Ölüm ve Felsefenin Tesellisi – Yavuz Selim Erfidan

İnsanoğlunun, varlığından beri sürdüregeldiği pek fazla sorun yoktur. Sorunlarının hemen hepsine birer cevap vermiştir. İyi ya da kötü sonuçlarına katlanmış, onların yarattığı diğer sorunlarla mücadele etmiştir. Bu yüzden belki de insanoğlunun tarihini döngüsel bulabilir bir ilerlemeden söz edilip edilemeyeceğini tartışabiliriz. Ama şüphesiz hiç çözemediğimiz bazı sorunlar da vardır. Onlardan birisi ve belki de en önemlisi; “ölüm”

Ölüm sadece bir yakınımızı kaybetmemiz demek değil, sözlük anlamı nedir bilmiyorum ama benim zihnimde ölümün tanımı geri dönülemez oluşudur. Bir şeye “benim için öldü” diyorsak onun geri dönülemezliğini vurgulamak isteriz. Edgar Allan Poe, buna “never more” diyor. Yani bir daha asla yaşanmayacak olan. Böyle bakınca ölüm hayatımızda bir iki defa ağır bir şekilde hissettiğimiz bir şey değil. Sürekli ama sürekli, gün içerisinde bile defalarca yaşadığımız bir şey. Ölüm bir daha asla olan her şeyin içine sinmiş durumda. Çocukluğumuzdaki bayramlar ölmüştür mesela; bir daha şeker toplamak için yollara düştüğümüzde aynı heyecanı bulamayız, onu geri getiremeyiz. Dolayısıyla o şey artık bir ölüdür.

Bu sonluluğu ve geri gelmeyişi kavrayan ve buna göre yaşayan kaç canlı türü vardır bilinmez. Kelebekler kanatlarını açtıktan bir gün sonra öleceğini bilerek mi yaşar mesela? Belki de tanrının yarattıkları arasında bu bilince sahip tek varlık, insan olabilir. İnsan tanrıdan farklı olarak ölümlüdür ve galiba diğer bütün yaratılanlardan da farklı olarak öleceğini bilir. Zaten bu da onun çözmeye çalıştığı, tarih boyunca düşündüğü ve üzerine masallar, destanlar, filmler ürettiği kaçınılmaz bir konudur.

Ancak filmlerde hep bir yolu vardır. Bir sihirli güç, ya da çok eski kadim bir ritüel ölümden ve sonsuz ayrı kalıştan bizi kurtarır. Aklıma hemen Mısır’ın Tanrıları filmi geliyor. Güçleri elinden alınmış tanrı Horus’a, henüz ölmüş sevgilisi Zaya’yı tekrar dünyaya geri getirmesi karşılığında yardım edeceğini söyler küçük hırsız Bek. Horus bir şekilde yardım edip büyük tanrı Ra’yı ikna eder. Ve ölüm bir şekilde kandırılır. Ama sinema perdesinden gözümü alıp ya da kitap sayfalarından başımızı kaldırdığımızda hayat bize böyle mucizevi oyunlar oynamaz. Neticede hiçbirimizin tanrı bir arkadaşı yoktur.

Mucize demişken bir başka örnekle ölümden kurtuluşun tanrısal boyutuna bakabiliriz. Yuhanna İncili’nde İsa peygamberin, insanın en karşı koyulamaz düşmanı ölüme karşı Lazarus’u yeniden diriltmesi de mucize değil midir? Yakın bir dostu olan Lazarus’un ölümüne karşı İsa peygamber de tıpkı bizler gibi ve tanıdığımız diğer bütün insanlar gibi ağlar. O da ölümün sonluluğunun farkındadır. Ama neticede tanıdığımız bütün insanlardan farklı olarak o bir peygamberdir. Ve dostunu diriltebilir. Bir yolunu bulmuştur; “sevginin gücü ölümü yenebilir”.

Antik Mısır’dan ya da peygamber bir dosttan mahrumsanız ölümden kurtulmanın yolu sizin için bu kadar kolay değildir.

Peki ya bir yolu varsa. Çocukluğumuzdaki heyecanı yaşamanın bir yolu varsa ya da artık üretilmeyen çikolataların tadı, bizim için ölü sayılmazsa. Kurtuluş teorilerini incelediğimizde bizlere tam olarak o çikolataları tekrar tadabilmemizin mümkün olduğunu söyler. Dinler insanın cazibesini en çok bu konuda çeker. Bir gün o çikolataları yiyebileceğimiz gibi öldü dediğimiz eş dostumuzun, anne-babamız ya da bir yakınımızın da bizlere geri döneceğini söyler.

