17 Aralık Sürecini Liberal Değerler ile Okumak

Türkiye 17 Aralık 2013 sabahına, siyasete etkisi bakımından, Türkiye tarihinin belki de en büyük polis operasyonu ile uyandı. Sabah haberleri, hali hazırda kabinenin önemli pozisyonlarını işgal eden üç bakanın oğullarının, Halkbankası genel müdürü Süleyman Aslan’ın, Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’in, İran kökenli olup yakın zamanda TC vatandaşlığına geçmiş bir işadamı olan Reza Zerrab’ın ve kamuoyunun yakından tanıdığı işadamı/müteahhit Ali Ağaoğlu’nun diğer pek çok kişinin yanı sıra rüşvet, görevi kötüye kullanma vb. suçlamalarla göz altına alındığını duyuruyordu. Saatler ilerlediğinde oğulları gözaltında olan bakanların Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, İçişleri Bakanı Muammer Güler ve Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar oldukları ve bunun ötesinde Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’ın da hakkında rüşvet alma suçlamalarıyla tezkere hazırlandığı öğrenildi. Zaman geçtikçe operasyonun İstanbul Başsavcı Yardımcısı Zekeriya Öz’ün başında olduğu bir ekip tarafından bir yıldan uzun bir süredir yürütülen bir soruşturmanın sonucunda gerçekleştirildiği ortaya çıktı. Tabii ki, bu operasyon, gerek siyasette gerekse de ekonomide büyük bir deprem etkisi yarattı. Borsa çakılırken dövizin ateşi yükseldi. Operasyon depreminin yarattığı toz duman yatışıp ilk şok atlatıldıktan sonra Hükümet’in hamleleri gelmeye başladı. Hükümet, ilk olarak, gelebilecek artçı veya ikinci, üçüncü büyük operasyonların önünü kesebilmek için adli kolluk yönetmeliğinde değişiklik yaptı. Bu değişiklikle adli kolluk görevleri ile ilgili olarak savcılara, idari kolluk görevleri ile ilgili olarak da mülki idare amirlerine bağlı olarak çalışan Emniyet Genel Müdürlüğü personelinin adli kollukla ilgili olarak savcılardan aldıkları emirleri mülki idare amirlerine iletme zorunluluğu getirildi. Böyle bir değişiklikle Hükümet’in başarmayı istediği iki şey olabilirdi: 1- Savcıların gizli bir şekilde yürüttüğü soruşturmalar hakkında mülki idare amirleri aracılığıyla bilgi sahibi olmak, 2- Mümkün olursa kolluk güçlerinin verilen emirleri yerine getirmesini engellemek.

Esasen, Hükümet’in değişikliğe gittiği bu yönetmelik Avrupa Birliği’ne üyelik gereklerini yerine getirmek üzere yine AK Parti Hükümeti tarafından yapılan reformların bir parçası olarak ortaya çıkmıştı. Bu yönetmelik yürütme erkinin yargı erki üzerinde tahakküm kurmasını engelleyerek bir liberal demokrasinin olmazsa olmazı olan kuvvetler ayrılığı prensibini gerçekleştirme amacına hizmet etmekteydi. Pek tabii ki, yönetmelikte yapılan bu son değişiklik liberal demokrasinin kurumsal düzenlemeleri açısından biri geri adıma karşılık gelmektedir. Bu gelişme üzerine Türkiye’de hâkim ve savcıların atama, yükseltme ve disiplin, sicil işlerinden sorumlu en üst makam olan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK)’ndan yapılan yönetmelik değişikliğinin yargının bağımsızlığına ve hukuk devletinin varlığına büyük bir darbe indirdiği yönünde bir açıklama geldi. Hükümet kanadı HSYK’nın bu açıklamasını “korsan” bir açıklama olarak niteledi ve HSYK’nın yetkisini aştığını beyan etti. Tam da bu arada, yine İstanbul Başsavcılığı bünyesinde ikinci dalga operasyonun başladığı haberleri yayıldı. Ancak bu kez, Hükümet’in yaptığı yönetmelik değişikliği ile emniyet mensupları adli kolluk görevlileri olarak savcılardan aldıkları emirleri idari kolluk görevlisi olarak amirleri olan mülki idare amirlerine ilettiler ve savcıdan aldıkları yakalama, gözaltına alma emirlerine riayet etmediler. Bundan kısa bir süre sonra da Danıştay, yönetmelik değişikliği ile ilgili olarak yapılan yürütmeyi durdurma başvurusunu karara bağlayarak yönetmelik değişikliğinin yürütmesini durdurdu. Ancak, ikinci dalga operasyonun ilerlemesini durdurarak Hükümet yönetmelik değişikliği ile murat ettiği şeyi gerçekleştirmiş oldu. Bu gelişmelerin akabinde Hükümet öncelikle emniyet bürokrasisinde köklü bir “temizlik” operasyonu başlattı. Her ne kadar operasyon sonrası istifa eden Muammer Güler’in yerine gelen İçişleri Bakanlığı yeni bakanı Efkan Ala bunları rutin yer değişiklikleri olarak nitelendirse de binlerce polis amir ve memuru etkin pozisyonlardan alınıp pasif pozisyonlara tayin edildiler. Benzer yer değiştirmeler Milli Eğitim Bakanlığı, TRT Genel Müdürlüğü gibi kurumlarda da cereyan etti. Son olarak, Hükümet 12 Eylül 2010 Referandumu ile yargının bağımsızlık ve tarafsızlığına hizmet edecek şekilde yeniden düzenlenmiş olan HSYK’nın yapısını değiştirmek üzere bir kanun taslağını TBMM’ye getirdi. Bu değişiklikle Adalet Bakanı HSYK içerisinde hegemonik bir konuma getirilmekteydi. Nitekim HSYK’nın Adalet Bakanı’na, Adalet Bakanı’nın da Başbakan’a bağlı olduğu bir yerde yargının yürütmeden bağımsızlığından söz edilmesi mümkün değildir. Bu kanun tasarısı muhalefetin sert tepkisiyle karşılaştı ve kamuoyunda da Hükümet’in yargı erkini kontrolü altına alma çabasında olduğu fikri daha baskın çıktı. Son olarak Avrupa Birliği kurumlarının bu konuda Hükümet’e yaptığı uyarılar da etkili oldu ve Hükümet bu tasarıyı şu an için beklemeye aldı.

