Eskiden işleri çok kolaydı onların. İstedikleri ve onayladıkları bir rejim vardı. Bu rejim, içinde yer aldıkları ve sülale boyu nasiplene geldikleri zümrenin ayrıcalıklarını koruyordu. Onlara düşen, bugünlerini sağlayan rejime muhalif rolü oynamaktı.
Rejimi açıktan savunanlardan daha zor ve sofistikeydi onların işi. Bir yandan düzenin muhalifi gibi görünecekler, diğer yandan da yazıp çizdikleriyle ona sahici bir zarar vermeyeceklerdi. Onun temel direklerine, sacayaklarına saldırmadan “muhalif aydın” olacaklardı.
Oldular da. Uzun süre bu muhalif demokrat aydın rolünü başarıyla oynadılar. Kimse de onlara, “kapitalist sistemin muhalifi” olmalarına karşın oligarşinin büyük medyasında nasıl olup da yazabildiklerini sormadı. Belli ki “sistem” onların ne kadar tehlikeli olduklarını fark edemeyecek kadar aymazdı. Ya da her şeye rağmen bu sistemin sahiplerinin de entelektüel derinliğe saygısı vardı ve böylesine büyük yetenekleri göz ardı edemiyordu. Bu iki gerekçeden birine inanmak, zokayı yutmak için yeterliydi. Böylece onlar uzun yıllar boyunca bir muhalefet illüzyonu oluşturarak, sahici bir muhalefetin yeşermesini engelleme rolünü başarıyla oynadılar.
Elbette tek başına onlar sağlamadı bu illüzyonu, ama önemli katkıları oldu. Söz konusu yazarlar belki bunu bir strateji olarak değil, sınıfsal veya ideolojik bir refleks olarak yapıyorlardı; ama en iyi örneğini Radikal gazetesinde ve onun yayın çizgisinde bulan bu tutum, oligarşi medyası açısından bilinçli biçimde izlenen bir stratejiyi ifade ediyordu. Bu “muhalif, demokratlar”, orduyu, darbeleri, derin devleti ve onun cinayetlerini açıktan savunanlarla, aynı medya grubunda yazıyorlardı, ama onun entelektüel kesimlere hitap eden gazetelerinde ve tabii ki ellerini “temiz” tutarak. Uzun yıllar tuttu da bu. Ama ne zaman ki kenar mahalle çocukları oligarşinin güçleriyle itişe itişe iktidara geldi ve bütün eksikliklerine ve hatalarına rağmen sistemi demokratikleştirmeye başladı, işte onlar için zor günler de başladı. Normalleşme oldukça, anormal olan da daha görünür hale gelmeye başladı. Kavganın harareti yükseldikçe, savundukları düzen zora girdikçe, muhalifi göründükleri ama aslında razı oldukları ve güvendikleri aktörler demokratikleşme sürecine yeterince direnmeyince, onların da insicamı bozuldu. Demokrat makyajları akmaya, altındaki Kemalist yüzleri açığa çıkmaya başladı.
Ergenekon Davası başladığında – onca sözünü ettikleri faili meçhulleri ve bürokratik ağıyla derin devlet yargılanmaya başladığında- son derece rahatsız oldular. Önce davayı yetersiz buluyormuş gibi yaptılar. Daha fazlasını istediklerini söylediler, “bu dava niye Fırat’ın öteki yakasına gitmiyor?” dediler (Ama bunu yaparken, bizzat Fırat’ın öteki yakasında, Diyarbakır’da görülen JİTEM davasına da kayıtsız kaldılar; Albay Temizöz’ü de üzmediler). Sonra dava sürecinde yapılan hatalara “zoom”ladılar ve bütün davayı bu hatalara indirgemeye, itibarsızlaştırmaya ve mahkum etmeye çalıştılar.
Ama süreç devam etti. Parçası oldukları oligarşinin en güvendikleri kurumları, muktedir ve hesap vermez generalleri, yargıçları ve medyası, aksak biçimde de olsa gittikçe yükselen demokrasinin altında kalmaya başlayınca, bin bir hünerle son ana kadar muhafaza etmeyi başardıkları siyaseten doğruculuk da bitti.
