İstanbul ve Constantinapole

Ben küçükken Manisa’da bir ‘Yunan evinde’ oturuyorduk. Demir kepenkleri, demir kapısı, yüksek tavanıyla, etrafındakilerden farklıydı evimiz. O bir ‘Yunan eviydi’. Daha sonra yazları gittiğimiz Çeşme’de, turist olarak gelip bazı evlerin duvarlarına sarılan Yunanlı kadınları hatırlıyorum. Annem de ağlayan o kadınları görüp ağlardı. Çok uzun yıllar boyunca o gözyaşlarının anlamını bir türlü kavrayamamıştım.

Evleri, sokakları, kiliseleri, çeşmeleri ve bilumum diğer ‘kalıntılarıyla’, gayrimüslimler, kendileri tamamen buharlaşıp uçmuş olsalar da, bir türlü kovamadığımız uğursuz hayaletler gibi, hayatımızın bir parçası olmaya devam ettiler her zaman. Tek kelime olsun onlardan bahsetmeyen tarih kitaplarımıza, özenle her yerden silinen isimlerine rağmen küçük ‘hatırlatıcılar’ bırakmışlardı sanki ülkenin dört bir yanına.

Aradan uzun yıllar geçip, ülke meselelerine kafa yormaya başlayınca, meselenin benim bir çocuk olarak sezebildiğimden çok daha büyük, muazzam bir ‘sosyal deprem’ olduğunu anladım. Eğer bugün 1915’ten önceki nüfus yüzdelerini koruyor olsaydık, Türkiye’de 18 milyon gayrimüslim yaşıyor olacaktı. Çoğunluğu Rum, Ermeni ve Yahudilerden oluşmak üzere 18 milyon gayrimüslimin Türkiye’de yaşadığını gözünüzün önünde canlandırmaya çalışın. Nasıl bir ülke olurduk?

Çok daha güvenli olurduk kendimize herhalde. Tıpkı Mebusan Meclisi’nde olduğu gibi gayrimüslim vekillerimiz olurdu, Kürt sorunu falan olmazdı. Biz böyle hafızasını kaybetmiş bir toplum olmazdık.
Mesela Türkiye-Yunanistan maçında ‘1453’ten beri İstanbul’ diye bir pankart açmazdık. Bu olayı bana nakleden dostum Bekir Berat Özipek, “Aslında bu pankartla ‘Bu şehrin bize ait olduğunu hissetmiyoruz. Bu şehir sizin ama biz onu ele geçirdik, işgal ettik’ demek istiyorlar Yunanlı taraftarlara” demişti. Bizans kalıntılarını bir türlü gün yüzüne çıkarmayan, İstanbul sokaklarında sergilemeyen ‘ruh halini’ bundan daha güzel açıklayacak bir cümle düşünemiyorum.

Gayrimüslimleri kovmasaydık veya bugüne kadar tarihimizin bu karanlık sayfalarıyla içtenlikle ve dürüstlükle karşılaşabilseydik eğer, ‘İstanbul’ tabelasının altına ‘Constantinople’ yazmaktan beis duymazdık herhalde. Ayasofya’yı Hıristiyanların ve Müslümanların ibadet ettikleri bir kilise/cami olarak açabilecek yaratıcı cesareti bulabilirdik kendimizde. İstanbul’un Ermeni mimarlarını şükranla yâd ederdik. Mimar Sinan’ı, Armen Sinanyan olarak da anarak, büyük ustanın önünde, onun gerçek kimliğine saygı duyarak eğilir; ırkları, dinleri birbirine karıştırmış bu kavimler kubbesinin altında vecd içinde tefekkür ederdik.

Bu kadar kompleksli olmasaydık eğer, Fatih’in atına kadar geçirdiği Rum Patriği’nin bugünkü selefinin Ekümenik olup olmadığını tartışmaz, Hıristiyanlığın ikinci büyük mezhebinin dini kurum ve liderinin ülkemizde bulunmasından büyük bir gurur duyardık.

Kendimize gerçekten güvenseydik eğer, tarihimizdeki hiçbir şeyi inkâr etmez, bu ülkenin Müslümanlığıyla da Hıristiyanlığıyla da gurur duyardık. Geçmişini inkâr edip, sadece fiziksel güzellikleriyle sevmeye kalkmazdık İstanbul’u. Kaba bir erkeğin, sofistike bir kadının sadece güzel vücudunu sevmesi gibi olmazdı sevgimiz.

Dürüst olsaydık, kendimize, geçmişimize ilişkin sahici bir bilgiye sahip olsaydık, dürüstlük ve farkındalığın bileyeceği zekâlarımız, herkese hak ettiği yeri vermemize neden olurdu. Mesela, medeni bir ülkede hiçbir şekilde yer bulamayacak olan Yılmaz Özdil, ırkçı ve şövenist yazıları nedeniyle ‘Türk filozofu’ muamelesi görmezdi.

Dün tesadüfen zat-ı muhteremin ‘Benim neslim’ başlıklı yazısını Facebook’ta okuyunca bütün bu düşünceler hızla geçti kafamdan. Masum bebeklerden Özdil’ler yaratan, onları star yapan ülkemin sürekli yanlış ölçen terazisinin, gayrimüslimler kovulduğu gün bozulduğunu düşünüyorum ben. ‘Two size’ları, ‘adaletin tokmağı’, ‘tükürerek gönderme’ gibi şiddete methiyeleriyle tanıdığımız Özdil, yine bu ülkenin yüz akı insanlarına “Neslimin liboşları ‘Atalarımız soykırım yaptı, özür diliyoruz’ diye imza kampanyaları açtılar” diyerek saydırmış. Kalleş bir cinayetin ardından ‘Hepimiz Ermeniyiz’ diye yürüyen vicdanlı insanlara saldırmış. Kendi çapında haklı. Bu ülke vicdanına tam olarak kavuştuğu gün, onun pazarladığı bayağı milliyetçiliğin alıcısı kalmayacak. Sofistike bir kadını sever gibi sevdiğimiz gün bu ülkeyi, ne ‘1453’ten beri İstanbul’ pankartı asılacak ne de Özdil’ler star olacak!

Radikal, 05.08.2011

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et