Teknik Bilgi Yığını Kıskacında Türkiye Analizleri

Türkiye’de pek tanınmayan, dolayısıyla fikirleri akademik ve entelektüel hayatımıza hemen hemen hiç yansımayan muhafazakâr filozof Michael Oakeshott kuvvetli bir rasyonalizm eleştirmeni. Eleştirilerini dayandırdığı ayaklardan biri teknik bilgi ile pratik bilgi arasında yaptığı ayrım. Filozof eserlerinde bu ayrımın ilk bakışta sanılabilecekten çok daha önemli olduğunu ve siyasette birbirinden çok farklı düşüncelere ve sonuçlara yol açtığını özenle açıklamakta.

Teknik bilgi esas itibariyle akıl tarafından üretilir. Kodlanabilir, yazılı olarak ifade edilebilir, formüllere dönüştürülebilir.  Böylece aktarılabilir, öğretilebilir ve öğrenilebilir. Formel eğitimi sistemleri büyük ölçüde teknik bilgi üzerine kuruludur. Siyaseti anlatan siyaset bilimi ve anayasal rejimi anlatan anayasa ders kitapları yanında, hayata daha yakından bakarsak, kara yollarında araç kullanmaya ilişkin el kitapları, yemek kitapları gibi kaynaklar bu tür bilgiler ihtiva eder. Teknik bilgi insanlara ne yapılması gerektiğini söyler. Rasyonalistler tek bilginin teknik bilgi olduğunu düşünür. Pratik bilgi her zaman teknik bilgi gibi fark edilmesi, yazıya dökülmesi ve öğretilip öğrenilmesi mümkün olmayan bilgidir. O yaparak, yaşanarak, deneyimlenerek, tecrübe edilerek öğrenilebilir.  Kurallara dökülemez ve kitaplarda yer alamaz. Pratik bilgi nasıl yapılacağıyla alâkalıdır. Bu, pratik bilginin hiç öğretilemeyeceği anlamına gelmez. Pratik bilgi, bir dereceye kadar, teknik bilgi gibi öğretilebilir ve öğrenilebilir. Ancak, onun asıl öğrenilme yolu, yapıp etmek, başka bir deyişle iş başında öğrenmektir. Araçların sürülmesinde ve yemeklerin yapılmasında el kitaplarından da yararlanılabilir ama bunlar tam manasıyla ve işe yarayacak düzeyde ancak bilfiil yapmak suretiyle öğrenilebilir.

Oakeshott hem liberalizmi hem sosyalizmi sırf veya ağırlıklı olarak teknik bilgiye dayanan, toplumu aklın eseri soyut ilkelere göre yeniden düzenlemeyi hedef alan projeler olarak görür. Bu yüzden, ona göre, bu iki yaklaşım da rasyonalisttir.  Liberaller ve sosyalistler, iktidar olduklarında, soyut, tecrübeye değil akla dayanan kılavuzları kullanarak toplumu, siyaseti yeniden kurmak isterler. Meselâ, liberal düşünce geleneğinde J. S. Mill’in Özgürlük Üstüne adlı klasik eseri ve sosyalist kanatta K. Marx ve F. Engels’in eserleri bu tür tipik rasyonalist kurgular geliştirmeye yönelik çalışmalardır. Rasyonalistler sadece aklımızı kullanarak hakikati bulabileceğimize, bunu yapma gücüne bütün insanların sahip olduğuna, akıl usulüne uygun olarak kullanıldığında herkesin ortak bir cevaba ulaşacağına (farklı cevapların olmayacağına – aklın yolu birdir) inanırlar. Tecrübenin bilgi kaynağı olduğunu kabul etmedikleri için tecrübenin problem çözmedeki fonksiyonelliğini görmezler ve her problemi her seferinde baştan çözmeye çalışırlar.

