Ülkemizde son yıllarda Genetiği Değiştirilmiş Organizma(GDO) ’larla ilgili birçok yönetmelik yürürlüğe girdi. Söz konusu yönetmeliklerden sonra GDO ile ilgili medyada pek çok şey yazıldı çizildi. Elbette yönetmeliklere ilişkin söylenecek çok şey var ancak Türkiye’de GDO’lar ile ilgili algı oldukça sorunlu olduğu için yönetmelikler ile ilgili eleştirileri daha sonraya bırakıp ülkemizde çok güçlü bir damara dayanan GDO düşmanlığı üzerine birkaç noktayı vurgulamakta yarar görüyorum.
Dünyada güçlü bir şekilde sesi duyulan GDO karşıtlığı üç temel noktadan beslenmektedir. Birincisi, yanlışlığında ısrar edilen bir tanımlama konusudur. GDO’ların ne ifade ettiği anlatılırken söz konusu değişikliklerin “doğasında olmayan” bir şekilde yapıldığı sıklıkla dile getirilmektedir. Günümüzde tükettiğimiz ürünlerin “doğasıyla oynanmamış” olduğu şeklinde son derece yanlış bir anlam veren, “eğitim aptallaştırır” sözüne rahmet okutacak bir cahil cesaretiyle yazılan bu yazıların bilimsel açıdan hiçbir anlamı olmadığı gibi söz konusu yazılarda aşağıda değineceğim gibi çok önemli tutarsızlıklara imza atılmaktadır.
Bugün tükettiğimiz mısırın aslında 1200 yıl önce Amerika’daki Kızılderililer tarafından dikkatle seçilmiş yabani otların çapraz döllenmesiyle yani “doğasının değiştirilmesiyle” melezleştirildiğinden ya da M.Ö. 8000’li yıllarda “Bereketli Hilal” adı verilen coğrafyada yaşayan insanların, buğday türlerini genetik çaprazlamalar ile evcil hale getirip verimi ve böylelikle yiyecek depolarını büyük ölçüde arttırarak yerleşik yaşama geçtiklerinden bihaber “doğallık” algılamasının ve bunların üzerinden şekillenen GDO karşıtı kampanyanın ciddiye alınacak bir tarafı yoktur.
Bununla birlikte gerçek şu ki, insanlar, binlerce yıldır yaşamlarını konforme edebilmek adına sürekli bir arayış içinde olmuştur. GDO araştırmaları da dahil olmak üzere insanlar, gerçekleştirdiği tüm eylemlerde her zaman yapmış olduğu şeyi yapmakta, artan nüfusa yiyecek sağlamak ve insanların ihtiyaçlarını karşılamak için daha fazla tarım alanı yaratmaya çalışmakta bunu gerçekleştiremiyorsa da birim alandan alınan verimi yükseltmek için araştırmalar yapmaktadır. Yani, dünyayı ve çevreyi –uzun bir süredir yaptığı gibi- isteklerine ve ihtiyaçlarına daha uygun hale getirmek için dönüştürmektedir. Ancak binlerce yıl önce kullanılan tekniklerin günümüzde kullanılan modern gen aktarım yöntemlerine göre daha az tahmin edilebilir, daha fazla zaman alan ve etkisi daha uzun bir süreçte gerçekleşen yöntemler olması nedeniyle ürün çeşitliliği ve verimi konusundaki gelişmeler çok uzun bir zaman almaktaydı. Günümüzde ise teknolojinin gelişmesiyle birlikte çok kısa bir zaman sürecinde yüz binlerce çaprazlamalar yapılmakta ve bunların sonuçları yine çok kısa bir süre içinde alınmaktadır. Bu nedenle bu sektörde hemen hemen her gün yeni bir gelişme yaşanmakta; insanlık daha az maliyet daha az zaman ve daha hızlı bir süreç içinde daha önce tatmadığı ve görmediği yeniliklerle tanışmaktadır. GDO alanındaki baş döndürücü gelişmelerin temel noktası burasıdır.
