Darbelerin Gölgesinde Hayatlar

Bireysel ve toplumsal kilometre taşları

İnsan hayatının belli kilometre taşları var. Okula başlama, mezuniyet, işe girme, evlenme, ana-baba olma, emekli olma gibi. Doğum ve ölümü saymıyorum zira onlar insanın elinde olan şeyler değiller. Toplumların hayatında da önemli günler var. Büyük afetler, savaşlar, darbeler gibi. Bireysel olaylar şahısların toplumsal olaylar ise ülkelerin tarihinde dönüm, başlangıç, bitiş kavşakları olarak yer alıyor.

Türkiye’de yaşayan insanlar ve Türkiye Cumhuriyeti hayatını adeta sıradanlaşmış bir vakaya göre konumlandırabilir: Askerî müdahaleler. Demokrasinin başlangıç tarihi olan 14 Mayıs 1950’den sonra doğan insanlar bilhassa böyle yapabilir. Bunun sebebi Türkiye’de 1960’tan itibaren ona yakın darbenin, darbe teşebbüsünün, müdahalenin yapılmış olması. Sayalım: 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997, 27 Nisan 2007 ve 15 Temmuz 2016. Bunlara Albay Talat Aydemir’in 14 Şubat 1962’deki ilk başarısız darbe girişimini ve 21 Mayıs 1963’te kendisini idama götüren yine başarısız ikinci darbe teşebbüsünü de ekleyebiliriz. Bitmedi, 12 Mart cuntası tarafından engellenen 9 Mart 1971 cunta teşebbüsü de var. Son olarak, diğer davaları bir yana bıraksak bile 2008’de AK parti hükümetine açılan kapatma davasını da eklemeliyiz. Yakın dönemlerde ise 7 Şubat 2012 MİT ve MİT’ten Erdoğan’a ulaşma operasyonu, Mayıs-Haziran 2013 Gezi İsyanları, 17/25 Aralık 2013 yargısal darbe teşebbüsü ve nihayet 15 Temmuz 2016 darbe girişimi var. Kısaca 1950’lerde ve sonrasında doğanlar hayatları boyunca darbe üstüne darbe, müdahale üstüne müdahale gördü. Hiçbir nesil darbelerin, müdahalelerin bulunmadığı bir hayat yaşamadı.

Darbelerle büyümek

1960 darbesi olduğunda üç yaşındaydım. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Başka yerlerde de yazdım, burada bir kere daha tekrar edeyim. Ben aslen Kırşehirli (Kaman) olduğum için ailem Kırşehirli meşhur hatip-siyasetçi, Millet Partisi lideri Osman Bölükbaşı’nı desteklemeye meyilliydi. 1960 Darbesi’nden sonra Adnan Menderes’in, İstanbul Üniversitesi hocalarının da teşvikiyle, uydurma suçlamalarla düzmece mahkemelerde yargılanması ve sonra idam edilmesi, pek çok aile gibi benim ailemi de rahatsız etmiş olmalı ki, annem-babam son çocuklarına Adnan Menderes adını verdi. Menderes benim aile çevrelerimde her zaman rahmet ve minnetle anıldı.

12 Mart 1971 darbesi vuku bulduğunda 14 yaşında bir ortaokul son sınıf öğrencisiydim. Siyasetle ilgilenmemekteydim. Henüz politikleşmemiştim. Siyasî konularda kalem oynatabilecek olgunlukta ve bunu yapmak için gerekli birikime sahip değildim. Bunun altını özellikle çiziyorum çünkü bazı kişi ve çevreler o yıllarda yayınlanmakta olan Yeniden Milli Mücadele isimli derginin yazarları arasında olduğum iddiasını ısrarla tekrarlıyor. Adı geçen dergiyi yayınlayan gruba katıldım ama dergide hiç yazmadım.

Benim siyasileşmem, yanlış hatırlamıyorsam, 2-3 sene sonra, lise ikinin sonları veya lise üçün başlarında başladı. Aslında bu siyasileşmeden ziyade bir tür sosyalleşmeydi. Lisemize gelen ve bizimle ilgilenen “abilerimiz” vardı. Abi deyince şimdilerde akla hemen FETÖ abileri geliyor. Hayır, onlar değil başka bir gruba mensup kimselerdi bunlar, abi adlandırması birçok yerde olduğu gibi bu grup içinde de kullanılmaktaydı. Tam adını verecek olursak, abiler, Mücadele Birliği adlı, merkezi İstanbul’da bulunan gruptandı. İlginçtir, Mücadele Birliği adını şimdi radikal sol bir grup kullanıyor. Aynı isimle bir dergi de yayınlıyorlar.

