Ana Sayfa Blog Sayfa 181

Din Hakkında Konuşmak

Din, insanî ilişkilerde en çok kırgınlığa ve gerginliğe sebep olan alanlardan biri. Televizyon programları ve sosyal medya üzerindeki tartışmalarda da aynı durum söz konusu. Tartışmalar da genellikle dinin talî kısımları ile ilgili oluyor. Bu talî kısımlar, çoğu zaman itikadî ve taabbudî konularmış gibi ele alınmakta. Önemsiz meseleler, çok önemliymiş gibi muamele görünce de din, dindarlar arasındaki bir tartışma ve çatışma alanına dönüşmekte.

Burada, daha ziyade aynı dinin mensupları arasında ortaya çıkan anlaşmazlık ve gerilimleri kastediyorum. Üzerine yoğunlaşılan konular belli: Cemaatlerin dinî ve toplumsal meşruiyeti, hadislere karşı tutum ve hadislerin dinî değeri, mehdi-mesihlik, Kuran’a çağdaş ve geleneksel yaklaşımlar, kişilerin mitleştirilmesi ve masumiyet, diyanetin pozisyonu, Hadislere ve Sünnete karşı tutum, Ramazan ayının başlangıcı ve bitişi, iftar ve sahur saatlerinin doğruluğu, örtünmenin dindeki yeri ve biçimi,  din-siyaset ilişkisi, selefilik, kadercilik, dindarların hayat tarzı ve iş hayatları.

Listede eksiklik olabilir ama genel tartışma konuları bunlar. Bu konularda farklı yaklaşımların rahatlıkla ifade edilebiliyor olması, Türkiye’de temel hürriyetlerin iyi bir noktada olduğunun göstergesi. Diğer taraftan bir toplumda, din alanında da olsa düşünce farklılıklarının olması, fikrî ve kültürel zenginlik göstergesi, çünkü mezheplerin varlığı, dinin tek bir yorumunun olmadığını, hatta olamayacağını bize göstermekte. Daha da önemlisi farklılıklar, düşüncelerin birbirini test etmesi açısından dinî düşüncenin gelişimine katkı sağlamakta.

Bu gerçeğe rağmen belirli bir tartışma usûlünün ve geleneğinin oluşması, farklı fikirlere açık olma gibi hususiyetler, bu tartışmaların niteliğini yükseltir. Çok uzun yıllardan beri din üzerine tartışmalar süregelmesine rağmen bu adabın oluştuğu söylenemez. Tartışmalar sert, üslûplar keskin ve tutumlar dışlayıcı. Durum böyle olunca olumlu sonuç ortaya çıkarmasını beklediğimiz serbest düşünce ortamı, ne dinî düşünce ne de yaşantı üzerinde arzu edilen etkiyi meydana getiriyor. İnsanlar birbirlerini dinlemiyor, hep kendi bildiklerini okuyorlar.

Yukarıda bahsi geçen konular, dinin itikadî alanı ile ilgili değil. Bu konularda yanılsanız da bu durum, inancına zarar vermez. Yani bunlar, isabet ederseniz 40 sevap, etmezseniz 1 sevap diye nitelendirilen konular. İmam-ı Azam’ın o meşhur sözünü unutmamak gerekir: “Allah’ın gönderdiği mesajı inkâr etmedikçe onu yorumlamak, kişiyi dinden çıkarmaz.” Mezhepler, meşrepler ve cemaatler tam da bu yorum farklarının ürünüdür ve mezhepler, dışlayıcılık esası üzerine oturmazlar. Hz. Peygamber, bu konularda ihtilafın rahmet olduğunu bize buyuruyor.

Buna rağmen bazı insanlar, dinî alanı bir çatışma, hesaplaşma ve kavga alanı gibi görüyor ve tüm fikrî ve dinî kaynakları arkasına alarak “muarızlarına” veryansın ediyorlar. Oysa ilahiyat dediğimiz ve asıl olarak İslam’ın fıkıh ve kelam disiplinlerinden oluşan alan, tarihî olarak inanan insanlar arasında bir uzlaşı ve inanç yakınlığı oluşturma amacı gütmüştür. Diğer bir amacı da İslam’ın diğer inançlardan üstünlüğünü ve zarafetini göstermek için kullanılan bir irşad alanı. Bu iki işlev de bugün kaybolmuş gibi.

Bu amaçlara bugün hizmet etmese bile İslamî ilimlerin ana gayeleri bunlardır. Bu maksadı gerçekleştiremiyorsak başarısızlık, fıkıh ve kelamın -veya daha genel ifadeyle İslamî ilimlerin- değil, bu araçları iyi kullanamayan insanlarındır.

Din, öz itibariyle karmaşık ve anlaşılamaz bir hakikatler yığını değildir. Onun mesajı sade ve basittir. Bu mesajın oluşturduğu farklı hayat tarzları ve düşünce biçimleri vardır. Bu, dinî hayatın zenginliğinin bir sonucudur. Şartların ve beklentilerin farklılığı, öz mesajın farklı tezahürlerini ortaya çıkarıyor ama o öz (iman ve ibadet esasları), inancın senkretikleşmesini, yani dışsal etkilerle bozulmasını engelliyor. İslam kültürü bunu, başka inanç sistemlerinde olmayacak şekilde başarmış. Bu zenginliği mezhep, meşrep ve cemaat taassubuna kurban etmemek gerekir. Hele mitleştirilmiş kişilikler üzerinden bu anlaşmazlıkları derinleştirmek, dinî düşüncenin gelişimine büyük zarar verir.

Bu çatışmaların tarafları ilahiyatçılar, cemaatçiler, gelenekçiler, selefçiler, radikaller, modernistler gibi sınıflara ayrılıyor. Bunlar hakkında çok şey söylenebilir ama dışlayıcı konuşmaların hiçbiri dinî hayata ve düşünceye hizmet etmez, sadece zarar verir.

Dünden Sonra, Yarından Önce

Eski özel harekâtçı Mete Yarar, 15 Temmuz’dan sonra geriye doğru düşündüğünde birleşen noktalar üzerinden çok önemli bir şey söylüyor. 29 Mart 2016’da Amerika İncirlik Üssü’ndeki personelinin ailelerini tahliye etme kararı aldı. Yoğun bir terör ortamında olduğumuz için üzerine çok düşünmedik kamuoyu olarak. Yarar, benzer vakıalara, başka ülkelere baktığında, sadece terör saldırıları değil, başka bir şey beklediklerinden hareketle böyle şeyler yaptıklarını fark ettiğini söylüyor. Bununla kalmıyor, Gaziantep’teki uluslararası yardım kuruluşlarının ülkeden çıkış yaptığını, arkadaşlarının da güvenlik uzmanı olarak Yarar’a sorduklarını söylüyor; Suriye’deki savaş bitmedi, mülteciler bir yere gitmedi ama uluslararası STK’lar ülkeden çıkıyor. Darbeden bir hafta önce bir arkadaşının anlattığı bir olay ve şahitliği meseleyi netleştiriyor. “Bazı gruplar” Türkiye’deki evlerini, mülklerini satıp ülkeden çıkış yapıyorlar. Konuştuklarında cevap şu: “Türkiye’de en az dört yıl sürmesi tahmin edilen bir iç savaş bekleniyor, mallarınızı satabiliyorsanız şimdi satıp çıkış yapın denildi.” Yani sadece bizim hissettiğimiz veya abarttığımız bir durum değil bu iç savaş projeksiyonu.

“Tüm dünyanın işi gücü yok Türkiye’yi nasıl karıştırırız diye çalışıyor, öyle mi?” cümlesini vaktiyle çok kullandık fakat her cümlenin ve kelimenin bir bağlamı vardır, cümle tuttu diye her yerde kullanırsanız bağlamından çıktığında sizi mahcup eder. Dertleri tabiî ki sadece Türkiye değil, nitekim dertleri Irak’tı, İran’dı, Libya’ydı, Mısır’dı, Suriye’ydi… Irak’ı gençler hatırlamaz, canlı yayınca izlediğimiz ilk savaştı ve o gece CNN muhabirinin deyimiyle “Bağdat ışıl ışıl”dı. Libya hallolundu, Mısır hallolundu, Suriye’de strateji iltihap yaptı, cerahat akmaya devam ediyor. Tüm bu ülkelerde işin içinden yerel maşalar sayesinde kolayca sıyrılan Batı, 15 Temmuz’da, Türkiye’de suçustü yakalandı.

Darbe girişimi filan değil, Türkiye bir iç savaş atlattı. O gece yaşadıklarımı arkadaşlarıma anlatırken kurduğum cümleleri sonrasında düşününce ürperiyorum, bunları gerçekten ben mi yaşadım, bu tarif ettiğim şey bir iç savaş, gerçekten bunun içinden mi geçtik diye… Olan biteni sanki başka bir ülkede oluyormuş gibi düşünün bakalım, nasıl tarif edeceksiniz bu yaşananları?

Cumhurbaşkanı’nın deyimiyle, hiç kimse 15 Temmuz öncesindeki gibi hayatına devam edemez. 15 Temmuz’u ben başından itibaren bir “işgal girişimi” olarak tanımladım, FETÖ’nün de sıradan bir terör örgütünden çok daha fazlası olduğunu düşünüyorum. Küçümsenen ifadesiyle “üst akıl”, doğru tabiriyle “uluslararası dengeler” Batı’daki “Son Doğulu” Türkiye’de suçüstü yakalandı fakat tabiî ki vazgeçmedi.

