19. Eğitim Şûrası, Aralık ayında medyanın en çok ilgi gösterdiği konulardan biri oldu. Ama Milli Eğitim Bakanlığı’nın değil Eğitim Bir-Sen’in gündemi konuşuldu; “Osmanlıca” ve “zorunlu din dersi” önerileri tartışıldı. Liselerde Osmanlıcanın öğretilmek istenmesi yanlış değil. Öğrencilerin bundan yüz yıl önce yazılmış bir metni okuyup anlayabilecek bir yetkinliğe kavuşmalarını istemekte hatalı bir yön yok. Dönemin kitap ve dergilerine ilk elden ulaşmak, tartışmaları doğrudan takip edebilmek onları geliştirir. Yanlış olan, bunun zorunlu kılınmak istenmesi, öğrencilerin ve ailelerinin tercihini gözetmemesi. Dahası bu gerçekçi değil. Herkes biliyor ki bütün liselilere Osmanlıca öğretebilecek bir kadro Türkiye’de yok. Ayrıca Türkiye’nin dil öğretme konusundaki sicili de parlak değil. Okullarımızda eğitimin tüm kademelerinde çocuklara İngilizce dersi veriliyor, öğretmen sıkıntısı yok. Ama İngilizce öğretilemiyor. Hal bu iken, bu imkânlara sahip olmayan Osmanlıcanın sağlıklı bir şekilde çocuklara öğretileceğini düşünmek ham bir hayal. Bütün lise öğrencilere Osmanlıca öğretmede ısrar etmek, zamanın ve kaynakların heba edilmesiyle eş anlamlı. Doğrusu Osmanlıcanın seçmeli bir ders olması. Nitekim Şûra’da Osmanlıcanın sosyal bilimler ve imam-hatip liseleri için zorunlu, diğer liseler için seçmeli olması benimsendi, makul bir çizgiye gelindi. Özgüven ve milli/gayri-milli Osmanlıca önerisinin siyasi açıdan iki işlevi var. İlki, Cumhuriyetin İslami duyarlılıkları olan kesimlerin hayat tarzlarına, kurumlarına ve değerlerine ilişkin olanın hoyratça kazımasını ifade eden bir modernleşme projesine aykırı bu tür önerilerin gündeme getirilmesi, muhafazakâr kesimlerde bir özgüvenin oluşmasını sağlıyor. Yaşamlarında önemli bir yeri işgal eden ama Cumhuriyetin rafa kaldırdığı değerlerin sahiplenmesi onlara kendilerini iyi hissettiriyor. Tek parti dönemiyle bu şekilde hesaplaşıyorlar. Osmanlıca gibi kendileriyle irtibatlı gördükleri ve kendilerini tanımlarken başvurdukları değerlere hayatiyet kazandırmak, Cumhuriyetin dışladıklarını tekrar görünür kılmak onlara bir güven aşılıyor. İkincisi, bu tür tartışmalar sıcak siyasi mücadelede de çok mühim bir iş görüyor. Tek parti döneminde farklı toplumsal kesimleri mağdur eden bir alana ilişkin öneri, ya doğrudan AKP tarafından, ya da AKP’ye yakın bir sivil toplum kuruluşu veya sendika aracılığıyla gündeme getiriliyor. Sinir uçlarına basılan CHP hemen tek parti dönemini savunmaya başlıyor. Böylelikle tartışma –çoğu kez olduğu gibi- AKP ile CHP arasına sıkışıyor. AKP, CHP’nin halen tek parti faşizminin uygulamalarını savunduğunu, milletin tarihine yabancı kaldığını, milletin değerlerine düşmanlık ettiğini ve gayri-milli olduğunu söylüyor. CHP ise, AKP’nin Cumhuriyeti hazmedemediğini, eline geçen her fırsatta Cumhuriyetin kazanımlarının altını oyduğunu, toplumu çağdaşlıktan uzaklaştırdığını belirtiyor. Nitekim bazı CHP’liler Osmanlıcanın liselerde zorunlu kılma önerisini, “AKP’nin ülkeyi Ortaçağ karanlığına geri götürme çabası” olarak yorumladılar. Karşıt pozisyonlar iki partiye de fayda sağlıyor. Tabanlarını kemikleştiriyor, başka partilerine olan mesafelerini artırıyor. AKP ve CHP seçmenleri, partilerinin gösterdiği olumlu performanstan ziyade karşı tarafın dili ve üslubunun yarattığı tehlike ve tehdit algısından hareketle safları sıklaştırıyorlar. Nitekim yapılan son araştırmalarda, AKP ve CHP taraftarlarının giderek daha fazla kendi partilerine bağlandıkları ve başka bir partiye meyletme ihtimallerinin azaldığı görülüyor. Elbette bu durum her iki partiye avantaj sağlıyor; ama AKP daha geniş bir toplumsal tabana oturduğundan onun avantajı daha büyük oluyor. Zira bu sayede CHP oranını korumakla birlikte