3. Cumhuriyet mi?

Cumhuriyet nedir? Siyasal iktidarın bir hanedana ait olmadığı, halk tarafından eşit vatandaşlık temelinde sahiplenildiği ve kullanıldığı bir rejim. Bu popüler tanımın ilk kısmı, yani siyasal iktidarın bir hanedanın elinde bulunmaması noktası, gayet açık. Ancak, ikinci kısmı için aynı şeyi söyleyemeyiz. Halk siyasî iktidara nasıl sahip olacak ve onu nasıl kullanacak? Bununla ilgili kurallar ve prosedürler belirlenmiş ve yerleşmiş mi? İkinci soruya evet cevabı bizi demokrasiye götürür. Hayır cevabı ise kendine cumhuriyet adını veren diktatörlüklere. Bir örnek verelim: Mısır”da Kral Faruk”a darbe yapan Nasır devlet başkanı oldu ve cumhuriyet ilân etti. Mısır bununla cumhuriyet oldu mu? Nasır”dan sonra iktidarı Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek aldı. Bu iktidar devirlerinin hiçbirinde halkın bir rolü yoktu. Bu durumda Mısır”a cumhuriyet demek uygun muydu? Ya şimdi, Sisi Mısır”ı bir cumhuriyet midir?

Benzer sualler Türkiye Cumhuriyeti için de sorulabilir. 1923”te bu topraklarda cumhuriyet mi kuruldu? Eğer öyleyse, özellikle 1925-1950 arasında siyasî iktidarın belirlenmesinde ve kullanılmasında halka nasıl bir rol verildi, tanındı? Yoksa iktidar elitleri halk tarafından seçilmek yerine kendi kendilerini atayıp insanlara halkın velinimeti olukları fikrini mi enjekte ettiler? Bu sorgulamayı yapınca anlaşılıyor ki, 1923”te demokrasiyle aynı anlamda veya iç içe geçmiş şekilde cumhuriyet kurulmadı, bir tek parti diktatörlüğüne giden yola girildi.

Neyse, bu tartışmayı bir yana bırakıp 1923”te gerçekten bir cumhuriyetin kurulduğunu kabul edelim. Kurulan, hiç şüphe yok ki, bir demokratik cumhuriyet değildi. Sonraki 90 yılda önemli vakalar yaşandı ve bunlarla rejimin niteliklerinde önemli değişiklikler meydana geldi. Başlangıç 14 Mayıs 1950”de oldu. 14 Mayıs seçimleriyle Türkiye tek parti diktatörlüğünü en azından şeklen yıktı. (Bu yüzden Liberal Düşünce topluluğu her 14 Mayıs”ı Özgürlük Bayramı olarak kutluyor). Muhteva olarak da diktatörlüğü adım adım tasfiye edecek bir sürece girdi. Dolayısıyla 14 Mayıs 1950”yi 2. Cumhuriyet”in başlangıç tarihi olarak kabul etmek anlamlı ve mümkün.

Türkiye 1950”de ve sonrasında güçlü ve istikrarlı bir demokrasiye kavuşamadı. Eski rejimin ”zinde güçleri” yeni rejimle ve yeni iktidar sahipleriyle hem açık hem örtülü yanları bulunan bir savaş başlattı.1960 ve 1980 darbeleri bu savaşın zirve noktalarıydı. Her darbeyi derin devlet tarafından yapılan bir anayasa izledi. Yeni anaysalar eski rejimin kalelerini tahkim etti. Yani cumhuriyetin anti-demokratik kısmını besledi. Demokratik siyaset alanını devlete ait siyaset alanı lehine daralttı. Egemenliği seçilmiş meclis ve onun içinden çıkan demokratik iktidar ile atanmış ve kendi kendisini yeniden üreten bürokratik-politik iktidar alanı arasında paylaştırdı.