Şimdi, kabaca bu şekilde cereyan eden bu olayları iki ana okuma biçiminin doğduğundan bahsedebiliriz. Bunların ilki, savcıların ve hâkimlerin emirleri altındaki adli kolluk görevlileri ile birlikte kendilerine gelen ihbarları değerlendirerek, kim olduklarına bakmaksızın sadece suçun ve suçlunun peşinden gittiklerini söyleyen görüştür. Bu görüşün savunucularına göre, Hükümet’in yukarıda anlatılan tüm hamleleri, yolsuzlukların açığa çıkmasını engellemek, delilleri karartmak, yargıyı yürütmeye bağlayarak adaletin tecelli etmesini engellemek üzere yapmış olduğu icraatlardır. Bu görüştekilere göre, Hükümet, uzun süredir iktidardadır ve devletin ekonomik hayatta yarattığı ve kontrol ettiği rant kaynaklarının cazibesine kendisini kaptırarak büyük bir yolsuzluk batağına batmıştır. Şimdi olan siyasetin arınması sürecidir. Ancak bu süreç Hükümet’in yargıya yönelik gerçekleştirdiği bir “darbe” ile akamete uğratılmaktadır. Bu görüşü dillendirenler arasında, siyasi muhalefet, Hükümet’e muhalif olan basın-yayın organları ve kimi bağımsız liberal ve sol demokrat entelektüeller yer almaktadır.