Bir önceki yazıda Cemaat’in artık yurtiçindeki meşruiyetini yitirdiğini, dolayısıyla tüm mesaisini yurtdışında “işgal edilmesi gereken” bir Türkiye imajı oluşturmaya adadığını söylemiştim. Bu meseleyi ciddiye alıp, aynı oranda hatta daha fazla çalışarak mücadele etmeliyiz fakat henüz daha işin ciddiyetini anlayamadan kısır tartışmalara başladık gibi görünüyor. 17-25 Aralık sonrası kulağının üstüne yatanlar yüzünden 15 Temmuz’da bir canavarla yüz yüze geldik. Eğer 15 Temmuz sonrası da kulağımızın üstüne yatarsak, bir dahaki yüzleşmede işin içinden çıkamayabiliriz.

İşte bu yüzden, artık 15 Temmuz öncesindeki gibi davranamayız.

Dinî, Siyasî ve Her Türlü Metin Nasıl Anlaşılır? (I)

0
[box type=”info” align=”” class=”” width=””]- Dinî, Siyasî ve Her Türlü Metin Nasıl Anlaşılır? (I)
Dinî, Siyasî ve Her Türlü Metin Nasıl Anlaşılır? (II)[/box] Bir metin (text) okunarak anlaşılabilir. Metnin öz niteliğine bağlı olarak anlama zorlukları doğal olarak ortaya çıkacaktır. Okuyucu metni anlama çabasına girdiğinde metnin zorluğunun yanı sıra kendi entellektüel kapasitesine uygun olarak anlayabilir. Anlam okuyucuyla metin ya da eser arasında kurulan doğru iletişimle mümkün olacaktır.

Anlama bir süreç olarak metnin zorluğuna bağlı olarak değişebileceği gibi, okuyucunun taşıdığı vasıflara bağlı olarak da yeni biçimler kazanacaktır.

Bizler özne olarak bir metne yöneldiğimizde farklı iletişim düzlemlerinde konumlanırız. Anlamaya çabaladığımız her metin özgün olmayabilir. Bazen bir şiir olabileceği gibi, bir film, kutsal bir kitap, bir tablo ya da bizatihi doğanın kendisi de olabilir.

Anlam soyut, a historik, zaman dışı ya da “indirilen/uydurulan” bağlamı dışında ortaya çıkar. Nitekim her anlamanın içinde yer aldığı dil bağlamı gelenek ve tarihsel kesit tarafından oluşturulur. Her okuyucu anlamaya çalıştığı metnin rasyonalitesini verili olan yetenekleri çerçevesinde somutlaştırır. Her somutlaşan anlam bağlamının ise çoklu yapıları mevcuttur. Dinsel anlama da bundan ari değildir.

Bu kapsamda doğal olarak dilini bilmediğimiz edebî bir eserin taşıdığı muhtemel manaları çözemeyeceğimiz gibi hiç aşina olmadığımız bir metnin de manasını doğal olarak kavrayamayız. Soyut bir tablo bize sadece belli bir nesne ya da belli renklerin üzerinde yer aldığı bir çerçeve olarak görünecektir.

O halde ilmine vakıf olmadığımız, temel kavramlarından bihaber olduğumuz kutsal bir metni, örneğin Kuran’ı ya da İncil’i nasıl anlayabiliriz? Kuran’da ya da İncil’de yer alan ifadelerin (ayetler) manasına nasıl vakıf olabiliriz? Konuyu daha da basitleştirecek olursak, Yahya Kemal’in bir şiirini ya da şiirinde yer alan bir beytini anlamanın bir yöntemi var mıdır?

Bu tür sorulara vereceğimiz cevapların sadece soyut felsefî bir değeri yoktur. Bilakis somut politik ve pratik sonuçları da mevcuttur. Evet, anlama nedir ve anlam nasıl ortaya çıkar? Felsefî/dinî, edebî ya da bilimsel kıstaslar ortaya konabilir mi bu konularda? Bir hâkim soyut bir hukuk kuralını somut bir olguya uygularken nasıl bir rasyonel süreç takip etmektedir?

Duyguların, hislerin, aklın, önyargıların ya da belli bir eğitim sürecinde edinilen formasyonun adı geçen kavramların anlaşılmasında olduğu kadar; dinsel, hukuksal, felsefî, sanatsal ve bilimsel olgu, değer ve ifadelerin anlaşılmasında taşıdığı değer nedir?

Bu tür temel sorulara cevap vermek kolay olmadığı gibi, anlamak için de anlamadan evvel anlama çabası gerektirdiği açıktır. Bu çerçevede düşünecek olursak dinsel bir ifade tarih, gelenek ya da otorite dışlanarak ne kadar anlaşılabilir? Metinle kul (okuyucu) arasına başka bir otorite girmeden anlam türetilebilir mi? Anlamak için başa dönmek ne kadar mümkündür?

Anlamın basit bir özne yüklem ilişkisinden doğacak kadar basit olmadığı açıktır. Varlığı anlamak, bilgiyi temellendirmek, ahlâk ve siyasetin imkânını ortaya koymak ve doğayı anlayabilmek tüm bu sorular üzerinde düşünmeyi gerektirir. Bu sadece metodolojik bir sorunu ortaya koymak değil, günümüz dünyasında ve içinde yaşadığımız coğrafyada olan biteni anlamaya kapı aralama çabasıdır.

Nitekim yaşadığımız sosyal ve siyasal sorunların yanlış anlamadan kaynaklandığına dair medyada ve her tür iletişim ortamında sıkça duymaktayız. Buna bağlı olarak doğru anlamın/anlamanın birçok sorunu çözeceğine dair bir tür romantizm yaşanmaktadır.

O halde doğru anlamak nedir? Aracısız, dolayımsız anlamak mümkün müdür?

Che’nin çantası – Cemil Koçak

İnternet ortamıyla birlikte ‘şehir efsaneleri’nin önünü almak neredeyse imkansız hale geldi. Tıpkı, geçenlerde odatv’den Sinan Meydan’ın, Che’nin yakalandığında sırt çantasından Nutuk çıktığını yazıvermesi gibi. Che’nin çantasında neler varmış, okuyalım, anlayalım.

SON zamanlarda ‘şehir efsanesi’ deyimi çok kullanılır oldu. Bu ifadeden maksat, gerçek olmayan, fakat herkesin ağzına yerleşmiş anlatılardır. Böylece anlatı, defalarca ve sık tekrar edilerek, ağızdan ağıza, kulaktan kulağa yayılır ve inanç haline gelir. Hele günümüzde internet ortamı da buna eklenince, efsanelerin önünü almak artık neredeyse imkânsız. İşte uyduruk tarihçilik de benzer bir gelişme içinde. Hani neredeyse, ‘tarihçilik mi, uydur uydur söyle’ sloganı duyulur hale geldi bile.

Che, Atatürk ve Nutuk

Geçende odatv’den Sinan Meydan, Che’nin yakalandığında sırt çantasından Nutuk çıktığını büyük bir iftiharla kayıtlara geçirdi. Sene 1967. Yer Bolivya dağları. Kaynak… Ama durun, acele etmeyin, çünkü işin eğlenceli tarafı daha yeni başlıyor.

Meydan’ın yazdığına göre; Nâzım Hikmet, Che’nin gerilla yoldaşı ve Küba devriminin efsanevi isimlerinden halen hayatta bulunan Fidel Castro’ya 1961 yılında Havana ziyareti sırasında Atatürk’ü anlatmış ve bunun üzerine Fidel de, o sırada Havana’da bulunan genç Türk diplomatı Bilâl Şimşir’e Nutuk siparişi vermiş; üstelik bu isteğinin çok gizli tutulmasını rica ederek. Bu talepten Amerikalıların kesinlikle haberi olmasın demiş. (Bundan sonra “Operation Nutuk” olarak geçecektir; kod adı: ON). Meydan’ın haber kaynağı bizzat Şimşir’in anıları…

Eminim Amerikalıların ON operasyonundan hiç haberi olmamıştır; nitekim Amerikan belgelerinde izini bulamıyoruz! Zaten soğuk savaşın bu yakıcı döneminde NATO üyesi ve Amerika’nın en yakın müttefiki Türkiye’nin Havana Büyükelçiliği’nde görevli genç diplomatı, elbette Fidel’in bu ricasını hemen kabul edecek ve isteğini gizli tutacaktır! Fidel’in Nutuk operasyonu için seçtiği isim gerçekten de her bakımdan güven telkin etmektedir! Küba nükleer füzeleri krizinin başaktörlerinden Türkiye’yi hatırlamazsanız tabii. Hani Doğu Anadolu’dan sökülen Jüpiter füzelerinin sahibi olan Türkiye’den söz ediyorum. Yani Fidel, Şimşir’in nesine güvenerek, Amerika’dan habersiz iş çevirmeye kalkışmış, meraka değer! İnsan bu satırları okuyunca, Fidel yıllarca CIA’nın suikast girişimlerinden nasıl korunmuş anlayamıyor. Kimbilir, belki Nâzım, Fidel’e bir de nazarlık armağan etmişti de, Fidel’i ve Küba’yı nazarlık korumuştu. Tarihin bu önemli hediyesini bakalım kim bulup çıkaracak?