MB belirgin bir ideolojik çizgisi olmayan bir gruptu. Grubun söyleminde millilik, yerlilik, Müslümanlık, milliyetçilik ve anti-komünizm karması zayıf ve belirsiz bir fikir demeti vardı ve değişik zamanlarda bu unsurlardan bazıları öne çıkıyor diğerleri geride kalıyordu. Çocukluktan yeni çıkmakta olan benim gibi (Mustafa Erdoğan dâhil) birkaç lise öğrencisi genç bu abilerle düzenli görüşüyor, onları dinliyor, verdikleri kitapları okuyorduk. Sonra dergiyi okumaya başladık. Sanırım beni en çok etkileyen gruptaki olgun kişilerle sosyal ilişkilerimizdi. Hep bizden büyük kişilerle muhataptık. Bu bana daha uygundu, kendimden küçüklerle değil büyüklerle arkadaş olmayı seviyor, bundan kazançlı çıktığımı hissediyordum. Grubun anti-komünizmi beni etkileyen bir diğer unsurdu. Komünizmin ne olduğundan pek haberdar değildim o sıralar ama aile çevrelerinde duyduklarımdan kötü bir şey olduğunu ve ona karşı çıkılması gerektiğini biliyordum. Grup komünizme karşıydı ama epeyce sosyalist fikri –ekonominin devlet kontrolünde olması, toplumun bireyi öncelemesi, herkesin tek tipleştirilmesinin hedeflenmesi gibi-  savunmaktaydı. Bu nokta, yani komünizme karşı olanların aynı anda sosyalist fikirleri savunması bana hep ilginç gelmiştir. Yıllar sonra, Hayek’in çalışmalarından haberdar olunca, hem anti-komünist olup hem de bilinçli bilinçsiz sosyalist fikirleri savunan bu tiplere “sağcı sosyalist” dendiğini öğrenecektim.

Mücadele Birliği içindeki abilerle tanışmamız ve vakit geçirmeye başlamamız benimle aynı yaşlarda olup aynı muhitte bulunan kimselerin hepsinin hayatında iz bıraktı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden gelen bir abiyle tanışmam beni üniversite okumak için bu fakülteye yönelmeye teşvik etti. Bunu yaptım da. 1975 sonbaharında ÖSYM sınavında başarılı olarak bu fakülteye girdim.

Yanlış hatırlamıyorsam 1977’de Yeniden Milli Mücadele Dergisi kapandı ve yerine Bayrak adlı günlük gazete yayınlanmaya başladı. Ben de yazı hayatına ilk adımı orada attım. Her Türk gibi yazdığım bir iki başarısız şiiri saymazsam daha öncesinde başkalarının okumasını isteyeceğim çapta yazma gibi bir becerim yoktu. Ancak, çocukluktan beri okumaya meraklıydım. Klasik romanları okuduğum gibi her gün gazete almayı da severdim. Kitap ve dergi biriktirirdim. Bütün bunların üstüne fakültedeki okumalarım eklenince yavaş yavaş yazacak olgunluğa ulaşma yolundaydım.

Gençlik yılları darbeleri

Yine yanlış hatırlamıyorsam ilk yazım Bayrak gazetesinin yorum sayfasında yayınlandı. Yıl 1978 veya 1979, konu insan zekâsı ve değişim ilişkisiydi. Yazıdaki iddiam ise farklılıkların olmadığı yerde insan zekâsının gelişmeyeceğiydi. Bu biraz tuhaf bir durumdu. İçinde bulunduğum grup farklılıklara saygı göstermeye değil tüm insanları tek biçim hâline getirmeye yönelikti. Ben ise yazıda bunun zekânın gelişmesine zararlı olacağını iddia ediyordum. Aslında bu yazıyla grubun duruşunu, çizgisini reddetmekteydim. Ama bunun farkına varacak durumda değildim. Başkaları vardı mı onu da bilmiyorum. Her acemi yazar gibi yazımı çok beğenmiştim ama kimseden tebrik aldığımı da yazma yolunda teşvik gördüğümü de hatırlamıyorum.

SBF’ye devam ederken aynı gruptan arkadaşların kaldığı Cemal Gürsel Caddesi’ndeki bir bekâr evine sık sık takılmaktaydım. Ev şartları ailemin evinden iyiydi. Gecekonduda oturmaktaydık. Evden dolmuş yoluna çıkmak için iki kilometreye yakın yürümek zorundaydım. Lisede ise 5 kilometre yürüyerek gidip geliyordum. Yine de bir bakıma o evde kalan arkadaşlardan şanslıydım. Akşam evime dönme şansına sahiptim. Sonraları bunun totaliter beyin yıkamadan kaçmak için çok iyi bir imkân olduğunu anlayacaktım. Yirmi dört saati aynı grup içinde geçen arkadaşlarımın işi kötüydü. Beyin yıkama seanslarından kaçıp nefes almaları çok zordu. Orada en çok hatırladığım da yemek ziyafetleriydi. Sevdiğim, iyi arkadaşlar vardı ve çoğu bir iki yıl da olsa benden yaşlıydı.

SBF radikal sol grupların cirit attığı ve sayılarının genel talebe nüfusuna nispetle çok az olmasına rağmen örgütlü ve kararlı oldukları için ortama hükmettikleri bir yerdi. Yanlış hatırlamıyorsam 1977’de, ikinci yılımda, kim olduklarını bilmediğim pos bıyıklı, dik bakışlı birkaç sosyalist militan bir gün beni büyük anfide tehdit etti. Mezun olduğum Abidinpaşa Başkent Lisesi’ndeki son yılımda bir öğrenci konseyi başkanlığı ihdas edilmişti, ben de abilerimin teşvikiyle seçime katılmış ve kazanmıştım. En sevdiğim sloganım da “Atilla’sız başkanlık başkente düşmanlık” idi. Lise müdürü haklı olarak beni uyardı bu slogan yüzünden. Sonra ne yaptım hatırlamıyorum ama herhalde sloganı terk etmişimdir. Seçimi kazanarak öğrenci konseyi başkanı oldum. Ama konsey hiçbir şey yapmadı, yapamadı. Planladığımız Çanakkale Şehitlerini Anma Gününü de gerçekleştirememiştik. Sanırım okuldan SBF’ye benim hakkımda ülkücü olduğum yolunda bir ihbar gitmiş. Hâlbuki hiç ülkücü olmamıştım. İlk siyasallaşmam adı geçen grupta olmuştu. Bu ciddiye alınması gereken bir tehditti çünkü o zaman “öğrenci olayları” adı verilen olaylar hızla büyümekte, şiddet sarmalı yayılmaktaydı.

