Türkiye’nin cumhuriyet tarihi boyunca sürdürdüğü statükocu, dışlayıcı, ‘üç tarafımız deniz, dört tarafımız düşmanla çevrili’ algısı üzerine kurulu içe kapanmacı pasif dış politikası, birtakım eksikliklere rağmen, çok boyutlu, proaktif ve ‘komşularla sıfır sorun’ anlayışıyla barışçıl, insani ve stratejik bir derinlik kazandı. Bu anlayış, dış politikaya yeni bir vizyon, Türkiye’ye de sınıf atlattıracak kadar bir prestij kazandırdı. Türkiye dışındaki, Arap Baharı gibi, bazı bölgesel gelişmeler, süreci yavaşlatmasına rağmen, bu çağın ruhuna uygun politikayı yok edemedi. Bu anlayışın terk edilmesi, dış politikanın Eski Türkiye geleneğine yani pasif, hedefsiz ve vizyonsuz bir siyasete dönüşmesi demek olacaktır. Hükümetin tüm olumsuzluklara rağmen, başarı için bu politikayı sürdürmesi gerekir.
SURİYE POLİTİKASI DOĞRU
Türkiye’nin Suriye politikası, bir diktatörün zulmüne karşı halkı desteklemesi doğrudur, fakat Esed sonrası dönemin kapsamlı ve kapsayıcı bir yol haritasından yoksun olması bir eksikliktir. Etnik ve dini yapısıyla adeta minyatür bir Ortadoğu olan Suriye, bölgenin barış ve istikrarı için kilit bir ülkedir. Henry Kissinger daha 1970’lerde bu gerçeğe işaretle Ortadoğu’da ‘Mısır’sız savaş, Suriye’siz barış olmaz’ demişti. Bu nedenle, Esed sonrası dönemde ülkedeki tüm dini ve etnik grupların hak ve hukukunu koruyan, eşit ve adil bir düzenin kurulması sadece Suriye için değil, Ortadoğu hatta tüm İslam âleminin barışı için bir gerekliliktir. Sadece Esad rejiminin yıkılması üzerine kurulu bir strateji bölgeye barış getirmez aksine daha fazla kan ve gözyaşı doğurur. Bu nedenle, çok boyutlu, herkes için güvenlik ve özgürlük sağlayacak kapsamlı bir post-Esed planına ihtiyaç vardır. Başarısı için, planın tasarımında başta bölge ülkeleri olmak üzere, küresel tüm güçlerin BM şemsiyesi altında katkı yapması önemlidir.
Suriye politikası başarısı, mahiyeti, sonucu ve geleceğe etkisinden bağımsız olarak, bizatihi kendisi Türkiye’nin dış politikasında tarihi bir dönüm noktasıdır. Karlofça Anlaşması’ndan (1699) beri yani 300 yılı aşkındır Türkiye, ilk defa Suriye politikasıyla statükocu değil, revisyonist bir dış politika izleyebilmiştir. Bunu da son yıllarda geliştirdiği stratejik derinliğe dayalı proaktif, çok boyutlu, çok aktörlü ve ‘komşularla sıfır sorun politikası’na borçludur. Bu nedenle, son 10 yılda Davutoğlu Doktrini’ni anlayamayanlardan Suriye politikasını anlamalarını beklemek saflık olur.
Suriye politikasının olumlu boyutunun yanında, bölgesel bir soğuk savaş algısını oluşturması, mezhepsel kuşakları tetiklemesi ve bazı noktalarda geleneksel milliyetçi refleksleri göstermesi, Türkiye için ciddi çıkmazlar oluşturmaktadır. Türkiye’nin çıkmazları hatta elini kolunu bağlayan faktörler bunlarla sınırlı değildir. Çok daha önemlisi, iç ve dış siyasette sınırlama, bölgesel güç ihtirasını akamete uğratma, son yıllarda kazandığı uluslararası prestiji ve görünürlüğünü yok etme potansiyeli taşıyan kadim Kürt sorunudur. Türkiye Kürt sorununu demokratik ve eşitlikçi bir temelde çözmeden iç barışını sağlama, uluslararası siyasette etkili bir aktör olma, hele hele bölgesel ve küresel aktör olması imkânsızdır. İç barışını sağlamadan etkili bir uluslararası aktör örneği tarihte yoktur.
AK PARTİ ÇÖZÜME SAHİP ÇIKSIN
Kürt sorunu AK Parti ile ciddi bir çözülme sürecine girmesine rağmen, yeni dönemde tamamen MHP söylemine doğru evrilmiştir. MHP, parti programında Türkiye’de bir Kürt sorununun olmadığını, terör sorunu olduğunu söylemektedir. AK Parti ise hem parti programında sorundan ve çözümünden detaylıca bahsetmekte hem de Başbakan 2005 yılında açıkça Kürt sorununun kendi sorunu olduğunu dile getirmiştir.
Daha önemlisi 2009 yılında Demokratik Açılımla çözüm sürecini başlatmıştır. Fakat bugün gelinen noktada AK Parti MHP söylemine kaymış, sivil değil, güvenlikçi anlayış hakim olmuş, şiddet 1990’ları yakalamış, siyasi söylem Demirel’i aratır boyuta ulaşmış, basın ve akademi çoğunlukla çatışma diline hapsolmuş ve çözüm umutları büyük oranda tükenmiştir. Daha önemlisi, bazı İslami görünümlü basın ve grupların yeşil kemalizmi yani ayrıştırıcı, devletçi, milliyetçi, güvenlikçi ve çatışmacı bir söylemi ve anlayışı yansıtmalarıdır. Buna ilaveten Uludere katliamı ve onu takip eden talihsiz süreç yeni kırılmalara kapı aralamıştır. Bu nokta, Kürt sorunu için yeni bir aşamadır. Bugüne kadar sessiz ve makul çoğunluk olan dindar Kürtleri sürece dâhil etmektedir.
ÖNÜMÜZDE İKİ YOL VAR
Bütün bu olumsuzluklara rağmen çözüm için geç değildir. Şu bir gerçektir ki çatışmalar hayatımızın doğal bir parçasıdır. Çatışma yönetiminde sorunun teşhisi çözümün önemli bir aşamasıdır. Kürt sorunu, dış boyutlarıyla birlikte temelde bir iç sorundur. Kendi paradigmasıyla açıklayamadığı her olumsuz gelişmeyi Hayvan Çiftliği’ndeki yönetim gibi dış güçlere bağlamak üçüncü dünyacı otoriter rejimlerin ve hepimize tanıdık gelen bir eski Türkiye alışkanlığıdır. Öncelikle ve ivedilikle ayrıştırıcı ve ötekileştirici mevcut çatışma dili terk edilmelidir.
İstismar edilecek zemin ortadan kaldıracak reformlar yapılmalı. Kürt sorunu şiddetten ve terörden ayrıştırılarak sosyal, ekonomik, kültürel, siyasi ve insani boyutu vurgulanmalı. Dünya tecrübesinden yararlanılarak yeni anayasayla adil ve kalıcı bir çözüm bulunmalı. Sonuç ikidir: ya hep birlikte demokratik ve müreffeh bir Türkiye’de yaşayacağız, ya da baskıcı ve geri kalmış fiziken ya da ruhen bölünmüş iki farklı devlette… Gidilecek yol uluslararası ve bölge politikasındaki yerimizi de tayin edecektir.
Yeni Şafak, 28.08.2012