Atatürk’e dair Türkiye’de farklı hissiyatlar taşıyan toplumsal kesimler var.
Bir kesim varlığını Atatürk ile irtibatlandırıyor. Onun ülkeyi yoktan var ettiğini, bağımsız kıldığını, modernleşme yolunda devâsâ adımlar attığını düşünüyor. Hem geçmiş hem de gelecek kuşakların Atatürk’e borçlu olduğunu varsayıyor. Bu kesim Atatürk’e, onun sembollerine ve değerlerine büyük bir bağlılık duyuyor; bu noktalardaki en küçük eleştirilerden bile rahatsız olabiliyor.
Ancak başka toplumsal kesimlerde ise Atatürk’e dönük böyle müsbet bir bakış yok. Değişik nedenlerden kaynaklanıyor bu durum. Mesela muhafazakâr-dindar kitlelerin bir kısmı, kendi kimliklerine açık bir saldırı olarak gördükleri birtakım uygulamalardan Atatürk’ü sorumlu tutuyor. Cumhuriyetin topluma dayattığı cebrî modernleşmeden, dine/İslâma mesafeli tavrından, dinî sembol ve pratiklerin kamusal görünürlüklerini yasaklamasından, ezanı Türkçeleştirmesinden ötürü kızgınlık duyuyor.
Benzer bir hissiyat Kürtlerin önemli bir bölümünde de mevcut. Onlar da Kurtuluş Savaşı esnasında Kürtlere verilip de tutulmayan sözlerden; Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim hadiseleri esnasında ve sonrasında olup-bitenlerden dolayı tepkililer. Kürtlerin varlığını inkâr eden, onları tedip, tenkil ve asimilasyona tabi tutan siyasetin mimarı olarak görmeleri, onları Atatürk’e karşı öfkeye sevk ediyor.
Süreklilik arz eden baskı siyaseti
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında nüfusun önemli bir kısmının baskı ve zor altında tutulduğu şüphe götürmez. İşi daha vahim kılan, bu baskı ve zorun kısa bir dönemle sınırlı kalmaması, süreklilik arz etmesiydi. Atatürk’ün tarih sahnesinden çekilişinden sonra da devam ettirilen bu siyaset her zaman Atatürk’e referansla meşrulaştırıldı. Her eleştiri “Atatürk düşmanlığı… gericilik… bölücülük… Cumhuriyet karşıtlığı” olarak damgalandı, susturuldu ve bu tür fikir sahipleri ağır müeyyidelere tabi tutuldu. Baskı, zor ve bunların Atatürk’e dayanarak daim kılınması, sözü edilen toplumsal kesimlerdeki kızgınlık ve öfkeyi besledi, canlı tuttu.
Ezcümle, Atatürk’e karşı hisler değişik, doğal olarak ona ilişkin değerlendirmeler de çok çeşitli. Kimi Atatürk’ü yanlıştan münezzeh kutsal bir kişilik olarak sunar. Kimi bütün kötülüklerin altında Atatürk’ün mührünü arar, tüm yanlışları ondan bilir. Kimi de uçlara savrulmaktan imtina eder; her tarihî kişilik gibi Atatürk’ün de doğru ve yanlışlarının olduğunu belirtir; bunları gösterir; analizinin dengeli ve gerçekçi olmasına gayret eder.
Fırtına
Uzun sayılabilecek bu girizgâhı, sözü son günlerde Atatürk eksenli yapılan tartışmalara getirmek için yaptım. Biliyorsunuz, önce tvNet’te Yavuz Bahadıroğlu ve Mustafa Armağan’ın hazırladığı Derin Tarih programına katılan Süleyman Yeşilyurt, Afet İnan’a dair birtakım iddialarda bulundu. Hemen akabinde, Kanal D Ana Haber Bülteni’nde Hüseyin Akar adlı şahsın Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım hakkında ifadeler içeren bir videosu yayınladı.
Ve fırtına koptu. Kamuoyundan çok sert sesler yükseldi. Protestolar yapıldı. Afet ve Zübeyde Hanımlar için yakışıksız sözler sarf edenlere dönük hukuki takibat başlatılması talep edildi. Yargı makamları sürece müdahale etti. Her iki şahıs hakkında yakalama kararı çıkarıldı. Yeşilyurt önce gözaltına alındı, çıkarıldığı mahkemece tutuklandı. Akar ise halen aranıyor. Bu arada, Latife Hanım’ın, Atatürk’ün reformları yukarıdan aşağıya topluma dayatan siyasetini eleştirdiği bir mektubunu yayınlayan Derin Tarih dergisi de toplatılmak suretiyle kopan fırtınadan nasibini almış oldu.
