Askerî vesayetin boyutları

Türkiye’de siyasi sistem üzerinde ciddi bir askerî vesayet olduğu, gözleri militarizmle perdelenmemiş herkesin görebileceği açık bir gerçektir. Bu gerçek, silahlandırılmış bürokrasinin askerî kanadı tarafından da, kendisini mütemadiyen “rejimin bekçisi” olarak takdim etmesiyle, dolaylı olarak, itiraf edilmektedir.

Gözden kaçan, askerî vesayetin mevcudiyeti değil, gerçek boyutlarıdır. Konuyla ilgili tartışmalar genellikle açık, kaba, doğrudan askerî darbeler üzerinde yoğunlaştığından, askerî vesayetin köklerinin derinliği, “kapsama alanı”nın genişliği ve tezahürlerinin çeşitliliği yeterince kavranamamaktadır. Manzara bütünüyle ortaya serilse, eminim (veya umarım) bu vesayeti onaylayan birçok kişi ve kesim dahi rahatsızlık duyacaktır.

Cari rejimin ana karakteri bürokratik vesayete dayanmasıdır. Bu, elbette, Osmanlı’dan tevarüs edilmiş bir olgudur. Ancak, “yeni” rejimin doğası gereği iyice derinleşmiş ve kök salmıştır. Bir imparatorluğun bir ulus devlet kadar güçlü bir bürokratik vesayet tesis etmesi gereksiz ve imkânsızdır. İmparatorluklarda çok sayıda etnisite, dil, din ve kültür gruplarının varlığı ve yaşayışı sorun haline getirilemez. Bu hatayı yapmak, imparatorluğun dağılma fermanını imzalamaktır. Bu yüzden imparatorluklarda toplumsal hayata müdahale etmek ve insanları ve grupları dönüştürmek bir politik amaç haline getirilemez. Bu daha ziyade ulus devletlerde olur. İmparatorluklarda siyasal iktidara itaat ve sadakat, anlaşma, vergi ve çalışma avantajları, coğrafi ve idari özerklik, grupların içişlerine karışmama gibi yollarla sağlanırken ulus devletler kişileri ve grupları bir “ideal tip-ulus” potasında eritmeye çalışarak, tek bir değer dizisini bireylere eğitim yoluyla vs. empoze ederek itaat ve sadakati sağlamaya gayret etmektedir. İlkinde sadakat sınırlı, şarta bağlı ve karşılıklı iken ikincisinde tek taraflı ve mutlaktır. Bu temel nitelik farklılığından dolayı Avusturya Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu topraklarında doğan ulus devletlerin birçoğu baskıcı ve tek tipleştirici olmuştur. Bu ülkelerin hepsinde milliyetçi ideoloji başı çekmiş ve E. Gellner’in ifade ettiği gibi bir çeşit “kültürel mühendislik” yapılarak bir standart “üst” kültür ve bu kültüre dayanan bir millet yaratmak istenmiştir.

Türkiye de, aşağı yukarı, diğer imparatorluk bakiyesi ulus devletlerin yolunu izlemiş ve cari rejim böylece ortaya çıkmıştır. Bu rejimde esas olan, belirleyici olan halk değildir; halkın ne olması ve nasıl olması gerektiğini bir şekilde bilme iddiasına sahip bir azınlıktır. Bu azınlığın orta direği bürokrasi ve bürokrasiye eklemlenmiş “saray aydınları”dır. Kısaca, rejimimiz bir askerî vesayet rejimidir ve orta direği bürokrasidir. Orta direğin tam ortasında ise silahlandırılmış bürokrasi yer almaktadır.

DARBEYE NE GEREK VAR ?

“Silahlandırılmış bürokrasi” adlandırması bazılarına tuhaf ve aşağılayıcı görünebilir ama ne tuhaftır ne de aşağılayıcı. Aksine, gayet normal ve isabetlidir. Askeriye bir memurlar ve “zoraki gönüllüler” topluluğudur. Her insan hayatını kazanmak üzere bir iş yapmaktadır; asker memurların işi askerliktir. Askeriyedeki kurum kültürü, askerlerin katı hiyerarşik bir iş düzenine sahip olması ve toplumsal kültürdeki askerliği yüceltici öğeler bu gerçeği değiştiremez. Her memur gibi asker memurların da “patronu” vergi mükellefleridir ve onlara bu patronlukta seçilmişler vekalet etmektedir. Memurların hepsine değil bir kısmına patron -yani toplum- silah vermektedir. Bu yüzden bazı memurlar silahsız, bazı memurlar silahlıdır. Asker ve polis silahlı memurlar sınıfına girer. Silahı verenler kullanma şartlarını ve sınırlarını da belirler. Silahların başka alanlarda kullanılması emanete hiyanet anlamına gelir. Bunun sonucu zulüm ve zorbalık olur. Bunu yapan bir ordu veya polis meşruiyetini kaybeder ve yabancı işgal güçlerinden daha kötü bir işgal kuvvetine dönüşmeye başlar.