Oaekshott’un yakıştırdığı rasyonalist sıfatının sosyalizme liberalizmden daha çok uyduğu kanaatindeyim. Sosyalizm ailesi içindeki hemen hemen her akım rasyonalisttir.  Buna karşılık, tüm liberal düşünce geleneğini rasyonalist olarak nitelendirmenin biraz toptancılık ve dolayısıyla haksızlık olduğunu düşünmeye meyilliyim. Örneğin Hume-Hayek geleneği bilgiye bakışta ve tecrübenin beşerî hayattaki ve siyasetteki yerini değerlendirmede Oakeshott’a yakındır.  Hayek bazı çalışmalarında Oakeshott’a müspet atıflarda bulunur. Kendisinin kurucu rasyonalizm eleştirilerine Oakeshott’un fikirlerinde destek arar. Ayrıca liberal gelenekte en az Oakeshott’unki kadar kuvvetli ve tahripkâr rasyonalizm eleştirileri yapan Karl R. Popper ve Isaiah Berlin gibi liberal düşünürler de var. Mamafih liberal düşünce geleneği içinde Oakeshott, Popper ve Berlin tarafından eleştirilen anlamda rasyonalist çizgilerin bulunduğu da bir gerçek. Revizyonist liberalizm veya yeni liberalizm (bazen sosyal liberalizm) denen çizgi (T. H. Green, J. Dewey gibi isimlerin teorileri) rasyonalisttir. Anarko-kapitalizmin en azından bazı dallarının da rasyonalist olduğundan kuşku duyulamaz. Bununla beraber, bu yazının konusu bunların tartışılması değil. Ele almak istediğim şey sırf teknik bilgiye dayalı yaklaşımların Türkiye’de özellikle 2012’den beridir vuku bulmuş olayları anlamakta ve ülkenin genel siyasî ve anayasal durumunu tahlil etmekte nasıl başarısızlığa uğradığı.

Siyaset biliminin ve anayasa hukukunun temel kaynaklarında, demokrasiyle ilgili standart cümleler kullanıyoruz. Meselâ, kuvvetler ayrılığının iktidarı sınırlandırmak için şart olduğunu söylüyoruz. Her üç kuvvetin ayrı ayrı ellerde olmasının ve birbirine müdahale etmemesinin gereğine ve önemine işaret ediyoruz. Özellikle yargının bağımsız ve tarafsız olmasına (ki çok yakınlara kadar sadece yargının bağımsız olmasının icap ettiği dile getirilir, tarafsız olması gerektiğinden bahsedilmezdi, tarafsızlık vurgusu liberallerin Türkiye’ye bir katkısı oldu) vurgu yapıyoruz. Liberal felsefeden etkilendiysek, devletin insan haklarına yönelik en büyük potansiyel tehdit olduğunu özenle, bazen adâlet, insanlık ve haklar şampiyonuymuş ve hatta insanlığın vicdanıymış gibi, özenle belirtiyoruz. İyi de yapıyoruz. Ama bütün bunlar mevcut problemlerin tamamını gördüğümüzü ve onlara çözüm ürettiğimizi ispatlıyor mu? Dediklerimizin yapılması söz konusu alalardaki tüm problemlerin çözülmesine veya hiç ortaya çıkmamasına yeter mi? Analiz ettiğimiz tabloda başka olaylar, faktörler yok mu? Varsa analizlerimizde onları nereye ve nasıl yerleştirmeliyiz?

Oakeshott’un bilgi tasnifini kullanarak değerlendirirsek, bütün bu analizlerimizde teknik bilgiyi kullanıyoruz. Buna kitabî bilgi de denebilir.  Oysa hayat kitaplara sığmıyor. Teknik bilgi yığınının hakkında bir şey söylemediği (belki de söyleyemeyeceği) hadiselerle ve sorunlarla karşılaşıyoruz. Bu durumda, haksızlık etmeyelim, hepimiz değil bazılarımız,  bakış açımızı genişleteceğimize ve olayların tüm sebep ve sonuçlarına nüfuz etmeye çalışacağımıza teknik bilgiyi (yani ezberlerimizi) mütemadiyen tekrarlamaya -hoş bir benzetmeyle kitabı hayata değil hayatı kitaba uydurmaya- üstelik bir nevi bilgelik taslayarak kalkışıyoruz.