Süreç hakkındaki diğer ana görüş ise olan bitenin, meşru hükümeti “yolsuzlukla mücadele” kisvesi altında yıpratmak ve hatta mümkün olursa düşürmek amaçlı bir operasyon olduğudur. Bu operasyon esasen hükümeti gayr-ı meşru yollardan alaşağı etmeyi amaçlayan bir “darbe girişimi”dir. Türk siyasi tarihinde gördüğümüz, ordunun yapmış olduğu açık darbelerden çok daha tehlikelidir çünkü bu “darbe”, hukuk devleti, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı gibi demokratik siyasetin temel ilkelerinin arkasına saklanarak ve yolsuzluk davası yürütmek gibi meşru yollar kullanılarak gerçekleştirilmek istenmektedir. Geçmişte yaşanan darbelerde ordu alenen yönetime el koymakta, bunu TRT’den duyurmakta, TBMM’yi feshederek, siyasi partileri ve dernekleri kapatarak demokratik siyasal süreçleri askıya aldığını ilan etmekteydi. Bunun bir istisnası 28 Şubat sürecinde yaşananlar olabilir. O dönemde ordu yönetime eskiden olduğu gibi doğrudan el koymamış, yazılı ve görsel medya ve yargı üzerinden ve MGK, YÖK gibi vesayet kurumlarının devreye sokulmasıyla, dönemin kudretli paşası Çevik Bir’in deyişiyle perde arkasından siyasal sisteme “balans ayarı” yapmıştı. Eski darbelerden farkını ifade etmek için yine Çevik Bir 28 Şubat sürecini “post-modern darbe” olarak nitelemişti. Bugün yaşananların en hafifinden Hükümet’i hedef alan bir operasyon olduğunu söyleyenler, bu düşüncelerini desteklemek için soruşturmaların savcılar tarafından kendi üstlerine bile haber verilmeksizin, UYAP’a zamanında girilmeden yürütülmesi; birbirinden bağımsız üç farklı davanın “ortaya karışık” olarak birlikte servis edilmesi; tam seçim öncesi bir dönemde başlaması nedeniyle “zamanlamasının manidar” olması gibi hususlara dikkat çekmektedir. Peki, Hükümet’i hedef alan bu operasyonun faili kimdir? Bu görüştekilerin ortak cevabı: Paralel yapı. Paralel yapı ile kastedilen Gülen Cemaati’nin devlet içerisinde oluşturduğu örgütlenmedir. Buna göre, Gülen Cemaati yargıda, emniyette, TRT’de, MİT’te, HSYK’da kısacası devletin önemli kurum ve kuruluşlarında kritik noktaları ele geçirmiş olup, bu gücünü devlet politikalarına etki etme hatta onları belirleme doğrultusunda kullanmaktadır. Bir başka deyişle, seçilmiş Hükümet’in yerine kendini koyup temel politika kararlarını almaya kalkışmaktadır. Bu anlamda, Cemaat askerden boşalan yeri doldurarak yeni bir vesayet sistemi kurmaya çalışmaktadır. Bu görüşün savunucuları, bu paralel yapının her türlü psikolojik harekâtı yapmaya açık olduğunu, kişiler hakkında gizli dinlemeler, uydurma delillerle her türlü iftirayı atmaya hazır olduğunu söylemektedir. Bu son eylemi “paralel yapı”nın yapmış olması ihtimalini güçlendiren şey son dönemlerde Hükümet ile Cemaat’in ilişkilerinin gerilmesi ve son olarak da dershanelerin kapatılması girişimi ile restleşme boyutuna varılmış olmasıdır.

Bu ikinci görüşü, yani olan bitenin Hükümet’i hedef alan bir operasyon olduğunu söyleyenlerin ekseriyeti, en azından şimdilik, yolsuzluğun olmadığını ileri sürmemektedir. Bu görüşü savunanların bir kısmı yolsuzluk mevzusunun abartılmaması gerektiğini, yolsuzlukların her dönem olduğunu, geçmişte de Menderes’e, Özal’a karşı, sonradan içi boş olduğu görülen yolsuzluk dosyalarının hazırlandığını söylemektedir. Diğer bir kısmı da yolsuzluğun hafife alınmaması gerektiğini söylemekte ancak yolsuzluğun üzerine nasıl gidileceği hususunda herhangi bir şey söylememektedir. Onlar daha çok denklemin operasyon boyutu üzerinde yoğunlaşmakta ve bunun neden bir darbe olarak okunması gerektiği üzerine enerji sarf etmektedir. Tabii, işin özünde, denklemin darbe yönüne odaklananlar, yolsuzlukla mücadelenin değil operasyonu yapanlarla mücadelenin fikri alt yapısını hazırlamaktadır. Buna göre, “önce yolsuzluklarla mı yoksa hükümete karşı hukuk devletinin araçlarını kullanarak bel altından vuran ‘paralel yapı’ ile mi mücadele edilmeli?” sorusuna bu görüştekiler, önce “paralel yapı ile mücadele edilmelidir” demektedir. Onlara göre, Hükümet’in yukarıda zikrettiğimiz “hukuk dışı” hamleleri meşrudur, çünkü hasım her türlü gayrı meşru yoldan saldıran ilkesiz bir hasımdır. Hükümet, eğer liberal demokrasinin kuvvetler ayrılığı, yargının bağımsızlığı gibi ilkelerine saygılı davranıp, paralel yapının savcılarının kendi aleyhine davalar açmalarına izin verse, kendi eliyle kendi ipini çekmiş olacaktır. Hükümet adil bir yargılamanın olmayacağını bile bile nasıl olup ta kendisini hedef alan davaları kuzu kuzu bekleyebilir? Bu nedenle, hukuka uygun gibi görünen ancak hukukun ruhuna aykırı olan bu darbe girişimine karşı hukuku askıya alarak mücadele etmek mübahtır. Bir kez bu tehlike geçtikten, paralel yapı temizlendikten sonra, olağan hukuku askıya alan demokratik hükümet hukuk devletine yeniden işlerlik kazandıracaktır. Bunun sonrasında da halen açılmış davalar ve ileride açılacak başka davalar, adalete duyulan güven nedeniyle herhangi bir engellemeyle karşılaşmayacaktır. Şimdi bu argümanları savunanlar Hükümet ve ona yakın medya organları ve bazı liberal ve sol demokrat entelektüellerden oluşuyor.