GDO karşıtı propagandanın suiistimal ettiği ikinci nokta gıda sağlığı ve güvenliği konusudur. Altını çize çize söyleyebiliriz ki GDO’lu ürünlerin insan sağlığına zararlı olduğuna dair kanıtlanmış bir bilimsel çalışma yoktur. Avrupa Birliği fonları tarafından finanse edilen GDO test laboratuarlarının 5 yıldır sürdürdükleri ısrarlı çabalarına ve yüz binlere ulaşan test sayılarına rağmen GDO’lar ile ilgili insan sağlığına ilişkin en ufak bir tehdide rastlanmamıştır. Araştırma bulguları, medyadan da takip edeceğimiz üzere “GDO ile beslenen farenin 3 kuşak sonraki üyesinin yüzünde sivilce çıktı” veya “GDO(Gözü Dönmüş Organizma) içeren ürünler yiyen tavşanın 5 kuşak sonrasındaki üyesinin kakasını yapamadığı görüldü” şeklinde ciddiye alınmayacak bir içeriği ihtiva etmektedir.
Bununla birlikte sıradan bir çiftçi, hangi maddeleri kullandığını bilemediğimiz şekilde ürettiği domateslerini herhangi bir teste tabi tutmadan pazarlara sunabiliyorken bugün GDO’lar yüzlerce test aşamasından geçmekte ve serbest ticaretleri müthiş bir şekilde engellenmektedir. Bunun amacı GDO’lara uygulanacak testleri arttırarak ve dolaşımlarını tarifelerle engelleyerek GDO’ların maliyetini yükseltmek ve bu sektörün gelişmesini engellemektir. Bu durum günümüzde genetik çalışmalar ve bunların sonuçlarının yayılmasına karşı maddi boyutu yüksek olan önemli direnç mekanizmalarıyla ilişkili olup Avrupa Birliği bürokrasisi bu yerleşik direnç kurumlarının başında gelmektedir. Sanılanın aksine AB’nin GDO’lara ilişkin kaygısı halk sağlığı ile ilgili değildir.
Ekseriyeti gelişmiş ülkelerden oluşan Avrupa Birliği’nde her yıl çiftçilere milyarlarca euroluk teşvikler ödenmektedir. AB’nin hedefi, GDO’lu ürünlerin piyasaya girişi engellenerek daha fazla teşvik almalarına gerek kalmayan çiftçilerin korumacılık sayesinde daha yüksek gelir elde etmesidir. Ayrıca yaptıkları yatırımlar nedeniyle GDO sektöründe Amerikan, Brezilya ve Hint şirketlerinin Avrupalı şirketlere göre önemli bir üstünlük sağlamış olması Avrupalı şirketlerin kendi hükümetlerine korumacılık yönünde baskı yapmalarına neden olmakta bu durum da Avrupa Birliği’nde güçlü bir şekilde var olan GDO karşıtlığının bir diğer kaynağını ortaya koymaktadır.
GDO düşmanlarının son ve en güçlü iddiası çevrecilik konusudur. Tarihin en önemli çarpıtmalarından biri olan ve önemli bir kesimce dile getirilen durum GDO karşıtlığının bir çevreci faaliyet olarak sunulmasıdır. En hafif tabir ile “akılsızlık” olarak niteleyebileceğimiz entelektüel birikimden yoksun olduğu gibi bilimsel gerçeklik ile de örtüşmeyen bu yaklaşımların hegemonyasına bir an önce dikkat çekilmesi ve artık bir tabu halini alan çevrecilik meselesinin tartışılması gerekmektedir.
“Çevrecilik” adı altında şekillenen “Gelecek nesillerin korunması” ve “öngörülemeyen tehlikeler“ nedeniyle yasaklama zihniyeti oldukça sorunlu bir içerik ihtiva etmekle kalmayıp bu söylem yüzyıllar boyunca teknoloji karşıtlığı savunusu için kullanılmıştır. Tarihin her döneminde icat ve gelişmelere karşı insanoğlunun büyük kısmı ihtiyatlı yaklaşmış uzun bir süre teknolojik gelişmelere destek vermemiş ancak küçük bir azınlık bu gelişmeleri yakından takip etmiştir. Bugün içinde yaşadığımız modern dünyanın bütün nimetleri o küçük azınlığın faaliyetleri sayesinde var olmuştur.
