Türkiye’de üniversiteler; özerklik, özgürlük, liyakat ve adalet temelinde yeniden yapılandırılmadıkça, mevcut sorunlarını çözüp eğitim-öğretimde ve bilimsel çalışmalarda arzu edilen kalite ve niteliği yakalamaları oldukça zor görünüyor. Her şeyden önce Türkiye’de üniversite özerkliği rektör sultası olarak anlaşılmaktadır. Üniversitelerin bir çoğunda katı merkeziyetçi ve hiyerarşik bir biçimde rektörün üniversiteyi dilediği gibi yönetmesi anlayışı egemendir ve bu durum olağan karşılanmaktadır. Yönetimin takdir yetkisini belli hukukî ilke ve kurallara bağlı olarak kullanması gerektiği çoğu zaman üniversite idarelerince göz ardı edilmektedir. Senato, üniversite yönetim kurulu, hatta fakülte kurulu gibi akademik ve idarî kurullarda çok seslilik, farklı görüşlerin dile getirilmesi, demokratik bir tartışma ortamının olması pek de arzu edilmemektedir. Bu kurulların; sorgulamayacak, “sorun çıkarmayacak”, yönetimin istediği doğrultuda oy kullanacak akademisyenlerden oluşturulmasına gayret edilmektedir. Bazen akademik teamüllere uymayan kararlar dahi oy çokluğu ya da oy birliği ile haklılaştırmaya çalışılmaktadır. Bu tür uygulamalar sonucunda; üniversitelerin asıl varlık sebebi olan bilimsel üretimin ve eğitim-öğretim hizmetlerinin gerçekleştirilmesinin bir aracı olarak kalması gereken bürokratik-idarî yapı (ve bu yapının kontrolü meselesi) kendi başına bir amaca dönüşmekte ve asıl amacı ikinci plana atmaktadır.
Üniversite özerkliğinin anlamlı ve uygulanabilir olabilmesi için anabilim dalları ve bölümler seviyesinden başlayarak inşa edilmesi gerekir. Oysa üniversitelerimizde anabilim dalı ve bölüm kurulu kararlarının; üst kurullar tarafından gerekçesiz olarak ya da keyfî gerekçelerle ve akademik teamüllere aykırı bir biçimde bozulduğu, yerine işlem tesis edildiği durumlara sıkça rastlanır. Anabilim dalları ve bölümlerin kadro taleplerinin üst yönetimlerce dikkate alınmadığı, bunun yerine kimler için hangi kadroların talep edileceğinin birimlere tepeden dikte edildiği durumlar da nadir değildir. Yine bina, techizat, personel vb. kaynakların rasyonel bir şekilde, hizmetin gereklerine, kamu yararına ve ihtiyaca uygun olarak dağıtılması yerine belli fakülte ya da bölümlerin ihya, diğerlerinin ise ihmal edildiğini de sıklıkla görürüz. Bu durumda üniversitelerdeki akademik ve idarî kurullar, yöneticilerin ve özellikle rektörün gücünü yeri geldiğinde dengeleyip denetleyecek bir yapıya kavuşturulmadıkça, işlevleri yöneticilerin kararlarını sorgulamaksızın tasdik etmekle sınırlı kaldıkça; anabilim dalları ve bölümler seviyesinde özerklik sağlanmadıkça, üniversiteler gerçek anlamda özerk olamaz.