Bu görüşlerden ilkinin gücü, ortada yolsuzluk yapıldığına dair ciddi delillerin olması ve bu soruşturmaların arkasında Cemaat’in olduğunun hukuki olarak kesin/açık olmamasına karşılık Hükümet’in aleni bir şekilde soruşturmaları yavaşlatmaya, engellemeye çalışıyor olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak bu bakış açısının zayıf yanı olayın siyasi arka planını göz ardı ediyor olmasıdır. Evet, Türkiye’de ve dünyada Gülen Cemaati’ne bağlı ve kendilerine Hizmet Hareketi adı veren bir sosyal yapı mevcuttur ve bu sosyal yapının mensupları devlet de dâhil olmak üzere hayatın her alanında rol almaktadır. Hükümet’in almış olduğu dershanelerin kapatılması/dönüştürülmesi gibi kamusal kararlardan bu topluluğun üyelerinin de olumsuz etkilenmesi ve Hükümet’e karşı toplu ve/ya bireysel tepki geliştirmesi söz konusu olmuş olabilir. Bu çerçevede bu operasyonun aynı zamanda Hükümet’i de yıpratmak, ona bir ders vermek amacıyla yapılmış olma ihtimali bir kalemde silinemez.

Öte yandan, bu operasyonun Cemaat tarafından yapıldığını ve amacının da yolsuzlukla mücadele olmayıp Hükümet’e karşı bir komplo, darbe gerçekleştirmek olduğunu ileri süren argümanın zayıf yanı diğer tüm komplo teorileriyle ortaklaşa sahip olduğu yandır: doğruluğunu kesin olarak ispatlamanın imkânsızlığı. Komplo teorisi CIA, Yahudi Lobisi, İsrail ve faiz lobisi gibi uluslar arası ve bölgesel dış aktörleri içine aldığında, Cemaat’in yargıda, emniyette, HSYK’da kritik konumları ele geçirdiği ve istediği kişiyi istediği şekilde mahkum ettirebileceği tezini ileri sürdüğünde daha komplike ve etkileyici bir hal almakta ancak doğrulanabilirliği de güçleşmektedir. Daha makul bir komplo teorisi, Cemaatin her ne kadar tamamen kontrol edemese de yargıda ve emniyette güçlü olduğu ve Hükümet’e ciddi bir zarar vermek için bu gücünü kullanarak davaları açtığını ileri süren görüş olabilir. Bu görüş ilkine göre daha az etkileyici ama daha inandırıcı bir tezdir.

Şimdi, 17 Aralık süreci hakkındaki bu iki farklı bakış açısının bundan sonra ne yapılması gerektiği ile ilgili olarak sunduğu iki yol haritası bulunmakta. Birinci bakış açısı bunun tamamen bir yolsuzluk operasyonu olduğundan hareketle sadece yolsuzlukların üzerine gidilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. İkinci bakış açısı ise “yolsuzluk bahane Hükümet’e vurmak şahane” sloganı altında öncelikle paralel yapının üzerine gidilmesini salık vermektedir. Komplo teorilerinden hangisini kabul ettiğiniz, paralel yapı ile mücadelede yanınıza alacağınız cephaneleri de belirleyecektir. Eğer birinci türden, etkileyici ve komplike bir komplo teorisi sizi ikna etmişse “bataklığı kurutmanın”, “top yekun savaşın”, “kangrenli uzvun kökten kesilmesinin” gerektirdiği ekipmanı yanınıza alırsınız. Bu durumda, kurunun yanında birçok yaşın da yanma ihtimali vardır. Aslında komplonun bir parçası olmayan ama Gülen Cemaati’ne bir şekilde sempati duyan herkes ve bu arada Cemaatle ilişkisi olmayan ama iktidara muhalif olan başkalarının da arada defterinin dürülmesi söz konusu olabilir. Komplo teorisinin büyüklüğü nispetinde liberal demokrasinin hukuk devleti ilkesinin temeli olan suçsuzluk karinesi, suçun ve cezanın şahsiliği gibi prensipler çiğnenir. Yok, eğer daha mütevazı bir komplo teorisi size makul görünüyorsa o zaman mücadelede de daha ılımlı olup sadece sorunlu gördüğünüz alanın üzerine gidebilirsiniz. Teorinizde yanılmanız durumunda masum insanlara vereceğiniz zarar da daha sınırlı olacaktır. Üzülerek belirtmeliyim ki, Hükümet kanadında hâkim olan görüş daha çok bu büyük komplo teorisi gibi görünmektedir.