Türkiye’de askerî vesayeti sadece darbe çerçevesinde tartışmak meseleyi ele eksik almaktır. Darbe olunca zaten açık bir askerî rejim ortaya çıkar. Peki, darbe olmadığı veya darbe düşüncesi filizlenmediği –ki bu ülkemizde çok ender bir durumdur- zaman vaziyet nedir? Asker kışlasında oturmakta ve “askerî” işlerle mi uğraşmaktadır? Darbeler askerî bürokrasiyi egemen kılmak için yapılıyorsa artık bunun için bu ülkede darbeye gerek yoktur, zira darbeci zihniyet ve militarist uygulamalar daimileşmiş ve kurumsallaşmıştır. Bu çok iddialı bir söz müdür? Sanmıyorum. Rejimimiz üzerinde yapılacak gözlemler bize bu tespiti doğrulayan doneler sunmaktadır. Askerî vesayetin izlerini ve işaretlerini pek çok yerde ve her zaman bulmak mümkündür. Mesela, milli günlerdeki abartılı kutlama törenleri bir askerî vesayet yansımasına dönüşmekte hiç utangaç davranmamaktadır. Asker memurlar sivil vatandaşların eğitimine iyice müdahil olmuş durumdadır. Bu çoğu zaman sandığımız gibi sadece muvazzaf subaylar tarafından verilen milli güvenlik dersleriyle yapılmamaktadır. Birçok kanal kullanılmaktadır. Kanallardan biri Talim Terbiye Kurulu’dur. Bu kurulun bazı icraatlarında son söz asker memurlara aittir. Bilhassa belli ders kitaplarında askerden izin almadan değişiklik için adım atmak imkânsızdır.

Türkiye’de askeriye demokratik ülkelerdekinin tersine sivil-politik denetime tabi tutulamamaktadır. “Ordu milletin ta kendisidir; millet tarafından denetlenmektedir” gibi Demirelvari aforizmalarla konu sulandırılıp saklanmaktadır. Alınan silahların gerekli olup olmadığı, askerî uçak ve helikopterlerin niye düştüğü, askeriyeye tahsis edilen kaynakların yerinde ve verimli kullanılıp kullanılmadığı vs. sivillerin ilgilenmesine izin verilen alanlar arasında bulunmamaktadır. Askeriyenin denetiminin sadece bir kanun meselesi olduğu sanılmamalıdır. Şu anda kanunların teorik olarak izin verdiğinden çok daha az denetim yapılabilmektedir. Denetçiler kışla kapılarından kovalanmaktadır.

AĞAÇLARA BAKIP ORMANI ISKALAMAK

Silahlı bürokrasi siyasi sistemimizde kendine eşsiz (yani anti demokratik) ve muhkem bir yer inşa etmiştir. Ayrı bir yargı sistemi oluşturarak kendine kalın korunma duvarları örmekle kalmamış, askerî yargıyı potansiyel sivil eleştiricilerin kafasının üstüne “Demokles’in kılıcı” olarak yerleştirmiştir. EMASYA protokolüyle, jandarmanın anormal geniş faaliyet sahası ve yetkileriyle il ve ilçelerde mülki amirlerin ve polisin birçok görevi askeriyeye devredilmiştir. Askeriye, sivillerce bilinmesini istemediği alanlarda bir bilinmezlik perdesi oluşturmuştur. Toplum mesela generallerin hayat seviyesi hakkında hiçbir fikre sahip değildir. Maaş artışları olduğunda asker maaşlarındaki artışa medyadaki maaş tablolarında yer verilmemekte ve bu yüzden asker memurların sivil memurlardan ne kadar fazla para aldıkları bilinmemektedir. Harp okullarında verilen siyasi kültür eğitimi de siviller için tam bir muammadır. Özetle, askerler her sivil kuruma bir şekilde uzanmakta fakat siviller hiçbir askerî meselede ve askerî kurumda gerçek anlamda söz sahibi olamamaktadır.

Sıcak gündemin ve mikro tartışmaların esiri olmayalım. Ağaçlara bakarken ormanı gözden kaçırmayalım. Manzaranın bütününü görelim. Bu ülkenin sorunu sadece açık ve doğrudan darbeler değildir, her alanı sarıp sarmalayan askerî vesayet rejimidir. Yapılması gereken rejimin normalleştirilmesidir, yani askerî vesayetin tasfiye edilmesidir. Askerî vesayetin tasfiyesi hem demokrasimize hem askeriyemize yapılabilecek en büyük iyiliktir. Buna yönelik her adım, kim tarafından atılırsa atılsın, alkışlanmalı ve teşvik edilmelidir.

Zaman, 10.03.2009

 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et