Üniversitelerde özlük haklarının bir ödül ve ceza aracına dönüştürüldüğüne de zaman zaman tanık oluyoruz. Rektör ya da “ekibinin” istemediği, “muhalif” saydıkları akademisyenler; üniversiteye eğitim ve bilimsel çalışma açısından katkıları, yeterlilikleri, insanî ve bilimsel vasıfları ne kadar üst düzeyde olursa olsun, kendilerine kadro verilmeyerek adeta üniversiteyi terk etmeye zorlanırlar, sıklıkla. Çoğunlukla da üniversitelerde “istenmeyenlerin” bu durumunun rektörlük seçimlerindeki “yanlış” tercihlerinden kaynaklandığını görürüz. Rektör adaylarının öğretim üyeleri tarafından belirlenmesi için yapılan seçim demokratik gibi görünse de beraberinde pek çok problemi getirmektedir. Her seçim rektöre oy verenler ve vermeyenler şeklinde bir kutuplaşmaya yol açmakta ve seçim sonrasında bu kutuplaşma rektöre oy vermeyenlerin keyfî soruşturmalara maruz bırakılması, akademik yükselmelerinin kadro açılmayarak engellenmesi, çalışma yaşamında ayrımcılığa tâbi tutulmaları gibi mobbinge kadar varan uygulamalarla sürdürülmektedir. Bu bağlamda soruşturma müessesesinin de asıl amacını yitirip, çoğu zaman bir baskı, sindirme ve cezalandırma aracına dönüştürüldüğünü görürüz. Bütün bunların üniversitelerimizde kurumsal adalet duygusunu zedelediği açıktır.
Rektörlerin yeniden seçilmek isteği sıklıkla liyakat ilkesine aykırı bir akademik kadrolaşmaya yol açabilmektedir. Oy almak için belli örgütlü, organize gruplara/yapılara taviz vermeleri bir yana, akademik ve insanî nitelikten çok (hemşehricilik, aynı siyasî görüşe mensup olma, rakip adaylara oy vermeyecek profilde olma gibi) kendilerine oy sağlayacak vasıfları öne çıkaran bir personel politikası izlemeye yönelebilmektedirler. Öyle ki, kendi özel işletmeleri/üniversiteleri olsaydı orada çalıştırmayı akıllarından dahi geçirmeyecekleri bazı personeli, öğretim elemanı olarak işe alabilmekte ya da üst kadrolara yükseltebilmektedirler. Böylece üniversitelerde liyakat ve kurumsal bağlılık yerine rektöre ve yöneticilere kişisel sadakat ve bağlılık öne çıkmaktadır. Bu durumda da akademik yükselme açısından çalışıp nitelikli üretim yapmak yerine, yönetime kişisel yakınlık daha belirleyici hale gelmektedir.
Bilimsel araştırma ve eğitim-öğretimin olmazsa olmazı olan eleştirel düşünme ve tartışmanın güvencesi kürsü özgürlüğü (akademik özgürlük) üniversite yönetimlerinin her şeyi kontrol etme eğilimi yüzünden ciddi zararlar görmektedir. Akademisyenler ders anlatırken söyleyecekleri sözlerin, verecekleri örneklerin nereye çekileceği ve bundan dolayı ne ile karşılacaşacakları konusunda tedirginlik yaşar hale gelmektedirler. Bu da yaratıcılıklarını ve verimliliklerini yitirmelerine sebep olmaktadır. Oysa, eleştirel tutum, tartışma ve sorgulamanın güvencesi olan akademik özgürlük olmadıkça bilimsel üretim ve eğitim-öğretimde ilerleme mümkün olmaz.
Bölüm ve anabilim dalı düzeyinde özerkliğin olmadığı, şeklin esasın önüne, bürokrasinin eğitim ve akademik faaliyetin önüne, niceliğin niteliğin önüne geçtiği, kürsü özgürlüğünün ve tartışma kültürünün yeterince olmadığı bu merkeziyetçi-bürokratik yapılarıyla Türkiye’deki üniversitelerin nitelikli eğitim-öğretim vermeleri ve nitelikli bilimsel üretim yapabilmeleri zor görünüyor. Bu yüzden acilen üniversitelerin ihtiyaç duydukları özerklik, özgürlük, liyakat ve adalet temelinde yeniden yapılandırılmaları gerekmektedir.
Nafiz Tok, Doç. Dr, Ömer Halisdemir Üniversitesi/Siyaset Bilimi
n_tok@hotmail.com