Freud, Marx ve Weber’de Bilim Dışılık

Bu yazıda ünlü isimler olan ve genellikle bilimsel çalışmalarda zirve yaptığı düşünülen üç ismin -Freud, Marx ve Weber- bazı bakımlardan öyle olmadığını, hatta bilimsel çalışma süsü verdikleri çeşitli eserlerinde, aslında ön yargılarını yansıttıklarını göstermeye çalışıyorum. Bunun ne kadar mühim bir konu olduğunu izaha hiç erek yok; çünkü her üçü isim de düşünce tarihinde önemli izler bıraktı ve arkalarından ekoller oluştu. Hatta bazı insanlar tüm hayatlarının odağına bu isimleri aldı; onlara neredeyse insan üstü varlıklar olarak bağlandı. Her üç isim de kendilerini fikir adamı olmaktan ziyade bilim insanı ve çalışmalarını bilimsel çalışmalar olarak sundular ve öyle kabul edildiler. Oysa, daha yakından bakıldığında, bu üç ismin de bilimsel metodu reddeden veya bilimsel metoda aykırı yaklaşımları olduğu ve bir şekilde daha önceden ulaştıkları görüşlerin bilimsel sonuçlar olduğunu kanıtlamak için bilgi ve belge toplama peşinde koştukları anlaşılıyor.

Aykırı fikirlere olan ihtiyaç

1988-89 akademik yılında Londra’daydım. Dr. Asistan olarak çalıştığım SBF’den izinliydim.  Londra Üniversitesi’nden ziyaretçi öğretim üyesi olarak davet almıştım. School of Oriental and African Studies’de misafir olarak bazı doktora derslerini izliyor ve kütüphanede demokrasi hakkındaki temel eserleri okuyordum.

Kalışım boyunca İngiliz gazetelerini düzenli olarak takip ettim. Bu gazeteler arasında The Times, The Daily Telegraph ve The Independent gibi ağır gazeteler yanında Daily Mail ve Daily Mirror gibi tabloid gazeteler de bulunurdu. Gazeteleri okumak hem dilimi geliştirmeme hem de İngiltere’den ve dünyadan haberdar olmama yardımcı oluyordu.

Bir gün ilginç bir şey oldu. The Independent gazetesinin yorum-fikir sayfalarında karşı karşıya basılmış iki yazı buldum. Her ikisi de Fransız Devrimi hakkındaydı. Devrimin 200’üncü yıl dönümü münasebetiyle kaleme alan yazılardan biri Fransız Devrimi’ni övüyor, diğeri, inanması zor ama, devrimi yerin dibine sokuyordu. Buna çok şaşırdım. Fransız kafasının egemen olduğu bir eğitim hayatından ve siyasal kültür içinden gelen biri olarak kutsal Fransız Devrimi’nin eleştirilmesini başta aklım havsalam almadı. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Düşünce serüvenimin henüz başlarındaydım. Sanırım nu durumun bana inanılmaz gelmesi bu yüzdendi. Yıllar içinde geliştim ve olgunlaştım. Sonraki zamanlarda gök kubbe altında eleştirilemeyecek hiçbir şey olmadığını anlamama ve kendime ona göre yol çizmeme yardımcı olan bir vaka olarak bunu hafızama kaydettim…

Malum sosyal medya diye modern insanın hayatına adeta demir atmış bir şey var. Burada genellikle kestirmeden bazı görüşleri dile getiriyoruz. Övgüler yanında tepkiler de alıyoruz.  Bir ara sosyal medyada bir paylaşım yaptım, Marx ve Freud’un “şarlatan” ve Weber’in kısmen “şarlatan” olduğunu yazdım. Bu paylaşımım kelimenin tam anlamıyla özellikle Marx ve Freud takipçileri cephesinde bir fırtına kopardı. Fırtınayı yaratan ve destek veren kimseler niye böyle düşündüğümü merak etmek yerine nasıl olup da böyle bir şey söyleyebildiğimi sorgulamaya başladı ve işi kişiselleştirerek şahıma aşağılama ve hakarete varan sözlü saldırlar yaptı…