Evet, gerçekten de bu operasyonlar Hükümet’i siyaseten yıpratmak için yapılmış olabilir. Bu liberal demokratik bakış açısından problemli bir durumdur. Liberal demokratlar, erklerin birbirine hasmane biçimde yaklaşmasını doğru bulmaz. Öte yandan, suçsuzluk karinesine saygılı olmakla beraber, ortada yolsuzluk yapıldığına ilişkin ciddi deliller ve iddianameler dururken, liberal demokratlar yargının bu meselenin üzerine gitmesinin engellenmesini de kabul edemez. Bir liberal demokrasi açısından, Hükümet’in yolsuzlukların üzerine etkin bir şekilde gidilmesini engelleyecek şekilde yargıyı kendi denetimi altına alması yanlışı, eğer doğruysa, Cemaatin yargıdaki ve emniyetteki pozisyonunu Hükümet’i siyaseten yıpratmak üzere kullanmasından daha büyük bir günahtır. Çünkü bu kuvvetler ayrılığı prensibinin efektif olarak sona erdirilmesidir. Yargı tamamen işlevsizleştirilip amiyane tabirle “şamar oğlanı”na dönüştürülmez ise bir gün mutlaka dönüp yargıdaki yetkilerini kötüye kullananlardan hukuk önünde hesap sorulabilir. Ama eğer yargı tamamen yürütmenin kontrolü altına girerse Hükümet’in siyasi yetkilerini kötüye kullanmasının hukuki hesabı nasıl sorulabilir? Eğer Hükümet’e siyasi olarak zarar vermek maksadıyla bu davaları açmışlarsa, savcıların ahlaken yanlış bir eylem içerisinde olduklarını söyleyebiliriz. Ama bu onların hukuken yanlış yaptıkları anlamına gelmez. Burada asıl mesele, delillerin gerçek olup olmadığıdır. Eğer deliller sahte ise o vakit hem ahlaken hem de hukuken yanlış yapıldığı söylenebilir ve bu savcıların hukuk önünde hesap vermesi beklenir. Evet, savcıların görevi yanlışların, suçun ve suçluların üzerine gitmektir. Doğru delillere dayandığı sürece, bir savcının bir suçla ilgili olarak dava açması değil dava açmaması sorunlu bir durum olurdu. Bu çerçevede, eğer geçmişte siyasilerin karıştıkları suçlar olmuş ve savcılar bunlardan haberdar oldukları halde dava açmamışlarsa, bu savcılar hakkında gerekli hukuki işlemler yapılmalıdır.

Bugün Hükümet’in yapması gereken yolsuzlukla ilgili tüm iddiaların üzerine kararlılıkla gitmektir. Savcılara görevden el çektirmek yerine, onlara iddialarını ispatlamak için baskıdan masun bir çalışma ortamı sağlanmalıdır. Nitekim bir hukuk devletinde sanıkların suçsuzluklarını ispatlamaları değil savcıların bu kişilerin suçlu olduklarını ispatlaması esastır. Eğer iddianameleri hazırlayan savcıları görevden alır ve onların yerine yeni savcılar getirirseniz, sanıklar gerçekten suçsuz olsalar bile, yeni savcıların suçlamaları geri çekmeleri halinde veya mahkemenin beraat kararı vermesi halinde sanıklar kamunun vicdanında hiçbir zaman aklanma imkânına sahip olmayacaklardır.

Yolsuzlukların üzerine gitmeyip bunların siyasi birer operasyon olduğu kabulünden hareketle çözümü de siyasette aramak bildiğimiz anlamda hukuk devletinin ve kuvvetler ayrılığı prensibinin sonu olacaktır. Bu kurumların feda edilmesi bireyin ve onun özgürlüğünün de güvencesiz kalacağı anlamına geldiği için liberal perspektiften affedilemez bir günahtır. Hükümet’in öncelikli olarak yolsuzlukla değil bu operasyonu yapanlarla mücadele etmesi gerektiğini ileri sürenler yukarıda bahsettiğimiz komplo teorilerine, özellikle de ilkine dayanıyorlar. Bize “tehdit öylesine büyük ki, şu an yargının bağımsızlığını kabul etmek, hukuk devleti ilkesini savunmak doğru değil. Bu olağanüstü bir dönem ve bu dönem geçtiğinde hukuk devleti demokratik seçimle işbaşına gelmiş Hükümet tarafından restore edilecektir” diyorlar. Bir bakıma bizi “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” istiyorlar.