Fakat o da ne? Bilâl Şimşir meslek hayatında hiç Havana’da bulunmamış mı? Hatta konunun tartışıldığı televizyon programına da bağlanarak, Amerika’da bile bulunmadığını açıklamamış mı? Hay Allah. Üstelik Şimşir, bulunmadığı Küba anılarını da yazmamış mı? Hay bin kunduz! (Bu deyim, çizgi roman kahramanı Kaptan Swing’e ait olup, belki de burada copyright ihlali söz konusudur).

Tek tanığımızın mahkemedeki yeminli ifadesi her ne kadar Meydan’ı yalanlasa da; neyse efendim, burayı artık daha fazla karıştırmayın diyenlere kulak verelim ve ON’un bir sonraki aşamasına geçelim: Yine Şimşir’in yazılmamış anılarından Meydan’ın aktardığına göre, kendisi, Ankara’ya geldiğinde yabancı dilde Nutuk aramış, ama bulamamış. O tarihte de, bugün de İspanyolca Nutuk olmadığından, Fidel’e olsa olsa bir başka dilde, İngilizce ya da Fransızca ya da Almanca metin bulunmalıdır. Fidel’in yabancı dil bildiğini varsayıyoruz tabii. Fakat Şimşir Ankara’da yabancı dilde Nutuk bulamaz; uzun aramalardan sonra ancak Millî Kütüphane’de, fakat Fransızcasını bulabilir.

Fakat o da ne, Meydan aynı konudaki ikinci yazısında fikrini değiştiriyor ve bu kez İngilizce Nutuk’tan söz ediyor. Canım, ha Fransızca, ha İngilizce; kısaca gavurca işte; hepsi aynı! Sonra bir adım daha ileri gidiyor: Che’ye Nutuk’un İspanyolcasını okutuyor. Ne var ki, o tarihte kendisine özel bir tercüme yapılmış olmalı; çünkü günümüzde bile böyle bir çeviri hala sırasını beklemektedir. Yani Meydan, Che’ye olmayan bir İspanyolca Nutuk okutuyor! Soru hala ortada: Che ne okumuş olabilir? Ya Amerikan emperyalizmi ona CIA operasyonu ile Nutuk adı altında başkaca şeyler okutmuşsa. Düşünmesi bile insanın tüylerini diken diken ediyor. Acaba Bolivya’daki dramatik yenilginin ardında ON operasyonuna karşı CIA komplosu mu yatıyor? İşte araştırılacak yepyeni bir konu daha!

Bu arada ON sürüyor: Şimşir, Fidel’in bütün ısrarlarına rağmen işi gizli tutamıyor ve kitabı Türk Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla ona iletiyor. Dahası, Şimşir televizyon programında o sırada Ankara’da bulunduğunu ve dışişlerinden kitabın bulunmasını talep ettiklerini söylüyor. ON’un bu aşamasında ABD’nin kitaptan haberdar olup, metni tahrif etmiş olabileceği ihtimalini ise düşünmek bile istemiyorum. Fidel kitabı Che’ye verir; o andan itibaren Che de Marksizmin dar ufkundan kurtulur ve tabii Kemalist olur. Che’nin de Fransızcasının kuvvetli olduğu anlaşılıyor. Olmayan İspanyolca baskıyı okuma ihtimalini de tabii tamamen yok sayamayız! Fidel’in olsun, Che’nin olsun anadillerinden başka lisan bilmediklerini kim söyleyebilir?

Sırt Çantası Operasyonu

Meydan, bu derin operasyonun dramatik sonuçlarını da anlatıyor: Dağda yakalandığında Che’nin sırt çantasından Nutuk çıkmış. Onu okurmuş. Gerçi Che’nin Nutuk’ta ne aradığını ve bulduğunu anlamak da zordur: Metinde Amerikan emperyalizminden söz edilmez; gerilla savaşının temel ilkeleri de yoktur. Sosyalizm kelimesi de geçmez. Marksist bir dünya tahlili de görülmez. Acaba Che Nutuk’tan ne öğrenmiş olabilir? Belki de Türk gençleri gibi asil kana sahip olmadığını görüp biraz üzülmüştür. Belki de bu nedenle morali bozuldu ve o sırada yanlış karar verip yakalandı. Kimbilir belki bir gün son anlarında asil kana sahip bir Türk genci olduğunu Amerikalıların yüzüne tükürerek haykırdığı gerçeğini görgü tanıklarının ifadesiyle gün ışığına çıkaracak gençler de yetişecektir. Meydanlar onları beklemektedir. Sabırsızlıkla.

Fakat Meydan fikrini çabuk değiştiren bir yazar; bir sonraki yazısında Che’nin sırt çantasından Nutuk’un çıkmasının sadece bir ihtimal olduğunu belirterek, hepimizi hayal kırıklığına uğratıyor. Oysa kısa süreliğine de olsa Che’yi bizden biri olarak bağrımıza basmıştık bile.

Che neden Kemalist olmak zorunda?

68/78 kuşağının devrimcileri, tabii onlardan önceki eski tüfekler de enternasyonalistti. Günümüzde ulusalcılık, enternasyonalizmden nefret ettiğinden, millî sıfatına sarıldı ve nasyonalizme yöneldi. Kendisine “sol” etiketini taksa dahi, nasyonalizmi öne çıkardı. Diğer yandan, Che’nin olası etki gücünün de farkında. Hatta ülkemizde hayatını bürokraside geçirmiş eski bir genel müdürden dahi devrimci Che yaratma ütopyası geçenlerde yaşandı. Bunun için gerçekten de geniş ötesi bir hayal gücü gerekiyor. Nasyonalizm, ulusalcılık, sol değerlerin önüne geçtiğinde ya da onun yerini aldığında, sadece kendisine döner ve dünyaya sırtını çevirir.

Che gibi bir marksist asla önder modeli sayılmamalıdır. Ama niçin? Sadece yabancı olduğundan. Hatta bizzat o yabancı dahi

Atatürk’ten esinlenmiştir; böylece Che’nin dahi Kemalizme teslim olduğu bir dünyada, başkaca rol modellerine ihtiyaç kalmaz. Yani Kemalizm sosyalizme bile ilham kaynağı olmuştur. Atatürk’ü yüceltmenin yolu, bu mantık silsilesinde Che’den geçmektedir. Yani; o bile… Che posterleri yırtılıp atılmayabilir; ama yeni Che posterinde Che’nin tişörtünün üzerinde kalpaklı bir Mustafa Kemal yer almalıdır. Zaten Che’nin bütün özellikleri Atatürk’te bulunmaktadır, çok daha fazlası da vardır. Tam bu noktada ulusalcılığın Kemalizm ile solu harmanlama gayretini görüyoruz. Bu öyle bir karışımdır ki, hiçbir tutarlılık kaygısı hissetmez. Ulusalcılığın geldiği nokta işte bu: Uyduruk bir geçmiş ve bu temelde gerçeklerle bağını koparmış bugün.

Ernesto Che Guevara

Che, Ernesto Guevara’nın lakabıdır. Kendisi Arjantilidir, lakin katıldığı Küba devrimi dolayısıyla neredeyse Kübalı sayılır. Bu yakışıklı genç, 1960’ların başından itibaren sosyalist devrimin simgesi olacak; gerilla lideri olarak devrimci gençlerin, ama özellikle de genç kızların yatak odalarının değişmez poster kahramanı haline gelecektir. Onunla aşık atabilecek başka gerilla kahramanları da vardı; neredeyse aynı zaman diliminde aynı mücadeleyi vermekteydiler: Kuzey Vietnam’da gerilla savaşının önderi Ho Chi Minh (Ho amca) mesela. Ne var ki, Tanrının Che’ye bağışladığı yakışıklılık ondan esirgenmiş olduğundan, poster kahramanı olarak pek hatırlanmaz. Dahası Vietnam halk ordusunun komutanı Giap da anılardan silinirken, posterlerde de pek görülememiştir.

Che’nin sadece posterleri değil, fakat askerileştirilmiş politik savaş (focoluk), yani öncü ve küçük bir gerilla grubunun kırsalda başlattığı silahlı mücadelenin yoksul halkın, özellikle de köylülerin katılımıyla zafere ulaşması anlayışı, pek çok ülkedeki gençlik gruplarına aktarıldı. Küba devriminin tecrübesi, Latin Amerika dahil bir daha hiçbir yerde yinelenemedi. Bizzat Che, önce Kongo’da ve daha sonra yaşamına mal olacak Bolivya’da aynı mücadeleyi yinelemek istedi; ama başaramadı. Romantik ve kahramanca başkaldırısı, ardından trajik ölümü, onu devrimci bir aziz haline getirdi. O zamandan bu yana romantik bir isyankârlığın ve başkaldırışın idolüdür.