Bunun üzerine yaklaşık bir yıl –iki dönem- okula gitmedim. Gözlüklü, sessiz, kendi hâlinde biri olduğum için olsa gerek beni tehdit edenler yüzümü unuttu. İkinci sınıfta hiç hoca yüzü görmedim. Ancak, hem SBF’deki hem de tüm Türkiye’deki şartlar gitgide kötüleşmekteydi. Öğrenci olayları denen şeyler sağ sol kavgası diye anılmaya başlamıştı. Her Allah’ın günü ölümler oluyordu. Mahalleler birbirinden ayrılmış ve sol ve sağ gruplar, daha doğrudan söylersek çeşitli sosyalist fraksiyonlar ve ülkücüler-milliyetçiler kurtarılmış mahalleler oluşturmuştu.

1979’un sonları ve 1980’in ilk ayları birçok kişi için dehşet içinde geçti. Halk dilinde sosyalist militanlara “anarşist” denmekteydi. “Anarşistlerle”, yani sosyalistlerle ülkücülerin kıyafetleri ve bıyıkları onları tanımayı sağlayacak şekilde tek biçimdi. Kavgalarda taraf olmayan öğrencilerin en büyük derdi okula gitmek üzere çıktıkları eve-yurda akşam sağ salim dönebilmekti.

12 Eylül 1980 darbesi işte bu havada geldi. Teslim etmek gerekir ki tüm toplumda “anarşi” olaylarının, öğrenci-genç ölümlerinin sonlanması ve kurtarılmış bölgelerin ortadan kalkması arzusu vardı. Darbeciler de zaten buna oynamıştı. Bu yüzden, darbe birçok öğrenci tarafından hayatlarının kurtarılması gibi algılandı. Ben de biraz bu durumdaydım. Okuluma her gün ölüm ihtimâli altında gidip geliyordum. Mart 1980’de mezun oldum. O zamana kadar okula daima can veya darp edilme korkusu altında gidip gelmiştim. Fakülteye böyle bir endişe duymadan ilk rahat girişim darbeden sonra oldu. Lisans bitmiş yüksek lisans yapmaya hazırlanıyordum. Nasıl olduğunu anlamadık ama kaşarlanmış militanların yatağı olan okul adeta bir günde sükûnete kavuştu. Bu elbette beni sevindirdi. Ancak yıllar sonra, 1990’larda, darbeyi meşrulaştırmada kullanılacak şiddet ve terör ortamının kimler tarafından ve nasıl hazırlandığıyla ilgili bilgiler edinmeye ve darbenin arka planını öğrenmeye başladık.

Ben bu arada yaklaşık beş yıldır içinde bulunduğum gruptan huzursuzluklar duymaya başlamıştım. Grup içi fikirler ve yorumlar ilk baştaki kadar ilgimi çekmiyor ve bana ikna edici görünmüyordu. Zaten okumaya meraklı olduğum için başka kaynaklara ulaşma imkânım vardı. Değişik kaynaklardan edindiğim bilgiler grubun çizgisini, fikirlerini doğrulamıyordu,  yanlış olduklarını gösteriyordu. Gruptaki idareciler de (daha doğrusu şefler de) benden memnun değildi. Küçük meseleler aramızda büyük tartışmalara ve gerilimlere dönüşebiliyordu. Hiç unutmam, bir seferinde, pillerin kalitesini devlet mi yoksa piyasa mı denetlemeli tartışması yapmış ve epeyce gerilmiştik. Abiler bu işi devlete verelim derken ben piyasaya bırakalım demiştim. Benim tezim elbette grup çizgisinden ayrılmak anlamına geliyordu: Abilere karşı farklı fikirler savunulamazdı.

Gruptan manen tamamen kopmuştum. Ancak, tamamen ayrılmak yani tüm bağlarımı koparmak kolay değildi. Terör yıllarında bunun en önemli sebebi can güvenliğinin olmadığı ortamın güvenlik için bir grup dayanışmasını gerektirmesi veya bizim öyle sanmamızdı. Hakkını teslim etmek gerekir ki sonradan çok arkaik fikirlere sahip olduğunu düşünmeye başladığım grubun öncüleri bizi asla şiddet kullanmaya, saldırmaya, vurmaya, kırmaya, ölmeye ve öldürmeye teşvik etmedi. Belki de grubun en iyi tarafı buydu. Terör dönemi sona erdikten sonraki problem ise tüm hayatını grup muhiti içinde oluşturmuş bir insanın grubu terk hâlinde karşılaşabileceği sosyal ve psikolojik problemlerdi. Bu problem benzer yapılanmalarda daima vardır. Bu tür grupları terk etmek ciddi karakter gücü gerektirir. Geciktikçe ayrılmak güçleşir. Bugün altmışını bulmuş bazı kimselerin hâlâ saçma sapan, çocuksu fikirleri savunan çevrelerde gezinmesinin en mühim sebebi bu.