Evet, eğer komplo teorisini kabul edersek sıtmaya razı olabiliriz. Peki ya komplo teorisi doğru değilse? Ya durum iddia edildiği kadar vahim değilse? O zaman sıtma olduğumuzla kalacağız. Ve işin daha kötüsü bu kronik bir sıtmaya dönüşüp bizi orta ve uzun vadede ölüme de götürebilir. Kamu tercihi teorisyenlerinin söylediği gibi siyasi aktörler (bürokratlar ve seçmenlerin yanı sıra) ellerindeki gücü daima genişletme eğilimindedir. Bu aktörlerin olağanüstü durum argümanlarıyla yetkilerini bir kez genişletmelerine imkân tanındığında, olağanüstü durum ortadan kalktığında bu yetkileri geri almak mümkün olmayabilir. Kaldı ki, en azından 2011’den bu yana demokrasi ve özgürlük karnesinde kırıkları geçer notlarından daha fazla olan AK Parti Hükümeti’nin ele geçirdiği sınırlanmamış gücü insan haklarına zarar vermeksizin kullanacağını ve zamanı geldiğinde kendiliğinden bu güçten feragat edeceğini beklemek kanımca oldukça riskli bir davranış olacaktır.

“Peki “paralel yapı” hakkında ne yapacağız? Onu kendi haline bırakıp devleti ele geçirmesine, siyaset üzerinde vesayet sistemi kurmasına izin mi verelim?” diye soranlar olabilir. Devlet içerisinde böyle bir yapılanmanın olduğuna ilişkin olarak birçok gazeteci yazıp çizdi. Kamuoyunda da böyle bir yapılanma olduğuna dair yaygın bir kanı var. Metropoll Araştırma Şirketi’nin yaptığı bir araştırmaya göre, “Devlet içinde Gülen Cemaati’nin paralel bir yapılanma oluşturduğuna inanıyor musunuz?” sorusuna ankete katılanların %57’si Evet; %23’ü Hayır; %20’si Fikrim Yok cevabını vermiş. Gazetecilerin bu konuda yazması veya kamuoyunda böyle bir kanının olması böyle bir yapılanmanın olduğunu ispat etmez. Ama bizim de liberal demokratlar olarak tetikte olmamız için ciddi uyarılar sunar. Daha önce de ifade ettiğim gibi, toplumda her inançtan her siyasi çizgiden insanlar mevcuttur ve devlet içinde de bu kişilerin görev alması gayet doğaldır. Devlet insan haklarına saygılı tüm inanç ve siyasi görüşler karşısında tarafsızdır. Vatandaşlar sivil toplum içinde tarafsız olmak zorunda değillerdir. Kendileri gibi düşünen ve inananlarla bir araya gelebilir ve onlara karşı daha korumacı, kollayıcı olabilir. Ancak, bir kez devlet içinde çalışmaya karar verdiğinde tüm bireyler hizmet sundukları vatandaşlara karşı tarafsız davranmak durumundadır. Bir devlet görevlisinin kendi inancından, etnik grubundan, cemaatinden olana kayırmacılık; kendinden olmayanlara ayrımcılık yapması kabul edilemez bir şeydir. Bireyler özel hayatlarında eşlerinden, şeyhlerinden, kendi vicdanlarından ve/ya akılarından emir alıyor olabilirler. Ancak, bir kez devletin çalışanı olduklarında insan haklarını koruyan anayasadan emir alırlar. Amirlerinin verdikleri emirleri bu anayasaya uygun olduğu sürece uygulamakla yükümlüdürler. Eğer bir devlet memuru anayasayı bir kenara bırakıp eşinden, şeyhinden veya yasayla gösterilmiş amiri dışında başka birinden emir alarak eylemde bulunuyorsa, tarafsızlığını yitirip devlet memuru vasfını kaybeder. Böyle kişilerin devlet memuriyetine son verilmeli ve haklarında cezai işlem yapılmalıdır. Bu çerçevede, “paralel yapı” ile mücadele kapsamında cemaatle ilişkili olan herkes hakkında toptan bir cezalandırma içerisine girmek hukukla bağdaşmaz. Yapılması gereken, suçun ve cezanın şahsiliği prensibi gereği sadece görevini kötüye kullanan devlet memurlarından delillere dayalı olarak hukuk önünde hesap sormaktır.

