Bu yılki Abant Platformu’nun en can alıcı oturumlarından biri “Üniter Devlet, Özerklik Dengesinde Yerel Yönetimler” başlıklı oturumuydu.
Sebep malum: Kürt sorununun çözümünde yeni anayasadan çok şey bekliyoruz. Bugünkü vatandaşlık tanımını kaldırıp anayasal vatandaşlık kavramını getirmesi, Anayasa’nın orasına burasına sızmış Türk etnisitesine vurgu yapan ifadelerin değiştirilmesi, anadilde eğitim yasağını kaldırması ve tabii kısaca “statü” diye ifade edilen yeni anayasada bir çözüme kavuşturulması…
Şimdiye kadar yapılan tartışmalardan bireysel hakların güvenceye alınması, 66. maddenin kaldırılarak anayasal vatandaşlık tanımına geçilmesi, Türk etnisitesine atıf yapan ibarelerin temizlenmesi gibi konularda büyük bir problem olmadığı anlaşılıyor. Kürtçe eğitim konusunda da epey mesafe alınmış durumda. Kürtçe’nin seçmeli ders olarak müfredata alınmasına hiçbir itiraz yok ama anadilde eğitim noktası daha epey uğraştıracağa benzer.
Ne var ki, Kürtler’in bundan böyle nasıl bir idari statü içinde yaşayacakları konusu en büyük problem olarak karşımızda duruyor. İşin kötüsü, bu tartışma meşru zeminlerde, Parlamento’da, Anayasa Komisyonu’nda konuşulup halledilmediği sürece, PKK bu konuyu kapalı kapılar ardında devletle pazarlık konusu yapıyor.
İşte, “Üniter Devlet, Özerklik Dengesinde Yerel Yönetimler” başlıklı oturumu en önemli oturum yapan sebep de buydu.
Adlı adınca
Prof. Dr. Bekir Parlak, Prof. Dr. Ayhan Aktar, Prof. Dr. Fuat Keyman ve Tarhan Erdem’in tebliğleriyle katıldıkları bu oturumu izlerken Türkiye’de artık her şeyin “adlı adınca” konuşulabildiğini görmekten sevinç duydum. Zira bu bence meselenin yarısının halledilmesi demektir.
Bölgesel devletten federasyona, özerkliğe ve güçlendirilmiş yerel yönetime kadar her türlü seçeneğin masaya yatırıldığı bu tartışmada birçok konuda fikir ayrılığı olmasına rağmen herkesin fikir birliğine vardığı nokta şuydu ki, Türkiye artık 1923’ten kalma bu idari yapıyla daha fazla devam edemezdi. Doksan yıl önce biçilen elbise artık bu vücuda çok ama çok dar geliyordu. Devletin merkezi yapısı mutlaka gevşetilmeli, yerel yönetimlere ciddi yetki devri yapılmalıydı.
Seçilmiş bir valinin başkanlığında kendi parlamentosunu oluşturmuş; Anayasa’yla belirlenen sınırlar içinde yasa yapma gücüne sahip, vergi koyabilen, kendi bütçesini kendi yapabilen, eğitim, sağlık başta olmak üzere bütün bölgesel hizmetlerin yerel düzeyde verildiği bir yerel yönetim modeli, sadece Kürt bölgeleri için değil, bütün Türkiye için dayatan bir ihtiyaçtı…
Yeni anayasa bu ihtiyacı karşılayamazsa dağ fare doğurmuş olurdu.
Tersine gidiş
Ne var ki bu konuda umut kırıcı bir tabloyla karşı karşıya idik. Zira 2002’de hazırladığı (Sezer’in vetosu yüzünden çıkarılamayan) yerel yönetim reformuyla hepimizde büyük umut uyandıran AK Parti, son yıllarda bu konuda oldukça geri adım atmış görünüyordu. Bırakın o zaman başarısız kalan yerel yönetim reformunu tekrar gündeme getirmeyi, tersine bir gidiş söz konusuydu.
Bu konudaki en çarpıcı değerlendirmeyi Tarhan Erdem yaptı:
“Cumhuriyet tarihinde yerel yönetimler anlamında en büyük adımı AK Parti attı. Adım attı ama o da 2004’ten sonra yavaş yavaş merkezileşmeye başladı. En son geçen yıl 36 tane Kanun Hükmünde Kararname çıkardı. Kabul edilemeyecek bir merkezi idare kuruldu.”
Erdem, bütün aydın kamuoyunu yerel yönetimleri daha da kısıtlayan bu kanun hükmündeki kararnamelere muhalefete çağırırken, bu yolla yeni anayasada ifade bulması gereken güçlü yerel yönetimler perspektifinin de derinleşmesini ve yaygınlaşmasını amaçlıyordu.