Suriye konusunda kafam en başından beri karışık. Şu yapılmalı diyebildiğim bir şey en başından beri olmadı; aklıma gelen bütün çözümler “şu yapılmamalı”dan öteye gidemedi. Çözüm ne bilmiyorum, şu sıralar sadece içim yanıyor, demiştim, hala öyle. Hissettiğim şey bir çaresizlik ve vefasızlık ettiğimde hissettiğim şeyler… Ben ne yapabilirim bu uluslararası oyunlar ve dengeler arenasında? Muhtemelen hiç. Bu yüzden çaresizlik hissi çok yoğun fakat aynı zamanda da bir şey yapamıyor olmak, sadece izlemek de başka bir dert.
İstanbul’a uzun zamandır gelmiyordum. Her zamanki gibi, İstanbul yine dünyanın en harika şehri. Fakat bu defa başka bir şey gördüm. Elinde pasaportları ile perme perişen dolaşan Suriyeliler… Dilenci kılıklı değiller, dolayısıyla dilencilere karşı o hissettiğimiz alışılmışlığın verdiği duyarsızlık mümkün değil. Mesela biri bütün psikolojimi alt üst etti. Cennetin Çocukları filminin kahramanı Ali benim eski resimlerime çok benzediği için filmi izlerken onun çaresizliğini en derinden hissetmiştim, Karaköy’de bir kafede otururken bir çocuk geldi, bu çocuğu da “eski resimlerimdeki ben”e benzettim. Fakat yorgunluktan gözleri kararmış bir haldeydi, bu hali de çok iyi bilirim. İstanbul’da az yaşamadım bu durumu. Elbiselerine bakınca da dilenci olmadığını anlıyorsunuz çünkü pejmürde değil, kirli… Çamaşır suyundan alaca olmuş, tozdan rengi değişmiş ve yıpranmış ama pejmürde bir görünüm değil, üzerine tam oturuyor, gayet fit.
Yoldan geçen biri oturduğum kafeden yiyecek bir şeyler aldı, çocuğa verdi, paranın üstünü de çocuğun cebine koydu, vapura bindi gitti. Çocuk teşekkür bile edemedi, bu hali de çok iyi bilirim, o kadar mahcup oldu ki, ağzını açamadı, sadece o anın bir an önce geçmesi için dua ediyor ve karşısındakini kırmamak için ezildikçe eziliyordu. Bense boğazım düğümlenmiş halde, olan biteni izliyordum. Sahne sona erdi, hayat yeniden kaldığı yerden devam etmeye başladı.
Şimdi yeni bir şeyle karşı karşıyayız. Binlerce suriyeli İstanbul’da… Bazıları çeşitli cemaatlerin kısıtlı imkanlarla sağladıkları mekanlar, bir kısmı Cemevlerinde kalıyor geçici olarak. Birçoğu insan tacirleri tarafından insanlık dışı şartlardaki mekanlarda fahiş fiyata sömürülüyor. Fakat büyük çoğunluğu parklarda, terkedilmiş mekanlarda, köprü altlarında yaşam mücedelesi veriyor. Lafın gelişi “yaşam mücedelesi” değil, gerçekten ölüm kalım mücedelesi. Kış yaklaşırken havalar giderek soğuyor, peki şimdi ne olacak?
Peki neydi bu? Bin kilometre ötede, tanıyıp bilmediğimiz bir yerde bir savaş var ama acısı günlük hayatımızın tam içinde… Bir de, sahiden tanıyıp bilmediğimiz insanlar mı? Bahsettiğim, Karaköy’deki Suriyeli çocuk Türkçe konuşuyordu. Tanış olmak illa bir şeyi çözecekse, uzaktan kuzenimiz olur kendileri.
Sahi, Suriye’deki savaş bizim neyimiz olur?