Ben kendimi, “ideolojik” bakımdan, David Hume-Adam Smith-Carl Menger-Friedrich A. Hayek geleneğine bağlı bir klasik liberal olarak görüyorum. Bu evrimci, tenkitçi rasyonalist ve kural faydacısı liberal çizgiyi diğer (kurucu rasyonalist-pozitivist, eylem faydacısı, deontolojik ve objektivist-naturalist) liberal geleneklerden daha mantıklı ve isabetli buluyorum. Sosyalizme ve soyut büyük teorilere duyduğum alerjide bunun da bir payı olduğunu sanıyorum. Bununla beraber, bu geleneğin genel olarak ve içinde yer alan büyük isimlerin özel olarak eleştirilmesinden rahatsızlık duymam ve bu eleştirileri haklı bulursam bir şeyler öğrenirim, yanlış bulursam bunu yapanlara bana yapıldığı gibi saldırmam, argüman ararım ve bu argümanlara başka argümanlarla cevap veririm. Ne geleneği ne de öncülerini ve mensuplarını kutsallaştırırım. Marx, Freud ve Weber hakkında söylediğim küçük cümle ise tam da benim yapmayacağım ve yapılmasını uygun bulmayacağım saldırı ve karalamaların hedefi yapılmama neden oldu. Varsın olsun. Bunlara bakarak görüş ifade etmekten kaçacak değilim. Böylece herkesin kendi düşünce ve karakter sicilini yazmasına alan açmış oldum.

Her akademisyenin bir veya bir iki uzmanlık alanı var. Ben psikoloji çalışmadım. Hayek’in fikirlerini incelemeye çabalarken düşünürün The Sensory Order adlı kitabı vesilesiyle yan okumalar da yapmış ve epeyce psikoloji bilgisi öğrenmiştim. O dönemde konuştuğum psikoloji hocası arkadaşlar bu birikime hayret eder ve nereden edindiğimi sorarlardı. Sonraki yıllarda, siyaset psikolojisine olan ilgimi muhafaza etmekle beraber, psikoloji ile fazla meşgul olmadım. Psikanalizde daha da amatörüm. 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra psikanaliz okumaya başladım. Sebebi darbenin faili F. Gülen’in ve adamlarının ruh hâlini ve mantığını anlama arzusuydu. Bu yüzden, hiçbir şekilde psikanaliz uzmanı olduğumu ve uzman değerlendirmesi yapabileceğimi iddia edemem.

Buna karşılık, okuduğum kaynaklarda beni yıllar önce Fransız Devrimi’yle ilgili olarak yaşadığım duyguları tekrar yaşamaya iten bilgiler ve değerlendirmeler buldum. Bunlar çok ilgimi çekti. Derslerimde öğrencilerimle paylaşmaya başladım ve sonunda meseleyi bir makalede derleyip toparlamaya karar verdim. Söz konusu paylaşımım da bunu haber vermekteydi. Ancak, tartışmaların büyümesi beni Freud hakkında bazı görüşler paylaşmanın hemen yapılmasına fayda olduğunu düşünmeye itti. 

Freud bilim insanı mı, şarlatan mı, guru mu?

Freud önemli bir isim. Dünyanın her yerinde takipçileri var, Türkiye’de de. Lakin onu neredeyse kutsal, tartışılmaz bir figür olarak görenler olduğunun pek farkında değildim. Böylece öğrenmiş oldum. Öğrenmenin yaşı yokmuş. Bu yazıda, bir fikir vermesi için, Peter Watson’un abidevî eseri Fikirler Tarihi’nden iki alıntı yapacağım. Watson diyor ki: “…Aralarında Frederick Crews, Frank Cioffi, Allen Esterson, Malcolm Macmillan ve Frank Sulloway’in bulunduğu (ve sayıları giderek artan) karşıtları Freud’un –lafı dolandırmadan söylemek gerekirse- bir şarlatan, uydurduğu ya da saptırdığı verilerle hem kendini hem de başkalarını aldatan, sadece sözde bir ‘bilim insanı’ olduğunu söyleyerek bunun Freud’un teorilerini ve o teorilere dayanarak ulaştığı sonuçları geçersiz kıldığını öne sürmekteler.” Bir başka yerde ise şöyle diyor: “Britanyalı psikiyatrist ve radyo programcısı Athony Clare, Freud’u ‘acımasız, hilekâr bir şarlatan olarak tasvir ettikten sonra…”