CHE, ülkemizde de devrimci gençliği derinden etkiledi. 60’larda ve 70’lerde arka arkaya iki devrimci gençlik kuşağı içinde pek çok militan, bu romantik ve destansı savaş rüyasının ardında yitirildi. Kent ve kır gerillası anlayışı, karmakarışık duygu ve düşüncelerin ardında tarihe gömüldü. Fakat maalesef beraberinde çok sayıda gencin hayatını da aldı götürdü. Bugünden geriye dönüp bakıldığında, neredeyse bütün eski devrimcilerin hayatında bir travma olarak kaldı. Duygularla gerçeklerin trajik karşılaşmaları, eski devrimcilerin beraber yaşamayı bizzat öğrenmek zorunda kaldıkları ayrı bir tecrübe olarak galiba hala sürüyor.

Okumalar

68’LİLERLE 78’lilerin hala hafızalarında olduğunu sandığım bazı kitaplardan söz etmenin zamanıdır: Fidel’le Che’nin gerilla hocası Alberto Bayo’nun zamanında Türkçeye de çevrilen Gerilla Nedir adlı kitabında, mükemmel bir gerilla grubunda bulunması gereken malzemeleri sıralarken hiç kitaplardan söz etmemesi dikkate değerdir. Demek ki, öğrencisi onu ciddiye almamış ve hayli kalın ve ağır Nutuk’u sırt çantasında taşımaya devam etmiş. Gerçi kitabın kalınlığı arkadan gelecek bir kurşunu belki engelleyebilirdi; ancak yine de tecrübeli bir gerillanın yanında bulundurması gereken malzemeler ortada iken, onları bırakıp da epey yer kaplayan Nutuk’u yanında dağda bayırda koşarken ve çatışırken taşıması göz yaşartıcıdır. Che’nin Savaş Anıları’nda olsun, Gerilla Günlüğü’nde olsun Nutuk’tan hiç söz etmemesi de doğrusu rencide edicidir. Che’nin kanının bulaştığı Nutuk eğer bir gün müzayedeye düşerse, ağırlığınca para da eder! Koleksiyonculara duyurulur.

Düzce Yerel Haber, 01.05.2011

Kahramanlığın Sıradanlığı

Darbe girişiminden sonraki ilk yazım olduğu için bu yazı ister istemez biraz kişisel olacak. Çünkü 15 Temmuz her ne kadar Türkiye’nin siyasî tarihi açısından bir dönüm noktası olsa da gelecekte bu darbe girişimini düşündüğüm zaman ilk aklıma gelenler o gece gördüklerim olacak. Ama yaşadığımız sarsıntı o kadar büyüktü ki hakkında bir şeyler yazabilmem için üzerinden uzun zaman geçmesi gerekti.

Ankara’da uçaklar uçmaya başladığında, darbe olduğunu erken fark edenlerdenim. 15 Temmuz akşamı Kızılay’a Pokemon GO oynamaya gitmiş, F-16’ları görünce kendimi Genelkurmay’ın önünde facebook’tan yayın yaparken bulmuştum. Çok sıradan başlayan bir günün önce Genelkurmay ve Meclis’in önünde, sonra Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda, yanımda insanların öldüğü korkunç bir gece ile devam edeceğini tabiî ki tahmin etmiyordum.

Tankların olduğu yere koşarak gitmeyi, asker taşıyan kamyonların üzerine çıkmayı ve ateş açılan yerlere doğru ilerlemeyi şimdi düşününce kendime açıklamakta zorlanıyorum ama hem sandıkta defalarca kararlı bir şekilde gösterdiğimiz tutuma hem de oyun oynayarak eğlendiğim sıradan hayatıma saldırmışlardı. Öfkeliydim ama baskın duygu o değildi. Sokakta tankları gördüğümde ilk hissettiğim şey, o görüntünün zoruma gitmesiydi. Kendime yediremedim, ne yapıp edip karşı çıkmak istedim.

Halkın çoğunluğu da böyle hissetmiş olacak ki bir kısmı Cumhurbaşkanı’nın çağrısını bile beklemeden sokağa döküldü. Kimisi tankın önüne yattı, kimisi asker yakalayıp polise teslim etti. Ateş edilen yerlerde bile yaralıları arkaya taşıyıp tekrar silahların üzerine yürüdüler. Kimse yarını düşünmedi, çünkü hepimiz biliyorduk ki bir yarınımızın olması bu darbe girişimini onlara yedirmemize bağlıydı. Annem o gece bize “Oğlum geride bekleyin, güvende durun” demedi mesela. “Vatan sizden kahramanlık bekler” yazdı sadece.

Darbe gecesi gördüğümüz olaylar ve sonraki dönem ortaya çıkan her yeni görüntü bu halkın ne kadar cesur olduğunun, ne kadar efsanevi bir mücadele verdiğinin tarihî kayıtları oldu. Darbe gecesi tanklar Jandarma kavşağından geçemesin diye oraya kadar en önden koşup şehit olan adam benim hayatımda canlı gördüğüm en büyük kahramandı ve o gece sokakta olan binlercesinden bir tanesiydi sadece. Elinde bayrakla tankların altına yatan adamdan, askerlerin üzerine tek başına yürüyen kadına, Genelkurmay binasını basan sivillere kadar binlerce kahramanın aramızda yaşadığını fark ettik. Meclis korktu demesinler diye “bizim yapacağımız şey burada ölmektir” diyen Bekir Bozdağ’ı dinleyip siyasilerde görmek istediğimiz kararlılığı takdir ettik, Şehit Astsubay Ömer Halisdemir’in videosunu izleyip yiğitliği karşısında ezildik.

Ülkemle ve ülkemin insanıyla bu kadar gurur duyduğumu hiç hatırlamıyorum. Onuru için ölümü göze alıp sokağa çıkabilecek bu kadar çok insan olduğunu görmek bu millete duyduğum saygıyı kat kat artırdı. Bayrak da başka bir anlam ifade ediyor artık. Darbe gecesi kardeşimin evden çıkarken yanına aldığı biraz eskimiş bir bayrak vardı elimde. 15 Temmuz’dan sonra 1 ay boyunca, daha önce hiç bayrak sallamadığım için biraz da beceriksizce, meydanlarda bayrak sallamaya devam ettim. Hayatımda o bayrakla hiç kurmadığım ilişkiyi kurdum. Artık benim için bir grup elitin elindeki ceberrut devleti değil 15 Temmuz’da en destansı bölümünü yazdığımız özgürlük ve demokrasi mücadelemizi simgeliyor.

15 Temmuz Darbe Girişimi, kahramanlığın Türkiye’de ne kadar sıradan ve yaygın olduğunu ortaya çıkardı. Toplum olarak özgürlük ve demokrasi için büyük bir bedel ödedik ve her an ödemeye hazır olduğumuzu gösterdik. Bir daha kimsenin el uzatmaya cesaret edemeyeceği sağlam bir demokrasi için ihtiyacımız olan şey, tam da bu şekilde aşağıdan yukarıya gelen bir irade gösterisiydi. Kutlu olsun.

Refah Teorisinin Çıkmazı

Günümüzde ülkeler ya refah devleti ya da refah devleti olma çabası içinde. Refah devletinin ahlâkî ve felsefî temelleriyle ilgili düşünür fikirleri ve refah devletinin pratikteki işleyişi, başarıları ve sorunları hakkında da geniş bir bilimsel araştırma stoku var.

Refah devletine haklılık kazandırmak için başvurulan filozoflardan biri Immanuel Kant. Bu Alman filozofun daha sonra başkaları tarafından da benimsenen ve geliştirilen refah hakları anlayışı, fakirlerin de tüm insanlar gibi bir iyi hayat kavramına sahip olduğu ama bu kavramı realize etmek için gerekli araçlardan ve kaynaklardan mahrum oldukları görüşü üzerinde yükseliyor. Teoriye göre fakirler gerekeni kendi çabalarıyla elde edemiyorsa başkaları, özellikle toplumun daha varlıklı üyeleri, onlara bunları sağlamalı. Kamu otoritesi de gerekenin gönüllü olarak yapılmaması hâlinde varlıklılara karşı icabında zor kullanarak toplum içinde gelir/kaynak transferleri yapmalı.

Kant’ın bu görüşünün açmazları var. En baştaki problem, fakirlerin hayat kavramının tekmiş gibi ele alınması. Tabiî bir genel refah hakları teorisi geliştirebilmek için başka çare yok. Ancak, fakirlerin iyi hayat anlayışı, hayatta kalmak için gerekli asgariden, çok varlıklıların ulaşabileceği spor, sanat, eğlence, tatil ve ekonomik yatırımlarla dolu bir hayatın gerektirdiği azamiye kadar geniş bir yelpaze teşkil eder.  Bu durumda, refah devleti uygulaması fakirlere nasıl yardım edecek? Asgari ile azami arasında hangi noktayı esas alacak?  Azamiyi isteyene asgari sağlanırsa ne olacak? Kantçı refah devleti taraftarlarının bu ve benzer sorular üzerinde ciddî şekilde düşünmesi lâzım.

Şüphesiz, sorunun başka boyutları da var. İş sadece fakirlere yardım gibi heyecan verici ve sevindirici bir yönle sınırlı olmaktan uzak. Varlıklılardan zorla kaynak/gelir alınması hangi hakla meşrulaştırılacak? Buna da Locke ve Kant karşımı bir çizgide tabiattaki her şeyin insana ortak olarak (yaratıcı veya tabiat tarafından) verildiği, zenginlerin fakirlerin de içinde olduğu toplumda yaşamaktan büyük faydalar sağladığı, bunlardan dolayı zenginlerin fakirlere yardımla mükellef veya devletin zenginlerden alıp fakirlere aktarmakla görevli ve yetkili olduğu söylenebilir. Söyleniyor da.