Cemaatler sivil toplumda aktif olması gereken sosyal yapılardır. Onlar, insanlara kendi inançlarını tebliğ edebilirler. Onlar eğitimde, hayır işlerinde birbirleriyle kıyasıya rekabet edebilirler. Bu rekabet durumu piyasa ekonomisi yanlısı biz liberalleri memnun eder. Ama cemaatlerin devlette bilinçli bir şekilde kadrolaşmakta, devleti ele geçirmekte rekabet etmesi kabul edilebilir bir şey değildir. Bir cemaat neden devlette kadrolaşmak ister ki? Benim aklıma iki olasılık geliyor: Kendi inancını devletin eğitim, diyanet vb. imkânları ile daha etkin bir şekilde yaymak ve/ya devleti tümden ele geçirip totaliter bir biçimde kendi inancını tüm topluma dayatmak. İkincisi birincisinden daha vahim olan bu iki amaç da gayrı meşrudur.

Biz liberallerin bu türden gelişmeleri engellemek için yapması gerekenlerin başında devleti ele geçirilmesi arzu edilir bir yapı olmaktan çıkartmak gelmektedir. Devleti öylesine basit ve küçük hale getirmeliyiz ki, o hiç kimsenin ele geçirmeyi arzu etmeyeceği bir “yük” olarak görülmeye başlansın. Hani ortaklaşa hayatın yapılmasını zorunlu kıldığı ama çok az kimsenin sorumluluk almaya hevesli olduğu işler vardır ya… Rahatına düşkün birisi için apartman yöneticiliği, yazıp çizmeye hevesli akademisyenler için bölüm başkanlığı, dekanlık vb. idari görevler ne anlam ifade ediyorsa vatandaşlar için de devlet yöneticiliği o anlama gelir hale gelmeli… Nasıl çok az insan çöplerin kapının önüne konmaması, aidatların zamanında toplanması gibi sıkıcı işlerle uğraşmayı arzularsa, çok az vatandaş ta bütün işi asker, polis ve yargı eliyle kamu düzenini korumak ve vergi toplayarak bu işleri finanse etmekle sınırlı bir devleti ele geçirmek ister hale gelmeli. Tabii, bu sadece Türkiye için değil dünyadaki en yerleşmiş liberal demokrasiler için bile uzak bir hayal… Ama gerçekleştirilmesi için çaba sarf etmeye değecek bir hayal.

Bir taraftan devleti kimsenin ele geçirmek istemeyeceği bir “yük” haline getirmek için çaba sarf ederken, bir taraftan da hali hazırda dağıttığı rantlarla pek çok grubun iştahını kabartan devletin yozlaşmasını mümkün mertebe azaltmak için yeni politikalar geliştirmeliyiz. Kanımca, ilk olarak devlet personel rejimini reforme etmeliyiz. Devlete memur alımlarının tamamıyla şeffaf ve kayırmacılıktan uzak bir şekilde liyakat temelinde gerçekleştirilmesini savunmalıyız. Bu doğrultuda yapılması gereken şeylerden birisi işe almada mülakat sisteminin kaldırılması olabilir. Vatandaşların mezhebi, etnik kökeni, cinsiyeti, yaşam biçimi devlete eleman almada asla kriter olmamalı. Devletin kontrolündeki ÖSYM’nin yaptığı Kamu Personeli Seçme Sınavı gibi sınavlarda son yıllarda çıkan skandallar göz önüne alındığında, bu kurumun köklü bir reforma tabi tutulması veya reform etmek mümkün değilse kapatılıp uluslar arası saygınlığı olan bir sınav kurumundan hizmet alınması uygun olacaktır.  

Yine yozlaşma ve yolsuzluğu engellemek için Devlet İhale Kanunu yeniden yazılmalı ve siyasetçi ve bürokratların para harcamalarına sıkı denetim getirilmelidir. Ordu harcamaları da dahil olmak üzere devletin tüm harcamaları üzerinde Sayıştay’ın veya başka bir bağımsız/özerk kurumun kontrolü kesin olmalıdır. Bunlardan daha temel olarak Kamu Tercihi Teorisi’nin bize söylediği gibi devleti sadece siyasal olarak değil ekonomik olarak da sınırlayan bir anayasa hazırlanmalıdır. Sadece anayasa değişikliklerinde değil devlette yozlaşmanın önüne geçmek üzere hazırlanan tüm bu yasal düzenlemelerde değişiklik yapılması için Meclis’te nitelikli çoğunluk aranmalıdır.

Evet, 17 Aralık Süreci’ni liberal demokratik ilkeler ışığında değerlendirmeye çalıştım. Bu değerlendirmede liberal demokrasinin üzerinde yükseldiği ilkelerden taviz vermememiz gerektiğini vurguladım. Biz liberaller, bireyin özgürlüğü üzerine titreriz. Liberal demokrasi, hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı prensibi, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı gibi kurum ve ilkeler hep bu özgürlüğü korumaya hizmet ettikleri için değerlidir. Biz nasıl ifade özgürlüğünün, din ve vicdan özgürlüğünün üzerine getirilmek istenen kısıtlamalara bireyi koruyabilmek için tüm gücümüzle karşı koyuyorsak, hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı ve anayasal demokrasi gibi ilkelerin de zedelenmesine aynı şekilde karşı çıkmalıyız. Bu ilkelerden bir kez taviz verirsek onları bir daha geri alabilmemiz mümkün olmayabilir.

