İnsanlar hayatları boyunca çeşitli defalar sıkıntılara, hastalıklara, kazalara veya istenmeyen diğer başka türden durumlara düçar olabilmektedirler. Sanırım doğumundan vefatına kadar hiçbir menfi durum yaşamamış insan yok gibidir. Bazen hayatımıza azami özen göstersek bile “kaderin bir cilvesi”, “imtihanın bir parçası” ya da insanlık mertebesini yükseltecek, günahları temizleyecek “bir fırsat” olarak bu türden olumsuzluklarla karşılaşabilmekteyiz. Peki böylesi durum ya da durumlarda ne yapmalıyız?
Bir zaman bir yerde okumuştum. Biri diğerinden soruyordu: “boksörler ne zaman yenilirler? Düştüklerinde mi, kalkamadıklarında mı?” Cevabı her birimizin doğru verdiğini düşünüyorum. “Boksörler kalkamadıklarında yenilirler.” Bu örnekliği tüm hayatımıza teşmil edebiliriz. Hastalık, kaza, bela ve diğer tüm sıkıntılar bizi sarsabilir, doğrudur. Üzülebiliriz bu da insan olmamızın gereği. Fakat bunlara teslimiyet midir doğru yol? Yoksa üstesinden gelmek için çabalamak ve inandığımız yoldan sapmamak mıdır asıl yapılması gereken? Alman yapımı Dark Dizisinin bir sahnesinde harika bir söz geçmişti. Bunu hemen not etmem gerektiğimi düşündüm ve öyle de yaptım. Bu söz öyle güzel bir hakikati ifade ediyordu ki ve bende çağrıştırdığı itminân ve sükûnet o kadar fazlaydı ki kelimelerle ifade edebileceğimi çok zannetmiyorum. Bu söz şöyleydi “Allah’ım değiştiremeyeceklerim için sabır, değiştirebileceklerim için cesaret; bu ikisi arasındaki farkı anlamak için de akıl ver.”
Yaratıcısına nispeten deryada katre olan insanoğlunun şüphesiz yapabilecekleri de oldukça sınırlıdır. Dünyada hiçbir şeyin bizim olmadığı, bizim olanın sadece herhangi bir konuda verdiğimiz “emek” olduğu gerçeği gün gibi önümüzde durmaktadır. Bu bir tür özgürlükten yoksunluk anlamına mı gelir? Hayır. “İnsanın özgürlüğü; istediği her şeyi yapabilmesinde değil, istemediği hiçbir şeyi yapmak zorunda olmamasındadır” der Rousseau. Tüm kararlar, gidilecek tüm yollar insanoğlu tarafından iradi olarak yapılan eylemlerdir. O halde bu yolculukta acılar da hüzünler de bizim içindir. Tıpkı sevgi, mutluluk ve eğlenmenin bizim için olduğu gibi.
Her yolun kolay aşamaları olduğu gibi geçilmesi, yürünmesi, yol alınması çok daha zorlu kısımları da vardır. Hayatımızı saran ya da en azından bir kısmına nüfuz eden ve bizi endişeye, hüzne, kedere ve tükenmişliğe itecek musibetler yolun işte bu zorlu etaplarını oluşturmaktadır. Özün yeşermesi için gözün yaşarması gerek derler. İnsanın kâmil manada “insan” olabilmesi yolun tüm etaplarını başarıyla geçmesine bağlıdır.
Bize düşen gayret etmek. İbn Arabi bu yüzden “Kader gayrete aşıktır…Çektiğin zahmet gün gelir rahmete dönüşür, sabret” demez mi? Ya da garbî bir ifadeyle Hegel’in dediği gibi “Her ruh kendi acısının taşıyıcısı olarak bizatihi sanatkârdır.” Yani iyi bir sanatkâr olan bu ruha sahip insanlar, çektikleri acı ya da hüzünlere katlanabilme ve onları aşabilme hünerini de içlerinde taşımaktadırlar.
Son söz
“…Ve zamanı geldiğinde, Rabbin sana kalbindekini verecek, seni hoşnut kılacak.” (Duhâ Suresi/ 5)