Türkiye’nin bugününü açıklamak için kolay reçeteler, peşin hükümler ya da ideolojik ezberler kâfi gelmiyor. Önce, liberal iktisadın asil çınarlarından birisi Thomas Sowell’den, doğru bir teşhisle başlamak adına, aşağıdaki pasajı okuyalım;
“Ne bireyler ne de firmalar sonsuza dek başarılıdır. Ölüm tek başına yönetimdeki kişilerin değişimini kesinleştirir. İnsan faktörünün ve insanların arasındaki değişkenliğin –hatta aynı kişinin hayatın farklı aşamalarındaki değişkenliğinin– önemini veri alınca, işletmelerin muhtelif pozisyonlarında zamanla oluşan dramatik performans farklılıklarının bir norm olması güç bela şaşırtıcıdır.
Bazı yönetici bireyler, ülkenin evrimindeki belli bir dönemde ya da kendi hayatlarının bir periyodunda bir hayli başarılıdır ve daha sonra ise son derece kabiliyetsiz olurlar. Örneğin, Sewell Avery 20. Yüzyıl esnasında çok uzun süre boyunca, U.S. Gypsum ve daha sonra Montgomery Ward firmalarının bir hayli başarılı ve geniş çevrelerce övülen lideri idi. Fakat, Avery’nin son yılları yaygın eleştiri, Montgomery Ward’ı yönetme tarzı üzerine kavgalar ve kötü yönettiği kabul edilen bu firmanın kontrolü için verilen şiddetli bir kavga ile mimlenmişti. Avery, Genel Müdürlükten istifa ettiğinde Montgomery Ward’ın hisse değeri derhal yükseldi. Onun yönetimi altında, Montgomery Ward milyarlarca dolarlık öyle bir meblağı ekonomik bir çöküntüye karşı tedbir niyetine yedek ayırmıştı ki, Fortune dergisi firmayı “bir mağaza görünümündeki banka” olarak adlandırdı. Halbuki, Sears gibi rakipleri paralarını yeni piyasalara doğru genişlemek için kullanmaktaydı.”
Ve elbette bu yönetim dersi sadece firmalar hakkında bir gerçeği dile getirmekle kalmaz. Bu, çok daha genel bir geçerliliği olan ve özellikle de Türkiye gibi ülkelerin siyasal sitemi hakkında da bize çok şey söyleyen, gerçekten hayati önemde bir derstir. Mesele sadece Sewell Avery ile politikacılar arasında kurulabilecek benzeşimler değildir. Öyle ki, Sowell aşağıdaki satırlarında adeta Türkiye (ve benzeri ülkeler) hakkında konuşur.
“Önem arz eden şey belirli bireylerin ya da firmaların başarısı ya da başarısızlığı değildir. Önemli olan, belirli işletme sahip ve yöneticilerinin körlüğüne ya da direnişine rağmen, piyasalar geneline yaygın/baskın çıkan muayyen bilgi ve ferasetin (particular knowledge and insights) başarısıdır. Akli kaynakların (mental resources) kıtlığı veri alındığında, bilgi ve ferasetin pazaryeri rekabetindeki işlerin gidişatını değiştiren türden avantajlara sahip olduğu bir ekonomi nüfusun geneli için daha yüksek bir yaşam standardını ihdas etmede tek başına büyük üstünlüğe sahip bir ekonomidir. Sadece babadan oğula geçen bir aristokrasi, askerî bir cunta veya bir iktidar partisinin başlıca kararları verebildiği bir toplum, kendi insanlarının kahir ekseriyetinin bilgi, feraset ve yeteneklerinin asıl kısmını çöpe atan bir toplumdur. Bu türden kararların yalnızca erkekler tarafından alınabildiği bir toplum kendi bilgi, feraset ve yeteneklerinin yarısını çöpe atmaktadır.” (Basic Economics: A Commonsense Guide to the Economy, s. 99–100).
Kapsayıcı ekonomik ve politik kurumların yeniden dağıtım politikası ile ilgili olmaktan çok, devlet aygıtı, fırsat eşitliği ve ekonomik yapının temel taşlarıyla ilgili olduğunu düşünmek bence daha doğrudur. Hayek’in, eşitlikçiliğe dair eleştirilerini bir yanda tutarak ifade ettiği gibi;
“Tabiî ki, yalnızca politik bakımdan ayrıcalıklı olanların yükselmesine izin verilen bir toplum ya da politik iktidara ilk yükselenin iktidarı diğer kesimleri aşağıda tutmak için kullandığı bir ülke, eşitlikçi bir toplumdan bile daha kötü olacaktır. Fakat, bazılarının yükselmesi önündeki bütün engeller, uzun vadede, herkesin yükselmesi önündeki engellerdir ve bu engeller, halkın geçici ihtiraslarını tatmin ettikleri içindir ki, toplumun hakiki çıkarları için de daha az zararlı değildirler.” (The Constitution of Liberty, s. 102).
