Demokrasinin pekiştirilmesi meselesinde darbelerin faillerinin yargı önünde hesap vermesinin önemi sıklıkla vurgulanır. Bu çerçevede, Ergenekon, Balyoz, 12 Eylül davaları ve son olarak da 28 Şubat post-modern darbe sürecinin yargıya intikal etmesi Türkiye’de demokrasinin “kasabadaki tek oyun” haline gelmesi yolunda atılmış çok önemli bir adımdır.
Bir ülkede demokrasinin yerleşmesi için darbecilerin hukuk önünde hesap vermesi kadar önemli bir başka husus ise sivil toplumun demokrasi ve insan hakları davasına sahip çıkmasıdır. Sivil toplum, özgür bireylerin vicdani, ahlaki ve siyasi kabulleri temelinde sahip oldukları barışçıl amaçları diğer bireylerle gönüllü olarak biraraya gelerek oluşturdukları toplumsal birlikler aracılığıyla gerçekleştirdikleri bir alandır. Sivil toplum, bireylerin demokratik değerleri benimseyip içselleştirdikleri, 19. Yüzyıl Fransız düşünürü Alexis De Tocqueville’in tabiriyle, demokratik kurum ve ilkelerle “gönül bağı” (habits of the heart) oluşturdukları bir alandır. Nitekim, ABD’li siyaset bilimci Robert Putnam da demokrasinin yerleşip başarılı olmasındaki etkenler arasında ekonomik gelişme ve kurumsal düzenlemelerden önce güçlü bir sivil toplum geleneğinin varlığını saymaktadır.
Yukarıda da işaret edildiği üzere, sivil toplumun temel özelikleri arasında bireylerin gönüllü olarak başka bireylerle biraraya gelebilmesi yer almaktadır. Bu, bizim örgütlenme, bir araya gelme özgürlüğü dediğimiz şey sayesinde mümkün olmaktadır. Günümüzün önde gelen liberal düşünürlerinden Chandran Kukathas’a göre bu özgürlük esasen özgür bir toplumun da ayırt edici özelliğidir. Ona göre özgür bir toplumda bireyler kendi vicdani kabulleri doğrultusunda diğer bireylerle özgürce biraraya gelebilirler. Kukathas’a göre bu özgürlüğün mantıki bir uzantısı da bireylerin resmi veya gayr-ı resmi üyesi oldukları birliklerden yine özgürce çıkma haklarının olmasıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 33. maddesi dernek kurma hürriyetini, 34. maddesi toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının hukuki alt yapısını oluşturmaktadır. Buna göre, ülkemizde özgür bir toplumun ayırt edici özelliği olan bir araya gelme özgürlüğünün anayasal güvence altına alındığı söylenebilir. Bireylerin barışçıl amaçlarla bir araya gelmesinin önündeki engeller son yıllarda gerçekleştirilen reformlarla (örneğin, Dernekler Yasası reformu) da büyük oranda ortadan kalkmıştır.