Dünyada Freud karşıtı geniş bir literatür var. Nedense bu literatür Türkiye’ye pek ulaşmamış. Söz konusu kaynaklarda bu tür ifadelerden çok miktarda bulmak mümkün. Alanda bir başka önemli isim olan Antony Storr da Öteki Peygamberler adlı ilginç kitabında Freud’un bir bilim adamı muamelesi görmeyi değil bir guru muamelesi görmeyi hak ettiğini söylemekte. Gerçekten de, takipçileri ne kadar sadakat gösterirse göstersin, bir gurunun bir bilim insanı olarak görülmesi hem imkansız hem de manasız.

Bütün bu tespitler ve görüşler elbette tartışılabilir. Ama bunları dile getirenleri, alıntılayanları, aktaranları suçlayarak, karalayarak geçiştirilemez, yok sayılamaz. Öyle veya böyle, Freud Tanrısal yanılmazlığa sahip bir peygamber değildir. Doğruları gibi yanlışları da olması mümkün ve muhtemeldir. Onu yanılmazlık mertebesine taşımak ne Freud’a ne Freud’a da ne de bunu yapan kişilere de fayda sağlar…

Freud’da bilimsel metot ve ahlâk

Freud gibi psikanaliz mütehassısı olan bazı akademisyenlerin ve araştırmacıların Freud’u “şarlatan” ve “hilekâr” sıfatlarını da kullanarak ağır eleştirilere maruz bıraktığını belirttim. Bir başka yazar olan Antony Storr’un da Freud’un bir bilim adamı olarak değil bir guru olarak görülmesinin daha doğru olacağını söylediğini ekledim. Bu iki bakış birbirini destekliyor. Her bilgi bilimsel bilgi değildir. Gurular özel bilgiye sahip olduğunu düşünen ve bağlıları tarafından da öyle olduğu kabul edilen kimselerdir. Bu bilgiler bilimsel metotlarla elde edilmemiştir ve aynı şekilde doğrulanamazlar, ama onlara inanan insanlar için bu zaten bir ihtiyaç veya mühim bir mesele değildir. Bu yüzden guruların takipçileri gurulara inanılmayacak derecede sadakat gösterebilir. Bilimsel bilgi ürettiği iddia edilen kimileri de aslında sezgisel ve öznel bilgiye dayanıyor olabilir ve bu nedenle guru olarak nitelenebilir.

Burada sorulması gereken, tüm dünyada bir kült figür ve psikanalizin en önemli isimlerinden biri, kimilerine göre kurucusu olan Freud’a bu ağır ithamların neye dayanarak yönetildiğidir. Söz konusu ithamların sağlam maddi temelleri var mıdır, yoksa bunlar kıskançlık, haset, husumet, idraksizlik gibi faktörlerin sonucu mudur? Bu elbette merak edilmesi ve üzerinde durulması gereken bir konu.

Freud eleştirisi yapan birçok bilim insanı, araştırmacı var. Bunlar önemli kitaplara makalelere ve araştırmalara imza atmışlar. Onların bir kısmını okumak yıllar içinde beni Freud hakkında bugün bulunduğum noktaya getirdi. Bu isimlerden biri fikir tarihçisi Peter Watson, konuya temas ettiği eseri ise Yapı Kredi Yayınları tarafından Türk okurlara ulaştırılan Fikirler Tarihi (çev. Kemal Atakay vd., 2014) adlı kapsamlı (bin sayfayı aşkın) eseri. Bu yazıda esas itibariyle Watson’ın başka yazarlara da atıf yaparak toparladığı Freud eleştirilerinin kısa bir özetini yapacağım. Sanırım -en azından umarım- bu bile benim Freud hakkındaki eleştirel sözlerimin boşlukta asılı ve temelden mahrum olmadığını göstermeye yetecektir.