‘Her iktidara gelenin kendi zenginini yaratması’ şeklindeki yerleşik ifade halkın bunu anlamaktan çok da uzak olmadığını gösterir. Ve elbette bu yapısal kısır döngü kırılmadığı sürece, tökezlemesi ve zayıf büyümesi kaçınılmaz olan ekonomik yapı uzun vadede ülkedeki herkesi geriye çeken bir zincire dönüşür. Ülke adeta hep potansiyelin altında büyür. Bir dönem bir kesimi dışlayanlar (ya da kollayanlar) sonraki dönem aynı devlet aygıtının kendilerini dışlamak (başkalarını kollamak) için kullanıldığını görür. ‘Kazanan hepsini alır’ şeklindeki dışlayıcı ve keyfi yönetim yapısı, örneğin, ekonomik iş ve ilişkilerde ‘İhaleler neden hep aynı kişilere veriliyor’ sorusu ile karşılık bulur. Siyasal sürecin tekelleşmesi bu kısır döngüye eşlik eder. Gittikçe daralan bir kadro, tek bir kişinin aklıyla ve keyfi iradesiyle yönetim, devletçiliğe giden tek yön yol gibidir. Bu yol ekonomik ve politik; bütün yapının dışlayıcı karakteristiğini güçlendirmek anlamına gelir.
Ne yazık ki, akli kaynakların Türkiye’deki kıtlığı son yıllarda giderek şiddetlendi. İktisat biliminden deflasyon kavramını ödünç alarak bir fikir deflasyonu yaşadığımızı söyleyebiliriz. Tıpkı para arzındaki şiddetli bir daralmanın milli geliri de kendisiyle birlikte daraltması gibi, ülkenin dışlayıcı devlet karakteristiği ülkenin tefekkür dünyasını adeta buduyor. Elbette bu dışlayıcılık gökten zembille inmedi. Gerçekten de, bu halkın bütün olarak ülkenin mevcut hali için sorumluluğunu daha çok dile getirmenin faydası vardır. Halkta bulunan bu kusurların bütün ‘mahallelerin’, yani Türkiye’nin sosyolojik dokusunda mündemiç olduğunu belirtmeye bilmem ki artık gerek var mı!
- Adalet; her şeyden önce ve son 25 yılın acı tecrübelerine rağmen, bu halkın herkes için adalet gibi bir öncelikli talebi yoktur. Adaleti geri bir ülkenin adalette daha da gerilemesinin nedenlerinden birisi budur. Siyasetçinin yakasına adalet için yapışan bir seçmen kitlesi olmadıkça, doğru yönde ilerleyen bir adalet reformu olmayacaktır.
- Demokrasi; Demokrasiyi samimiyetle isteyenlerin bu kadar azınlıkta kaldığı bir ülkede demokrasi hakkında çok da iyimser olmak mümkün değildir. Kendimizi kandırmayalım. Bugün itibarıyla, ülkedeki ana akım siyasi aktörlerin hiçbirisi demokrasiyi hedeflemiyor. Bu akımlar kendi doğrularını toplumun geneline dayatmak için devleti ele geçirmeye çalışıyor. Ve bunu da siyaset zannediyor.
- Ekonomi; Bu ülkenin iş adamları bir liberali utandıracak derecede devlet desteği bağımlısıdır. Birilerinden almadan diğerlerine verebilen devlet varsayımı onların sekteryen çıkarlarının savunmasındaki başat devletçi körlüktür. “Halkın geçici ihtiraslarını tatmin eden” popülizm seçmenin damarlarına işlemiştir; gelecek nesillere yüklenen bedeller çok az kişi tarafından dikkate alınmaktadır. Serbest piyasa ve girişimciliğin adı ‘fırsatçı’ya çıkarılmışken, siyasetçiler bir kamu sağlığı krizi döneminde bile kendi güçlerini artıracak en ucuz fırsatçılıkları sergilemektedir.
- Hoşgörü; İnsanlar kendisi gibi yaşamayan ve düşünmeyenlere karşı hoşgörüsüz tavrın bir medeniyetsizlik olduğunun farkında değil gibidir. Kutuplaşma ve partizanlık, karşısındakini susturma ve hatta bastırma ‘sorun çözümü’ zannedilmektedir. Kendi yaşam tarzının başkaları için doğru yaşam tarzı olmadığı gerçeği de sindirilmiş değildir.
- Bağımsız düşünce ve eleştirel akıl; İkincielcilik genel kabul gören yöntemdir. Konular üzerinde kendisine ait bir muhakeme ile düşünmek insanlara zor gelmektedir. Fikir değiştirme sadece liderden gelirse kabul görür. Ülkenin istisnasız her mahallesi ‘tabularla’ doludur.
Çözüm, şayet çok kısa ifade edersek, liberal serbest piyasa düzenine daha da yaklaşan bir siyaset, medya, bilim ve kültür düzenidir. En azından şuna emin olmalıyız ki, fikir deflasyonumuza, aynı devletçi “Tekel’ler”ce aynı başarısız fikirlerin daha fazla propagandası ile çare bulamayacağımız artık yeterince kesindir.