muhalefete mahkûm bir hale gelirken AKP iktidarını pekiştiriyor. Din dersi ve sivil toplum sorunu Şûra’da mevcut halde 4. sınıftan itibaren okutulmakta olan zorunlu din dersinin 1, 2 ve 3. sınıflarda da okutulması için bir önerge verildi. Milli Eğitim Bakanlığı bunu tasvip etmedi, karşı önerge sundu. Ama önerge sahibi Eğitim Bir-Sen ısrarcı davrandı. Bu vesileyle hükümete yakın sendikalar ve sivil toplum örgütlerine dair bir soruna temas etmek isterim. Demokrasilerde STK’lar hayati bir role sahipler. Onların özgürlük ve demokrasi adına iktidarları daha ileri noktadan eleştirmelerinin, demokratik alanın genişlemesi bakımından önemi tartışılmaz. Ama Türkiye’de STK’larda gözlemlenen iki büyük sorun var: Biri, politik angajmanlarının çok yüksek olması, tutumlarının, irtibatlı oldukları partinin pozisyonuna göre değişmesi. Diğeri ise, STK’ların politik kariyerde bir basamak olarak görülmesi. Dolayısıyla STK yöneticileri ileride içinde yer alacaklarını düşündükleri partiyle uyumlu hareket etmeye azami ihtimam gösterirler. Kraldan çok kralcı Eğitim Bir-Sen gibi, Memur-Sen gibi hükümet ile aynı toplumsal kesimlere seslenen yapılarda da bu sorunları görmek mümkün. Bunlar ya hükümetin programını uyguluyorlar, ya da herhangi bir konuda hükümetin yönelimini hesap ederek kendilerine buna uygun bir rota belirliyorlar. Zorunlu din dersinin 1. sınıftan başlamasını istemekte olduğu gibi, hükümetin tabanının hoşuna gideceğini düşünerek kraldan çok kralcı bir tutum benimsiyorlar. Bunun ülke demokrasisine bir katkısının olmadığının altı çizilmeli. Zorunlu din dersindeki ısrar da tamamen yanlış. AİHS’nin Ek 1 Nolu Protokolün 2. Maddesi, eğitimde ebeveynlerin dini ve felsefi görüşlerinin dikkate alınması gerektiğini bildirir. AİHM’nin kararları ortada, ama o kararlar hiç olmasaydı bile Türkiye’nin öğretim sistemini bu adil ilkeye göre düzenlemesi gerek. Oysa bu sendikalar ters istikameti gösteriyorlar. Türkiye’de 12 yıllık zorunlu eğitimin 9 yılında öğrenciler mecburi bir şekilde din dersi görürken “Bu yetmez, 12 yılda da din dersi olacak” diyorlar. Ama Alevilikle ilgili içeriğin zenginleştirilmesi önerisini reddediyorlar. Açıkçası bu, pedagojik bir ihtiyaçtan veya bir hak talebinden kaynaklanmıyor, muhafazakâr kesimlerden de bu yönde bir talep olduğuna dair anlamlı bir belirti de yok. Bu yönüyle yaşanan, siyasi bir kendisini gösterme çabası gibi görünüyor. ‘Mutlakçılık’ Gerek Osmanlıca ve gerek zorunlu din dersi konularında kullanılan dil, muhafazakâr kanattaki bir problemi gösteriyor. Halil Berktay ve Etyen Mahçupyan’ın yazılarında tafsilatlı bir biçimde işaret ettikleri üzere bu problem, muhafazakârların mağduru olduğu kesimin ruh haline, mutlakçılığa kaymalarını ifade ediyor. Ellerinde doğruluğuna kani oldukları hazır bir reçete tutmaları ve dahası bu reçeteyi –istese de istemese de- herkese uygulamayı (“Herkese Osmanlıca öğreteceğiz”, “Herkese din dersi vereceğiz”) düşünmeleridir. Kendi taleplerini dayatmada bir sakınca bulmamaları fakat başka kesimlerin -mesele Kürtlerin anadilde eğitim, Alevilerin din dersinin zorunluluktan çıkarılması gibi- taleplerine kulaklarını tıkamaları, görmezden gelmeleridir. Hatırlatmak boynumuzun borcu: Kötü olan dayatmanın kendisidir, Kemalist veya muhafazakâr olması değil. Kemalist dayatmadan hayırlı bir sonuç çıkmadı, muhafazakâr dayatmadan da çıkmaz. Toplum siyasi sloganlara teşne değil, eğer öyle sanıyorlarsa. Tribünlerin de “ille de başkasının çocuğuna da o istemese bile din dersi verilsin” denmesini alkışladığından o kadar emin olmamalarını öneririm onlara. Herkes için adalet ve özgürlük getirecek bir tutum bu anlamsız siyasi gösterilerden daha değerli ve herkes için hayırlı olan da bu.
Serbestiyet, 01.01.2015