Tabiatın insanlığın ortak malı olması, tabiat durup dururken kullanılabilir ve zaman ve mekân sınırı olmaksızın ulaşılabilir olmadığından fazla anlam taşımıyor. Tabiatın ortak kullanımı insanların ekonomik faaliyetleri sonucu zaten gerçekleşiyor. Devletin varlıklılardan zorla alıp fakire aktarması da, varlıklının iyi hayat konseptine fakirin iyi hayat konseptine nispetle negatif ayrımcılık yapılması sonucunu veriyor.  Öyle durumlar olabilir ki, vergilendirilmesi kişinin iyi hayat konseptini realize etmesini tamamen engelleyebilir veya ağır biçimde zorlaştırabilir. Bu da eşitliğe aykırı değil midir?

En temel, fakat en çok ihmal edilen refah meselelerinden biri refah devleti uygulamalarını gerçekleştirmek için gerekli zenginliğin nasıl elde edileceği. Zenginlik Allah’ın dünyadaki ekonomik işleyişe her an müdahale etmemesi anlamında Tanrı tarafından verili değil. Zenginliğin üretilmesi gerekiyor. Zenginliğin sahibi ve hâsıl edicileri var. O zaman iki mesele var karşımızda: İlki zenginliğin daimî olarak üretilmesi, ikincisi bunu yapanların yaptıklarına pişman ve perişan edilmemesi.

Zenginliğin doğmasının kaynağı Adam Smith’in doğal özgürlük sisteminin işlemesi. Doğal özgürlük sisteminin zenginlik motoru olarak işlemediği, zenginliğin fasılasız şekilde üretilmediği yerde refah devletinin sadece sözü olur. Zenginliği üreten ekonomik aktörlerin ürettiklerinin sahibi olmasının engellenmesi zenginlik üretimini durdurur.  Bu da şekli ne olursa olsun refah devletine gidilmesini engeller. Bu yüzden, refah adına devletin topluma müdahalelerinin zenginlik kaynağı doğal özgürlük sistemini bozmaması, zenginlik yaratan aktörleri bundan caydırmaması gerekir. Sık sık söylediğim gibi refah devleti belki de bir tavuk-yumurta hikâyesi. Yumurta değil tavuk refah devleti icraatının özü olmak zorunda. Refah devleti adına tavuklar kesilirse, yumurtayı da unutmaktan başka çaremiz kalmaz.

Karşılaştırmalı Bir Analiz: Mısır ve Türkiye

15 Temmuz gecesi Türkiye’de yaşananların çok benzerleri Mısır’da 3 sene önce, yine bir Temmuz ayında, 3 Temmuz’da yaşanmıştı. O süreci televizyonlardan, gazetelerden takip ederken Mısır halkına, demokrasiye, iradesine sahip çıkan Mısır halkına içten içe hayranlık duyuyordum. Mısır’da sokaklara, meydanlara dökülen halkın darbe karşıtı direnişinin sembolü olan Rabia işaretini bisikletimin önüne yapıştırırken sadece 3 yıl sonra o bisiklet ile darbe karşıtı protestoların gerçekleştiği meydanlara gideceğimi elbette tahmin etmiyordum.

2013 yılında Mısır’daki darbeye sessiz kalan devletlerin, basın-yayın organlarının ve hatta darbeyi destekleyen aydın kesimin sadece 3 yıl sonra Türkiye’de gerçekleşecek olan darbe girişimi karşısında da sessiz kalacağını tahmin edemezdim.

Mısır, aslında bir turnusol işlevi görmüştü. Bunu şimdi daha iyi anlıyoruz. Mısır’daki darbeye darbe diyemeyenler Türkiye’deki darbeye de darbe diyemedi. Karşısında cesurca duramadı. Hatta içten içe destekledi, darbeye karşı hayatları pahasına duran vatandaşları aşağıladı.

Mısır’da yaşananlar hafızalarda daha taze sayılır. Ben, Türkiye’deki darbe girişiminin haberi yayılır yayılmaz -Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrısından çok daha önce- insanların refleks olarak meydanlara koşmasının altında Mısır’daki yaşananların etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum. İnsanlar ne yapacaklarını bilmeseler de, ne yapmayacaklarını biliyorlardı. Ben de darbe olduğunu anladığım an meydana koşarken Mısır’ı düşünüyordum. Öyle tahmin ediyorum ki bir çok kişinin aklında da Mısır ve orada yaşananlar vardı.

Ayrıca vatandaşların günlerce meydanlara gidip sabahlara kadar nöbet tutmasının altındaki en önemli sebeplerden birinin yine Mısır’da yaşananlar olduğunu gözlemledim. Hatırlarsanız Mısır’da halk meydanlara çıkınca asker geri adım atmış, tehlikenin geçtiğini düşünüp meydanları boşaltan Mısır halkı yeni bir darbe girişimine engel olamamıştı. Üzerinden onlarca gün geçmesine rağmen insanlar bunu düşünerek meydanlara koşuyordu.

Ne oldu da Mısır’da başarıya ulaşan darbe girişimi, Türkiye’de başarısızlıkla sonuçlandı? Bunun hem kendi içinde hem de taraflar arasında olmak üzere birçok yanıtı bulunabilir. Ben en temel birkaç farklılığa değinmek istiyorum:

  • Mısır’ın demokrasi tecrübesi Türkiye’ye göre çok daha az. Türkiye’de ise çok partili hayata geçilen 1950 yılından itibaren alınırsa yarım asırdan çok bir zamandır demokrasi tecrübe ediliyor. Daha da eskiye gidilirse Osmanlı’nın da son yüzyılında demokrasi tecrübelerinin varlığına şahitlik edebiliriz. Mısır’da ise 2011 yılında Hüsnü Mübarek’in istifasının ardından 1,5 yıl ülkeyi asker yönetti. 2012 yılında Mısır’da ilk defa seçimle başa gelen Muhammed Mursi ise sadece 1 yıl sonra yine askerler tarafından indirildi.
  • Türkiye halkı, daha önceden darbeler de görmüş olmanın getirdiği bir sağduyu ve soğukkanlılıkla darbeye karşı hep bir ağızdan karşı çıktı. Hükümet partisi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın en azılı rakipleri bile bu süreçte parti ve çıkar ilişkilerini bir tarafa bıraktı ve ülkesine sahip çıktı. Çünkü daha önceden yaşanan darbelerin anıları henüz hafızalarda çok tazeydi.Demokratik bir sistemdeki en kötü yönetimin bile askeri cuntanın yönetiminden iyi olacağının herkes bilincindeydi. Ayrıca Türkiye halkı bu girişimin sadece demokrasiye indirilen bir darbe değil aynı zamanda ülkenin “işgal” hareketinin de bir parçası olduğunu sezdi.15 Temmuz sürecinden sonra gittiğim Antalya’da yolculuk esnasında koyu CHP’li olduğunu söyleyen bir şoför ile muhabbet ettik. Kendisine 15 Temmuz süreci hakkındaki fikirlerini sordum. “Erdoğan’ı sevmeyiz pek ama onun sayesinde ülke işgalden kurtuldu. Bu parti meselesi değil, ülke meselesi. Bu örgüt ile mücadeleyi sonuna kadar destekliyorum.” demişti.  Bu süreçte çok küçük bir azınlık darbeye karşı sessiz kaldı, o azınlığın da halk nezdinde bir değeri kalmadı.

    Mısır’da ise darbe girişimin olduğu anlarda zaten ülkede Mursi aleyhine büyük protestolar düzenleniyordu. Daha önce askeri darbenin ne olduğunu tecrübe etmemiş olan halkın muhalif kesimi, sırf Mursi’nin gitmesi için darbeye ve darbecilere destek verdi. Muhalefet partileri, basın-yayın organları ve muhalif Mısırlılar darbeye destek verdi. Mısır’da aynı anda bir meydanda darbe karşıtı protestolar olurken, bir başka meydanda darbe ve Mursi’nin iktidardan düşüşü havai fişekler eşliğinde kutlanıyordu.

  • Türkiye’de emniyet ve ordunun büyük kısmı darbe girişimine destek vermedi, darbecilere karşı savaştı. Bu durum darbe girişiminin seyrinin değişmesinde etkili oldu. Mısır’da ise hem emniyet hem de ordu darbeye tam destek verdi.
  • Mursi, Mısır’da sadece bir yıl yönetimde kalabilmiş, devlette yeterli kurumsallaşmayı sağlayacak zamanı bulamamıştı. Türkiye’de ise 14 yıllık bir AK Parti iktidarı, meydanlara çıkmanın ne demek olduğunu bilen milliyetçi, muhafazakâr insanlar vardı.
  • Mısır’da devlet televizyonları ve ajansları dahil olmak üzere bütün medya darbeye destek verirken, Türkiye’de medya, darbeye karşı net tutumu ile darbe girişiminin başarısız olmasında etkili oldu.