Yine de bu grubun bana faydaları oldu. Şiddetten uzak kalmak ilkiydi. İkincisi anti özgürlükçü, baskıcı sosyal yapılanmaları anlamama sağladığı katkıydı. Grubun bana en büyük faydası bir anlamda bir sosyal bilimci gibi totaliter bir yapılanmayı ve totaliter örgütlerdeki düşünce ve davranış kalıplarını içerden gözlemlememe fırsat vermesiydi. Durumum çok ilginçti. Hem içinde bulunduğum gençlik grubu hem de öğrencisi olduğum SBF bana totaliterizmi yaşama ve demokrasiyi keşfetme yolunda muazzam imkânlar, müşevvikler sağlamaktaydı. Sonraki yıllarımda bunun çok faydasını gördüm. O kadar ki, artık totaliter yapılanmaların ve uygulamaların kokusunu nerede bulunursam bulunayım hemen alırım.

Fakültedeki derslerim münasebetiyle Aydın Yalçın Hoca ile tanışmıştım. Onun gerek derslerinden gerekse kitaplarından çok şey öğrenmekte ve bundan zevk almaktaydım. MB ile ilişkilerim gevşiyordu. Hocanın çıkardığı Yeni Forum Dergisi çevrelerine takılmaktan başlangıçta imtina ettim. Ama sonra katıldım. Sanırım bu da totaliter gençlik grubumu terk etmemi kolaylaştırdı. Sonunda, galiba 1982 yılında, Yayın Kurulu toplantılarına düzenli katılmaya başladım. Kurul adeta bir koalisyon gibiydi. Nispeten liberal bir havadaydı. Piyasa ekonomisini savunanlar yanında daha devletçi çizgide olanlar da vardı. Derginin komünizm karşıtlığı çok aşikârdı. Tüm kusurlarına rağmen Dergi sosyalizme “kahrolsun komünizm”, “komünistler Moskova’ya” sloganlarının ötesine geçen cevaplar verebilecek ve vermekte olan yegâne çevreydi. Yeni Forum muhitlerindeki zamanlarım beni fikir bakımdan çok besledi ve ciddî meselelere ve önemli kaynaklara yönelmemi sağladı.

Yeni Forum’da hem Aydın Hoca’ya yardım etmeye hem de 1982 veya 1983 civarında olsa gerek küçük yazılar yazmaya da başladım. Bunların çoğu demokrasi üzerineydi. Sağ ve sol totaliterizmin egemen olduğu bir dünyadan gelmiş biri için demokrasi büyük bir keşifti. Liberalizmi keşfetmeme ve liberalleşmeme daha birkaç yıl vardı. Ama demokrasiyi keşfim de bana heyecan vermekteydi. Bir paradigma değişikliği yolunda kararlı şekilde (yine Mustafa Erdoğan ile birlikte) ilerlemekteydim. Bu arada SBF’de Nisan 1984’te araştırma görevlisi olarak görev aldım.

Liberalizmin keşfine doğru

Yeni Forum’da 1984 başlarında yayınlanan küçük bir yazımdan (12 Eylül’ün ülkeye huzur getirdiği yolunda) bir cümle, yazıda 12 Eylül darbesine destek verdiğim iddiasıyla zaman zaman bazılarınca sosyal medyada dolaştırılmakta. Doğrusu şimdi olsa öyle bir yazı yazmamayı tercih ederdim. Buna rağmen, yazının 12 Eylül’e destek olduğu iddiası abartılı. Yazı darbenin üzerinden 3 yıl geçtikten sonra yazılmış.  Darbeyle değil gelecekle ilgili. Esas itibariyla Türk halkının demokrasiye layık olduğunu söylemekte ve ülkenin demokrasi yolunda ilerlemesi gerektiğini vurgulamakta. O günlerin olaylarını ve şartlarını hatırlayalım. Kasım 1983’te yapılan seçimi Özal, Evren ve arkadaşlarının arzusu hilafına kazanmıştı. Seçimlerin hemen sonrasında Evren’in –dolayısıyla cuntanın- hükümeti kurma görevini Özal’a verip vermeyeceği tartışmaları patlamıştı. Cuntayla zıtlaşmak yerine cuntayı demokrasiye dönüşe ikna etmek gerekliydi. Sonunda görev Özal’a verildi ama varlığı fiilen devam eden cunta epeyce rahatsızdı. Özal’a hükümeti kurma görevinin verilmesinin peşinden Özal’ın hükümet etmesine ne kadar müsaade edileceği merak edilir oldu. Söz konusu yazıyı belki de böyle bir ortamda Özal iktidarının önünü tıkamaması için Evren ve takımının teşvik edilmesi olarak okumak daha doğru olabilir. Kaldı ki yazı darbeye açık destek mahiyetinde olsa bile bugünümü yargılamada araç olarak kullanılamaz. Zira ben 18 yaşından beridir aynı çizgide bulunduğunu iddia eden, öyle olmak isteyen biri değilim. On yedi on sekiz yaşında kendimi, içinde bulduğum paradigmayı yirmili yaşların sonuna doğru başlayan bir süreçte değiştirdim. Sanırım 1989-1990 benim liberal dünya görüşüne demir atma, kendimi liberal olarak adlandırma yılımdı.