Ve herkes sahici yüzüyle sahne almak zorunda kaldı. Artık sarayın muhalifini oynamanın zamanı değildi. Ve doğal olarak bu noktada, majestelerinin nazik “muhalif” ve “demokrat”ları, ellerindeki muhalefet pankartlarını, üstlerindeki grev önlüklerini atıp, kapıya dayanan mujiklere karşı konağın kapısına birlikte sırt verdiler.
Hatta aralarından bazıları, artık ele güne rezil oluruz, en azından görüntüyü kurtaralım kaygısını bile bir yana atıp, şişeyi taşa çalıp, generallere “yahu niye çözülüyorsunuz, niye sivil yönetime itaat ediyorsunuz” anlamına gelen yazılar dahi yazmaya başladı. Sırf bu yönüyle bile hayırlı bir süreç bu. Tıpkı, maçın kaybedilmekte olduğunu görünce topa girip karşı takıma gol atamaya çalışan hakem gibi, sahte demokratların kendilerini ifşa ettikleri, ifşa etmek zorunda kaldıkları bir süreç.
Siyasetin gerçek dünyası
27 Nisan Muhtırası başarılı olsaydı, paşaların istifa resti tutsaydı, Başbuğ kendisinden beklenen postayı koyabilseydi, sivil irade çözülseydi, çok muhtemeldir ki, demokrasi adına timsah gözyaşı dökecekti. Kim bilir belki de kadife sesiyle, belgesel tadında ne kadar içli demokrasi tiratları hazırlamıştı. Ama kısmet olmadı. Son bir umut, Başbuğ’un ifadeye gitmemesiydi, ama o da olmayınca, kadife sesli tiradın yerini bariton bir azarlama aldı. “Dik duruş gerektiren günlerdeyiz. Eğilen, ezilir” diyor Can Dündar. Ancak bu kadar açık konuşulur. Adeta, “bana bunları da söylettin ya, bu kadar kitabın ortasından konuşturdun ya, beni deşifre ettirdin ya, daha ne diyeyim ben sana” diyen bir sitem onunki.
Bunu kime söylüyor? İlker Başbuğ’a. Neden söylüyor? Mahkemenin otoritesini kabul edip savunma yaptığı için. “Ordunun boşluğu nasıl dolacak?” şeklindeydi 10 Ocak 2012 tarihi yazısının başlığı. Bu başlık bile çok şey anlatıyor. Aklıma “312’yi kaldıralım ama ondan doğacak boşluğu neyle dolduracağız” şeklindeki yakınma geldi. Bunu söyleyenlerin zihninde, aslında bu maddenin bir yeri vardı; ama Avrupa Birliği süreci belasına kaldırmak zorundaydılar ve onu nasıl telafi edeceklerini düşünüyorlardı. Tıpkı Can Dündar’ın ordu için düşündüğü gibi.” Siyasette ordunun yeri var mı ki boş da kalsın?” diye sormanın anlamı yok; çünkü cevabı belli. Evet, demokrasilerde olmayabilir, ama Türkiye’nin kendine özgü… Neyse, devam edelim.
“7 saat suçsuzluğuna dair dil dökeceğine” diyor, “Ben Genelkurmay Başkanıyım. Sadece Yüce Divan’a hesap veririm” diyebilseydi, hem hukuk öğretmiş olur, hem de itibarından taviz vermezdi. Muhtemelen Silivri’de de silah arkadaşlarınca yalnız bırakılmazdı.” “Fitlemek” kavramından daha uygunu var mı bu azarlamayı açıklamak için? Sonrakiler için daha açık bir uyarı olabilir mi? Başbuğ sana söylüyorum, Orgeneral Necdet Özel sen anla. Olmadı, sivil otoriteye itaat eden Demokrat Parti döneminin genelkurmay başkanının başına gelenleri hatırla. Can Dündar da öyle yapıyor: “Hükümetin kuyusunu kazmaktan değil, hükümetin güvenini haiz olmaktan idam yedi Erdelhun Paşa…” diyor. Bilmem ki sivil otoriteye itaat idama bile götürürden başka bir anlamı var mı bu sözlerin?