Sonuç olarak, Mısır’daki darbe girişimi her ne kadar başarıya ulaşmış ve asker yönetime el koymuş olsa da oradaki demokrasi mücadelesi Türkiye için bir örnek oldu. Türkiye’de her kesimden insanlar darbeye karşı net bir tavırla karşı çıktı.

Sosyalist Katil Che Guevara’dan 10 Dehşet Verici Alıntı – Austin Petersen

Kaynak: The Libertarian RepublicÇeviren: Ahmet B. Arpa

1. “Milyonlarca atom bombası kurbanına mal olsa bile kurtuluş yolunda ilerlemeliyiz.”

c1

Bilinen ismiyle “La Cabana Kasabı”, Birleşik Devletler ve Rusya arasında çıkacak bir nükleer savaşı hevesle bekliyordu. Guevara, sosyalizmi kurma yolunda herhangi bir sayıda insanın ölümünü görmekten mutlu olurdu. “ABD insanoğlunun büyük düşmanıdır. Bu sırtlanlar karşısında yok etmekten başka bir seçenek yoktur! Eğer (Küba’da) nükleer füze kalmış olsaydı onları New York Şehri dahil ABD’nin kalbine ateşlerdik.” – Guevara

2. “İnsanları idam mangasına göndermek için hukukî delil gereksizdir … Bu prosedürler modası geçmiş burjuvazi detaylarıdır. Bu bir devrim!”c4

Hukukî usuller buraya kadarmış. Guevera muhalefetle az bir bağlantıya sahip insanları dahi her fırsatta öldürdü. Herhangi birisini öldürmesi için, düşmanlarıyla ilişkili olduğunu düşünmesi yeterliydi. Guevara bu ifadesini Birleşmiş Milletler’e yaptığı bir açıklamayla da desteklemiştir, “Bir adamı idam etmek için kanıta ihtiyacım yok. Sadece onu idam etmenin gerekli olduğuna dair kanıta ihtiyacım var.”

3. “Bütün gazeteleri yok etmeliyiz. Özgür basın ile bir devrim yapamayız.”

Kitapları yak, müziği yasakla, siyahîlerden nefret et, eşcinselleri öldür... Umut ve özgürlüğün sembolü ol.
(Kitapları yak, müziği yasakla, siyahîlerden nefret et, eşcinselleri öldür… Umut ve özgürlüğün sembolü ol.)

Bu, size bu adamın ifade özgürlüğü hakkındaki fikirleri hakkında çok şey anlatıyor olmalı. Sosyalistler ifade özgürlüğüne tahammül edemezler, ya da bazen edebilirler, ama sadece onlarla aynı fikirde olduğunuz zaman.

4. “Birçok insanı tamamen suçlu olup olmadığını bilmeden idam mangalarında idam ettik. Bazı zamanlar, Devrim soruşturma yürütmek için duramaz.”

c7

Eğer bu bir devrimse sanırım sorun değil?! Che Guevara’nın kanlı niyetleri burada açığa çıkıyor.

5. “Siyahî, uyuşuk ve hayalcidir, yetersiz ücretini eğlence ve içkiye harcar; Avrupalı, onu Amerika’nın bu köşesine kadar takip eden ve kendini geliştirmeye iten ve hatta kendi bireysel arzularından bağımsız olan bir çalışma ve tasarruf geleneğine sahiptir.” 1952 Günlüğü

c5

Oha, yani Che siyahîlere karşı ırkçı mıydı? O zaman neden repçi Jay-Z gibi insanlar üzerinde onun resmi olan tişörtleri giyiyor? Belki de ödevlerini yapmamışlardır? Che muhtemelen siyahîlerin hayalciliği ve beyazlar gibi sıkı çalışmadıkları için olduğunu ima ederdi. Ah Che, neden bu kadar ırkçısın?

6. “Mücadelenin bir öğesi olarak nefret; düşmana karşı insafsız bir nefret, bizi insanın insanın mirasçısı olduğu doğal sınırlamaların üstüne ve ötesine yönlendirerek etkili, şiddetli, seçici ve soğuk bir ölüm makinesine dönüştürür. Bizim askerlerimiz böyle olmalıdır; nefreti olmayan bir halk vahşi bir düşmanın hakkından gelemez.”

c6

Che düşmanlarına karşı şiddet ve nefreti kullanmaya cidden inanıyordu. Şiddet ve nefret etmek onun dünya görüşlerinin tam merkezindeydi.

7. “Problemi beyninin sağ tarafına dayadığım .32 kalibre bir tabancayla bitirdim. … Kişisel eşyaları artık benimdi.”

c2

Che hırsızlık ve cinayetten neşe dolu bir memnuniyet duyardı. Burada casuslukla suçladığı Eutimio Guerra’nın ölümünü kutluyor.

8. “Şirketlerdeki teknik yoldaşlarımız bir diş macunu yaptılar … Bir önceki kadar iyiydi; aynı şekilde temizliyordu, fakat bir süre sonra taşa dönüşüyordu.”

c8

Che Guevara yaygın bir şekilde bir iktisat cahili ve bir yalancı olarak bilinirdi. 1961 ve 1963 yılları arasında o kadar çok insan onun toprak reformlarından acı çekiyordu ki, Guevara sosyalizmin ürünlerinin neden bu kadar berbat olduğuna dair utanç verici açıklamalar yapmak zorunda kalıyordu. Küba hayatta kalmak için Sovyetlerden 65 milyon $ ile 100 milyon $ arasında bir paraya ihtiyaç duyuyordu.

9. “Barut ve kanın keskin kokusunun zevkini aldığımda burun deliklerim genişliyor.” “İtiraf etmek isterim ki Baba, şu anda öldürmeyi gerçekten sevdiğimi keşfettim.”

c9

Bazen hayatta kalmak ya da bir savaşı kazanmak için öldürmek zorundasındır. Ama sadece insanların en psikozluları bundan gerçekten keyif alır. Che’nin motorsiklet günlüklerindeki babasına mektubu, içindeki gerçek kana susamışlığı ortaya çıkarıyor.

10. “Arkadaşlara sahip olmamak üzücü bir şey, ama düşmanlara sahip olmamak daha da üzücüdür.”

c10

Bazı insanların hayatta ince eleyip sık dokumasını ve yolda birkaç düşman edinmesini anlayabilirim, ama bunu sevmek zorunda oldukları anlamına gelmez. Winston Churchill meşhur bir sözünde “Düşmanların mı var? Ne hoş. Demek ki hayatında bir noktada bir şey için duruş sergilemişsin.” demiş. Demek belki ilkelerin için dik durursan düşmanlar edinebilirsin, ama bundan zevk almak biraz hastalıklı görünüyor. Sizce de öyle değil mi?

Çuvaldızı batırmanın zamanı gelmedi mi?

0

Gülen Cemaati’nin bir terör örgütüne dönüşümü ve kamuya çöreklenmesine yönelik her geçen gün elde edilen verilerin sayısı artmakta. Bu terör örgütünün tam anlamıyla tanımlanması ve süreci hiç takip etmemiş birisine anlatılabilmesinin zor olmasının sebebi basit: devletin içine sızma konusunda uzun vadeli gerçekleştirdikleri planların “terör örgütü” kavramına pek uymaması. Her ne kadar terör kavramı üzerinde siyaset ve davranış bilimcilerin bir konsensusa vardığını söylemek mümkün olmasa da sosyal psikolojik açıdan bir terör örgütünün temel amacı “dehşet” (terror) yayarak halk ile yönetim arasındaki güven bağını zedelemektir. Bugün “FETÖ” olarak tanımlanan bu yeni terör örgütünün 15 Temmuz gecesi ve sonrasında bizi dehşete uğrattığı muhakkak. Bugüne kadar gerçekleştirdikleri eylemlerin ortaya çıkmasının bizde yarattığı dehşet de ayrıca göz önünde bulundurulmalı. Ancak Gülen Cemaati, pek çok terör yapılanmasından farklı olarak kendilerini belli etmemeye yönelik fazladan bir çaba içerisinde. Bu da amaçları arasında ulusal ve uluslararası basının dikkatini çekmek olan terör örgütü kavramı ile uyuşma göstermemekte. Keza itirafçılardan birinin bir televizyon programında da anlattığı gibi Fetullah Gülen’in temel motivasyonu “hava gibi” olmak. Her yerde, her biçimde olup, kimsenin dikkatini çekmemek.

Gülen Cemaati’nin ne kadar yerleşik bir yapılanmaya sahip olduğunu, yukarıda da bahsettiğim gibi, günlerdir hepimiz dehşet içinde izliyoruz. Bu kadar uzun vadeli bir planla, tabiri caiz ise bu kadar iyi bir yapılanmayı nasıl gerçekleştirdiklerini tartışırken atladığımız bir nokta mevcut. Süreci hep cemaatin yapılanması açısından ele alıp bu yapılanmaları karşısında kendi tepkilerimizi pasif olarak değerlendiriyoruz. “Cemaat nasıl bu kadar devlet içinde güçlendi?” kuşkusuz cevap verilmesi gereken bir soru. Ancak bu soru kadar önemli olan bir diğer soru da, “devlet cemaatin kendi içinde bu kadar güçlenmesine nasıl izin verdi?”