Doktoramı 1986’da tamamlamış olmama rağmen SBF’de yardımcı doçentlik kadrosu verilmeyince Mart 1991’de Hacette Üniversitesi’ne geçtim. Bu arada liberal düşünce hakkındaki birikimim ile liberal etiketini benimsemeye varışım birbirine paralel ilerlemekteydi. Demokrasinin ardında liberalizmi keşfetmek bana ilaç gibi gelmişti. Türkiye’de birçok insanın sahip olduğu makûs talihi yenmekteydim. Türkiye’de olağan olan sağ veya sol kanatta bir kollektivist olarak yer almak, birini beğenmiyorsan diğerine geçiş yapmaktı. Başka bir deyişle solcu veya sağcı sosyalist olmaktı. Ben ise ülkede nereyse hiç tanınmayan bireyci çizgiye doğru ilerlemekteydim. Bunun çalışmalarıma yansımaması imkânsızdı. Yansıma arttıkça akademik dünyada bana bir maliyet bindirilmemesi de.  Liberal düşünceyi daha çok öğrenmek ve Türkiye’ye aktarmak arzusunu kuvvetle duymaya başladım.  Bunun sonucu olarak Türkçede klasik liberalizm hakkındaki ilk eser olan Liberalizm adlı kitabım da 1990-91’de yazıldı. 1991’deki doçentlik müracaatımda bir tür doçentlik tezi olarak kullanıldı ve 1991 sonbaharındaki doçentlik sınavında iki sol Kemalist akademisyen tarafından başarısız sayılmama gerekçe yapıldı. 1992 başlarında kitap olarak piyasaya çıktı. Bir sonraki yıl, Hayek’in fikirlerini özetleyen Özgürlük Yolu başlıklı kitabım okuyucularla buluştu. Şimdi hatırlıyorum, bu kitap sol Kemalist jüri üyelerine inat olsun diye yazılmış ve onların da bulunduğu yeni doçentlik jürisine 1992’de sunulmuştu.

Özal’ın işe hızlı başlayıp önemli ekonomik ve siyasî reformlara imza atmasından sonra bir tespit yaptığımızı sanarak, aslında ise bir temennimizi dile getirerek “Türkiye’de bundan sonra darbe olmaz” demeye başladık. Ama askerlerle Özal’ın ilişkisi epeyce sancılı ve sıkıntılı geçti. Asker dindar ve iddialı bir başbakan ve sonra cumhurbaşkanı görmeye zihnen hazır değildi. Buna rağmen Özal Türkiye’de önemli değişikliklerin yolunu açtı ve benimkine benzer tecrübeler yaşamış kimselerin liberalizmi keşfetmesini ve benimsemesini kolaylaştıran bir ortam oluşturdu. Tereddütsüz diyebilirim ki ilk nesildeki tüm liberaller gibi ben de Özal zamanında liberalleştim. Ancak, ilk liberaller olarak sıkıntılı bir yürüyüşten kurtulamadık, zira ne entellektüel ne de pratik öncülerimiz vardı.

Sayımız çok azdı. Yalnız ve zayıftık. Bunu aşmanın bir yolu bir oluşum başlatmaktı. Ben zaten hem Yeni Forum’da bir grup genci tarafımda toparlamaktaydım hem de Yeni Forum ile aramıza mesafe girince yeni bir oluşum adeta acil bir ihtiyaç haline gelmişti. Sanırım Özgürlüğün Peşinde adlı söyleşimde de anlattım, liberal fikirlerden etkilenen veya etkilenmiş görünen 9 kişiyi bir toplantıda buluşturdum. Grubun başını ben çekiyordum, diğer önemli figürler Mustafa Erdoğan ve Kâzım Berzeg idi. Toplam dokuz kişiydik. Ömer Faruk Gençkaya, Kâzım Yılmaz, Kürşat Aydoğan, Hüseyin Bağcı, Ramazan Aktaş da aramızdaydı. 26 Aralık 1992’deki bu toplantıyla Liberal Düşünce Topluluğu kuruldu.  Kuruluşun ardından liberal fikirleri yaymak için faaliyetler başladı. Bir süre sonra bir miktar tanınır hâle geldik.

1996 yılının Haziran ayında Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi (N. Erbakan ile T. Çiller) arasında bir koalisyon hükümeti kuruldu. Aynı yıl Ağustos ayında ben tüm ailemle beraber bir Fulbright bursuyla ABD’ye George Mason Üniversitesi’ne gittim. O zamanlar internet imkânları yok denecek kadar azdı ve Türkiye’yi yeterince yakından takip edemiyordum. 28 Şubat 1997 post-modern darbesi başladığında ABD’deydim. Ne olduğuna Temmuz ayında döndüğümde vakıf olmaya başladım. Askerler irtica ile mücadele adına dindar mütedeyyin kesime baskı yapıyordu. Dindar politikacıların kıskaca alınması alışılmadık ve bilinmedik bir durum değildi ama bu sefer farklı bir durum vardı. Hedefe konan dar bir politik tabaka değil çok geniş toplum kesimleriydi. Bu askerlerin büyük bir hatasıydı ama zamanla toplumun büyük bir şansına dönüştü. Çünkü ülkenin ana direği olan dindar mütedeyyin kesimin özgürlükçü, demokrat, liberal fikirlerle tanışmasına zemin hazırladı.