Bu tasarımın amacı, demokratik bir ülke süsü verilmiş Türkiye”yi tek parti rejimi gibi çalıştırmaktı. Seçilmiş politikacı ona ait sınırlı bir iktidar alanı bulunduğunu ama asıl iktidarın cumhuriyet bürokrasisine ait olduğunu bilecekti. Sınırlarını aştığı zaman ise terbiye edilecekti. Askerî bürokrasinin merkezinde bulunduğu bu yarı açık yarı gizli siyasal tasarımda büyük sermaye, medya ve üniversiteler devlet iktidarının sacayakları olacaktı.

Bu tasarım iyi kötü işledi. Ama demokratik iktidara sahip politikacılar zaman zaman sınırları zorladı. Bu doğrultuda ciddi bir atak 1980”lerde Turgut Özal”dan geldi. Özal devleti biz vatandaşların başının üstünden ayaklarının dibine indirmeye çalıştı ve kısmen başarılı oldu. Bu yüzden, bürokratik iktidar odakları tarafından hiç sevilmedi. İronik biçimde, diktatörlüklerin en kötüsünün hatıralarına ve kurumlarına sahip çıkanlarca, diktatoryal eğilimlere sahip olmakla, tek adam olmak istemekle suçlandı. Dünyanın en zengin başbakanı-devlet başkanı olduğu, ailesinin gayri meşru yollarla büyük servet yaptığı iddia edildi.

Günlük çekişmelerin göz boyamasından uzak durarak baktığımızda görüyoruz ki, bürokratik vesayetçi yönetime bir diğer büyük meydan okuma Ak Parti iktidarında ortaya çıktı. AK Parti siyasî sistemi demokratikleştirme yolunda birçok adım attı. Hatalar da yaptı ve mutlaka daha fazlasını yapabilirdi, ancak, buna rağmen, yaptıkları ve yaptıklarının önemi görmezden gelinemez. Ak Parti toplumun ana direğini teşkil eden ve iktidardan çeşitli derecelerde dışlanan dindar muhafazakârları sistemin merkezine taşıdı. İslâmî çevrelerdeki anti demokratik, radikal eğilimleri törpüledi. Askerî vesayeti geriletti. Medyadaki tek sesliliği kırdı ve medyayı daha önce görülmedik ölçüde çoğullaştırdı. Gayri Müslimlerin haklarını ve mallarını iade sürecini başlattı. Belki de en mühimi, on binlerce can alan ve ülkeyi içinden çürümüş çınara çevirmekte olan Kürt probleminin çözümü için büyük riskler alarak hâlen yürümekte olan çözüm-barış sürecini başlattı. Başbakan, üslubundaki hatalara ve lüzumsuz sertlik gösterilerine rağmen, icraatta daha az hata yaptı ve yanlış olduğu gösterildiğinde geri adım atmayı becerdi. Son polis-yargı darbe teşebbüsü dâhil, bütün saldırılara demokratik yollarla, sandığa koşarak cevap verdi ve tuzakları vatandaşların oylarıyla parçaladı.

10 Ağustos seçimleriyle Ak Parti sistemi dönüştürme yolunda büyük bir adım attı. Bürokratik vesayet sisteminde bürokratlara-vesayetçi zihniyetli politikacılara parlamenter sistemde görülmeyen yetkilerle donatılmış vaziyette tahsis edilen cumhurbaşkanlığı makamını halkın tercihleriyle sahibi belirlenen bir makama dönüştürdü ve demokrasinin tepesinde sallanan Demokles kılıcı olmaktan çıkardı. Yapılanın ne kadar doğru ve önemli olduğuna bürokratik vesayetçi zihniyetin temsilcilerinin ve yayın organlarının ”cumhuriyet yıkıldı” feryatları şahitlik ediyor. Aslında, yıkılan bir şey varsa, o, cumhuriyet değil, otoriter-totaliter vesayet sisteminin hâlâ ayaktaki kalıntıları…

Ne dersiniz, Türkiye 10 Ağustos”la birlikte 3. Cumhuriyet dönemine geçmiş olabilir mi?

19.08.2014, Yeni Şafak

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et