Ama bundan da ibaret değil. Belki hala kışkırtmanın zemini kalmıştır diye düşünüyor olmalı ki, bir askeri en zayıf olduğu yerinden vurmayı deniyor. “Birkaç yıl öncesine dek ‘zinde kuvvetler’ denince asker anlaşılırdı. Şimdi askerin ‘zinde kuvvet’ değil, ‘kâğıttan kaplan’ olduğu fark edildi” diyor. Eski Türk filmlerinden bir sahne geliyor gözümün önüne. Oğlunun veya kocasının eline silah verirken “ben de seni erkek bilirdim” diyen rahmetli Aliye Rona’yı görüyorum onun utanç verici yüreklendirmesinde…
Orduyu sivil otoriteye itaatsizlik etmesi için teşvik. Burada romantizm bitiyor, Süheyl Batum dili devreye giriyor. Hem de doğrudan onun tedavüle soktuğu “kağıttan kaplan” kavramıyla. Ve bu kadar kitabın ortasından, bu kadar militarist bir çağrıyı, “rüşveti kelam” kabilinden veya demokrat göründüğü günlerden kalma bir alışkanlıkla demokrasi kavramıyla kamufle etmeye çalışıyor: “Belki de ilk kez toplumun gerçek dinamik güçleri, bu kez “sivil tahakküm” tehlikesi karşısında, arkasında asker desteği bulundurmayan, demokratik bir direniş sergileme sınavındalar.” Demokrat ya, olacak o kadar. Hem demos da toptan kaybedilmiş değil. “Bardağın yarısının, yani toplumun yüzde 50’sinin gidişata itirazı olduğu düşünülürse hiç de küçük sayılmaz. Bu dinamik, süngü dürtmeden ayağa kalkabilir mi? Önümüzdeki sürecin hayati sorusu budur.”
Kalkmazsa süngü ile dürtmeyi meşru mu görüyorsun diye sorsam suçlu ben olurum. Elbette o bunu kastetmiyor, benim içim fesat.
Ama bunca açık sözden sonra öyle dese ne olur, böyle dese ne! Hem zaten demokratlık yapmak eskidendi. Şimdi bir şeyler yapmak gerek. “Ha bire ‘sarı öküz’e ağıt yakarak yılgınlık yaymak, buna cevap değil” diyor bizim Kemalist-demokrat, askerci-sivil, düzen muhalifi-düzenci, yazarımız. Böylece hatırlatmış oluyor ulusalcı sitelerde dolaşan o öküz hikayesini. Hani kurtlara karşı gayet iyi mücadele ederken, aralarından birini verme gafletinde bulununca hepsi hedef haline gelen öküzlerden söz ediyor. Yanlış demiyor bu öyküye, sadece yılgınlığa sürüklediği için taraftar değil.
Artık demokrasiye katkı yapabilirler
Kimi yılgınlığa sürüklediği için kızıyor Dündar. “Toplumun gerçek dinamik güçleri” dediği güçleri. Daha somut olarak, demokrat güçleri mi, orduyu mu? Ben de onca sözün üstüne ne soruyorum!
AK Parti, hiçbir sevabı olmasa, sırf bugünleri gösterdiği, herkesi gerçek yüzüyle çırılçıplak görünür hale getirdiği için tebriki hak ediyor.
Demokrasilerde otoriter ve totaliter fikirlere, demokrat olmayanlara da yer var. Onların varlığı ve düşüncelerini ifade edebilmeleri özgür bir toplum için tehdit değil, tersine, onun bir gereği ve onu güçlendiren bir unsurdur. Özellikle de bunu oldukları gibi, gerçek yüzleriyle yaptıklarında. Can Dündar da bu haliyle demokrasiye çok daha fazla katkı yapabilir. Üstelik de o bunu hiçbir biçimde amaçlamamış olsa bile. Çünkü artık kendisi olarak konuşuyor. Tıpkı yazısının Türkiye’de okunması durumunda ayıplanmayı göze alarak, bütün inandırıcılığını kaybetme pahasına, Guardian’a Hrant’ı AKP’nin katlettiği anlamına gelen bir yazı kaleme alacak kadar acizleşen Ece Temelkuran’ın durumunda olduğu gibi. Biz asıl, onların yeniden demokrat olacakları günden korkalım.
Çünkü onların yeniden “muhalif” oldukları gün, bu ülkedeki demokrat güçler bir kez daha yenilmiş yenilmiş demektir.
Star Gazetesi, Açık Görüş, 18.03.2012