Çevrecilerden sıklıkla işittiğimiz dünyadaki gıda azlığının üretimdeki sorunlardan değil de kaynakların adil dağıtılmadığından ötürü oluştuğunu savunan popüler görüş, esasında otoriter bir anlayışın tezahürüdür. Şöyle ki, Çin ve Hindistan gibi çok nüfuslu ülkelerin büyüme performanslarını sürdürmeleri halinde 2040 yılına doğru gelişmiş ülkeler kategorisine gireceği açıktır. Bu durumda günümüzde yoksul sayılabilecek söz konusu ülkelerin nüfusları artmasa dahi zenginleşme ile birlikte gıda tüketimleri inanılmaz bir boyuta ulaşacaktır. GDO karşıtlığı üzerinden sürdürülen teknoloji düşmanlığı nedeniyle gelişemeyen mevcut teknolojilerin böylesi devasa bir nüfusun ihtiyaçlarını karşılaması imkansızdır. Bu durumda insanların önünde tek seçenek olacaktır. Tüm dünyada bir hükümmüş gibi addedilen ve popüler olan her şeyde olduğu gibi sorgusuzca kabul edilen sözüm ona “adil dağıtım” konusu masaya yatırılacak, Sovyetler Birliği’ndeki müthiş bir trajediye yol açan uygulamalarda olduğu gibi dünyadaki tüm insanlara merkezi otoritelerce belirlenen günlük ihtiyaç listeleri oluşturulacaktır. Bu nedenle büyük oranda romantik bir hissiyatla sürdürülen ve GDO sektörüyle somutlaşan teknoloji karşıtlığının insanlığı yeniden savaş ve gözyaşı ile karşı karşıya bırakması muhtemeldir.
Konunun bir diğer yansıması sosyolojik alanda olacaktır. Temel besin maddelerinde yaşanacak bir kıtlıktan ilk önce etkilenecek kesim yoksullardır. Bu nedenle çevrecilik adı altında yapılan teknoloji karşıtlığının amiyane tabirle “tuzu kuru” kesimlerce desteklenmesi tesadüf değildir. Olası krizlerin etkilerini fakirler şiddetli bir biçimde yaşayacak, günah keçisi her zamanki gibi kapitalizm olacaktır.
İnsanoğlu rasyonel bir birey olmakla beraber zaman zaman duygusal tepkiler verebilen bir varlıktır. Bu nedenle zor duruma düşmediği sürece empati duygusunu geliştirmekten yoksundur. Bu yüzden günümüzde özellikle AB ülkeleri tarafından uygulanan ve Türkiye gibi bazı gelişmekte olan ülkelerin anlamsızca desteklediği “çevrecilik” adı altındaki serbest ticaretin önüne set çeken tarım politikalarının sürdürülemezliğinin farkına varılabilmesi, maalesef 1973’teki petrol krizine benzer bir gıda krizinin gerçekleşmesiyle mümkün olacaktır. Bugünkü petrol endüstrisine alternatif teknolojilerin gelişmesini sağlayan 73’teki petrol krizi gibi 2020 yılına kadar gerçekleşecek bir gıda krizi ile birlikte gıda fiyatları akıl almaz boyutlara ulaşacak ve oldukça pahalı bir teknoloji ve önemli bir sermaye birikimi talep eden GDO sektörünün altın çağı işte o zaman başlayacaktır. Günümüzde GDO’lardaki gelişmeleri 1.dalga olarak tanımlarsak söz konusu gıda krizinin ardından oluşacak 2.dalgada artık besinlerin sadece kalitesinde değil tatlarında da çok önemli gelişmeler yaşanacaktır. İnsanoğlu, çeşitli semavi dinlerin kutsal metinlerinde geçen cennete özgü tatları bu dünyada tadacaktır.
Son olarak belirtmek gerekirse bir yaşam tarzı olarak GDO karşıtı olmak bir tercihtir. Pek tabi marketlerde satılan domatesleri üreten çiftçinin, böcek ilaçlarını hangi dozda ve ne sıklıkla kullandığını bilemeyeceğimiz ürünleri alınmaya devam edilebilir. Ancak insanoğlunun binlerce yıldır devam eden hayatı ve insanlık medeniyetini sürdürme konusundaki gelişmelerinin önünü temeli olmayan bir takım slogan ve propagandalarla engellemek dahası bunu bir hakmış gibi savunmaya kalkmak kelimenin tam anlamıyla bir aymazlığı ifade etmektedir.
30.12.2010