28 Şubat Post Modern Darbesi

28 Şubat sürecinde liberal bir üniversite hocası olarak muhakememi yapıp insan hakları savunusundan vazgeçmemeye karar verdim. Liberal Düşünce Topluluğu’ndaki genel hava da buydu. Herkesin sustuğu bu dönemde bizim –bilhassa benim ve Mustafa Erdoğan’ın- konuşması, başörtüsü yasağı zulmüne karşı çıkması dindar mütedeyyin çevreler için adeta çölde vaha olmak gibi bir rol oynamamızı sağladı. 28 Şubata yazı ve konuşmalarımızla karşı çıkarken asıl çevremiz olan akademik dünyada dışlanan, baskı altına alınan kimselere de LDT olarak kucak açtık. Ben o dönemde dertlerini anlatmaya gelen çok sayıda mağdur öğrenciyle ve baskı altında olan pek çok genç akademisyenle ilgilendim. Dertlerini çözemediysem de onlara hep moral verdim, ayakta kalmalarını sağlamaya çalıştım.  Daha akademik hayatının başında olan genç asistanları, doktorları çeşitli akademik çalışmalara yönlendirdim. Bunun kendilerine çok yararlı olduğunu sanıyorum.

Hacettepe Üniversitesi’nde başörtüsü yasağını uygulamayı reddetmem profesörlük kadromun verilmemesiyle cevaplandırıldı. O günün puanlama sisteminde benim dosyamdan iki profesör çıkabilirdi. Ama Kemalist üniversite yönetimi profesör olmamı engelledi. Merhum Hayati Hazır ile bir yerde tanıştık ve onun beni Gazi Üniversitesi’ne davet etmesi üzerine Mart 2000’de Gazi’de ders vermeye başladım. Mayıs ayında aynı yerde profesörlük kadrosuna atandım.

Bin yıl süreceği söylenen 28 Şubat sürecinin başlamasından yalnızca beş yıl sonra, Kasım 2002 genel seçimlerinden, AK Parti zaferle çıktı. Bu herkes için bir sürprizdi. Ben 2002 seçimlerinde AK Parti’ye değil, arkadaş hatırına -yani LDP Genel Başkanı Besim Tibuk ile şahsen tanıştığım ve görüştüğüm için- LDP’ye oy verdim. Ancak, 2007’de, AK Parti’nin Cumhurbaşkanını seçmesi bir hukuk hilesiyle engellenince ve asker muhtıra verince tereddütsüz AK Parti’ye yöneldim. Ertesi yıl askerlerin telkiniyle -belki talimatıyla- AK Parti’ye açılan kapatma davasını da yanlış buldum ve eleştirdim.

Bu arada Liberal Düşünce Topluluğu olarak çeşitli kesimlerle temasımız da vardı. Bu kesimler arasında Gülen Cemaati de bulunmaktaydı. Gülencilerin İstanbul’da düzenlediği bir toplantıdan sonra Harbiye’deki Gazeteci Yazarlar Vakfı binasında sohbet ettik. Kendilerine bizim tarzımız olmadığını ama kendileri farklı fikirlerdeki insanları bir araya getirmek istiyorlarsa bunu panellerde değil otellerde iki üç gün sürecek toplantılarla yapabileceklerini söyledim. Bu hoşlarına gitti ve Abant toplantılarını düzenlemeye başladılar. İlk toplantıya LDT’den 9 kişilik bir grup olarak gittik. Ben sonraki toplantılara katılmadım. En son 2011 veya 2012’deki anayasa konulu toplantıda bir tebliğ sundum ama ısınamadığım için oturumları takip etmek yerine etrafta gezdim ve erken ayrıldım. İzah edemeyeceğim şekilde bir rahatsızlık duymaktaydım Gülencilerin ortamlarından. Nitekim beni birçok sefer yurt dışındaki okulları ziyarete davet ettiler her seferinde bir bahane bularak uzak durdum.

LDT üyeleri olarak tanınmışlığımız arttıkça günlük medyada da arada sırada yazılar kaleme alıyorduk. Benim yazılarım Radikal, Yeni Şafak ve Yeni Yüzyıl’da yayınlandı. Sonra Zaman’a da yazı göndermeye başladım. Telif ücreti alabildiğim tek gazete Zaman’dı. 2006 yılında maruz bırakıldığım linç vakası üzerine Zaman yazılarımı kesti veya ben yazmayı bıraktım. Bir yıllık gönüllü İngiltere sürgününden döndükten sonra 2008 Eylül’ünde Zaman’dan haftada bir telif ücreti karşılığı yazma teklifi gelince kabul ettim ve orada yaklaşık 5 yıl yazdım. Zamancılar bana köşe yazdırmaya istekli olmadılar ama uzakta kalmamı da arzu etmediler. Cemaatin ana kuruluşu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan bir ara Abant toplantılarını beraber düzenleme teklifi geldi. “Her külfeti biz üstleniriz yeter ki sizin organizatör olarak adınız geçsin” dediler. İnsiyakî biçimde bu teklife de uzak durdum. Zamanımı ve enerjimi kendi kuruluşumuz olan LDT’ye tahsise devam ettim.