Watson bilinçdışıyla ilgili düşüncelerin Freud’dan önce mevcut olduğuna işaret ediyor. Bu bilgiler Freud’un alanın kurucusu, en azından tek kurucusu olmadığını anlamak açısından hayati önemde. Meselâ Nietzsche’de Freud’un düşüncelerinin büyük kısmı öngörülmüştü. Johann Herbert ve G. T. Fechner için de aynı şey söylenebilir. Herbert zihni, bilinç ve bilinçdışı süreçler arasında sürekli bir çatışma olan ikili bir yapı olarak tasvir etmişti. Pierre Janet bu alanda öncülük eden bir başka isimdi. “Psikolojik Analiz” olarak bilinen tekniği geliştiren de Janet oldu.

19’uncu yüzyılda, doktor olan ve ahlâk üzerine de çalışan ilahiyatçı, rahip P. J. C. Debreyne çocuk cinselliğiyle ilgilendi. Bir başka rahip, Orlean Psikoposu Duponlop, çocukların çoğunun bir ile iki yaş arası dönemde “kötü huylar” edindiğini öne sürdü. En iyi bilinen örnekte Jules Michelet 1869’da yayınlanan Oğullarımız adlı kitabında ebeveynleri çocuk cinselliği hakkında uyardı ve bugün Oidipus kompleksi denen şeye dikkat çekti

Peter Watson’a göre, bu özet incelemeden iki sonuç çıkar. İlki bilinçdışını Freud’un keşfettiği düşüncesinden vazgeçilmesi gerektiğidir. Bilinçdışı fikri Freud’dan çok önce mevcuttu ve 1800’lerin büyük kısmı boyunca Avrupa düşüncesinde kullanıldı. İkincisi, Freud’la neredeyse organik biçimde ilişkilendirilen çocuk cinselliği, Oidipus kompleksi, bastırma, gerileme, aktarım, libido, id ve süper ego kavramları da Freud’a ait değildir. Özetlenecek olursa, “Freud genelde sanıldığı kadar özgün bir akla sahip değildi.”

Ancak, birçok yazarın Freud’un “şarlatan” olduğunu, “bilim adamı” sayılamayacağını söylemelerinin ana sebebi bunlar değildir. Daha vahim dört suçlama var.

İlk suçlama Freud’un “serbest çağrışım” yöntemini keşfetmediğidir. Bu yöntemi 1879 ya da 1880’de Francis Galton bulmuştur. Galton Brain dergisinde yayınlanan yöntemle ilgili bir yazısında serbest çağrışımı bilinmeyen derinlikleri keşfetmede kullanılacak bir araç olarak tarif etmiştir.

İkinci suçlama Freud’un kitaplarının ve teorilerinin düşmanca karşılandığının efsane olduğudur. Araştırmacı Norman Kiell Freud Without Insight (1988) adlı çalışmasında Freud’un Rüyaların Yorumu kitabı hakkında yayınlanmış 44 değerlendirmeden yalnızca 8 tanesinin “menfi” olarak vasıflandırılabileceğini söyler. Kendisi de bir Freudcu olan Hannah Decker Freud’un bu kitabı hakkında yayınlanan yazıların çoğunun övgü ve coşku dolu olduğunu bulmuştur. Özetle, Freud ne kitaplarını yayınlamada zorluk çekti ne de o zamanlar için yaygın hasmane tavırlarla karşılaştı.

Üçüncü suçlama Freud’un Josef Breuer’in meşhur hastası Anna O. (Bertha Rapenheim) hakkında çizdiği tablonun ciddî derecede hatalı ve hatta çarpıtılmış olmasından kaynaklanır. Kayıtlar üzerinde yapılan incelemeler Freud’un olmayan şeyleri var gibi gösterdiğini, aktardığı şeylerin bazılarının hayal mahsulü olduğunu ortaya çıkardı. Meselâ, Albert Hirschmüller kaleme aldığı Josef Breuer biyografisinde (1989) bu sonuca vardı. Anna O. vakası psikanaliz tarihi ve Freud’un kariyerinin itibarı açısından çok önemlidir. Bu vaka üç açıdan önem taşır: 1) Freud’un “konuşma tedavisi”nin etkilerini abarttığını gösterir, 2) alında ortada olmayan bir cinsellik unsurunu vakaya eklediğini ortaya koyar, 3) Freud’un klinik detaylarla oynadığını sergiler.