Şimdi, biraz serinkanlı düşünelim. Tarihî bir kişiden söz ediyoruz. Böyle kişilerin hayatları her zaman kamuoyunun ilgisine mazhar olur. İnsanlar, kaderlerine şu veya bu şekilde tesir eden aktörlerle ilgili bilgileri merak eder, öğrenmek ister. Bu itibarla tarihî kişiliklerin salt kamusal-siyasal yönleri değil, özel-ailevî ilişkileri de tarihçilerin ilgi alanı içine girer. Özel hayata ve dalgalı ilişkilere mercek tutulur; bunun alınan/verilen kararlara ne ölçüde etki ettiği ortaya çıkarılmaya çalışır. Bu araştırmalarda resmî tarihin kabulleri haricinde ulaşılan yeni bilgi veya iddialar toplumla paylaşılır.
İffete saldırı
Bu bağlamda, Afet ve Zübeyde Hanımların hayatlarına da projektör tutulması ve onlara hakkında genel kabullerin dışında birtakım iddiaların dile getirilmesi anlaşılır bir durumdur. Buradaki sorun, bu iddiaların dile getirilme biçimi ve üslubudur. Zira Atatürk toplumun bir bölümünün son derece hassas olduğu bir konudur. Onun özel hayatı tartışma masasına yatırılırken, konunun hassasiyeti mucibince daha dikkatli ve özenli davranılmalıdır. İddia sarsıcı olabilir; ama bunun belgelerle, tanıklarla, ciddi bilgilerle desteklenmesi gerekir.
Tartışma böyle yürütülmelidir. Aksi bir tavır yanlış olur. Son tartışmaya vesile olan programlarda olduğu gibi, ele alınmayı hak edecek bir veri ortaya koymadan sadece kulaktan kulağa devredilen dedikoduları gündeme taşımanın kimseye bir faydası dokunmaz. Bir insanın iffetine saldırmanın kabul edilebilir bir tarafı olamaz.
Tartışılmazlık perdesi
Böylesi bir tavır, anlamlı bir tarih tartışmasına da ket vurur. Haklı eleştirilerin önünü keser. Atatürk’ün kült kişiliğinin ve liderliğinin sorgulanmasını engeller. Onun ve döneminin mutlaka tetkik ve tenkit edilmesi gereken hususları bile bir “tartışılmazlık perdesi”nin gerisine çekilir. Süfli ifadeler ön plana çıktıkça, onların yarattığı nefret ve öfkeyle meşru eleştirilere de kapı kapatılır.
Bu itibarla herkes ama öncelikle muhafazakâr kesim bunun karşısında durmalı, bu tür bayağı bir yaklaşıma itiraz etmeli. Sağlıklı ve gerekli bir tartışmayı zehirleyen dile en küçük bir teveccüh göstermemeli. Maşeri vicdan, esaslı bir tarihî okumayı tıkayan bu davranışı mahkûm etmeli. En etkili cevap bu olur.
İçerik eleştirisine hukukî müdahale
Fakat bununla iktifa edilmedi. Yine ifrat ile tefrit durumu yaşandı ve hukuki takibat yoluna gidildi. Bana göre bu da makul değil. Yeşilyurt’un söyledikleri çok can sıkıcı olabilir ama bu onun tutuklanmasını gerekli kılmaz. 1926 yılında yayınlanan ve o tarihte dahi sahibine bir müşkülat çıkarmayan bir mektubun — aradan nerdeyse bir asır geçtikten sonra — bir derginin toplatılma gerekçesi olması akılla bağdaşmaz.
Burada bir hususu daha belirtmek lazım: Düşünce özgürlüğü, basın hürriyeti ve tutuksuz yargılanma temel hukuki değerlerdir. Son Atatürk tartışmasında, toplumda bu değerleri savunmakla tanınanların önemli bir bölümü, şahsın tutuklanmasını ve derginin toplatılmasını hiç sorun etmediler. Hattâ kullandıkları bazı ifadeler böyle bir sonuçtan memnuniyet duyduklarına yorumlanabilir.
İbretlik bir hal, bu. Temel değerlerde seçici davranıldıkça bir yasakçılık kısır döngüsü içinde debelenip gitmek kaçınılmaz oluyor. Bugün başkalarına yapılan yarın dönüp bizim başımızda patlıyor.