Öte yandan, Kukathas’ın zikretmiş olduğu ikinci özgürlük, yani resmi veya gayrı resmi olarak üye olunan bir örgütten/birliktelikten çıkıp başka bir birlikteliğe katılabilme veya hiçbir birlikteliğe dâhil olmama imkânını sunan “çıkış özgürlüğü”nün ülkemizde, en azından, meslek örgütlenmeleri alanında mevcut olmadığını söyleyebiliriz. 1982 Anayasası’nın 135. Maddesi ile ülkemizde meslek kuruluşları yasa ile kurulan “kamu kurumu niteliğindeki” kuruluşlar olup faaliyet gösterdikleri alanda tekel konumundadırlar. Bireylerin mesleklerini icra edebilmek için bu örgütlere üye olmaları zorunlu olup, meslek kuruluşunun uygulamalarını beğenmemeleri halinde üyelikten ayrılıp başka bir meslek örgütüne üye olma imkânı yoktur. Bu çerçevede özgür bir toplumda sivil toplumun önemli bir parçası olan meslek örgütlenmelerinin ülkemizde esasen sivil toplumun ruhuna aykırı bir yapılanma içinde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Tabiplik, mühendislik gibi kimi diplomalı mesleklerde meslek mensuplarının meslek örgütüne zorunlu üyeliğinin gerekli olduğu bu mesleklerin kamu sağlığı ve düzeni açısından sahip oldukları hassas konum ileri sürülerek savunulabilir. Ancak bu argüman tüm meslek mensuplarının aynı meslek örgütüne üye olmasını yani mesleki örgütlenmede tekelleşmeyi zorunlu kılmayı haklılaştırmaz. Zorunlu üyelik ve tekelleşmenin sıkıntıları özellikle meslek örgütlerinin, meslek mensuplarının ve meslekleriyle ilgili alanda kamunun genel yararını savunmanın ötesine geçip güncel siyasete bulaştığında çok daha belirgin hale gelmektedir. Nitekim, bugünlerde yargının önüne gelen 28 Şubat post-modern darbesi sürecinde TOBB ve TESK gibi önde gelen meslek kuruluşlarının demokrasi ve insan haklarının aleyhine olacak biçimde güncel siyasete nasıl da müdahil olduğunu ve darbe sürecinin “sivil” aktörlerini oluşturduklarını net bir şekilde hatırlıyoruz. Benzer biçimde, İstanbul Barosu’nun devam etmekte olan Ergenekon, Balyoz, 12 Eylül ve 28 Şubat davalarında takındığı antidemokratik tavır kamuoyunun malumudur.
Denilebilir ki, meslek kuruluşları sadece mesleğin gereklerini yerine getirip siyasete müdahil olmazlarsa bu sorun çözülebilir. Eğer insanların doğaları gereği “siyasal” olduklarını söyleyen kadim Yunan filozofu Aristoteles haklı ise bu öneri temelsiz kalacaktır. Buna göre, insanlardan müteşekkil hiçbir kurumda siyasetten tamamıyla kaçınmak mümkün değildir. İnsanlar, ahlaki tutumlarını, dünya görüşlerini, siyasete ilişkin fikirlerini ve yönelimlerini meslek kuruluşlarına da yansıtacaklardır. Bu açıdan, meslek kuruluşlarının siyasetten tamamıyla arındırılması talebinin eşyanın doğasına aykırı düştüğü söylenebilir. Bu bağlamda, belki de en makul çözüm, alternatif örgütlenmelerin yolunun açılması olabilir. Böyle bir düzenlemeyle, bireyler, üyesi olmaktan hoşnut olmadıkları meslek kuruluşundan “çıkış hakkı”nı alarak kendi fikirlerine en uygun veya en “tarafsız” olduğunu düşündükleri meslek kuruluşuna üye olabilme fırsatına kavuşacaklardır. Bu aynı zamanda üyelerine en iyi hizmeti teminle daha fazla sayıda üyeyi kazanma doğrultusunda bir müşevvik sağlayarak meslek kuruluşları arasında rekabetin de doğmasına neden olacaktır. Bu çerçevede, Liberal Düşünce Topluluğu’nun yakın geçmişte açıkladığı Türkiye’de Kamu Kurumu Niteliğindeki Meslek Kuruluşları başlıklı rapor ve bu doğrultuda hazırlanan anayasa reformu önerisinde de vurgulandığı gibi, meslek kuruluşlarının üyeliğin zorunlu olduğu ve tekelci örgütlenmeye dayalı kamu kurumu niteliğinden arındırılıp meslek mensupları tarafından serbestçe kurulabilen, üyeliğin zorunlu olmadığı, tekelci olmayan özel hukuk tüzel kişileri haline getirilmeleri ciddi şekilde düşünülmelidir. Bu seçenek, meslek kuruluşlarını gerçekten sivil toplumun bir parçası ve demokrasinin ve özgürlüklerin korunup kollandığı ortamlar haline de getirecektir.
Star, Açık görüş, 21.05.2012