Dördüncü suçlama suçlamaların en vahimidir ve doğrudan psikanalizle alâkalıdır. Buna göre, psikanaliz baştan ayağa hatalı olan hatta sahte nitelikteki klinik veriler üzerine kurulmuştur. Psikanalizin en temel iddiası cinsellikle ilişkili ve çocukluktan gelen cinsel arzuların bireyler yetişkin hâline geldikten sonra var olmaya devam ettikleri ve bilinçdışı oldukları için psikopatolojiye yol açabilecekleridir. Freud bu kanaatle 1896’da bütün histeri vakalarının temelinde, üzerinden uzun, çok uzun zaman geçmiş olsa da bir veya daha fazla olay olduğunu ve psikanaliz sayesinde bunların hatırlanabileceğini belirtmişti. Peki, bu sonuca nasıl ulaşmıştı?

Freud 1896’ya kadar çocukluk çağına ilişkin bir cinsel istismarla karşılaşmamış olmasına rağmen, birden, dört ay içinde histerik teşhisi konan on üç hastada çocukluk çağındaki cinsel istismarın bilinçdışına doğru sürmüş olduğunu iddia etti. Bununla bağlantılı olarak psikanaliz yöntemiyle belirtilerin ortaya çıkartılabileceğini ve olayın yarattığı “dışavurum” üzerine konuşarak “arınma”nın ve belirtinin yok olmasının sağlanabileceğini de iddia etti. Ancak, Freud’un hastalarına uyguladığı yöntem bugün genellikle yapıldığı gibi oturup dinlemekten ziyade hastalar üzerinde bir tür baskı kurmaya ve onları manipüle etmeye dayanmaktaydı. Allen Esterson ve başka yazarların gösterdiği üzere, Freud’un kafasında bazı belirtilerin altında nelerin yattığına dair sabit, değişmez görüşler vardı ve bu yüzden Freud hastalarını dinleyerek gözlemlerden bulgulara ulaşmak yerine kendi görüşlerini hastalara empoze ediyordu. Bu noktada Watson’dan uzunca bir alıntı yapalım:

“Freud’un en meşhur gözlemleri bu sıra dışı yaklaşımı sonucu ortaya çıkmıştı. Buna göre hastalar çocukluklarında taciz edilmiş ya da cinsel istismara uğramışlar ve bu tecrübe sonradan baş gösteren nörotik belirtilerin temelini oluşturmuştu. Zanlılar üçe ayrılıyordu: Yabancı yetişkinler; çocukların bakımından sorumlu olan bakıcı, mürebbiye ya da öğretmenler ve ‘kendilerinden bir iki yaş küçük olan kız kardeşleriyle yıllarca cinsel ilişki içinde olan erkek kardeşlerin çoğunluğunu oluşturduğu… masum çocuklar’. Bu erken cinsel deneyimlerin çoğunlukla üçle beş yaş arasında yaşandıkları iddia ediliyordu. Freud’u eleştirenlerin üzerinde durduğu esas konu Freud’un ‘klinik’ gözlemler olduğunu iddia ettiği şeylerin aslında öyle olmadığıdır.  Bunlar belirtilerin sembolik bir yorumuna dayanan şüpheli ‘kurgulardır’. Freud’un çeşitli raporları dikkatle okunduğunda hastaların cinsel istismar hikâyelerine katkıda bulunmadıklarının görüleceğini hatırlatmak gerekir. Aksine hastalar bu şikayetleri şiddetle reddetmişlerdi. Bu süreçlerle ilgili ‘bilgi veren’, ‘ikna eden’, ‘sezgilere sahip olan’ ve ‘sonuçları çıkaran’ hep Freud olmuştu. Freud bazı durumlarda altta yatan sorunun ne olduğunu ‘tahmin ettiğini’ bile itiraf ediyordu.”