Dolayısıyla aslında dinler bizlere ölümsüzlük vaadeder. İyi bir mümin olursak, doğru işleri yapıp kötü işlerden kaçarsak bir gün geri dönülemez dediğimiz bütün ölümler geri dönecek ve ölüm ortadan kalkacaktır. O dünyada ölümsüzlükle tanışacak ve hiçbir şey için artık geri dönülemez demeyeceğiz. İşte kurtuluşun yolu buradan geçer ve bizi ölümden kurtarır. Dünyada ölüm diye düşündüğümüz şey ise bir geçiş kapısı olur. Ölüm, yanılsamadan başka bir şey değildir. Artık, dinin dünyadaki kötülükler olarak gördüğü şeyler dışında hiçbir şey için bir daha asla demeyiz. Sürekli varolabilir. Bizim yani kurtulmuşların istemesi yeterlidir. Sevdiklerimiz sürekli yanımızdadır. Üzerine üzüleceğimiz hiçbir ölüm, artık gerçekleşmez.

Acaba dinî bir selametten uzak bir ölümden kurtuluş yolunun imkânı vardı mıdır? Bazı antik bilginler ölümü düşünmenin anlamsız olduğunu, zira; “ölüm varsa ben yokum, ben varsam ölüm yok” düşüncesiyle onun korkulacak bir şey olmadığını düşündülerse de bu akıl yürütme, pratik hayatı tatmin edecek seviyede değildi. Zira ölüm yalnızca bedenin biyolojik yok oluşu demek değil, aynı zamanda geri dönülemez şeylerin tamamıydı. Bu akıl yürütme ise olsa olsa, yalnızca her insanın bedenen yok oluşunun yarattığı tedirginliğe cevap olabilirdi.

Felsefe bu noktada tanrısal bir kurtuluş yoluna bağlanmadan ölümü anlama çabasındadır. Hakkaniyeti tartışmaya açık, kibirli bir duruşla alternatif bir yol çizer. Epikuros’un felsefeyi ölüme karşı korunma alanı olarak “ruhun ilacı” diye tanımlaması da bundandır. Hatta bu konuda Stoacı düşünür Epiktetos, felsefi düşüncenin ortaya çıkışını ölüm korkusunu yenme isteğiyle başlatır. Ölüm korkusu hayattaki bütün kötülüğün ve kalleşliğin sebebidir. Felsefi sorgulama yapmanın amacı da ölüm korkusunu yenmek ve kendini ona karşı eğitmektir. Dolayısyla ölüme karşı anlamlı bir cevap üretmek felsefî düşüncenin başlamasına sebep olur diyebiliriz.

Montaigne de felsefe yapmayı ölümü anlamak olarak tanımlarken aslında tam olarak bu çizgi üzerinde cevap verme niyetindeydi. Spinoza’da usta bir filozof olarak “bir aptaldan daha az öleceğim” diyerek ölümü anlamış olmanın değerinden bahsediyordu. Neyse ki bu filozofların tamamı sabahtan akşama kadar bir gün öleceklerini düşünen paranoyaklar ya da aniden çalan ev telefonlarında “birgün hepiniz öleceksiniz” diyerek bir sapık tarafından korkutulan bahtsız insanlar değildi. Onların korunmak istedikleri ya da en azından vurgulamak istedikleri ölüm korkusu, akla ilk gelen anlamıyla ölüm değildi.

Felsefenin toplumsal hayatımızdaki temel niteliği eleştirel düşüncenin faydaları gibi görünse de, eleştirel düşüncenin topluma türlü türlü faydaları olduğu için felsefenin değerli olduğunu düşünsek de, bu amaç için değil bir korkuyu yemnek için ortaya çıkmıştı. Korktukları asıl şey de akıp giden zamanın ölüşüydü. Çünkü zaman da “never more”ların kralıdır. Bir daha asla dün olmayacaktır. Bu harfleri yazmak için bilgisayarımın klavyesini tuşladığım anları geri getirmenin imkanı yoktur. Felsefe de bu geçip giden ve ölen zamanın tesellisini sunmaya çalışır.

Yunanlılara peygamber gelmemiş olsa da-ki Yunanlılara peygamber yerine oldukça fazla filozof gelmiştir- ölümün(geri dönülemezliğin) pençesine düşmenin kötülüğünü dile getirmişlerdir. Pek çok peygamberden farklı olarak onların düşünceleri kendilerine bugünde yer bulmasa da, onlar insanın zararına olan ölümlerin en beteri olarak zamanı görmekten geri kalmamıştırlar. Bu yüzden de geçmişi, insanın hayatına kasteden büyük bir kötülük olarak tanımlamışlardır.

İyi ya da kötü olsun, ölümün üzerine toprak attığında en çok canımızı acıtan şey zamandır. Bu ikilinin karakterleri de garip bir biçimde bir birine bağlıdır. Zaman bizim algımızda doğrusaldır, akar ve geçer, bir şekilde –henüz- geri döndüremeyiz. Ölüm gibi onun da karakterinde “never more” vardır.

Naftalin Dergisi, 13 Temmuz 2019

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et