Bu soruyu okuyan herkesin “devlet” diye kendisinden bağımsız bir varlığı suçlamaya hazır olduğunu duyar gibiyim. Lakin, o kadar basit değil. Ülkede Ocak 2016 tarihi itibariyle 3 Milyon 339 bin devlet memurunun olduğunu düşünecek olursak ve bu memurların her birinin işlerini olabildiğince layık ile yerine getirildiğini varsayarsak, bugüne kadar Gülen Cemaati’nin kurduğu sistemin sekteye uğraması gerekmez miydi? “Devlet”in gerekli ve yeterli tek koşulu olan ve devlet memuru olmayan diğer vatandaşların kendi iş sektörlerinde fark ettiklerinin daha önceden duyulması, bilinmesi makul değil miydi?

Süreci bir örnek ile izah daha yerinde olacaktır. Birkaç ay önce başarılı bir avukat olduğuna inandığım bir ağabeyim ilgili Cemaat’in hukuku yalnızca hakimler açısından değil daha küçük ölçekli mekanizmalar açısından da zedelediğinden bahsetmişti. Misal o zamana kadar adı duyulmamış olan bir avukatın nasıl oluyorsa hep aynı hakimin davalarında taraflardan birinin avukatı konumuna gelmesi ve davayı kazanması; bu gelişmenin de süreçten bihaber avukatların müvekill kaybetmesi ile sonuçlanması. Bu sürecin görevini düzgünce, bilinçli bir şekilde yerine getiren başka avukatların, hakimlerin dikkatini çeken bu süreçten şikayetçi olmaları gerekmez miydi? Hantal yapısı ile bizi zora sokan devletin şikayetlere cevap vermemesi karşısında STK’ların, medya organlarının sürece dikkat çekmesi istediğimiz bir şey değil mi?

Cemaat’in güçlenirken sadece hukukî değil toplumsal boşlukları da kullandığı kanaatindeyim. Birincil olarak, hiçbirimiz işimizi yaparken içsel bir standardı karşılamaya yönelik bir tavır ortaya koymuyoruz. “Mesai doldurmak” olarak görülen bir iş içinde yan odada çalışan kişinin şüpheli tavırları bizim umrumuzda olmuyor. Zira başımızı sallayıp, maaşımızı alıyoruz. İkincisi, ki birinci etken ile doğrudan bağlantılıdır, Alev Alatlı’nın da dediği gibi hepimiz işimizi “-miş gibi” yapıyoruz. Öğrenciye dersi anlatıyormuş gibi yapan hocalar, dosyalarla ilgileniyormuş gibi yapan polisler, davalarla ilgileniyormuş gibi yapan hakimler… Süreçte işini kabul ettiği etik ve ahlak kodlarına göre gerçekleştiren kişiler üzerinde cemaatin bir etkisinin olamadığını biliyoruz. Herkesin yapması gerekeni düzgün bir şekilde yerine getirmesi cemaatin bu kadar güçlenmesine engel olabilecekken bazılarının “aman sen de”ciliğinin bu sorunu hem dallanıp budaklandırdığı, hem de köklendirip sağlamlaştırdığı aşikar. Üçüncüsü, “liyakat” kavramına aşinalığı geliştiremiyoruz. Hepimiz torpilin kötü bir şey olduğunu dost meclislerinde seslendirsek de beş gün sonra bizden talep edilen “minik bir iyiliği” geri çeviremiyoruz. Halbuki bir işin hak edenin kim olduğuna değil, o işi hak etmek için ne yaptığına bakmamız gerektiğini gösterdi bu yaşadıklarımız. Bugün bile Gülen Cemaati’nden boşalan kadrolara gelecek olan kişilerin hangi siyasi görüşten olması gerektiğini, hiç ders almamışçasına, tartışabiliyoruz. Bu sürecin bize asgari müşterekte kurduğumuz sistemin çalışmadığını göstermiş olması gerekirken sistemi değil de bireyleri değiştirmenin yeterli olduğunu zannetmenin tarihi tekerrür ettirmekten başka bir faydasının olacağını düşünmüyorum.

Bugün durduğumuz yerde bir başkasını, yapıyı suçlamak yerine kendi edimlerimizi sorgulayarak farkındalık kazanmamızın önemli olduğu kesin. Belki de en önemli soru “aldığım maaşı gerçekten hak ediyor muyum?”  Bu soruya cevap verirken yapmanız gerekenleri ne kadar gerçekleştirdiğinizi lütfen bir başkasına değil, kendi içinize sorun.

Turkey’s July 15 Revolution

Turkey’s July 15 resistance against the coup attempt is no less than the British, American or French revolutions. It has the main characteristics of the classical revolutions. Now Turkey is among the countries that have a saga to support the democratic system.

Revolutions are defined as periods in which fast and comprehensive changes in political systems take place. Thus, a revolutionary period can be defined by three characteristics: 1) a period of time in which political changes occur expeditiously; 2) involving competition and/or fighting between different groups to monopolize political power; and 3) relatively extensive public/popular participation during almost every phase of the ongoing political transformation process. In a real revolution, all of these factors come together and function effectively. If any of these characteristics is lacking in the event, it cannot rightly be named a revolution. This is why we ought to be hesitant in calling every military coup a revolution, as is sometimes done by commentators.In political and historical studies, the British Glorious Revolution (1688), the American Revolution (1776), and the French Revolution (1789) are usually cited as examples of classical revolution. In the 20th century, there have been many periods of political unrest, rebellion and change, which some call revolution and some do not.

In fact, the classical revolutions mentioned above had certain similarities and differences. They, no doubt, caused profound changes in their respective lands and received some kinds of popular participation during the process.

Classical Revolutions in Short

In the British case, two claimants for political power appeared. King James II replaced King Charles amid heated religious disagreements and conflicts. He claimed to rule the country by divine right and stated that his right to rule and his authority could not be objected or challenged. Despite being Catholic, he could make neither the Catholics nor the Protestants happy. He also angered the British Parliament, which had been gaining strength against the throne in the previous decades. Finally, Parliament removed James II from the throne and replaced him with Mary and William of Orange in November 1688.

The agreement with the new holders of the throne constituted a significant step towards establishing the constitutional order of Britain. After the revolution, the king became a symbolic figure. The country moved towards a constitutional monarchy and the first parliamentarian system. It was a peaceful transformation and became formally known as the Glorious Revolution. The revolution did not witness the deaths of thousands of people; however, in previous decades Britain had experienced political bloodshed and it can be assumed that these fights helped to pave the way for sweeping political change. The Glorious Revolution, to a large extent, shaped the British political system and Parliament, which represented the people, was the main player in the game.

The American Revolution was, to a large extent, identical to an independence war. The Americans objected to the authority of King George III and the British Parliament, but on no account were they slaves in shackles. In March 1770, British soldiers panicked when Americans threw snowballs at them and opened fire. Five Americans died, but in a short period of time the event became known as the Boston Massacre throughout the colonies, one of the smallest massacres in world history!

American merchants decided to stop selling British tea and refused to unload the tea from the three ships anchored in Boston Harbor. On the night of December 16, 1773, a group of 60 Americans went to the harbor and threw the tea into the sea. The British Parliament was angered by this act and imposed a ban on the usage of Boston Harbor until the owners of the tea were fully compensated. Parliament also declared that Boston would be governed by British soldiers commanded by the British general, Thomas Gage.

The American Congress gathered in 1774. Congress sent a petition to George III and Parliament, asking for the harbor to be opened, the soldiers removed, and the taxes abolished. The petition did not solve the problem or bring peace. Skirmishes between Americans and British soldiers broke out, evolving into full-scale war. In the beginning, it seemed impossible that the Americans would win against Britain, a huge military world power that had recently won the Seven Years War. However, in 1778, things started to change. The old foe of Britain, France, decided to side with the American colonies. Then, Spain and the Netherlands also entered the war. In 1781, George Washington captured the biggest British army unit at Yorktown, in Virginia. The colonies gained independence and started construction of the new political system.

The Americans did fight for their independence against an imperial power with which they shared many social and cultural values. According to one interpretation, they preferred to set up a republic instead of a kingdom because they had conducted their independence war against the British kingdom. The colonies desired to achieve two important aims at the same time: to create a new common political entity and to keep their autonomy. The American founding fathers were also sensitive to achieving or, to put it better, protecting individual freedom. Thus, they created a federal system to please the colonies, and implemented checks and balances in the sense of constitutional governance traditions to serve individual freedom.

France was late with respect to Britain, both in having a constitutional order and achieving industrial revolution. It was poor and militarily weak. In hostility against Britain, France helped the American colonies to defeat the British Empire. The French people followed the fight of the Americans with great admiration. Ironically, they had to obey an emperor in their own country.

France was a country of three classes. The first class consisted of the Roman Catholic priests (the Church) who did not have to pay taxes as Catholicism was the official religion of France. This class had other privileges too. The second class, which included almost 30,000 people, lived in large manors, farms inherited by their ancestors. They had high social and official status, serving as generals, ambassadors, and ministers, and very few of them paid taxes. The third class was the largest, numbering almost 26 million. It included lawyers, merchants, doctors, farmers, etc. They were the people who paid taxes, even for basic needs. They also paid taxes to the church.

The French people were poor and in the seasons of bad harvest they went hungry. The state was also broke. King Louis XVI wanted to impose taxes on the aristocracy, but was not able to succeed in this. Social unrest seemed inevitable. As the American Declaration of Independence was translated into French and published, millions of French people read it and learned about freedom and equality.