Aradan bir yıldan biraz fazla zaman geçtikten sonra Freud meslektaşı Wilhelm Fleiss’e -ama sadece ona- artık nevrozun kökleriyle ilgili teorisine inanmadığını itiraf etti. Çocuklara yönelik bu kadar yaygın bir sapkınlık mümkün olamazdı ve bu düşüncelere dayanan analizler bir sonuca ulaşmıyordu. Ama bu durumdaki her bilim insanının yapması gereken onurlu şeyi yaparak bir önceki yıl kendinden emin şekilde kamuyla paylaştığı bulgularını geri çektiğini duyurmadı. Freud 1914’teki bir raporunda tacizle ilgili teorisini tamamen geri çekti. Zaten, birçok kadın hastayla ilgili olanlarda bu hastaların babalarının ya da bir başkasının tacizine uğradığını rapor etmemişti. Yani Freud onun peşine düşmeyince bu sendrom kendini göstermemişti. Freud’un burada ne yaptığını Watson şöyle ifade ediyor: “Freud’u eleştirenler için bu, Freudculuğun belki de en etkili yönünü teşkil eden ve 20. Yüzyılın günlük yaşam bir yana hem tıbbi hem de sanatsal açıdan en önemli düşüncelerinden biri olan, Oidipus’la Elektra komplekslerini da kapsayan travma (taciz) teorisinin alışılmadık, zorlama ve olasılık dışı bir şecereye sahip olduğuna ilişkin ilave bir kanıttı. Teorinin gelişimindeki tutarsızlık barizdi. Freud hastalarında erken cinsel farkındalık olduğunu ‘keşfetmedi’. Farkındalığın olduğunu sezdi, anladı ya da ‘tahmin etti’. Oidipus kompleksini klinik bulguların dikkatli ve müdahale olmaksızın gözlemlenmesi sonucu keşfetmedi: Önceki ‘dayatmaları’ kendisini bile tatmin etmeyince, önceden kararlaştırdığı fikri ‘bulgulara’ tatbik etti. Şüpheci ve bağımsız hiçbir bilim insanının bu süreci tekrar edememiş olması Freud’un bilim insanı olma iddiası için belki de en tahrip edici olguydu. Deneysel ve klinik bulguların aynı yöntemleri ve metodolojiyi kullanan diğer bilim insanları tarafından tekrarlanamadığı bu çalışmalar ne tür bir bilimdir? Elbette bilim değildir. Britanyalı psikiyatrist ve radyo programcısı Anthony Clare, Freud’u ‘acımasız, hilekâr bir şarlatan’ olarak tasvir ettikten sonra ‘psikanalizin temel taşlarından birçoğunun sahte’ olduğunu söylemişti. Freud’un ‘baskı yöntemini’, hastalarını ‘ikna ettiğini’ ve sonuçları ‘tahmin ettiğini’ göz önüne aldığımızda bilinçdışının varlığı konusunda şüphe etmemiz normaldir. Aslında her şeyi Freud uydurmuştu.”

Görüldüğü üzere Freud’un birçok meslekî faaliyeti bilimsel metoda ve bilimsel ahlâka uygun değildi. O önce bir fikri bir şekilde kafasında geliştiriyor ve sonra onu bilimsel bir bulguya dönüştürmek için kanıt toplamaya çalışıyordu. Bu amaçla hastaları üzerinde baskı kuruyor, onları manipüle ediyordu. Bazı olguları görmezden geliyor, olmayan bazı şeyleri ise olgu gibi kayıt ve rapor ediyordu, yani uyduruyordu. İşte bundan dolayı psikanaliz dünyasında Freud’a karşı ağır bir eleştirel literatür ortaya çıktı.