Bu noktada ifade etmeliyim ki, Türkiye’de hali hazırda liberal demokrasinin tüm kurum ve kuralları ile yerleştiği, kusursuz işleyen bir hukuk devletine sahip olduğumuz ve şimdi bizim onları feda etme tehlikesi ile karşı karşıya olduğumuzu ileri sürmüyorum. Ben burada olması gerekenden, ilkeden hareketle bir pozisyonu savunuyorum. Bir bakıma, böyle yaparsak, hukuk devleti idealine daha uygun davranmış, ona yaklaşmış oluruz diyorum. Türkiye’de zaten hukuk devleti yoktur dolayısıyla Hükümet’in yaptıkları da hukuk devletinin ihlali değildir demek, olandan kalkarak olması gereken hakkında fikir beyan etmeye karşılık gelebilir. Eğer bu argümantasyonu benimsersek yarın hiçbir konuda liberal ilkelerden hareketle ülkemizde olup biteni değerlendiremez, eleştiremez duruma düşebiliriz.

Bu yazıyı okuyan kimi liberal dostlarım benim ilkelerden hareket ettiğim ama maddi bilgi eksiğimden dolayı yanlış sonuçlara vardığımı düşünebilir. Kısacası, onların gözünde ben “naif” bir liberal olabilirim. Evet, belki gerçekten yanılıyorum. Belki gerçekten komplo teorisi doğru ve ben sıtmayı reddederek ölüme yürüyorum. Vicdanım bana liberal ilkelere sadık kalmamı söylüyor. Ben liberal ilkelere sadık kalmamızın özgürlüğün en sağlam garantisi olduğunu düşünüyorum. Ama sahip oldukları maddi bilgilerle ortada olağanüstü bir durumun olduğundan emin olan ve bu nedenle liberal ilkelerin geçici olarak da olsa askıya alınması gerektiğini söyleyenler yanılıyorsa onlar liberal ilkeleri feda etmiş olacaklar.

Pierre Bayle (2005: 233-36)’in aktardığı tarihi bir olay içine düştüğümüz durumu anlamamıza yardımcı olabilir. Fransa’da bir kadının kocası savaşa gider. Kocaya çok benzeyen bir adam cephede kadının kocasıyla tanışır ve onun özel hayatına ilişkin pek çok şey öğrenir. Savaşta koca ölür ve kocaya çok benzeyen adam kocanın yerine geçerek köye döner ve kadına gerçek kocasıymış gibi davranır. Kadın, kocası sandığı kişiyle birlikte olur. Pierre Bayle sorar, “bu kadın gerçekte kocası olmayan bir adamla birlikte olarak günahkâr mı olmuştur?” Bayle’in cevabı “hayır”dır. Kadın, kocası ile birlikte olabileceği/olması gerektiğini söyleyen vicdanının sesini dinlemiş ve kocası sandığı kişi ile olmuştur. Eğer kadın, vicdanı ona kocası ile birlikte olması gerektiğini söylediği ve o kişinin kocası olduğunu düşündüğü halde birlikte olmasaydı veya o kişinin kocası olmadığını farketseydi ve “kocan olmayan bir kişi ile birlikte olmamalısın” diyen vicdanına aykırı davranıp birlikte olsaydı günahkâr olurdu.

Kim bilir, belki ben ve benim gibi düşünenler vicdanının sesini dinleyerek hata yapan kadının durumundayızdır. Ancak, ben ileride, “o gün sahip olduğum bilgiler ışığında vicdanımın sesini dinleyerek temel liberal ilkeleri savundum” diyebilirim. Başka arkadaşlarımız da sahip oldukları bilgiler ışığında vicdanlarının sesini dinlediklerinde liberal ilkelerin uygulanmaması gerektiğini düşünüyor olabilir. Bu çerçevede ileride hangi taraf haksız çıkarsa çıksın, ki bu kesin olarak hiçbir zaman bilinemeyebilir, hiç kimse vicdanının sesini dinlediği için utanılacak bir şey yapmamış olacaktır diye düşünüyorum.

 


İhsan Dağı, “Peki, Vatandaş Ne Diyor?”, http://www.zaman.com.tr, Erişim Tarihi, 31.1.2014

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et