Öncülerinden 15 Temmuz’a

Bir akademisyen ve sivil toplum gönüllüsü olarak günlerim geçerken önce Gezi İsyanları vuku buldu. Ben isyanlara demokratik usul kurallarının reddi ve meşru iktidarın karar alıp uygulama hakkının inkârı olduğu gerekçesiyle karşı çıktım. 17/25 Aralık 2013 operasyonlarının da hukukun silah, hukukçuların (polislerle beraber) tetikçi ve yolsuzluk iddialarının susturucu olarak kullanıldığı bir darbe teşebbüsü olduğunu düşündüm. Her ikisi hakkında da çok sayıda yazı yazdım, değişik tahliller ve değerlendirmeler yaptım. Bugün rahatlıkla söyleyebilirim ki bunların hepsinde haklı çıktım.

Gezi İsyanları da 17/25 Aralık da müthiş olaylardı ama 15 Temmuz bambaşka bir şeydi, hepsini ve her şeyi gerisinde bıraktı. Bizzat şahit olmasam böyle bir şeyin vuku bulabileceğini hayal dahi edemezdim. Gezi esnasında Zaman’da katıldığım bir iftar yemeğinde Gülen Cemaatindeki Erdoğan nefreti dikkatimi çekti. Şaşırdım. Tabiatıyla, birçok şeyden habersizdim. 2013 Temmuz’unda Yeni Şafak’ta yazma teklifi gelince Zaman’dan ayrıldım. Bu çok zamanlı bir ayrılmaydı zira ayrılmasaydım da 17/25 Aralık’tan sonra orada kalmam mümkün olamazdı.

15 Temmuz günü akşam 19:00’da öğrencim ve arkadaşım Hüseyin Seyda ile Üsküdar Mado’da buluşup yemek yedik. İki saatten fazla daldan dala atlayarak sohbet ettik. Saat 21 sıralarında ayrıldık. Ben karşıya geçtim ve saat on civarında eve vardım. Biraz çalışayım diye bilgisayarın başına geçtim. Bu arada televizyon da açıktı. Şehitler Köprüsü’nde Anadolu’dan Avrupa’ya geçişin bir askerî birlik tarafından engellendiğini görünce şaşırdım ve hem televizyonlardan hem de sosyal medyadan ne olduğunu öğrenmeye çalıştım. Bilindiği gibi ilk haberler bir terör saldırısı ihbarı olduğu ve bu yüzden tedbir alındığı yönündeydi. Ancak, dakikalar geçtikçe tablo netleşmeye başladı. Darbe ihtimâli gitgide kuvvetlenmekteydi.

Doğrusu FETÖ’nün son çaresi olarak bir darbeye tevessül etme ihtimâli olduğunu biliyordum. Bunu yazmış ve söylemiştim de. Ancak, girişimin çapının ne olacağını bilemezdim. Kimse bilemezdi. Başbakan’ın televizyonda kalkışma ihtimâlinden söz etmesi kafamdaki tüm belirsizlikleri sildi. Evet, bu bir darbe teşebbüsüydü. Ama faili kimdi? Teşebbüs beni bir taraftan infiale bir taraftan da karamsarlığa itti. Yine mi? Ne yapmalıydım? Sessiz kalıp ne olacağını bekleyebilirdim veya darbeye açık ve net şekilde karşı çıkabilirdim.

Darbeye karşı çıkmanın daha ahlâklı ve demokrat bir duruş olacağını biliyordum. Tereddütsüz bunu yapmaya karar verdim. Duruşumu sosyal medyaya düştüğüm notlarla, yaptığım yorumlarla sergilemeye başladım. İlginçtir, bu benim tarzım hâline geldi. Ne zaman kritik ve hızla topluma hitap etmeyi gerektiren bir vaka olsa hemen sosyal medyada olağan zamanlarda olduğumdan çok daha aktif hâle geliyorum. Böylece sıcağı sıcağına ve kimsenin iznini veya yardımını beklemeden faaliyete başlayabiliyorum. Bu sefer de öyle oldu. Hem face’e hem twitter’a düştüğüm bir notta “çocuklarıma ve inşallah ileride torunlarıma kendim için darbeyi destekledi dedirtmeyeceğim”i ilân etim. Artık ne olacaksa olacaktı.

Gece ilerledikçe dehşet de İstanbul’un, Ankara’nın ve tüm ülkenin üzerine çökmeye başladı. Uçakların sebep olduğu sonik patlamalar başkaları gibi benim de sağa sola bomba atıldığını düşünmeme yol açtı. Bazı yerlerse gerçekten bombalanmaktaydı. Gece yarısı TRT’de okunan bildiriyi duyunca darbenin artık önlenemez bir noktaya ulaşmış olabileceğini düşündüm. Eşime “bana bir valiz hazırlasan iyi olur” dedim. Çünkü darbe başarılı olursa öldürüleceğimi, en iyi ihtimâlle hapsedileceğimi biliyordum. Gelişmeleri benimle birlikte takip eden oğullarım Oğuz ve Okan da öfkelendi. Askerler beni almaya gelirse evdeki beyzbol sopalarıyla karşı koyacaklarını söylemeye başladılar.