Marx’ın bilim dışı tutumu

Marx bilimsel metot ve ahlâktan uzak olmak bakımından Freud’a (aslında Freud Marx’a) daha yakındı. Marx düşünce hayatında kullanılabilecek bazı kavramlar icat etti veya zaten var olan bazı kavramları geliştirdi, yabancılaşma gibi. Kapitalizmin gelmiş geçmiş en üretken ekonomik sistem olduğunu da anladı. Ama büyük teorisi tam bir fiyaskoydu. Meselâ sosyalist ekonominin daha üretken olacağı fikri boş çıktı. Marx teorisinin temeli olan emek değer teorisinin çökmeye mahkûm olduğunu anlayamadı. Vasıfsız emeğin vasıflı emeğe dönüştürülme sorununu çözmeyi Kapital’in ilk cildinde başaramayıp sonraki ciltlere erteledi. Sınıf ve sınıf çatışması teorisi de anlamsız kaldı. Bunlar ayrı tartışma konuları.

Ama Marx ne bilimsel metotla çalıştı ne de bilim ahlâkının temel kurallarına uydu. Freud gibi o da önce kafasında bir fikir geliştiriyor, sonra onun hakikat olduğuna inanıyor ve ardından onu ispatlamak için veri toplamaya çalışıyordu. Bunu yaparken tezlerini yalanlayan verileri görmezden geliyordu. Hatta bazen onun dediğinin tam tersini söyleyen ifadeleri kesip biçerek onu destekliyormuş gibi kullanıyordu. Bunun sebebi kurucu rasyonalist ve pozitivist olması yanında karakterinin bazı özellikleriydi.

Weber’in hatası

Weber ise tüm akademik çalışmalarında veya uğraştığı her konuda değil Protestan ahlâkı ile modern kapitalizmin doğması ve gelişmesi arasında var olduğunu öne sürdüğü ilişkiye dair çalışmalarında bilimsel metoda ve ahlâka aykırı davrandı. Kapitalizmin doğuşunun temelinde Protestan ahlâkının yattığı sonucuna bilimsel çalışmaları neticesinde varmadı. Bir ABD ziyaretinde kafasında bu fikir belirdi. Sonra bu iddiayı destekleyecek veriler bulmaya çalıştı. Bunu yaparken iddiasını çürüten, yalanlayan olguları görmezden geldi. Meselâ Katolik İtalyan şehir devletlerinin Avrupa’nın Protestan bölgelerinden daha önce gelişmiş olmasını ve bazı Protestan bölgelerinin daha fakir olmasını dikkate almadı, görmezden geldi. Döneme ait bazı istatistikleri sehven veya kasten yanlış okudu. Bugün dünyanın kalkınmış ve kalkınmakta olan yerlerinin haritası ekonomik kalkınma ile dinler arasında zorunlu bir müspet veya menfi ilişki olduğu iddiasını tamamen anlamsız kılmış durumda. Ama aslında bunun izleri Weber iddialı tezini ortaya sürerken de vardı ve o bunları ihmâl etti. Yani tezini geliştirirken bilimsel metoda ve ahlâka sadık kalmadı.

Fikre fikirle cevap verememe

Bu yazının konusu, zevkli olduğu kadar zor ve aynı zamanda uzun ve çetrefil. Akademik yönüne ilâveten bir de özellikle Marx ve Freud açısından özel hayatlar meselesi var. Ama özel hayatlar ve kişilerin öğretileriyle davranışları arasında uyum mu yoksa çelişki mi olduğu bu yazının konusu değil. Son yıllarda tanınmış düşünürlerin, akademisyenlerin özel hayatıyla ilgili eserler çoğaldı. Sanırım özel hayatlara göz atmak onları anlamak bakımından yararlı olabilir. Her hâlükârda Marx, Freud ve Weber gibi veya benim entelektüel atalarım Hume, Smith, Menger ve Hayek gibi tarihte iz bırakmış önemli isimlerin fikirleriyle ve düşünceye, bilime katkılarıyla ilgili anlamlı ve yararlı tartışmalar yapılabilmesi açık fikirli ve tahammüllü olmaya, fikre küfürle değil fikirle cevap vermeye hazır ve muktedir olmaya ve de muhalif fikirler ortaya koyanlara ad hominem argümanlarla saldırmamaya bağlı. Türkiye’de en çok eksik olanlar da bunlar galiba.

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et