyasi bir iştir. Nelerin müzakere edileceği ve nasıl bir çözüm planı geliştirileceği konusunda yetkili ve sorumlu olan elbette hükümettir. Neyse ki, hükümet ve AKP adına daha sonra ardı ardına yapılan açıklamalar bu hatanın farkına varıldığının işareti sayılabilir.
Destek olmalıyız
Kısaca, hükümetin Kürt sorununun çözümünü nihayet ciddi olarak gündemine almış olması ve şu ana kadar bu konuda sergilediği kararlılık son derece sevindiricidir. Şu var ki, bu gibi girişimlerin başarısız olması halinde büyük bir hayal kırıklığına yol açma ve meseleyi daha da içinden çıkılmaz hale getirme tehlikesi de vardır. Bu sefer de öyle olursa, inanınız, bu sorunu yakın hatta orta vadede barışçı biçimde çözme şansımızı büsbütün yitirebiliriz. Öyle olmasını istemiyorsak,hepimizin bu konuda hükümete destek olmamız gerekir.
Milliyet, 16.01.2013