Louis XVI pressed for taxes. The aristocracy declared that they would agree to be taxed, provided that the representatives of the three classes came together and united on the necessity of the taxes. The king accepted and the representatives of the three classes assembled. However, the representatives of the third class (named as the public, or the people) were discriminated against and made to understand that they were not as important as the other classes. The voting method in the Assembly also caused discontent among the representatives of the third class. As the third class included a huge majority of the French people, its representatives changed the name of the Assembly to the National Assembly and convinced some of the priests and aristocrats to act with them. Other aristocrats rushed to ask the king to stop the new Assembly from functioning, fearing that it would take decisions that would harm their interests. The king accepted and locked the meeting hall.

The new Assembly insisted on gathering and decided to write a new constitution. The king ordered the National Assembly to dissolve but his order was rejected. He then decided to use force and called upon his special guard unit of soldiers from Switzerland. The people in Paris, hearing that the king’s guardians were coming to suppress them, declared that they would resist. They attacked the Bastille on the July 4, 1789, to find an arsenal that had only a dozen prisoners being protected by almost ten soldiers. However, later on, in writing the history of the French Revolution, a story about the Bastille was produced that is comparable to the American Boston Massacre. The French Revolution grew to extensive violence that cost the lives of thousands, among which were not only aristocrats but also ordinary people.

After the French Revolution, France adopted a republican political structure. The newly emerged republic was based on the idea of equality for all citizens. It produced the French Declaration of Human and Citizen Rights. The French revolutionaries also took a position not only against the dynasty but also the religious establishment (the Church) and even religion itself, and created the Frenchlaïcité. More than two centuries after the French Revolution, the French people are still divided into two large groups: those who are for the Revolution and those who are against it.

Thus, the French revolution marked a break in French political history. Although it is debatable how successful it was in reaching its declared aims, the French Revolution proceeded to create a completely new political structure instead of restoring what the French people called the ancient regime.

Setbacks of Revolution

Now it is time to make a general observation about the results of revolutions. The term ‘revolution’ connotes, especially when used in romantic senses and contexts, radical changes that sweep completely away previous institutions, rules, and social and political entities. This approach is misleading. Revolution might mean significant change, but on no account does it lead to the change of everything. The idea that it can be possible to change everything at once and for forever is an unrealistic, false approach, denied by the nature of human life. In the case of the three classical revolutions, including the French, it is possible to detect continuity in social and political life. There is nothing surprising in this, as life depends upon repetition and continuity.

Turkish Political System up to July 15, 2016

Turkey lived through and witnessed an unprecedented event, not only in Turkish history but probably in the history of the world on July 15, 2016. The Turkish people defeated an attempted coup by the military without the use of weapons. In order to fully grasp what happened and why it is unique and so important, we need to point out the main characteristics of the Turkish political system before July 15, 2016.

The Turkish Republic was founded on October 29, 1923, after an independence war as a relatively plural and democratic political entity. Then, in 1925, it was turned into a single-party dictatorship that lasted until 1945. After the end of WWII, Turkey faced the truth that it had to make a choice between the democratic West and the totalitarian Soviet bloc. Due to several domestic and international factors, the political leadership of the time decided to unite with the West and started the process to transfer the closed political system into a democratic one. On May 14, 1950, Turkey had its first democratic elections, in which the opposition party – the Democrat Party (DP) – won and replaced the People Republic Party (PRP).

However, the PRP and its allies in the bureaucracy and society were discontent with the new regime. As early as 1952, only two years after the DP took office, army officers began to make plans to overthrow the democratic government. They started a military coup on May 27, 1960, the first coup in the history of the Turkish Republic. After a show trial, the army executed PM Adnan Menderes, and had a new constitution prepared that allocated the army a special and undemocratic position and, overall, established what we call a bureaucratic tutelage system. In the new political structure, the democratically elected government was given limited scope and the rest of state authority was reserved for the bureaucracy, with the army at the center.

All democratically elected governments showed discontent with the bureaucratic tutelage system and made small attempts to change its denominators. The biggest effort in this respect occurred after the AK Party came to power in November 2002. During the AK Party era, the bureaucratic tutelage system has been pushed back step by step. In his fight against bureaucratic state power, PM Erdoğan has needed allies in the bureaucracy as he, despite having political power, lacks bureaucratic cadres. Within the state structure, the main bureaucratic groups were the Kemalists and the Gülenists. As they were coming from similar religious and cultural backgrounds, Erdoğan allied with the Gülenists against the Kemalist cadres. However, the Gülenists were a deep-rooted, clandestine group with their own ambitions and plans. The aim of the Gülenists was to seize power within the bureaucracy so that, no matter which political party was in office, they would have the real power.

Erdoğan sensed the Gülenist make-up in the bureaucracy in 2010 and started preparations to take steps to curb the Gülenist bureaucracy. This was the beginning of a still ongoing fight between the two powers: democratically elected, legitimate, and transparent government on one side, and a hidden, bureaucratic, totalitarian power on the other.

The Gülenist movement made several attempts to take Erdoğan’s governments down. It tried to arrest the head of the National Intelligence Agency and, through him, reach Erdoğan in February 2012. The attempt failed. Then, the Gülenist gang tried to benefit from the Gezi Revolts in June 2013. An important effort to oust Erdoğan came from Gülen’s men in the police and judiciary on December 17-25, 2013. This attempt also failed.

The Coup Attempt of the Gülenist Army

Everyone in the country knew that the Gülenists had infiltrated the army, but no one was sure how large the infiltration was. It became clear on the night of July 15, 2016. The army officers who were FETO (Gülenist Terror Organization) members attempted a violent military coup. It was the bloodiest coup attempt in the history of the Republic. More than 200 people were killed and thousands were wounded. The people resisted the Gülenist officers and defeated the coup.

Many domestic and foreign observers of Turkish politics had expected such an attempt by the Gülenists. But why did it come on July 15, 2016? One might consider two reasons: 1) the judiciary was about to arrest many Gülenist officers who had participated in plot trials committed against army officers who were not Gülenists; 2) the government was about to have almost 2,000 Gülenist officers retired at the High Military Commission meeting in early August 2016. The Gülenists understood that they would lose an important part of their manpower in the army. This forced them to begin the coup as soon as possible. As the National Intelligence Agency learned of the attempted coup, the coup plotters changed their timing and began to implement their plan at 21:00 pm July 15, instead of 03:00 am on the night of July 16, 2016.

One point needs to be specifically mentioned here. The Gülenists had been able to present themselves to the outside world – though, of course, not to the Turkish people – as a peaceful movement of moderate Islam that defended secularism and fought radical Islam. They also managed to portray Erdoğan as a radical Islamist and Turkey as a country run by Islamists. To do this, they used totalitarian disinformation tactics. In fact, it is Gülen and his men who are radical. Gülen wishes to create a political system that resembles that of Iran. His ultimate aim is world domination.

The coup attempt failed. Several factors contributed to its failure. President Erdoğan and PM Binali Yıldırım declared that they would resist, even at the cost of their own lives. Erdoğan called on the people to defend democracy in the streets. Millions of people from every walk of life and political bent poured into the streets unarmed and challenged the soldiers. Public prosecutors issued a warrant to the police forces to arrest soldiers who were trying to overthrow the government. Turkish media, for the first time in the history of the Turkish republic, stood united against the coup attempt. The police bravely fought against the soldiers taking part in the coup, and army officers who opposed the coup attempt and were loyal to the constitutional order resisted in active or passive ways against the Gülenist officers.

The Gülenists tried to renew and accelerate the Kemalist bureaucratic tutelage system. That the coup attempt failed, or to put it better, that Turkish politics and the people defeated it, will have consequences for Turkish politics and the political system. Turkish politics will push the bureaucratic tutelage system back even further. It is certain that Turkey will be more democratic afterwards. After the failed coup attempt, Turkey began to reconstruct the state structure. Of special importance in this respect are the reforms in the army. For decades, the army in general and army generals in particular enjoyed a fairly autonomous position with regard to the democratic government. Generals saw themselves on a par with high-level politicians, and even thought of themselves as superior to the prime ministers.

Now, all of this is changing. Military schools at the level of high schools have been, rightly, closed down as they had been completely infiltrated by the Gülenists. Commanders of the army, navy, and air forces will be under the command of the Minister of National Defense, something that has been talked about for decades but has never come to pass. The National Intelligence Agency will be restructured.

More importantly, there is a spirit of reconciliation in the country. Turkish politics is excessively divided, but all main political parties united to oppose the coup. Political leaders now use softened language towards each other. People from all political parties participated in demonstrations against the coup. All of these developments give us hope for the future of Turkish democracy.

July Revolution of Turks      

It is not an exaggeration to call the Turkish people’s defeat of the coup attempt a revolution. It has the main characteristics of the classical revolutions. It caused or paved the way for sweeping political change. The Gülenists competed illegitimately for political power and lost the fight. Millions of people joined the resistance against the coup attempt. Now we can say that Turkey is among the countries that have a saga to support the democratic system. Turkey’s July 15 resistance against the coup attempt is no less than the British, American or French revolutions.

The New Turkey, 26.08.2016