Ne demek istediğimi örneklerle açıklamaya çalışmak yapılamayacak bir şey değil. Kafamız yürütmenin yargıya müdahalelerine şartlanmış. Bunun her zaman ve her durumda yanlış ve zararlı olduğunu, olacağını sanıyoruz. Yani yanlış müdahalenin hep yürütmeden yargıya doğru olacağını var sayıyoruz. Hâlbuki hayat bize başka olaylar yaşatabiliyor ve olaylar çok farklı şeyler söyleyebiliyor. Örneğin, yürütme ile yargı arasındaki müdahale etme-müdahaleye maruz kalma ilişkisi tersine cereyan ederse ne olur? Yani yargı yürütmenin alanına yetkisi olmadığı hâlde girerse ve yürütmenin kimi yetkilerini ele geçirmeye veya korsanlık yaparak fiilen kullanmaya çalışırsa nasıl bir tablo ortaya çıkar? Ve bu durumda ne yapmak gerekir?  Demokrasilerde bu tür problemler doğabiliyor. Türkiye vatandaşları olarak yargının yürütmeye müdahalesine (hukukî denetleme yapmasına değil siyasî yetki alanına girmesine)  çok yabancı değiliz. Türkiye’de 17/25 Aralık olayları diye bilinen vaka, yargının yürütmeye doğrudan siyasî müdahalede bulunma, hatta bir tür darbe yapma teşebbüsüydü. Örneğin, yürütmenin hukukî mevzuatın kendisine verdiği yetkiler çerçevesinde görevden alma işlemleri yapması (yasa dışı KCK’nın HDP üzerinden yönettiği belediyelere kayyım ataması gibi)  yanlıştır, bu konuda yargı karar vermelidir veya yürütme bu konuda bir adım atmak için yargı kararını beklemelidir diyenler var. Niye? Görevden alma idarî bir işlem. Yargı görevden alma kararı veremez, işlemlerin hukukî olup olmadığı hakkında bir karar verir. Yürütme görevden alır, buna karşı istenirse yargıya gidilir. Yargı işlemin hukuka uygun olup olmadığını işlemden önce değil sonra denetleyebilir. Böylece yürütmenin işlemi hukuken denetlenmiş olmuş. Önceden bu konuda bir karar vermek siyasî bir denetleme yapılması anlamına gelir. Bana bu konuyu tam da böyle olmak üzere tanınmış bir anayasa hukukçusu anlatmıştı. O günden bu güne köprülerin altından çok sular aktı. Aynı anayasa hukukçusunun şimdi nerede durduğu benim için belki de hiç gideremeyeceğim bir merak konusu.  Görevden alma ve kayyım atama işleminin “evrensel hukuk”a sığmadığı düşünülüyorsa o zaman yapılması gereken de söz konusu mevzuatın değiştirilmesini sağlamak üzere hareket geçmektir.

Keza, teknik bilgi yürütmenin yargıya her müdahalesinin kuvvetler ayrılığına ve demokrasiye aykırı olduğunu söylüyor. Acaba? Kendi tecrübe ve gözlemlerim ışığında bu genel hükümden istisnai durumlar için de olsa, şüphe etmekteyim. Durum şartlara bağlı olarak değişmesin! Bizim tecrübî bilgimiz, yakın geçmişte yürütmenin (yasama üzerinden) yargıya (HSYK’ya) yaptığı müdahalenin demokrasi ve hukuk devleti için elzem ve yararlı olduğunu gösteriyor. Bu yapılmasaydı, Türkiye tam bir bürokratik diktatörlüğe dönüşebilir veya zaten var olan ve renk değiştirme sürecinde ilerleyen (Kemalist vesayetten İslamist-teokratik vesayete dönüşmekte olan)  bürokratik çeteleşmeyi tasfiye etme sürecine giremezdi. Daha açık söyleyeyim, hükümet müdahale etmeseydi FETÖ’nün yargıdaki hâkimiyeti nasıl kırılabilirdi? Yargının FETÖ’nün elinde olduğu bir ülkedeki şeklî duruma bakarak ülkede kuvvetler ayrılığı var, yargı bağımsız ve tarafsız denebilir miydi? FETÖ’nün istediği gibi at koşturduğu bir yargıda vatandaşlar hukuk güvencesine sahip olabilir miydi? İnsanlar yolları mahkemelere düşerse âdil yargılanacaklarından emin olabilir miydi?

Aslında bu yargı meselesi çok su kaldırır.  Nasıl ki yasama ve yürütme belli mevzuata tâbi bir insan grubuysa yargı da öyle. Yani yargı mensupları da insan. İnsanın güçlü ve zayıf yanları milletin temsilcilerinde ve yürütme organındaki bireylerde olduğu gibi yargı mensuplarında da boy gösterebilir. Yargı mensuplarının melek olduğu herhâlde iddia edilemez. Öyleyse politikacıların kasıtlı kasıtsız yanlış yapacağından şüphe ederken yargı mensuplarının kasıtlı kasıtsız yanlış yapmayacağından nasıl emin olabiliriz? Hukukun hâkimiyetinin hukukçuların hâkimiyetine dönüşmesini nasıl engelleyebiliriz? Teknik tâbirle, demokrasinin jüristokrasiye dönüşmesine nasıl mani olabiliriz? Yargı mensuplarının şahsî veya grupsal (maddî veya manevî) menfaatleri için kendilerine tanınan korunaklı statüyü ve eşsiz yetkileri istismar etmesinin önüne nasıl geçebiliriz? Teknik bilgilerle dolu kitaplarda bu konularda bir formül yok, ama tecrübemiz bu problemlerin hayal değil gerçek olduğunu gösterdi ve bu süreçte bu konularda henüz teknik bilgi yığınlarına yansımayan tecrübî bilgiler oluştu. Bu bilgiler, kitaplara yansımasa da, toplum katmanlarında bir şekilde var ve muhtemelen nesilden nesile aktarılacak.