TRT baskını, CNN Türk’ün yayınına son verilmesi gibi kötü şeyleri takip ediyorduk ama iyi şeyler de vardı. En önemlilerinden biri 1. Ordu Komutanı Orgeneral Ümit Dündar’ın televizyona bağlanıp bunun tüm ordunun değil ordu içindeki bir kesimin teşebbüsü olduğunu ve önlemek için gerekli tedbirlerin alınmakta olduğunu söylemesiydi. Bu içimi biraz rahatlattı. Sonra, ilginçtir, bir kısmı teşebbüste yer alan başka bazı askerler tarafından da benzer açıklamalar yapıldı. MİT’ten de bir basın müşaviri televizyonlara darbe teşebbüsünün bastırıldığı yolunda devamlı açıklamalar ulaştırmaktaydı.

Bu arada en çok merak ettiğim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın nerede olduğu ve ne yaptığıydı. Öldürülmüş olması ihtimâli içimi titretti. Böyle bir şey olduysa ya darbenin başarılı olacağını veya ülkenin tam bir kaos içine düşeceğini düşündüm. Sonra CNN Türk’te Hande Fırat’ın telefonundan topluma yaptığı çağrıyı dinledim. Hemen içimde darbenin başarılı olamayacağı duygusu, umudu uyandı. Cumhurbaşkanı Dalaman’dan İstanbul’a gelecekti ve bu yolculuğun tehlikeli olduğunu biliyordum. O yüzden endişeli bekleyişim Erdoğan’ın uçağı Atatürk Havalimanı’na inene kadar devam etti. Bu arada salâlar okunması toplumun ezici çoğunluğunda olduğu gibi bende de büyük bir ferahlama yarattı. Hiçbir salânın beni bu ölçüde duygusallaştırdığını hatırlamıyorum. O günden beridir salâlar daha çok dikkatimi çekiyor.

Erdoğan havalimanında binlerce kişi tarafından karşılanınca ve güven içinde konuşmalar yapınca darbenin başarılı olamayacağından emin oldum. Bu arada başka ordu komutanları da konuşmakta ve savcıların darbecilerin gözaltına alınması kararı televizyonlardan duyurulmaktaydı. 16 Temmuz Cumartesi günü öğle saatlerinde darbe teşebbüsü artık çökmüştü. Bütün bu süreçte ilginç bir tecrübe yaşadım. Aynısı daha önce 2006’da Kemalist çevreler tarafından linç edilmek istendiğimde başıma gelmişti. İnsan kendine yönelik hayatî bir saldırı hissederse vücudu ona reaksiyon gösteriyor. Meselâ uyanık kalıyor ve dikkati artıyor. Bana da öyle oldu. 48 saat uyumadan olayları takip ettim. Oğullarımın da kapıldığı bir duyguyla sanki uyursam darbe yapılacakmış, darbeciler muvaffak olacakmış gibi hissettim. Sanıyorum pek çok kişi aynı durumdaydı. Hatta bir ara sokaklar tek edilirse darbe olacakmış hissi yayıldı. Sokaklardan insanların yavaş yavaş çekilmesi bu bakımdan çok yerinde ve yararlı oldu. 7 Ağustos’taki son büyük miting daha da teskin etti insanları.

Tarihin kurbanı ve parçası olmak

Kendimi hem şanslı hem şanssız hissediyorum. Şanssızım çünkü böylesine berbat bir vakanın şahidi oldum. Şanslı hissediyorum çünkü kendimi tarihsel bir olaya şahit ve onun parçası olmuş tarihî bir figür olarak görüyorum. Darbeyi püskürten milyonlara ve süreçlere dâhil olmaktan mutluluk duyuyorum. Ancak, darbe teşebbüsünün üzerimdeki psikolojik tesirinin kötü olduğunu itiraf etmem lâzım. 2006’da yaşadığım süreçten sonra gelen telefon sesleri beni rahatsız ederdi. Çünkü telefonlar iyi bir şey için çalmaz, hep kötü haberler getirirdi. Şimdi de özellikle uçak gürültüleri ne oluyor diye alarma geçmeme sebep oluyor. 25 Ağustos 2016’da Yalova’da müthiş gök gürültülerinin saatlerce sürdüğü yoğun yağmurlu bir akşam yaşadık. Göklerden gelen ve susmak bilmeyen gürültü bana ister istemez 15 Temmuz gecesini hatırlattı.

Bu histen kurtulmam biraz zaman alacak. Ama bunun darbeyi alaşağı etmenin maliyetleri arasında olduğunu düşünüyor ve dert etmiyorum. Ayrıca daha pek çok insanın aynı durumda olduğunu, bazı yerlerde çocukların yatağa gitmeden anne babalarına “bu akşam da düşman uçakları bizi bombalar mı?” diye sorduğunu arkadaşlarımdan işittim. Temennim, bundan sonra insanlarımızın hiçbir şekilde böyle korkunç ve alçakça darbe tecrübeleri yaşamaması. Yıllarını darbelerin gölgesinde geçirmemesi. Benim neslim hatta benden sonraki nesil gibi darbelere atıfla çocukluk, gençlik ve yetişkinlik yıllarını hatırlamaması, anlatmaması…

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et