Bir zamanlar Kürt sorunu el yakardı; kimse çözmeye kalkmaz, çözüm sürecinin altında kalmaktan korkardı.
Mesele tümüyle bir asayiş konusu olarak görülür, ‘siyasal’ içerikli çözüm arayışları ihanetle eş tutulurdu. Bu, sadece güvenlik birimlerinin değil genel kamuoyunun da yaklaşımıydı.
Şimdilerde ise durum farklı. Halk artık meselenin salt güvenlik tedbirleriyle aşılabileceğini düşünmüyor. Daha fazla gencin ölmesini de istemiyor. Silahsız bir çözümü destekliyor.
Böyle bir tablo umut verici; Türkiye’nin toplumsal barışını inşa ederek kanatlanması işten bile değil.
Ama işte bu aşamada sorun başka bir boyut kazanmış durumda. Şimdi çözüm yolunda aşılması gereken en büyük engel ‘Kürt sorununu kimin çözeceği’ sorusu. Evet, kim çözecek? Aslında bu, ‘çözümün kazançlarını siyaseten kim alacak?’ sorusuyla alakalı. Çözüm için hükümetin inisiyatif alması şart. ‘Demokratik açılım’ projesiyle hükümetin çözüm sürecinde aktif bir noktaya geldiği kuşkusuz. Ama çözümün Türkiye’nin batı taraflarında da kabul görmesi için diğer partilerin, tabii CHP ve MHP’nin desteğine ihtiyaç duyuluyor. Ancak çözümün AK Parti’nin elini güçlendireceğini hesap eden bu iki parti desteğe yanaşmıyor.
Bu durumda en azından BDP’nin süreci yumuşatacak, batı bölgelerindeki tepkileri en aza indirecek bir politika izlemesi beklenirdi, ama tam tersi oldu; hem PKK hem de BDP, hükümetin inisiyatifini zora sokacak işler yaptılar.
Kısacası, gelinen noktada ‘siyasal rekabet’ Kürt sorununun çözümünü bloke ediyor.
BDP’nin ‘demokratik özerklik’ ve ‘iki dil’ gibi son çıkışları da tamamen ‘siyasal’. Bu normal ve meşru. Ancak görülen şu ki; AK Parti ile rekabet BDP’nin bünyesini zehirliyor, çözüm sürecinde ‘rasyonel’ bir yol haritası geliştirmesini engelliyor. Çözümün adresi olarak hükümet değil ‘devlet’i göstermesi tam da bu. ‘Kimle savaşılıyorsa barış onunla yapılır’ sözü hakikati değil, PKK/BDP’nin derin bir siyasal stratejisini yansıtıyor. Onların tercihi, çözüm sürecine başka hiçbir ‘siyasal aktör’ün katılmaması. ‘Devlet’in muhataplığı kendilerini ‘tek’ siyasal aktör olarak öne çıkarmalarının bir yöntemi. Bir tür siyasetsizleştirme stratejisi, ama kendilerini ‘siyasal tekel’ haline getiren bir strateji.
Biliyorlar ki ‘devlet’ nasıl olsa BDP’nin siyasal rakibi değil, ama AK Parti tek siyasal rakipleri. Çözümün de rakiplerinin elinden gelme ihtimali BDP’yi kaygılandırıyor; hatta bunda bir tür siyasal tasfiye görüyorlar kendileri için. Baştan beri PKK/BDP’nin ‘açılım’ konusunda ‘ikircikli’ tutumunun nedeni bu.
Aslında BDP’nin demokratik rekabete hazır olup olmamaları da bu korkularını derinleştiriyor. Kürt siyasetinde temsil ve iktidar tekeli peşindeler ve böyle bir konum dışında var olamayacaklarını düşünüyorlar. Hesaba katmadıkları şu; Türkiye demokratikleştikçe ve bu süreçte Kürt sorununu çözecek bir olgunluğa eriştikçe Kürt siyasetinin de çoğullaşması, demokratikleşmesi ve rekabete açık hale gelmesi kaçınılmaz. BDP’nin yapması gereken, rakipleriyle demokratik süreçlerde yarışma yetilerini geliştirmek; tekel kurmak, hegemonya iddia etmek değil.
Her durumda, BDP, Kürt siyasetini temsil noktasında demokratik rekabete hazır hale gelmeden bu sorunu çözecek cesareti kendinde bulamayacaktır çünkü, çözümün kendileri için tasfiye anlamına geleceği korkusuna yenik düşecektir.
BDP rahat olmalı; mevcut koşullarda Kürtlerin ciddi bir destekleri var arkalarında. Var olmak için ‘tek’ politik temsil organı olmaları gerekmiyor. BDP çizgisi uzun süre Kürt siyasetinin motor gücü olmaya devam edecek. Çözümden korkmak yerine katkıda bulunmaları siyaseten önlerine yeni imkânlar açacak. Şunu anlamaları şart: Çözüm istiyorlarsa muhatapları ‘devlet’ değil, AK Parti hükümetidir.
Demokratik özerklik ve iki dil tartışmalarının gerisinde Kürt sorununu kimin çözeceği ve çözümün parsasını kimin toplayacağı kavgası yatıyor. Ve bu kavgayla ülkeye yazık ediliyor.
Zaman, 28.12.2010