Demokratik bir ülkede yürütmenin anayasal yönetim geleneğine uygun biçimde işlemesi şart. Bunun anlamı yürütmenin eylem ve işlemlerinin hukukî temele dayanması ve hem hukukî hem siyasî denetime tabi olması. Buna demokratım diyen hiç kimse itiraz etmeyecektir. Peki, ya yürütme kendisini güvende hissetmiyorsa, demokrasi dışı yollarla ve araçlarla saldırıya uğramaktan korkuyorsa ve uğrarsa ne olacak? Onu kim koruyacak? Bu tür bir korkunun, endişenin temelsiz olduğu hiç bir şekilde söylenemez. Burası bir darbeler ülkesi. Yürütme organları her zaman darbelerden en büyük zararları gören oldu. Bugün bile darbe imaları ve dolaylı darbe çağrıları yapan siyasetçiler ve gazeteciler var. Bu problem nasıl çözülecek? Teknik bilgilerle dolu siyaset bilimi ve anayasa hukuku kitaplarında çözüme dair bir formül var mı?

Çözüm hukuktur demeyin, ciddiye almam. Hukuk bir esas değil bir araç. Hukuk kendisi bir şey yapmıyor, birileri hukuk adına diye harekete geçiyor. Ama bu yere göğe sığdırılamayan hukuk darbeleri önleyemedi. Önleyemediği gibi darbecileri yargılayamadı da. Çünkü hayat sadece hukuka dayanmıyor. Üstelik önceden darbeler hep askerler tarafından yapılıyordu. Sivil müttefikleri askerlerin peşinden gidiyordu. 15 Temmuz darbe teşebbüsü farklı bir portre sundu. Orduyu da kullanan sözüm ona bir “sivil” güç (FETÖ’yü “sivil güç” sayanların kulakları çınlasın, böyleleri 15 Temmuz darbe teşebbüsünün bile bir sivilleşme adımı olduğunu düşünürse şaşırmam!), beyni ve merkezi askeriyenin dışındaki bir fail darbeye teşebbüs etti. Yürütmeyi bu tür devlet içinde oluşabilen çetelere karşı kim koruyacak? Nasıl koruyacak? Teknik bilgi yığınında buna dair bir ipucu var mı? Tekrar edeyim, çözüm yargıda demeyin. Anlamsız olur. Yargı öncülük etmez, geriden gelir bu meselelerde. Güç dengesindeki konumları aktörlerin nerede olacağını belirler. Mazallah FETÖ darbe teşebbüsü başarılı olsaydı, FETÖ’nün büyük ölçüde tasfiye edildiği söylenen yargı ayağı, yine FETÖ tarafından kontrol edilmekte olan medyanın korkunç dezenformasyon yağmuru altında, AK Parti liderlerini -Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarını- güya yargılıyor olacaktı.

Sonuç olarak söylemek istediğim şu: Sadece teknik bilgiye (kitaplarda yazılı formüllere ve denklemlere) dayanarak hayatı okumak ve anlamlandırmak zor. Bugünlerde birçok kimse (özellikle kategorik muhalif bir takım hukukçular ve kişisel hayal kırıklıkları, öfkeleri ve kinleri tarafından motive  edildikleri gözlerden kaçmayan kimi politikacılar ve köşe yazarları) bunu yapıyor. Böyleleri demokrasiye ve hukuk devletine yönelik en büyük tehditler olarak FETÖ’nün nasıl tasfiye edilebileceği, PKK’nın nasıl ortadan kaldırılabileceği, yargının çeteleşmesinin nasıl engellenebileceği, askerin (ve Türkiye’nin dünya siyasetine katkısıyla) polisin amirine darbe yapmaya kalkışmasının önüne ne tür metotlarla set çekilebileceği, iktidar hırsı gözünü bürümüş politikacıların demokrasi dışı yollarla flört etmekten nasıl uzak tutulacağı gibi hususlarda tek laf etmeksizin, kitabî bilgilere başvurarak ve bütün bu problemler yokmuş yahut bu problemlerin hepsi konjonktürelmiş ve sadece mevcut iktidarın problemleriymiş gibi davranarak kuvvetler ayrılığından, hukuk devletinden, yargının bağımsızlığından dem vuruyor. Tabiatıyla, bu kimseleri, kitap ezberlerinden kurtularak yahut kitabî bilgilere tecrübî bilgileri de ekleyerek yukarda değinilen problemler hakkında doğru dürüst bir şeyler söylemedikleri sürece ciddiye almaya imkân da gerek de yok.

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et